RSS

KONUK YAZARLAR

konuk yazarlarımızın yazılarını Haziran 2021 tarihinden sonra KONUK YAZARLAR KATEGORİSİNDE takip edebilirsiniz

24.02.2021-BİLKE

“ŞEBNEMCE” (http://www.sebnemceweb.com) yazarımıza teşekkürler.

Şebnem ELMACI

SIDKININ SITKI

Sıdkı sıyrılmış Sıtkı’nın, sıdkı yamanır mı? Benim olmak istediğim şey, sistemin oldurmaya çalıştığından çok daha güçlüyken, sitemin bana Sıtkı muamelesi yapması da dahil mi konuya?

 Hayır, hepsinden ala bir duvar var, müşfik duygularımı kalender meşrebimi meşrep-siz ve de kimliksiz kılmaya ant içmişler gibi. Biz bir platformda kaç karakter ediyoruz? İfadelerimizden çalınıyor gibi, çünkü artık hislerimiz bize hizmet eden pardon dayatılan karakter sayısına sığmayacak kadar uzun ve ifadesiz, kıyafetsiz ve de kifayetsiz. Çıplak gözle görülebilecek kadar çıplak, soyunmak istesek soyunamayacak kadar da kat katız, kaskatıyız ya da ne bileyim biz bir şeyiz metaforu yok ya da bir şey değiliz komple yaşam teorisi kendinden metafor.

Muazzam bir hüzzamın ortasında, fırsatçı bir yeisin kederine bizi ortak etmesini dinlerken, kaçırdığımız makamın üzerinde oturanlar mı haklı çıkacaktı, olamadıklarımın hesabını veremezken. Biz bilmem kaç milyon insan bir hüzne, bir umutsuzluğa bu kadar mı şevkle mum yakacaktık, ısrarla aydınlanmamasına rağmen. Kendi karanlığıma yaktığım mum, rutubetli bir yaşamda uzun vadeyi vadedemeyecek kadar yılgınken, istikrarınızı takdir ediyorum. Piyasası düşük bir fikrin, pahalı ve kalitesiz bir düşünceyle rekabet edemediği yerlerde arzsız ve de talepsiziz. Sorsan arsız ve talep karız.

Ahh… Bir uzun yol ki, gitsen gidemezsin malum yarı aç yarı tok, bir acayip his ki yaşam gailesi oturup demlenemezsin. Bugün bir büyük ayran açıp hayatı sorgulayacağım. İnsanı insandan yaralayanlara hesap sorar gibi. Atanamayan hislerime, işsiz düşüncelerime, pembe kediyi düşündüm diye bilinçaltıma, tarumar edilen gençliğime şapka çıkarıp tebrik edeceğim. Herkesin mutlu olduğu şu yaşamda sen nasıl pembe kediyi düşünürsün diye. Sönüyoruz söndürüyorlar tek tek ışıkları ve biz bir duanın hikmetinde Tanrı’nın mucizesine sığınıyoruz. Zalimler kadar vardık, varız diyemedik. Şapkamızı öne eğip, düğme iliklemedik diye iyi halden ihya edilemedik. Bana sorsanız çoktuk, çoğulduk ben diye başlayan cümlelerim siz diye biterken anladım susturulduk, hayat ve hayatın içindekiler tarafından, taraftarlarından ve tarafsız kalamamışlar tarafından. Elimi uzatsam tutardım bir tarafından, fakat kurallar ve de şartlar ya da şartsız şurtsuz kabul edilecek olanlar benim çok dışımdaydılar. Merak ettim şimdi öylesine, durduk yere; Kadir bilseydi yıldızların parlaklığı artık vurmuyor bu şehre uzanmaya çalışır mıydı gökyüzüne? Şeker satar, keyif çatardı bir kahve eşliğinde. İnsanı insanlıkla sınayan adalet, hep insanlığı suçlu buldu sonunda.

 İsterdim ki yaşam standartlarına standardize olabilecek kadar uyum ölçüsü olsaydı. Kamuya açık alanlarda sevmek, sarılmak toplumun gözünde zinaya dönüşmesindi. Mesela kamuya açık alanlarda şiddetin her türlüsü yadırgansın ve tepki gösterilsindi, mesela tabi bunlar benim ütopyalarım.

