RSS

Kategori arşivi: Cafer Sarıkaya ANILAR

ABD RADAR ÜSSÜ ANILARI

Cafer SARIKAYA ANILAR 1959 24.10.2020

Hasan ağabeyin iyiliğini hiç unutamam. Ona vefa borcumu nasıl öderim diye fırsat kolluyordum. Hala radarda çalışıyorum, işim iyi ve radarda güvenilir isim yaptım. Bu sayede Amerikalıların önem verdiği yüksek rütbeli bir subay yanıma gelip kiralık ev sordu. Komisyon alanlar, fahiş fiyat verenler çoktu. Bu anlamda bana güveniyorlardı. Hasan ağabey bir ara kiralık evim var demişti.  Ben subaydan önce gittim ve eve baktım. Çok güzeldi. Kira için subayı önerdim o da kabul etti. Subay da evi beğendi. Hanımı gelecekmiş, onun için çok inceliyordu. Hanımına denize nazır tam beğeneceğin ev tuttum, önünde iskele var diye anlatıyor, beğenecek diye yerinde duramıyordu. Hanımı gelmeden evi dekore etmeye başladı.

Odanın birinin tabanına oda büyüklüğünde bir küvet koydurdu. 8- 10 tane yataklı divan koydu. Bu divanlar çok değil mi deyince, hanımı Mary’nin öğretmen olduğunu söyledi ve “Mary gelince bunların üzerinde sevişeceğiz” dedi. Amerikalıların konuşma tarzları, tavır ve davranışları hakkında her gün yeni şeyler öğreniyordum. Evin her tarafını çok güzel dekore ettirdi. Ve hanımı geldi. Hakiaten hanım batılı bir kadın değil de, sanki bildiğimiz bir aile hanım efendisi idi. Ahlak sahibi, olgun, terbiyeli bir hanımdı.

Biz onlara onlar da bize gelirler, ailece görüşürdük. Hasan ağabeyin kızı evleniyordu. Onları Osmaniye köyüne düğüne götürdüm. Her şeyi beğendiler ama silah atılmasını hiç hoş görmediler. Subayın görev süresi doldu ve gitti. Hasan abi hem onların insanlığına hem de benim gösterdiğim davranışa nerede ise ağlayacaktı. Önceden kira için bir başkası aracı olmuş, Amerikalı birini oturtmuş ama Hasan ağabey bu işten çok pişman olmuştu. Benim bulduğum subaydan memnun kaldı ve bana da fazlası ile vefa borcumu ödediğimi söyledi.

Osmaniye köyünde düğün Mary kütük üzerinde oturuyor eşi Herald fotoğraf çekiyor

Daha önceki konumuza geri dönelim. Sanırım 1958- 59 idi, çamaşır işinde eşim çok yoruyor. Ailece tanıdığımız güçlü kuvvetli bir kadın, bu işi ben de yaparım diyor. Fakat bizim hatun o kadının hareketlerini tasvip etmiyor. Kadının eşi ile araları yok, boşanmayı planlıyorlar. Sohbetlerimiz sürerken kadın tabi biraz ileri gidiyor. Haline bak halıya sarıl derler ya. O cinsten değil.  Haline göre biraz hızlı yani, sözü sohbeti çok iyi, bunun yanında bir de sigara içiyor. O zaman ben de sigara içiyorum. İçerken kadına da uzatıyorum, onun sigarasını da yakıyorum.

Geceleri bize oturmaya geliyor sohbet ediyoruz. Benim hanım onun sigarasını yaktığımı görünce sinirlenip çakmağı elimden kaptığı gibi atıp fırlatmaz mı. Aslında benim davranışlarım kadına çamaşır işini yaptırmak içindi. Galiba Emine hanımı biraz şımartmış oldum. Ama amacım işimizi büyütmekti. Emine hanım eşimin tepkilerine hiç aldırmıyordu. Bu sefer bir de hem iş yaparım hem de bu evde yatıya kalırım düşüncesindeydi.

“Muhtacım, biliyorsunuz ki kocamla aram yok, çocuklarımın da bana faydalı olacak durumları yok. Onlar da bana muhtaç”. Ne olursunuz gibilerinden açıkça merhamet dileniyordu. Benim de yüreğim yufka hiç garibanları reddedemiyorum. Ama öbür yanda hanım bir türlü eve gelmesini istemiyor. İşi nerede isterse orada yapsın, ama eve gelmesin diyor. Komşularımız da aynısını diyor. Sakın kadını eve alma diyorlar.

Çadırda “hause boy” görevim sürüyor.   Bu sefer ev sahibimin ve arkadaşlarının işine son verdiler.  Hemen akabinde ev sahibim işten çıkışına bozularak bana evden  çıkacaksın demez mi? Olurdu olmazdı derken epeyce gün aldık. Ev sahibinin hanımı benim hanımı rahatsız ediyor. Ya askıdaki çamaşırları topluyor, ya yere atıyor, veyahut da yok ediyor. Güya kocası radardan çıkmış, ben neden müdahale etmemişim? Elimden gelse yapmaz mıyım?

Aslı hiç de öyle değil. Onların işi de benim işim de askerlerin kalmalarına bağlı. Askerler zaten senelik kalıyorlar, yerlerine gelen olmayınca onların da işleri bitmiş oldu. Ama anlatamadım, tekrar işe al o zaman diye sitem ediyordu. Benim hiç kimsem yok, 27 yaşlarında ailemi geçindirme derdindeyim.

Bir gün ev sahibime “beni ve hanımı da rahatsız ediyorsunuz bak Mehmet ağabey ben sana kolaylık gösteriyorum. Hemen ev bulamıyorum, sen bul çıkayım veya bizi rahatsız edip durma. Böyle devam edersen sabrımı taşırıyorsun. Ya da mahkemeye ver bu işi mahkemede çözelim” dedim.

O zaman da insanlar eski evleri, kullanılmadık bodrumları ev yapmaya çalışıyorlar. Sıkıntı buradan kaynaklanıyor. Bizi ev sahibi mahkemeye verdi. Ev sahibi evi kendim kullanacağım diye açmış davayı. Git gel mahkemeye, hakim bana “ bu adamla uğraşmaya değmez sen akıllı birisin 3 ay mühlet veriyorum, dedi. Ben de peki deyip imza verdim. Meğer büyük hata etmişim. 3 ay bitti, ama ben gene ev bulamadım. Çamaşır işi, radardaki iş hiç boş zaman yok ki. Ne zaman ev arayayım. Bu sefer kanun bana evi boşalt demez mi. Ben gittim hakime hakim “imza vermeseydin, sokağa taşınacaksın” dedi.

Derken bu sıkıntıda bir tanıdık, bir ev var dedi. “Sana yetmez ama iyi bir yer bulana kadar buraya taşın” dedi. Hemen taşındık. Ev sahibi Mehmet ağabey benden sonra evi hemen kiraya verdi. Ben o kadar zor durumda kalmıştım ki, çok canım yandı. Madem kiraya verecektin beni neden çıkardın diye üzüldüm. Avukata danıştım ve ev sahibini sulh cezaya verdim. 3-4 celsede adam 6 ay hapis ve ağır para cezası ile hüküm giydi. Bu sefer o düştü telaşeye.

Bizi dağ başından gelmiş köylü diye hor görüyor, bir menfaat varsa ben faydalanayım istiyordu. Parayı nereden bulup ödesin. Kendisi emekli gardiyan. Mahkumlar duymuşlar hüküm giydiğini “emin billah buraya gelirse ölüsü çıkar” diyorlar. Çünkü kendisi ceza evinde gardiyan iken hükümlüleri falakaya yatırıp da dövdürürmüş. Onlar da onun içeriye geleceğini duyunca şimdi sıra bizde, kızılcık sopa ile falakada adam dövmek neymiş nasıl oluyormuş gelince gösteririz diyorlar. İşte korkudan 6 aylık hapis cezasını Boyabat’a aldırmış. Zaman ona yardım etti de 1960’ta ihtilal olunca 2 ay ile çıktı. Bu başımdan geçen olaylar işimin dışında oluşan olaylar. Ben geçim derdindeyim, başımızdan da ekstra bela eksik olmuyor.