Cesaretimizden yargılandık, korkuyoruz. Elbette anlıyorum herkesi, her şeyi, elbette hak vermiyorum, artık herkesin hakkı kendine kadar. Beni düştüğüm foseptik çukurundan çıkarmak yerine önüne baksaymış dediğiniz için, hakkımı Hak’tan yana kullanıyorum. Var olduğuma yemin edebilirim fakat ispatlayamam. Ben bu mizanseni sevmedim arkadaş, bana her gün günün belirli saatlerinde, yaşamımın her yerinde verilen sufleyle yaşamaktansa doğaçlama ve de bodoslama yaşamayı tercih ederim. Senaryosunu kendim yazar, kurgusunu da kendim yapar oynarım, gişesi düşük olsun benim olsun. Demeyi çok isterdim. Kendi bağımsızlığımı bütün bu bağlardan, torpillerden, yalakalık sisteminden men edip, işte bu benim yaşamım diye bangır bangır bağırmak isterdim ki ne mümkün.

 Bağırınca korkuyorum “ellerimde kelepçe kapında sırılsıklam” bir an aklıma geldi pek severim bu şarkıyı aman pardon ya “ellerimde çiçekler…” idi kafam karıştı kusura bakmayın, lütfen. “ŞEBNEMCE”

*** *** *** *** ***

03.02.2021-Şebnem ELMACI-

SOSYALİST ŞAİRİN REALİST SANCILARI

Şimdi usul usul bir kenarda hayatın şemsiye açıp sağanaklarından bizi kurtarmasını beklemek arzusu içerisinde siniyoruz köşemize. Ne acayip bir kurgu, ne enteresan bir işleyiş, ne tuhaf bir döngü derken sorgularımızın suallerimiz karşısında eğilip büküldüğünü seyre dalmışız. Ömründe bir şiirin satırlarında kendini gökyüzüyle paylaşamayan bir insanın Nazım’ın hikmetinden pay çıkarmış olması sorgulanmış mıdır birileri tarafından?  Sualler daha acımasız, düşünemediğimizden sorgulayamadıklarımız ezildi hep yanlış soruların cehaletinden. Olsa gerek ya…

Bir taraf hep haklı, diğer taraf hep haksız… Konusuz bir dava, açıklamaya yüz bulacak bir kelime dağarcığı bile yokken meydanda. Hak’tan geldi sanıyordum haklılığı ya da hak bir adalet savaşı mıydı? Neyse bir şiir diyorduk, vicdan duvarına gergef gibi işleyebilecek. Bir duygu diyorduk kelimelerin öylesine, yalnızca iletişim kurmakla ilgili olmadığı konusunu açığa vuracak bir duygu. Bilmem anlatabiliyor muyum? Rakı masanıza düşen meteoru sizin yani kendinizin yarattığını… Bilmem anlatabildim mi hayatın realist olmakla tek başına ilintili olmadığını. Gerçeklerin ardında yatan bir düşüncenin, hayalin sonsuz bir yaşam vadettiğini.

Oysa Bukowski de realizmin göbeğinde en gerçek acının sancılı zamanlarını yaşamıştı. Ailesinden şiddet gören bir çocuktu, belki de en çok onu döven babasını sevdi ya da hep nefret ettiğiydi. Acının onu dönüştürdüğü şey toplumun asla cesaret edemediğiydi, o toplumun ona dayattığını reddetti fakat yine aynı toplum için yazdı, en güçlü silahıyla saldırdı yobaz ve de gerici zihniyetlere. Bukowski der ki; “İki seçenekten birini seçmek zorundaydım: Posta ofisinde kalıp delirmek ya da yazmaya oynayıp açlıktan ölmek. Ben aç kalmayı seçtim.” Sizin yaşamın gerçekliği dediğiniz şey kolay olan, içinizden gelmeyeni yapmak zorunda hissetmeniz. Bir şiiri, bir şarkıyı, bir taşı yontmanın şevkini bir kere keşfedebilseydiniz aç kalmayı tercih ederdiniz. Sanat toplumu olurduk belki. Aç ama mutlu, yoksul ama zengin…Bana derseniz alkolikti, depresif ve bedbaht bir yaşımı vardı “BUHRAN” şiirini okudunuz mu? Diye sorarım. Bence insan düşündüklerinden ibaret, yaptıklarından ibret, çünkü hepimizin karanlık bir tarafı var yüzleşmeye cesaret gösteremediğimiz, başarılarımızın göstergesinden uzakta. Bir şiir, bir kitap, bir şarkı anlatır aslında kelimenin sonsuz anlamını insana.

İki görüş arasında ki çizginin yarısı olmayı sevmekte bir tercih, tamamını görüp aynı netlikle algılamak istemekte. Hangisi gerçek, hangisi gerçek dışı diye soracak olan olursa, reelde hiç görmeyen biri için paralaksta bir hayal, ötesi de… Fakat gördüğünü zanneden biri olmak, görmeyen birinden çok daha kör olmaktır. Ş.ELMACI

http://www.sebnemceweb.com

*** *** *** ***

YAZAR NİHAN AKDOĞAN

RÜYA

Sitede Yayım Tarihi 23.eylül 2018

Büyükbabaanneye….

Uyandığımda yüzümde kocaman bir gülümseme vardı, görmesem bile hissettim gülüşümü.

Uyanmadan az önce, yemyeşil çimenlere minik çukurlar açıp, içlerine çiçekler diktik onunla, hiç konuşmadık, can suyunu birlikte verdik ve yaban menekşelerin rengarenk açılmalarını izledik. Sonra yukarı doğru yürüyüp denizin tam üstünde duran yüksek bir terastan,  şeffaf  denizi ve altında yüzen yunusları izledik, ılık rüzgarı yüzümüzde hissettik, yine hiç konuşmadan sadece çaylarımızı yudumladık. Ikimizde mutluyduk. Uyandığımda devam eden bir huzur vardı içimde.

Yataktan bile kalkmadan, ilk işim,  rüya tabirlerine bakmak oldu, hemen hemen her sitede rüyanın yorumu aynıydı. ‘rüya sahibi için hayırlı ömür, bol kazanç, mutluluk, kısmet’, daha ne ister insan hayattan…Kalkıp yüzümü yıkadım, giyinip , bıraktım kendimi gündelik hayatın gerçeğine.

Oysa ben küçükken, böyle kısa yorumlarla açıklanamazdı rüyalar ve hemen arkasını dönemezdi insan rüyalarına. Gördüğümüz rüya bazen bizi günlerce tedirgin eder, bazen yersiz bir heyecana yada mutluluğa sebep olurdu.  Hayatın rutini ve ayrılmaz parçasıydı rüyalar. Sevincin, kederin, beklenen bir misafirin, bir kısmetin, bir müjdenin, küskünlüğün, barışın, doğumun ve hatta ölümün habercisiydi.

Bilimsel tarifinden çok uzakta bir yerdeydi rüyanın  o hayattaki yeri. Çünkü rüya yaşananların iç dünyaya yansıması değildi, iç dünyamızın, temiz kalbin ve iyi niyetin bize geleceğimiz için verdiği ipuçlarıydı. Bu ipuçlarını iyi değerlendirmek ve doğru yorumlamak gerekiyordu.Bu bir ritüeldi ve her rituel gibi yeri zamanı beliydi. Yeri kahvaltı sofrası,  zamanı ekmeklerin kızardığı, yumurtaların tokuşturulmaya başlandığı andı.

Çay çoktan demlenmiş, tabaklar, kahvaltılıklar masaya gelmiş, rafadan yumurtaların son saniyeleri sayılmış olurdu. Mevsim kışsa mangalda ateşin geçmesi beklenir, ekmekler mangalın ızgarasına dizilirdi. Yazsa, balkon kapıları açılır, sofanın serinlemesi beklenirdi.

Herkes yerini alıp, çay kaşıkları şıkırdarken kızarmış ekmekler arz-ı endam eder ve tereyağının ekmekte erimesi izlenirdi. Anneannem kayınvalidesine –büyükbabannemize – uykusunu sorar sonra rüyasını dinlemek üzere susardı. O zaman biz çocuklar, ya ağabeyim ya ben, rüya zamanı geldiğini anlar, büyükbabaannemin ceviz sandığına koşardık Bugün bile tüm bölmelerini hatırladığım sandığın içinden sağdaki bluzlara, bluzların üzerindeki nefti yeşil portföy çantaya, soldaki namaz örtülerine dokunmadan ortadaki  tahta kutudan kitaplara uzanır, dikkatlice alıp masaya götürürdük.