İşimde daha fazla kazanmanın yolunu bulabilmem için daha çok askerin işine bakmam lazımdı. Daha çok insan, daha çok para demekti. Çamaşır işine devam ediyoruz, lisanım da hayli ilerledi. Çünkü asker çok olduğu için konular konuşmalar da fazla oluyordu. Hem kazancım hem de lisanım artıyordu. İşim okul gibiydi. Hem çalışıyor hem de dil öğreniyordum.

Kocaman uzun tek katlı tahta barakaların içinde 30-35 asker yatıyor dinleniyordu. Bunların yanında bir sürü eşyaları, müzik aletleri vardı. Askerlerin hepsi birden işlerine gitmiyorlar, vardiyalı çalışıyorlardı. Sabah işe geldiğimde önce boş olan bölümlerin temizliğini yapıyorum, sonra masa, komedinler ve müzik aletlerinin tozunu alıyordum.

Böyle belki de 1-2 sene geçti. Bir gün gene iş yapıyorum, müzik dinledikleri güzel bir pikap var. Telaştan o büyük pikabı düşürdüm. Oda aksi gibi ters bir askerin değil mi. Tuttu bana yenisini alacaksın demez mi? Sinop’ta ne arasın o zaman pikap, nereden bulurum. Ben anlatıyorum, o yenisi diye tutturuyor. Başkaları araya girip işi halletti. Zaten aksi birisi dedim ya. Hem eski pikabı vermiyor, hem de yenisini alacaksın diyor.

Bu sorunu subayların sayesinde çözdük. Subaylar benim canla başla çalışmamı görüyorlar ve beni seviyorlardı. Subay gazinosunda çalışmamı istediler. Buradaki işim de aynıydı. Gazinonun tüm sorumluluğu benim üzerimdeydi. Lisanım da hayli ilerledi.

devamı var

 
2 Yorum

Yazan: 24 Ekim 2020 in Cafer Sarıkaya ANILAR

 

Etiketler: , , , , , ,

BABAMIN ANILARI

CAFER SARIKAYA ANILAR 20.10.2020-

Dilekçemi daktiloda kendim yazdım ve Recep Bey’e verdim. Çünkü gece uyumuyor, daktilo çalışıyordum. Bana “seni çok takdir ediyorum, çünkü memurlarıma karşı benim yüzümü kara çıkarmadın. Gel seni gece bekçiliğine alayım ve daha sonra santraldaki arkadaş da çok becerikli, orada sana uygun bir iş çıkar.  İşi askerde öğrenmişsin zaten, santralda kalırsın. İstediğin kadroya gelince, Kastamonulu zabıt katibi geliyor. Onun atamasını genel müdür yapmış” dedi. 

Ben de bekçiliği istemedim, santraldaki görevim devam ederken bir gece Gerze cayır cayır yanıyor diye duyduk. Acaba oradaki durum nasıl diye merak ediyorduk. Dışarı çıkıp baktığımızda gökyüzü kızarıyordu. Sonradan duyduk, Gerze yanmış, kül olmuş. Devlet ihaleyi müteahhite vermiş. Gelen haberler de çalışana ihtiyaç var para bol diyorlar. Ben de Recep Bey’e haber vermeden doğruca Gerze’ye gitmek niyetindeyim. İyi para kazanabilirsem çocuklarıma aileme faydalı olabilirim hevesi ile Sinop’a geldim.

Kaldığım handa öğrendim ki radara Amerikalılar adam alıyormuş. Hemen gittim kahvehanenin önüne  3-5 tane Amerikan cemseleri adamları radara götürüyor. Ben de binmek istedim, görevli Türk olmaz diyor ben ısrar ediyorum, o olmaz diye diretiyor, ben dinlemeyip ısrar ediyorum. Zayıf ve çelimsizim. Beni güçsüz diye tercih etmiyorlar. Ben dinlemedim atladım cemseye, çıktık radara. Herkesi dizdiler kuyruğa, meğerse onlar da işe girecek kişilermiş. İsimleri yazan üsteğmen biraz da Türkçe biliyor,  geçtim öne bağırıp çağırıyorum.  “Beni de yaz, beni de yaz” diye. Adamcağız gayretimi görünce yazdı. Oh be hele şükür dedim.

Böylece yeni inşa edilen Amerikan radarı inşaat işlerinde çalışmaya başladım. Bu benim düğünüm bayramımdı, ne de olsa gençlik var. 1956 yılı 25- 26 yaşlarındayım.  Beton harcını teskereye doldurduğumuzda, yeminle söylesem başım ağrımaz, hep teskerenin kollarını kırardık. Çünkü sevincimize diyecek yoktu, artık gündüz çalışıp yevmiyemizi iş paydosunda alıyorduk. Yanlış bir iş yapmadıktan sonra buradaki işin ömrü uzun görünüyor. Bunun için gözümü daldan budaktan sakınmıyorum. Göze girmeye çalışıyorum.

Burada da ileri bir mesafe almaya başladım. Bir gün askerin biri, kuyruktaki işçilere işaretle adam gelsin dedi. Ben hemen kuyruktan fırladım, askerin yanına gittim. Ve bu askerde su işlerine bakan birisi. Radara her şey yeni tesis ediliyor.  Hem askerin, ve de askerlerin lisanında anlaşamasak da işaretle anlaşıyoruz.  Sonuçta asker beni, ben de askeri sevip kaynaşıyoruz. Bu ara ben anladım ki burada en önemli ihtiyaç lisan bilmek. Ve ben bunu destur edip lisanı öğrenmeye çalıştım.  Ben artık çat pat az da olsa, az çok evet hayır gb.  Günlük ihtiyaç olan kelimeleri ezberlemeye çalışıyorum.

Bir gün ilk kez beni işe alan teğmen bana yarı lisan yarı işaretle sen gelsene dedi. Bana yükseğe asılacak bir tel dolap asmamı söyledi. Hal buysa, yanımdaki ve bana yardım edecek kişi usta işte bu Amerikalılar böyle, birileri. Ben itiraz etmedim, ustanın yardımı ile dolabı gösterdiği yere astım.  Yaptığım işten memnun kaldı. Öyleydi böyleydi derken, ben hep ilerisini düşünüyorum. Daldan dala atlayan kuş misali yağlı boya badana derken yanında çalıştığım asker “sen dışarıda çalışmayı bırak, çadırda bizim işleri yap hem parası fazladır hem de başın kurulukta olur” dedi. Tabi ben ona da hemen peki dedim. 3 çadırda yeni bir işe başladım. Ben onlardan onlar da benden memnundu.

Ailemi getirdim, daha fazla para kazanmam lazım. Onun için evde çamaşır yıkamaya başladık. Velhasıl günden güne işler ileri gidiyor. Tabi bu ara lisanımda da ilerleme var. Bazı kurumlara ufak ufak tercümanlık da yapabiliyordum.  Çamaşır işi devam ederken kola da yapmamı istediler.  O zamanlar  kuru temizleme kola işlerini Sinop’ta yapacak kimse yok. Olsa da olmasa da o işleri de yapmaya kalkıştık. Ama canımız da çıkacak. Gece gündüz ütü kola iflahımız kesiliyor. Bazen servis cemselerini kaçırıyorum, bu sefer de yaya olarak tırman bakalım adaya. Cafer elde kolalı elbiseler, omuzda koca çuval çamaşır torbası bu işi daha da büyüttüm. Başka koğuşların çamaşırlarını da aldım.

İş büyüdükçe ev işimize el vermiyor. Evi değiştirelim dedim. İstediğim fiyatta yeni bir ev kiraladım. Bu ev görünüşte çok iyi, çünkü yakınımızda köyden tanıdıklarımız gel git derken sohbetler ilerledi sık sık görüşmeler velhasıl bu dostluklar devam ederken kadınlar kocaları için radardan iş dediler keza ev sahibi de aynı teklifi yaptı. Hepsini de işe aldırdım. Ev iş için sahibi hem kendisi hem de 2 kişi daha getirmiş. Bunların durumları da iyi değil. Adamları işe aldık. Herkes çalışıyor ve herkes hayatından memnun. Çamaşır işinden çok yoruluyoruz, yanımıza yardımcı arıyorum. Dost sandığımız ailenin karısı çalışmaya elverişli, güçlü kuvvetli ve istekli. Ben de ona “çalışır mısın” dedim. “Memnuniyetle” dedi.

Fakat benim hanım buna itiraz etti, ilerisini düşündü. Düşündüklerinde haklı olabilirdi.  Kadın pek sağlam biri değildi. Kocası ile hiç mi hiç arası yoktu. Kadın bizim bildiğimiz kadınlardan da farklıydı. Elinden dilinden her şey geliyordu. Kocası ise ver yiyeyim, getir yiyeyim cinsindendi. Ben kocasını radara işe yerleştirdim, 3-5 gün sonra adam hırsızlık yaptı bakır çalmak, büyük araba motorlarını ve lastiklerini çalmak ve götürüp satmak suçundan  yakalandı ve kovuldular.

Bu adam daha sonra gelip beni buldu “ben bu Sinop’ta barınamayacağım, eğer bildiğin birileri var ise şu benim köyü onlara satıp İstanbul’a gideceğim” dedi. Yaşım genç, arkamda kimse yok, sorumluluğum çok. İki çocuğum eşim var, ev yok, babadan hiç kimseden para desteği yok. Kimseyi tanımıyorum.

Gel zaman git zaman, aradan epeyce zaman geçti. Derken adama “senin köyün ne durumda diye” sordum. Ona kalırsa hudutları geniş, büyük meşelik ormanı evi ve samanlığı var. Tapulu arazisi var, ayrıca orada da yerim var” dedi. Sinop’a çok yakın o yere hodul diyorlar. “E gidip şu senin anlattıklarını yakından görelim” dedim ve birlikte gittik. Eğer söyledikleri doğru ise pazarlık etmek benim de işime geliyor. Çünkü radarda işim iyi, iyi kazanıyorum. Benim de böyle bir köy veya toprak alma niyetim var. Çok iyi olacak. Çünkü biz köylüyüz, durumunu biliriz. Deyip almaya karar verdik. Elimdeki hazır parayı ona vereceğim, o da İstanbul a gidip kendine bir geçim yolu arayacak.

Geri kalan para da hisseli tapu olduğu için, kardeşleri ile anlaşıp bize tapuyu verecek kalan parayı o zaman alacak. Ovadaki yer de ekili içindeki mısırı biz alacağız ve böylece anlaştık. Anlaştık da biz ovadaki yer tapusuz olduğu için ben hisseme düşen parayı vereceğim ama korkuyorum, ya tarlayı vermezse diye. Bunun için ben parayı hazırladım, noter tasdikli senet aldım. Parayı da yaşlı ve de zengin diye itimat ettiğim karşı komşumuzun dükkanında sayıp teslim ettim.

Ama öyle oldu ki mısır hasat zamanı geldi.  Yer sahibi beni daha borç bitmedi diye tarlanın mısırını alıp eve götürmüş. Ben kendisini buldum, “yahu böyle mi anlaştık seninle” dedim. “Sen bana tapuyu getireceksin ben kalan parayı sana öyle vereceğim” dedim. Adamın umurunda değil, nasılsa peşin parayı aldı sen borçlusun demez mi? İleri geri münakaşa ettik. Aldığı paranın üstüne oturdu adam. Ben o parayı nasıl kazandım, her bir kuruşunda alın terim var.

Sonra ekim zamanı geldi, adam gene beni borçlu gösterip tarlayı ekti. Ben bu sefer onu men müdafaa asliye hukukta mahkeme açtım. Adamın hiç umurunda değil. O yana baş vur, bu yana baş vur, yorulmaktan başka elimden bir şey gelmiyor. Tekrar tarlayı ekim zamanı geldi, bu sefer parayla adam tuttum, 1-2 çift koşu buldum.  Gittik tarlayı sürmeye.

Biz tarlayı sürüyoruz. Adam duymuş geldi, borcunu öde tarlayı öyle sür demez mi. Ölür müsün öldürür müsün. Ben gene yaya olarak geldim şehre Eve uğrayıp mahkeme ilamı ile doğru savcılığa,  savcı da beni başka türlü oyalıyor. Yer hisseli, uzun işlemi varmış meğer. Adam sormuş soruşturmuş, mahkemeyi de beni de takmıyor. Ücretle tuttuğum koşumları bıraktırdık. Savcılıktan da elim boş döndüm. Hem benden istenilen para çok değil ama, ödemek hakkım değil, adam senet vermiyor, tapu yok. Adam bunu da biliyor, bile bile parayı kaynatıyor. Ben bu sefer oranın muhtarını ele aldım, yedirdim içirdim ama işin içinde o da varmış. Gene bir yolunu bulamadım.  Didinip duruyorum. Üzüntüden hastalandım, midem kanıyor, Samsun’a tedaviye gidiyorum. Yok mide ağrısı yok uzamış, yok gastrit, yılar yılı git gel Samsun’a.

Bu hal devam ederken hiç beklemediğim bir anda Allah’ın yardımı olacak ya, hiç tanımadığım bir adam kahveye geldi beni buldu ve yanıma oturdu. Çay söyledim “merhaba nasılsın” falan filandan sonra adam bu davalı yerin hikayesini duymuş, bana direk kendisinin de bizim köylü olduğunu söyledi. Fakat çok eskiden babası Osmaniye köyüne gelmiş yerleşmiş. Beni dinledikten sonra “o seni süründüren gelsin de adamsa benim karşıma çıksın” demez mi? “Sen şimdi eve git, mahkeme ilamını ve noter senedini getir bana ve beni kahvede bekle” dedi. Garibin işini Allah yapacak diye düşünüyorum. Bu ara işimi de düşünüyorum. Postaneden iş yerine telefon edip çok önemli bir işim olduğunu söyledim.

Ben adamın istediği ilam ve senedi adama verdim okudu inceledi. Bana dönüp “sen de benimle gel deyip o şimdi gördü gününü” dedi. Biz doğruca gittik karakola. Baş çavuş, bu adamın çok iyi görüştüğü biriymiş. Verdi evrakları, baş çavuş okudu, bu böyle mi deyip peşinen küfür etti. Adama “ulan bu senin zulmün dağ başını aştı” deyip bana döndü “sen bu adamı ve muhtarı bana hemen şimdi getir” dedi. Tesadüfen köylüler tütün satışı için şimdi halk eğitimin olduğu yer yer o zaman tütün deposu idi. Yeri teslim etmeyen kaba dayıyı getirmeleri için benim yanıma 2 asker kattı. Onları bulup getirin diye. Biz askerlerle geldik, tütün deposuna. Benim başımı dolaştıran muhtar ve ilgili  kardeşine asker “karakola baş çavuşum sizi istiyor” dedi. Muhtar işi anladı, ve ağırdan almak istedi askerler muhtara hadi yürü bekletmeyelim baş çavuşumu deyip iteledi. Tabi öbüründe ise gık yok.   Çavuş bunlar niye geciktiler diye 2 asker daha postalamaz mı, ben şimdi ey Allah’ım sen neye kadirsin diye şükrediyorum.

Böylece biz karakola geldik. Biz içeri girer girmez baş çavuş hemen muhtarın 2 yakasından yapıştı. Biraz iteleyip döndü öbürüne, bu garibin söyledikleri doğru mu. Doğru efendim dediler. Onlara bağırdı çağırdı. Bizim köylü hasan da bacak bacak üstüne atmış kahvesini höpürdetiyor. Onlar da değirmenci Hasan’a karşı çavuşun her söylediğine “olur efendim doğru söylüyorsunuz kumandan” gibi sözlerle tasdik ediyorlar. Daha sonra ben Hasan ağabeye ve kumandana çok teşekkür ettim.  Huzurdan ayrıldık, Hasan ağabey beni öyle bir beladan kurtardı ki ona minnet borçluydum. O, hali vakti yerinde Osmaniye köyünün hem muhtarıydı hem de sözü geçen biriydi. Daha sonra beni dolandırmak isteyen adamın başka yanlış işleri olduğunu da öğrendik.

Çavuş ve Hasan ağabey akraba imiş. Benim yer kabadayısı da Hasan ağabeyin aleyhinde bulunurmuş. Kendi ağırlığını tanıtmak isteyen Hasan Ağabey de beni bulmuş. Ama gösterdi kendisini hem de tam gösterdi. Neredeyse dolandırılmak üzereydim. Beni zor durumdan kurtardı. Daha sonra çift zamanı geldi, ve Hasan ağabey tarlaya geldi. “Gelsin senin yer kabadayısı bakalım şimdi dayılığını göstersin” dedi. Adam bal gibi yerin sürüldüğünden ve Hasan’ın da orada kendisini beklediğinden haberi vardı. Ama korkudan gelemedi. Bu yıllar yılı çektiğim beladan Hasan ağabey sayesinde kurtuldum. Daha sonra Hassan ağabeye vefa borcumu ben de fazlasıyla ödemiş oldum. Birbirimizden çok memnunduk.