Enver Bolayır’ın ‘Fallı ve  Niyetli Mufassal Rüya Tabirleri ‘ kitabı, Bulvar Yayınlarının Sarı kapaklı kırmızı yazılı ‘Rüya Tabirleri ‘ kitabından sanki bir parça daha fazla makbuldü bizim rüya uzmanlarımız için. Bu arada, ‘oniromansi uzmanı’ deniyormuş, rüya yorumcularına.

Ben, kapağında,  bulutlar içinde uyuyan kızıl saçlı güzel kadının resmi olan kitabı severdim, rüyasında gülümserdi kadın.Bu kitaplar büyükbabaannem için, yatağının başucunda, tel kırma işleme çantasında asılı duran Mushaftan sonra , en değerli ikinci kitaptı, üçüncü sıra ise her zaman Saatli Maarif Takviminindi.

Rüya yorumlarında bu iki kitap önemli kaynaklardı elbette ama 90 ‘ına yaklaşan büyükbabaannemin tecrübeleri de yabana atılamazdı.

Çünkü bu hep aklı başında olgun kadın ne zaman rüyasında filostos incir yese, bir yakınını kaybetmişti. Bir Eylül sabahı , rüyasındaki incirleri anlattı masada ‘mevsiminde yenilen meyve , kısmettir ‘ dedi komşusu ama o rahat etmedi. Akşam gelen haberle, oğlunu ve torununu bir trafik kazasında kaybettiğini öğrendi. 25 yaşındaki torunu o korkunç hastalığa yakalanınca, rüya görmemek için uyumak istemedi hiç.

Ceviz görmek kavgaydı mesela , yumurta kırgınlık , un görmek bolluk bereket demekti ama  alınan emekli maaşlarını değiştirmezdi bu beyazlık.Bazen yemyeşil tarlalar olurdu rüyalarda, bazen de  yunuslar ve kalkan balıkları. O zaman herkes mutlu olurdu masada. Sanki gerçek hayattaki bir üzüntüyle, bu rüyanın verdiği mutluluk yer değişirdi, yeni bir rüya görülene kadar.

Çocuklar ne rüya görürse görün hep ‘iyiye hayra’ yorulurdu ama büyüklerin rüyalarına yapılan yorumlardan bilirdik ki bazı şeyler ‘kederi ‘ işaret eder. Sis görmek, havada bulut, tütün görmek gibi…

Büyüdükçe, kendimi rüyaların aslında bilinçaltının yüzeye çıkması olduğunu, gelecekten haber vermek gibi ulvi görevleri olmadığını ve hatta ne kadar iyi olursak olalım bizlerin de geleceği görmek gibi yeteneklere sahip olmadığımıza inandırmak istedim.

Bahçesi incir ve ceviz ağaçlarıyla dolu bir ailenin rüyasında incir ve ceviz  görmesi, gençliği tütün tarlalarında geçmiş bir insanın rüyasında tütün dizmesi, sabah kahvaltısı için su böreği açılan bir evde rüyalarda un görülmesi, her yerin  mavi ve  yeşil  olduğu bir iklimde rüyaların fonunun da mavi yeşil olması bana göre son derece  doğaldı zaten.

Ama yinede uyanır uyanmaz rüya tabirlerine bakmayı, çocukluktan gelen güzel bi anı olarak saklamayı tercih ettim hep, içimde iyi niyet saklamayı, temiz kalbin bana hep bir ipucu vereceğini umut ettim.

Gördüğüm güzel rüyalardan sonra sevgili büyükbabaannemi hatırladım hep, yaşasaydı 2 kitabını hiç bir internet yorumuna değiştirmeyeceğine inanarak…..

*** *** *** *** *** *** ***

YAZAR NİHAN AKDOĞAN

O ve BEN

Bundan 7 sene öncesiydi.  Ailece heyecan içinde okulun bahçesinde, kardeşimin liselere giriş sınavına alınmasını bekliyorduk. Aynı zamanda o güne kadar defalarca yaptığımız uyarıları tekrar tekrar yapıyor, kardeşimi sakinleştirmeye çalışıyorduk. Kalem uçları son kez kontrol ediliyordu; kalemler, silgiler, kalemtraşlar, şeker, su herşey hazırdı, dualar edilmiş yüzüne doğru üflenmişti havadaki enerji.

O sırada, okulun bahçesine eski bir minibüs girdi. Durdu, kapıları açıldı,  içinden 9-10 erkek çocukla beraber, genç bir erkek öğretmen  ve o indi.