 
 

Etiketler: , , , ,

GÖÇTÜN GİTTİN ANILARIN KALDI

12.10.2020-BİLKE

BABAM,

Ellerinle yazdığın anıları WORD dosyasına atarken çok duygulanıyorum. Yaşadığımız dünyayı, yeniden tanıyorum sanki. Anılarını paylaştığım için, AJITASYON yaptığım sanısında olanlar var.

Oysa, senin çektiklerin fakirlikten değil. O yılarda köylerin, hayvancılığın, toprak işlemenin, çiftçiliğin durumunu yansıtıyor. Bu günlerde olduğu gibi. Dedem Şayıp Ağa, dağ başında yetişmiş ama köy işlerini bilen yapan biri değil. Kitap okumayı seven, kültürlü, Sinop- Boyabat- Gerze- Ayancık eşrafıyla görüşen, hatırı sayılır bir adam. Tarla, hayvan, bağ bahçe çok; ama evin işini yapacak insan yok. Her şey senin ve annemin üstüne kalmış.

Çalışma, üretme ve mücadele örneklerini anlatıyorum ben. Her zaman başı dik, çalışarak kazanan dürüst insanları. Empati hakkında kitaplar yazan, konferanslar verenler de dahil sanırım kendimiz dışındakileri anlayamıyoruz.

Baba bahçede güller, üzüm asması, diğer ağaçlar ile uğraşırdın. Ezan okunduğunda üstünde bahçe giysileri ile camiye giderdin. Baba üstünü değiştirseydin dediğimizde, ” pis değil ki, yalancılık ayıp, dedikodu ayıp, hırsızlık ayıp, gösteriş önemli değil üstüm başım kime ne derdin. İyi ki seni bu konuda kırmadık, iyi ki nasıl istiyorsan öyle yaşadın.

Yazılarını paylaştıkça, yüreğim bu olaylar ROMAN olmalı diyor. Kurgu ve anlatım dili hazır olduğunda başlayacağım.

A. Yaşar SARIKAYA

CAFER SARIKAYA ANILAR

Bir gün hastanenin önünde 2 beyefendi gördüm. Hemen asker usulü ellerimi yukarı kaldırıp bir selam çaktım. Beyim bağışlayın, ben ve karım ve çocuğum çok fena durumdayız. Bizlere acıyıp bizleri bir işe yerleştirirseniz en büyük iyiliği yapmış olursunuz. Bu beyler 2 si kol kolaydılar. Ben selam çakıp dil dökmeye başlayınca birisi diğerine boş ver gibisinden gidelim dedi. Diğeri ise merhamete gelip o da ona Burhan bey, az sabret dedi. Ve bana dönüp “çocuğum okuman yazman var mı bir meslek bir sanatın falan” dedi.

Ben başladım döktürmeye, “ efendim askerde telsiz ve santralciydim. Okur yazarım, ama diplomam yok, fakat en kısa zamanda alabilirim efendim. Burhan bey aceleci ne uğraşıyorsun böyLe insaNlarla der gibi, “Recep bey bekleme haydi gel” diye gene çıkıştı. Recep bey de gene az önce söylemiş olduğu  gibi sabret dedi.  Bana dönüp cebinden bir kart çıkardı.

“Her halde bunu okursun” dedi kartı okudum. 

Yüksek orman mühendisi Recep Dinç. Şimdi beni iyi dinle önce sordu “paran var mı ” diye. “Var efendim” dedim. “O zaman karını ve çocuğunu al gel, ve beni kime sorarsan bulursun hiçbir şeyi merak etme. Oturacak evin elektriği suyu var, iş de vereceğiz. Daha ne diyeyim”.

Burhan bey ve arkadaşı gittiler.   Ben bu haberi alınca neredeyse bayılacaktım. Sanki gökyüzünde uçuyorum. Ama arkasından bir de bunun çürük tarafı olabilir mi  diye de endişeleniyorum. Eğer doğru ise Allah bana en büyük nimeti sundu diye yaratanıma çok çok şükrediyorum.

Sonra ben düştüm Recep beyin yoluna. Her ne kadar bana hiç vakit geçirme çocuğunu ve karını al da gel demişti. Dahası da var, paran yoksa para da verecekti. Ben fazla yük olmayayım diye var demiştim. Ben gideceğim ama, işte gene bir aması var. Kararım, önce bir oranın durumunu göreyim  diye düşündüm.

Önce Bafra’ dan okul dışı diplomamı alayım dedim. Bafra’ya gittim. Hemşerim müdür bey aynı görevde. Beni görünce hemen tanıdı, “senin diploman hazır” dedi. “Ama bize karşıdaki dondurmacıdan buraya dondurma servisi yapmasını söyle. Tabi parasını da ödeyiver”. Dondurmayı aldım, diplomayı da sonra doğru köye çıktım. Böyle yazarken çok kolay anlatılanlar, yaşarken çok zor. O zamanlar vasıta yok, bulursam biniyorum, bulmazsam yürüyorum. Çıktım köye, tabi önce babama uğradım, kazandığım parayı bıraktım. Karım evde değil, ben giderken onu doğum için akrabasının evine bırakmıştım.

Kabaağaç köyüne geçtim. Kezban’ın Annesi öleli çok oldu. Üvey kayınvalide ile geçim sağlayamadı. Ben köyde yokum, babası da karnın burnunda git kocanın evine diye eve almamış. Kezban amcazadesi Yan İsmail’in” evine gitmiş. Kezban’ın durumu çok kötü,  uyduruk eski bir kötü soba,  pencerenin camı kırık, paçavra ile kapatmış. Kızım Ayşe’ye yeni doğum yapmış, hem bebeğini üşütmemeye, hem de kendini korumaya uğraşıyor. Benim de yapabilecek hiçbir imkanım yoktu. çünkü öbür tarafta belki de mühendis bey bizleri bekliyordu. Ben hemen fırsatı değerlendirmeyi düşündüğüm için Kezban’a “durumun fena ama biraz daha dişini sık, ben bir Ayancık’a bakayım. Durumu ,yerinde göreyim adamın dediği doğru mu bakalım? Size uygunsa gelip sizi alır götürürüm “deyip ayrıldım.

Sinop’ta emniyet müdürü İsmail beyi bulup olanlardan onu haberdar ettim. Ben ayancık’a götürebilecek bir vasıta ile göndermesini rica ettim. Adamcağız hemen Ayancık’a giden minibüse tenbih etti. Ve minibüs beni aldı, aldı ama şehir dışına çıkınca parasızım ya, muavin beni minibüsün üstüne aldı. Minibüs üstünde kaç saat sonra geldim Ayancık’a. Direk mühendis beyi buldum. O da verdiği sözü unutmuş değil, “hoş geldin” dedi. “Karın ve çocuğunu da getirdin mi” dedi. Ben de “getiremedim, çünkü hanım yeni doğum yaptı” dedim. Recep bey hemen bölgeye telefon edip “gelecek olan tekavil ile bir adam gönderiyorum. Karşılayıp gerekeni yapın” emrini verdi. Ben tekavile binip İnaltı bölgesine geldim. Elhamdülillah işlerim çok iyi gittiğini söyleyebilirim.   Orada bölge memurları beni çok iyi karşıladı. Hoşbeşten sonra, açlık tokluk soruldu. Çay ikramı yapıldı. Derken Recep beyin talimatı ile yatacağım yer ve yapacağım işler söylendi. Ben de şimdi bölgenin adamı oldum.

Yapacağım işler de sıralandı yani orada bulunan her memurun işlerine bakacağım. Çalışan orman işçilerinin yemek ve yatıp kalktıkları yerin temizliği su ve odun işleri gibi derken ufak bir de aylık alıyorum. Ama aldığım bu aylık hem bana hem de elin kapısında bulunan karım ve çocuklarıma bakmaya yeterli değil. Bunun için gene bir çare düşünmekteyim. Bir gün Recep Bey benim halimi hatırımı sordu. Galiba hem kendisi görüyor durumumu, ve memur arkadaşlar da benimle ilgili konuşuyor. Bana dediği şu oldu, “bak ben seni Sinop’ta dinledim. Ben sana karını ve çocuğunu al da gel dedim. Bak koca bina, elektriği suyu içinde  ileride bir de kadro gelir, seni kadroya alırım”. Düşünceliyim diye beni teselliye çalıştı. Sonra “oğlum, her yerde olduğu gibi  bana insanlar da benim oğlumu kardeşimi işe al diyor. Evet ben amirim ama hemen her şey de benim elimde değil. Sana bir öğüt daha vereyim, sen büro işlerini fevkalade yapabilirsin, buradaki memurlara hizmet et, ve onların gözüne girmeye çalış. İleride elbette bir kadro çıkar” gibilerinden beni uyarmıştı.

Ben bu uyarıyı alınca durur muyum, geceleri sabahlara kadar büro işlerine daktilo çalışmalarına başladım. Ve de başarılı oldum. Daktiloyu fevkalade kullanıyorum. Nihayet çok geçmeden depo memuru kadrosu geldi. Ben Recep Beye bu kadroyu daktiloda yazdığım bir yazı ile istedim. Bir müddet sonra beni çağırdı, isteğimi çok haklı buldu.

Cafer SARIKAYA ANILAR

devamı var

 
 

Etiketler: , , ,

BABAMIN EL YAZISI ANILARI

09.10.2020-BİLKE

CAFER SARIKAYA ANILAR

Arkadaşım Şükrü Zonguldak’ta çalışıyor, köye izine gelmiş. Ona yakın davranıyorum ki belki ben de Zonguldak’a giderim. Bir gün bana “Zonguldak’a götürmem için biraz bal lazım, bizim Gül Ağaya gidelim hem oturur sohbet ederiz varsa da biraz bal alırız” dedi. Ben hiç olmaz der miyim, bana da konuşmak için fırsat çıktı, gittik Gül Ağanın yanına.

O da evdeymiş. Gül Ağa ile işimiz biti ve Şükrü ile birlikte dönüyoruz. Yukarı oluktan aşağı inerken arkadaşıma “ben paraya sıkıştım, Bafra’da kazandığımı kızmasın diye babama verdim” dedim. Sonra koşarak eve geldim. Ne aksilik ki babam gene evde yoktu. Sabah bir kalabalık gördüm, “bu insanlar neden toplanmış” dedim.

Çifte gideceğim, komşu geldi “Cafer bir yere gitme caminin yanına gel” dedi. Gittim caminin yanına oradaki insanlar bana başka türlü bakıyorlar, sanki suçlu gibi. “Cafer bu işin içinde sen de varsın, tutuklu arkadaşlarının yanında bir takım izler bulunmuş” dediler. Anlayamadım, bir olay olmuş ama ne olmuş. Beni de süzdüler, yara bere var mı diye kontrol ettiler, olmayınca serbesttim.

Babam köye geldi “tutuklu arkadaşlarını koyuversinler” dedi. Onlar sarhoşken Hacer yengenin arı kovanlarına sarnıçtaki suya götürüp boşaltıp ballarını almışlar. Çünkü arılar suya boşaltınca zarar vermezler.

El ve yüzlerinde arı izlrti varmış, bende görülmedi. Zaman sonra köye jandarma geldi hepimizi karakola aldı. Ben gezdiğim yerleri anlatıyorum, arılardan haberim yok diyorum ama gene suçlandım. Hacer Yenge de bana eskisi gibi bakmadı. Bu işi kim yapmış halen bilmiyorum. Arkadaşlarımın yüzünden ben de zarar gördüm. Hacer Yenge, Şerife Yenge’ nin annesi. Aradan epeyce zaman geçti, ben hala köyden kaçmak istiyorum. Ama bu sefer karımdan çocuğumdan habersiz değil. Belki de babama da söylemeyi düşünüyorum. Her şeyi kuruluğa alayım, evin kışlık işlerini yapayım öyle söylerim diyorum. Kezban dedesinin evi İmamgilde üstelik kıza da hamile. yıl 1956.

Bir gün evde babam oturmuş mısır soyuyor. “Baba” dedim “ben bu sefer sizden izin istiyorum. Bu böyle olmayacak izin ver de gideyim” dedim.   Babam başladı ağlamaya, ben de ağlıyorum. Ama babam bir yerimi kırmadı diye de şükrediyorum. Allaha şükür ben gene düştüm yollara.

Hanım karnı burnunda, doğumu yakın. Bizim evde kalsa hamileymiş kimin umurunda. Üveylik var, işten güçten, ağır kaldırmaktan karnını doyuramıyor. Dayısının evine gitmiş, orada doğumu bekliyor. Ahmet ve kazım dayı ile birlikte konuşmalar yaptık. “Ben şöyle bir dışarı gideyim bir bakalım mevlam ne gösterecek” dedim. Onların, Kezban’ın ve babamın da müsaadeleri ile ben Sinop’a geldim.

Doğruca eskiden durduğum yani Asmakaya’ların yanına gittim. “Acaba bana iş bulabilir misiniz, yardımcı olur musunuz” dedim. “Yok”dediler, ben piyasada çalışmaya, gemiden gaz yağı tenekesi boşaltmaya, arabalara çimento doldurup boşaltmaya başladım. Handa yatıp kalkıyorum. Hana para, iş yapınca üst baş rezil oluyor, hadi git hamama oraya para, karnımı doyuruyor yiyorum. Geriye bir şey kalmıyor. Kendi kendime “Cafer bu iş böyle gitmeyecek, sen şöyle eli ayağı düzgün kravatlı fötr şapkalı birini görürsen kaçırma” dedim.

Tam da denk geldim bir gün. “Beyim ne olur hem ben, hem karım ve çocuğum perişanız. Ne olursunuz bize yardım elinizi uzatın. Yani bize bir ekmek kapısı açın. Ben çalışmaktan yılmam, her türlü işi de becerebilirim. Askerde muhabereciydim, bonservisim de var. Hemen okul dışı diploma da alabilirim”. Dilim bayağı iyi ötüyordu. Giriştiğim bu yolda bayağı ilerleme kaydettim. Hep görüştüğüm kimselerde aynen düşündüğüm türden kişiler. Hemen hepsi de beni dinleyip derman olmak istediler. Mesela emniyet müdürü “oğlum seni hastaneye koyalım karın da sen de ikiniz de çalışırsınız. Telefon edeyim dedi.

devamı var…

 
 

BABAMIN ANILARI

31 Ağustos 2020

Takip edenler için, anılara kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu ülke insanı, savaşlar ve yokluklar dönemini dibine kadar yaşamıştır. Biz bu günlere, bu insanlar sayesinde geldik. Köyde de kentte de yokluklar peşini bırakmadı bu insanların. İnsanca yaşamak herkesin hakkı. 

ANILARA DEVAM

Teskere geldi ben eve döndüm. Ev eski tas eski hamam. Evde karı yok, çocuk yok. Babam bana git karını çocuğunu getir dedi. Çıktım evden, gittim babalığın yanına. Evde bir sakinlik var. Ben kaynanam neden gelmiyor dedim, babalığım bir şeyler mırıldandı, ama ben bir şey anlayamadım. Meğer kaynanam rahmetli olmuş. Haberim yoktu. Hatta kaynanam için askerden izinli gelirken bir ilaç tavsiye edilmişti, almıştım. Ben ilaç fayda etti desinler diye beklerken, babalığım sen bizimle dalgamı geçiyorsun demez mi?

Sonra karım ve çocuğumla eve döndük. Geçmiş ortaya dökülüyor sen haklı ben haklı. Ben bu işe kesin çözüm bulacağım dedim. Karımla konuştum. “Anlaşalım, ben dışarı gideceğim, buralarda durmam. Sen de razı isen tamam”. Hanım için zor olsa da, anlaştık. Ben artık zaman kolluyorum, babamı da düşünüyorum. İşleri kuruluğa alayım, her şeyi bitireyim öyle gideyim diye. Gizli gitsem babam beni fena yapar diye korkuyorum. Korksam da sonucuna razıydım.

Bir gün merdiven başında oğlum 2 yaşlarında var yok, önünde serili bir yaygı var, oğlum bu yaygının başında un gibi ufalanmış kırıntıları topluyor. Varlıklı bir aileyiz, iş çok. Hanım ya tarlada, ya ahırda, ya ağaç tepelerinde. Çocuğun bu hali beni çileden çıkardı.