Şehrin  en uzak ilçesinden gelen çocuklardı bunlar. Üç saatlik bir yolu bu köhne, yorgun minibüsle gelmişlerdi. Karınları aç mıydı tok mu, yolda mideleri bulanmış mıydı, heyecanlılar mıydı merak ettim. Sonuçta gelmişlerdi ve az sonra kendilerinden çok farklı şartlarda büyümüş yaşıtlarıyla aynı sınava girecek, aynı yarışta koşmayı deneyeceklerdi

Bambaşka bir dünyadan gelmiş gibi, okulun girişindeki duvara sıralandılar ve hiç konuşmadan beklediler. Onların bu sessizliği, bu herşeyi kabullenmiş, utangaç halleri… Sanki içimde binlerce çığlık,  birtek ses çıkmadan kalbimin çeperlerine vurdu ve yere düştü yağmur damlası gibi.

Durmadım yerimde kardeşime ailece destek vermek o kadar fazla lüks göründü ki gözüme, yanlarına gittim. Hepsine tek tek sarılmak, hepsini öpmek , onlar için ufacık da olsa birşey yapabilmek istedim. Ama en çok da onun için.

Siyah saçları özenle toplanıp, örülmüş, beyaz bir lastikle tutturulmuştu. Yüzü esmerdi, yanakları pespembe, kahve gözlerinin üzerinde, simsiyah isyankar gür kaşları uzanıyordu. Bu kaşların üzerinde açık ve geniş bir alın vardı,  alnı yüzüne bir aydınlık veriyordu, kulaklarında altın bir halka hayal etmiştim, mavi boncuklu,  ama iki kat yorgan ipi geçiyordu kulak deliklerinden…

Gülümsedim yüzüne, önce ona sonra diğerlerine çikolatada  ikram ettim. Elinde tuttu önce, sonra annesinin olduğu besbelli, ayak bileklerinde biten kahverengi eteğin cebinden beyaz bir mendil çıkarttı, üçgen katlanmış mendilin içini açıp, çikolatayı koydu, ‘kardeşime götürücem’ dedi,hem mahçuptu hem gururlu.

Ayaklarına baktım , ayaklarında modasız ve modelsiz  bir ayakkabı vardı , arkasında iki parmak boşlukla, ayağında öylece duruyordu ama atacağı ilk adımda  düşecek kadar büyüktü o ince ayaklarına.

Üzerinde naylon bembeyaz bir gömlek vardı. Bu gömlek, annenin düğünlerde, nişanlarda, kınalarda, kız istemelerde, arada hastaneye gitmesi gerektiğinde giydiği gömlekti. Her önemli güne hazırdı o yüzden o kadar beyazdı, o yüzden bu gün de onun üzerindeydi.

Yanında durup  bekledim, gülümsedim , öylece durup baktı. İddialı mıydı, hayır ama ben öyle olsun istedim. Sınava girsin, kazansın, kurtarsın istedim. Onu üniversiteye giderken, simsiyah saçlarını savurarak yürürken hayal ettim, bir masabaşında oturur, parasını kazanır hayal ettim. Çok istediği spor ayakkabıyı, kot pantalonu, üzerine ekose spor gömleği rahatlıkla aldığını, arkadaşlarıyla sinemaya gittiğini hayal ettim.  Arkasına bakıp, geçtiği bu uzun, bu yorucu, bu mücadele dolu yolu görüp, gülümsesin, kendisiyle gurur duysun istedim.

Sınava giriş zili çaldı, başarılar, diledim.

Döndü yüzüme baktı, sadece gözleri konuştu;

‘Olmaz’ dedi, ‘çok zor ’ gözleri onun için kurduğum hayale çok uzaktan gülümsedi …

******************************************************************************************

YAZAR FİLİZ HASKALP

ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA

            Orda bir köy var uzakta. O köy bizim köyümüzdür. Bu güzel ve anlamlı okul şarkısını bilmeyen ‘Bir Dağ Masalı” filmini izlemeyen, bizim kuşağımızda sanırım çok azdır. Köyler var uzaklarda, öğretmenler var köylerde. Alaçam-Gerze arasında bulunan Çam Gölü’nden yukarı ayrılan dönerek ve yükselerek gidilen Asmapınar bu köylerden, yıllar önce orada öğretmenlik yapmış Şükrü Özen de bu öğretenlerden biri.