Bu işin şakası yok dedim, benim buradan gitmem lazım. Yol da bilmem ama, ya Allah Bismillah dedim bu defa kararım Bafra’ya doğru. Yeni cumada asker arkadaşım var, ondan yardım alırım diye düşünüyorum. Düştüm yola, kimseye nereye gittiğimi söylemedim, babam sıkıştırır yerimi öğrenir diye gizli tuttum. Arkadaşımın köyüne ulaştım, gece orada kaldım. Sabah olunca şose yoldan Makas’a gittim. Orada başka birileri de vardı, bir taksi geldi hemen atladım önüne beni götür diye. “Nereye dedi”, “Bafra’ya hiç gitmediğim bir yer”dedim, “neden gidiyorsun” dedi. “Çalışmaya” dedim.

Adam arabasına aldığı gibi hem aş hem de iş verdi. Doğruca beni fırına götürdü, al sana iş dedi, ekmek de var. Yatacak yer de gösterdi. Atalarımız doğruyu söylemiş.

“Düşün deli gönül düşün felakettir işin” misali köyde mizahlı bir amca vardı. Adamın biri kışın kar bastırınca ticaret yapmak için borç harç bir beygir satın alıyor. Düşüyor yollara Vezirköprü’ye geliyor, köy odasında misafir oluyor. Beygiri ahıra bırakıyor. Daha sonra ahıra gidiyor ki beygir ölmüş. Ah vahtan sonra oturup düşünüyor, düşün deli gönül düşün Vezirköprü’de nedir işin. Beygir alınır mı kış ortasında parası peşin” der dururmuş.

Sadık bey benim patronum. Para pul konuşmadan işe başladım. Odun kes, su taşı, her işi yapıyorum. Çok geçmeden beni ekmek satışı yani kasaya verdi. Baktı gördü ki işler iyi gidiyor, başka bir iş yeri daha açtı. Ben gene iş araştırıyorum.patronun gazetelerini okuyorum. Gazetede ilan gözüme çarptı, PTT  imtihanı ama ilk okul diploması lazım. Ben hemen Milli Eğitime gidip durumu müdürlüğe anlattım. Adam da Gerzeli  değil mi? Samsundaki imtihana imkan sağladı, sonucu sonradan bildiririz dedi.

İşime geri döndüm, diplomamı alırım diye bekliyorum. Bir gün iş yerime babalığım çıka geldi. Köy ile irtibatım kesik ne oldu ne bitti bilmiyorum. Bazı fırsatçılar Cafer karısını bırakıp askerlik yaptığı yere gitmiş, karısını köyü terk etmiş demişler. Fırsatçılar Kezban’ın babasının erkek çocuğu yok, malı mülkü için fırsat düştü diyen çok.

Babalık “biz perişanız” demez mi. Beklenmedik bu haber karşısında sarsıldım. Bir kişi değil 3-5 kişi benim köyü ailemi terk ettiğimi söylemişler. O da benim gibi gizlice gideyim derken babama yakalanmış. Babam bana veryansın ederek, babalığıma öfkesini kusmuş.  Babalık babamı alttan alıp sakinleştirmeye çalışmış.

Daha sonra o da Yeni Cuma’da benim taksiye bindiğim yerde aynı insanlarla karşılaşıyor “yahu senin anlattığın kimse burada birisiyle anlaştı adam onu arabasına aldı Bafra’ya fırında çalışmaya götürdü” diyorlar. Kayın peder beni bulunca bana demez mi “ulan baban beni ne hale soktu. Sanki her şeyden haberim var sandı. İnsanlar alacağız kaçıracağız diyorlar, gel karına sahip çık” dedi.

Ben her şeyi yüzüstü bıraktım, Köye döndüm.  Gene Kezban ana evindeydi, onu eve getirdim. Çalışıp gidiyoruz, bir ara Zonguldak’ta çalışan komşum Şükrü izin alarak köye gelmiş ben hep fırsat kolluyorum. Bu sefer kafamda Zonguldak var.

Cafer Sarıkaya -ANILAR

 
Yorum yapın

Yazan: 31 Ağustos 2020 in Cafer Sarıkaya ANILAR

 

Etiketler: , , ,

CAFER SARIKAYA ANILAR

30 TEMMUZ 2020-BİLKE

ASKERLİK

18 yaşımda evlendim, cicim ayların devamında sıra geldi vatani göreve. Asker olup evden ayrıldım. O zamanlar elbiseyi askerlik şubesi veriyordu. Potinler dar geldi ve ayaklarımı yara yaptı. Tam da Gerze’nin panayırı idi. Şube askerleri toplayıp vapurla yol verecekti. Elbiseyi giymeden önce 1-2 gün Gerze’de kaldık. Panayır olduğu için Gerze’nin bütün sokakları plak ve davul zurna sesleri ile yıkılıyordu. Benim isteyip de hiç görmediğim bir manzara. Tam tamamına özgür olmuşum ve kendimi müziğe kaptırmışım, şarkı türkü ne çalarsa söylüyorum. Tanıdıklardan bazıları beni görmüşler ve Cafer’e ne olmuş sanatçı gibi sokaklarda türkü söylüyor diyorlarmış.

Neyse  bu coşkulu hava çok sürmedi, şube bizi Tarı vapuruna bindirdi.  Vapur İstanbul’da askerlerle dolmuş. Trakya, Ege, İstanbul derken askerleri toplayarak Karadeniz’e açılmış ve hep birlikte gidiyorduk. Bütün kamaralarda askerler balık istifiydi. Vapur şehir kasaba geçse de hiç bir iskeleyi geçmiyor. Her yere uğruyorduk. Gel zaman git zaman 3 günlük yolu bir haftada varabildik. Trabzon’a 3. Orduya ait olan askerleri indirdiler. Değirnmendere mevkiinde, 3 gün içtima eğitim ve talim atışlarını yaptık.Eline silah almayan bir kişi olarak hedefi tam vurdum. Çok güzel bir Türkçesi olan bir Amerikalı subay vardı, bana “hedefi tam vurdun aferin ” dedi ve bir paket palmel sigarası verdi. Evde sandığa koy çok güzel kokar dedi. Eğitimin sonunda 45 gün sonra bizi sınıflara ayırdılar. Benim sınıfım aslında piyadeydi. Başarı gösterdiğim için muhabereye aldılar.

Değirmendere’de Boztepe mevkii bambaşka koskoca bir alandı. 143. Piyade alayı,çok kalabalıktı. Yemek ve yatak işleri,temel ihtiyaçlar zordu, tuvaletimiz bile yoktu. Kepçe geliyor, boş bir alana uzunca bir ark yarıyor, gece olunca asker buraya tuvaletini yapıyordu. Asker içine düşmesin diye su matarası misali içi gaz yağı dolu gaz lambası bırakılıyordu. Su yoktu taharet yapılmıyordu. Çamaşırlarımızı tatil günü derelerde yıkıyorduk. Bir gün hiç unutmadığım bir dönüş ve çıkış olayı ile karşılaştım. Tabaklarımız elimizde yemek için kuyruktayız. Elimdeki tabak dörtgen alüminyum, 20-15 cm ve tel saplarını elle tutuyoruz. Kuyrukta beklerken arkadaki biri elindeki dürülü çamaşırlarını benim aşıma attı. Atan kişiyi gördüm. Ben de ona elimdeki tabağı attım. Bir de üzerine çullandım. Çocuk fena halde ağlıyor. Ne de olsa köylü delikanlıyız, ufak tefeğim ama yaptığının altında kalmadım. Çocuk şehirli, anasının kuzusu ben hem tabağı attım, hem de üzerine çullandım. Çocuk ağlıyor da ağlıyor. Sivaslı uzun boylu çavuş beni ve çocuğun ağladığını gördü. İkimizi de koğuşa götürdü, arkadaş ağladığı için bana dönüp “ulan burasını dağ başımı sandın” diyerek destekleme bana bir salladı ama gözlerimde şimşekler çaktı. Askerde yiyip de unutamadığım asker dayağı buydu.