O köye ilk gittiğimde sanırım ilkokulda idim. Gördüklerim ve yaşadıklarım beni öylesine büyüledi ki… Bugün bile öğretmen olmam da rolü var mı diye kendime sorarım?  Yolun tırmanışı bitip köye geldiğimizde içinde okulun,caminin, lojmanın ve okuma odasının bulunduğu büyük bir bahçeye girdik. Öğretmen caminin hemen yanına okuma odası yapmış, bulduğu, aldığı kitapları toparlamış, namazdan çıkan köylünün okuma odasında buluşmasını sağlıyordu. Okulun önüne yıllar önce dikip büyüttüğü asmanın altında öğrencileri için masalar yapmış, salıncaklar kurmuştu. Dağlardan akan buz gibi suyu, oluklarla okulun içine kadar getirmiş, tatlı şırıltısını okuldan gelen hafif müzik sesiyle birlikte dinliyordu.

Giriş kapısının üstünde her iki yönde bir değiştirdiği pankartları asıyordu, koca harflerle “Dişini Fırçalamayı Unutma, Ellerini Yıka”, “Büyüklerini Say”, “Erken Yat, Erken Kalk”, “Süt İç”, “Yardım Et”, “Oku!”… gibi az ama önemli sözler yazmıştı. Zil çaldığında neşeyle bahçeye koşan çocuklar bağırmadan, tartışmadan oyun oynuyor, salıncağa biniyor, ağacın altında oturuyor, giriş zilinde aynı neşeyle hep birlikte içeri koşuyorlardı. Namazan çıkan babalar, dedeler okuma odasında çay içip kitap okurken çocuklarını izliyorlardı. Böyle güzel bir köyün, böyle mükemmel bir öğretmenin olamayacağını sandığım yerde bir gün yerine bir hafta kaldım.

Akşamları köylülerle toplanıp sohbet eden öğüt veren öğretmenin en içli sesiyle saz çalıp türkü söylemesini dinledim. Eşinin öğrencilere önlük dikmesini, çörek getirmesini izledim. Köylüyle birlikte tütün yapmalarını, iğne vurmalarını, tansiyon ölçmelerini, sebze toplamalarını gördüm. Köylü onların herşeyiydi, onlar da köylünün. Annesi, babası, doktoru, danışmanı idiler.

Yaptıkları ve yaşadıkları kitaplara sığmayacak bu öğretmen bugün biri doktor ikisi öğretim görevlisi olan üç kızını bu dağ köyünde kendisi okuttu. Orta öğretim çağında tayinle gittiği Samsun merkezden köylünün isteği ile geri döndü. Üniversite çağına geldiklerinde İstanbul’a tayin istedi. Bir öğretmen maaşıyla kalan zamanlarda yardımcı işler yaparak üç mükemmel evlat yetiştirdi. Kendisi gibi çalan, söyleyen, yazan, okuyan,olgun , sevecen, sabırlı üç kız…

Şimdi Atakum’da mütevazi evinde torunlarına saz çalıyor, ninni söylüyor. Ara ara artan ağrılarından şikayet etmiyor. Çünkü hala Asmapınar köylüsü onun yanında. İş arayan, doktora gelen, bir derdi olan, kız evlendiren… Şükrü Öğretmen’i buluyor. Bir köyü ve köy halkını yoktan var eden öğretmen Şakir Şükrü Özen’in önünde saygıyla eğiliyorum. Büyük Atatürk’ün çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmayı hedeflerken çizdiği öğretmen modeli bu olsa gerek. Bence her köyde bir Şükrü Özen en çok 10 yıl içinde yurdumun medeniyet seviyesini 10’a katlamak demektir.

Eğitimin sayılamayacak kadar çok olan problemlerine daha sonra değinmeyi düşünerek geçirdiğimiz bir öğretmenler gününde dahaöretmenlerimizin önünde saygı ile eğiliyorum.

Selam olsun eğitim ordusunun fedakar neflerine.

Çocuğu seven, anlayan ve dinleyenlere

Öğreten, eğiten, örnek olanlara

Sayıları azalmış da olsa ilköğretim okulu mezunu öğretmenlerime ayrıca selam olsun. Öğretmenliğin kahrını yıllarca onlar sırtladılar.

Sevgiyle, dostlukla kalın…

Emekli Öğr. F. Filiz HASKALP

 

 

 

Yorumlar kapalı.