Değirmendere ve Sarıkışladaki eğitim sonrası kalabalık asker grubuna muhabere kursu verdiler. Ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum, ama orada da büyük oranda başarı aldım ki kursun sonunda beni Erzurum’daki uzman çavuş kursuna ayırdılar.  Erzurum’a gitmeden önce kaledeki kursumuz esnasında telli telsiz hatlar nedir hiç öğrenmedik. Kuru pil sulu pil öğrenmedik, usta asker bizim gibileri bulunca hiç eğlenmeden durur mu. Usta askerler acemilerin eline mikrofonu veriyor cereyan akımına bağlıyordu. Bu sefer acemi askerin elleri titremeye başlıyor, usta olanlar da gülüşüyorlardı. Ben usta olunca hiç kimseye öyle şaka yapmadım. Ve de takılmadım.

Burada başarı göstermeme rağmen takım komutanımız üsteğmen Ali Rıza İleri hem beni severdi hem de üsteğmen Şevket Kuleli benimle samimi diye sık sık bana tokat atardı ama bana fotoğrafını verdi. “Cafer biliyorum  bu fotoğrafımı sana veriyorum beni sevmen için değil bana küfür etmen için veriyorum demişti”.  Üsteğmen Şevket Kuleli ise Rizeli bir subaydı, adam beni çok severdi. Alayda ün salmıştı, büyük küçük Şevket Bey diye tanınır sevilirdi, hiç kimseyi  de takmayan birisiydi.

Kalede beni hatlı muhaberede başarı gösterince hatsız muhabere yani mors kısmına ayırdılar. Burada öyle ilerledim ki tabur komutanının telsizine verdiler. Manipleyi öyle kullanıyorum ki dakikada 80- 100  üzerinden alma  ve gönderme yapabiliyorum. Bu başarımın sonucu 3. Ordudan tek kişi olarak Erzurum’daki kursa gönderdiler. Erzurum’un kavak denilen yerde yatıyor, yemeği de kursun mareşal hastanesinin  yanındaki kurs binasında görüyorduk. Bir yandan 1. 2. ve 3. Ordulardan seçme gönderilen kursiyerlerin sayısı 50-60 kadar olduk. Kurs hocalarımız çok iyi kimselerdi bizlere şanslı olduğumuzu söylüyorlardı. Kurs tamir atölyesi çok değişik genel anlamda tamirat ve tadilat montaj işlerini yürüten bir yerdi. Kursumuz devam ederken bir gün kurs hocamız bizi topladı, “çocuklar çok üzgünüm atölyeyi Erzincan’a kaldırıyorlar, sizleri de kıtalarınıza  gönderiyorlar” dedi. Kursun istikbalini iyi gördüğüm için ben babama mektubumda o zamanlar Kore’ye asker gönderiliyor gidebilr miyim diye babama sordum. Babamdan gelen cevap görevini bitir ve köye gel oldu. Köyden benim ayrılmamı kesinlikle istemiyordu. Öyle  olunca kurs da dağıldı Kore’ye gitmeme de izin olmadı.

Bulunduğum kıtadan iyi bir telsizci olmam nedeni ile beni Artvin’e göndermek istemediler. Yazı ile durumu bildirdiler. Oradan gelen cevapta ise onbaşı Cafer”in sınır alayına ve sınır alayının dokunulmazlığı olduğu için kıtamda kalamayacağımı bildiren cevaptan sonra beni Artvin’e gönderdiler. Oraya gidince bazı eski arkadaşlarda karşılaştım. Havamız gayet iyi, iyi kötü bir de onbaşı rütbesi var. Bir de bana bonservis vererek, direk santralde görevlendirdiler. Havadaki durum ve rahatımız Trabzon’dan çok daha iyi. Bir ara Rus sınırındaki arkadaşların günleri bitmiş tezkereleri gelmiş. Onlar başkaları ile değiş olacak. 1 asteğmen 1 çavuş ve bir onbaşı 15-20 tane askerin yer değiştirme görevi bizlere verildi. Dağ taş düştük yollara seyyar mutfak var, her türlü ihtiyaç yanımızda. Tam bir askeri disiplin içinde yol alıyorduk. Dağa sapınca gece yolu şaşırdık. Zifiri karanlık, önümüzü zor görüyoruz. Köpek ve horoz sesleri dinliyoruz. O da yok. Nihayet sola doğru bir ev bulduk. Yol soruyoruz Gürcüce biliyorlar, zar zor anlaşabildik. Nihayet karakola varabildik. Rus sınırında Diyaban karakolunda askeri değiştirdik.

Askeri koğuşumuz şehre yakın muhit küçük 211. Sınır alayının tabur bölükleri ve karargahın  tam teşekküllü alayı biz şimdi muhabere bölüğündeyiz. Bölük komutanımız yüzbaşı Cavit Tunç  üsteğmen Şevket Kuleli takım komutanı, üsteğmen Ali Rıza İleri. Ben Ali Rıza üsteğmenin takımındayım. Adamın benimle arası hiç yok. Çok tokadını yedim. Sonradan öğrendik sebep Şevket Kuleli Rizeli ben de Karadenizliyim, adam kopuk mu kopuk efe hiç kimseyi takmıyor, beni de çok seviyor. Diğer subaylar nöbetlerinde hep ders yaparlar, askerler sevmezlerdi. Rizeli komutana gelince çağırır çalgıcıları sabaha kadar vur paylasın çal oynasın askere moral verirdi . Ali rıza ise bu adama çok gıcık olurmuş. Ali Rıza üsteğmen bana fotoğrafını verirken “ikimiz de birbirimiz sevmiyoruz, bu fotoğrafı bana küfür etmen için veriyorum”derken komutana kızdığı için sanki hıncını benden çıkarıyordu.

Trabzon’da da  asker arkadaşı olduğum bir terzi vardı.  Yüzü sanki Zeki Müren’e benziyordu. Arkadaş hem terzi hem de güzel bağlama çalıyordu. Ben Artvin’e gelince gene karşılaştık. Bana da yeni elbise verilmişti,elbise bol geliyordu. Ona elbiseleri düzeltmesi için verdim. Ama düzeltmeyi bırak adeta ilgi çekici bir vaziyette yapmış, beni görenler kıyafetime imreniyordu. Neyse bir sabah eğitimine çıktık, mola verildi ben bir kenarda ayaklarım üstünde çömelmiş vaziyette iken bizim üsteğmen asteğmen ve bir de yüzbaşı bana doğru geliyorlar. Ayağa kalkıp selam durdum. Yüzbaşı başımdan kepi aldı kendi başına koydu. Şevket üsteğmene soruyor nasıl yakışıklı mıyım diye. Biraz eğlendiler ve “sana bu elbiseyi kim dikti “diye sordular. Ben de söyledim, o arkadaşla birlikte onun istediği saatte üsteğmenin huzuruna geldik. Arkadaş çok korktu. “Ulan bu elbiseyi sen mi diktin” dedi, “evet komutanım” dedi. “Derhal aldığın parayı geri ver” dedi Benim de kıçıma dayak vurdu. Biz çıktık. Ama ben de o elbiseyi öylece eskittim. Ama terzi çok güzel diktiği için herkes kıyafetini ona yaptırdı.

Sonra Şevket Bey beni izine gönderdi, izinden önce oğlum Mehmet’in dünyaya gelişini komşumun oğlu Şükrü’den öğrenmiştim. Evde karım çocuğum var biliyorum, eve geldim yoklar. Onlar eve geldiler, benim de iznim bitti. Asker ocağı bana uğurlu geldiği için rahatım  çok iyiydi. Çok kilo aldım, izinden dönünce iskelet gibi geri döndüm. Şevket komutan beni seviyor hediye beklermiş. Tilkilik kaşında ben kotra  nedir nereden bilecem.

 

29 Mayıs için tiyatro hazırlandı. Önemli rol için beni seçtiler, çok mutluydum. Başarı ile tiyatromuzu gerçekleştirdik

Nihayet teskere geldi ve ben eve döndüm. Ev eski tas eski hamam. Evde karı yok çocuk yok. Hanım babasının evine gitmiş. Babam bana git karını çocuğunu getir dedi. C.SARIKAYA

 
 

Etiketler: , , ,

BABA NOTLARIN ROMAN OLMALI

23 TEMMUZ 2020

Samsun Medical Park Göz kontrolünden sonra  

Babam, hayatının detaylarını en ince ayrıntısına kadar yazmış. Bu ifadeler 1930 doğumlu biri için çok değerli. Ben, anıların bazı bölümlerini o hasta iken kendisine okumuştum. Çok mutlu olmuştu. Okumadığım bölümleri şimdi okuyorum. Babamın yazıları sanki dile geliyor ve bana “bu notlar kesinlikle roman olmalı”diyor.

Anıların, kent-köy gerçekleri, çalışma ve azmin sonuçları  açısından insanlık dersi niteliği taşıyacağını düşünüyorum. Kaybettiğimiz değerler, çalışmak ve üretmek konusunda gelecek nesillere ışık tutacaktır.

Anıları takip edenler için bazı bölümleri Cafer SARIKAYA ANILAR KATEGORİSİNDE yayınlamaya devam edeceğim.

Yaşar SARIKAYA

BABAMIN ANILARINA DEVAM

Kezban hem akrabam, hem de köyün en gözde kızlarındandı. Onunla evlenmek canıma minnetti ama dokmazadan[1]  geliyordum.  “Üveylik var geçim olmaz,  sonra hepimizin başı ağrır” dedim.

Esasen benim köyde durmaya gönlüm yoktu. Yaşım daha 18’di ve okumak arzum hala devam ediyordu. Aile sorumluluğu almak istemiyordum. Babamın gencecik yeni eşi, bir sürü yeni çocukları vardı. Evde benim yerim,  bu nüfusun  bakımını yapmak ve onları mutlu etmekti. Yani anlayacağınız benim hayatıma hayat denilmezdi. Bütün işler ve hizmetler bana bakıyor, evlenirsem de eşim benim gibi bu düzene mahkum olacaktı. Herkes benim bu evlilik işinden bu yüzden korktuğumu biliyordu.

Benim evlilikteki çekimser tavrım, babalığımın kulağına da gitmiş. Kezban’ın babası bizim eve geldi ve benimle görüşüp benim gerçek fikrimi anlayıp dinlemek istedi. Ve bana “bizim kulağımıza hoş olmayan sözler geliyor eğrilik ve doğruluk bunun neresinde” diye sordu.

Ben görüşümü açık açık söyledim. Şöyle ki “ben dışarı gitmek istiyorum 2 ayak 4 olunca çoluk çocuk olacak yani bana ayak bağı olacaklar” dedim.Böyle olduğu takdirde köyden dışarı gidemeyeceğim, köy kalabalık, üveylik var, tarla bağ bahçe çok, köy işleri bana ve eşime kalacak. İyi bir geçim olacağını düşünmüyorum. Evlilik geleceğime engel olacak. Hem Kezban’ın geleceği bana göre daha parlak görünüyor. Onu bizden daha rahat ettirecek aileler gelin olarak istiyor.  Niçin hem benim hem onun başı ağrısın. Üstelik Kezban benim akrabam, birlikte yetiştik. Ben onunla gelecek düşündükçe bir çıkar yol bulamıyorum” diye cevap verdim.

Ama büyükler karar vermişler beni dinlemediler. Yazımın 21. Sayfasında babamın beni gelip Sinop’tan almasına değinmiştim. Ne güzel Sinop’a kaçmış, adada kendime bir düzen kurmaya çalışıyordum. Babamın beni almaya geliş nedenini şimdi daha iyi anlıyordum. Bunun başını bağlayalım bir daha köyden kaçmasın diye benim önümü kesiyordu. Babamın emeli gerçekleşse de sonuçta gene benim dediğim olacaktı.

Büyükler bana hiç sormadan işe karar vermişlerdi. Bir ara ben bizim evde, yüklük dolabında bir çift kundura görmüştüm. Başka yeni eşyalar da vardı. Meğer gelin urbası imiş. Ben ne kadar ”evlenmem, ben kendimi zar zor idare ediyorum” desem de beni dinlemediler.

Nihayet bir kış günü öyle bir kar yağıyor ki o biçim. Sözüm ona güya bizim düğün kuruluyor. Birkaç kişinin beraberliğinde bizim Kezban Hatun bir at üstünde evimize geldi, hoş geldi sefa geldi. Gelişinde de epeyce kar getirdi, gelen üç beş kişi evde birazcık patırtı gürültü yani düğün yaptılar ve kızlarını bırakıp gittiler. Babam bizim imam nikahımızı yaptı, herkes yerli yerine çekildi.

Bizim evde ocak gündüzden beri yanıyordu, ocakta kor ateşi boldu. Ev sıcaktı, dışarıda kar yağmaya devam ediyordu.

Kezban ve ben ilk defa baş başa kaldık. Ben 18 yaşındayım, Kezban ise 17 yaşında bir genç kız.  O, lafı hiç uzatmadan direk konuya girdi “duyduğumuz bazı şeyler var, eğer sen gene aynı şeyleri düşünüyorsan hiç benim günahımı alma. Beni köyde bırakıp şehre kaçacaksan bunu bilelim. Biz zaten akrabayız, ben geldiğim gibi geri dönerim. Yok, eğer anlaşıp karı koca olacaksak Birbirimize söz verelim ve birbirimize sahip çıkalım” dedi.

Cafer SARIKAYA ANILAR

[1] dokmazadan gelmek: aldırmıyor gibi yapmak anlamında kullanılr. Dokmada yani midesi tok biçimi bu şekilde kullanılmıştır.

 
 

Etiketler: , , ,

SİNOP KÖYLERİNDE 1940’LI YILLAR

16 TEMMUZ 2020-BİLKE

 CAFER SARIKAYA ANILAR

Zamanımızda atmosfer olsun iklimler olsun her şey çok değişti. Mesela çocukluğumda çok fazla kar yağardı. Bir yağdı mı aylarca kar çiğnerdik. Hayvanların bakımları zorlaşır, gün olur saman yetmez bazen de suları dahi masal olur. Ben, hayvan sulamak için bizim evin önünden akan dereden faydalanırdım. Suya ulaşmak için, karı delip tünel gibi ark açardım ve öyle su çekerdim. Evin çatılarından sarkan buzlar tam tamına büyük pırasa gibi sallanırdı. İnsanın başına düşse öldürebilir büyüklükte olurdu.

Köylerimizin yazı da çok sıcak olurdu. Yengem erik bahçemizden erik pestili yapardı. Pestil karaca erikten olursa üf tadına diyecek olmazdı. Bizim bahçenin eriklerinin tümü karaca olduğu için, gayet hoş ve tatlıydı. Ama onu da bol bol yiyemezdik. Çünkü pestil yapılır kışa saklanırdı. Önce erikler toplanıp olgunlaşması beklenir, olgun erikler yıkanıp kazanda kaynatılırdı. Sonra kalburdan geçirilir, 20-25 cm eninde, boyu en az 3 metre olan uzun tahtalara serilirdi. 5-10 tane tahtanın üzerine serilen erikler bir buçuk cm kalınlığında dökülüp güneşlenirdi. Yağmur,taş, toprak ve pislikten korunması gerekiyordu. Kuruduktan sonra bir bıçak yardımıyla rulo helinde katlaya katlaya toplanırdı.

Pekmez yapımı daha farklı ve ayrı bir işlemdi.  Meyvenin olgun olması  önemliydi, pestile göre pekmez daha fazla kaynatılırdı. Meyveler kazanda kaynatılır ve bir çuval içinde düzen dediğimiz düz bir  tahtaya yerleştirilirdi. Çuval, 80-90 cm eninde 1.40 veya 1.50 cm uzunluğundaki düzene yatırılır ve üzerine gene bir tahta daha konurdu.  Baskı ile çuvaldaki kaynayan meyveler cırgana ile sıkılır  bundan sonra uzun süre kaynatılır ve pekmez kıvama gelince ateşten alınırdı.

Şimdi pestil pekmez derken kendi arayışlarım ve buluş   becerilerim de beni çok meşgul ederdi. Mesela o zamanlar ben hiç tutkal kullanmadığım gibi adını dahi duymamıştım. Bu günkü gibi basın medya da yok, sadece yaşarken gördüklerimizi biliyoruz. Tutkal konusunda hiç bir fikrim yok. Nereden ve nasıl aklıma geldi bilmiyorum, erik ağaçlarındaki sakız gibi maddeyi biliyorum, ağaçlarda çok olduğunu görüyorum. Doğal olarak biriktirip saklasam, bekleyince kuruyordu. Yapışkan özelliğini, bazı işlerimizde kullanmayı düşünüyordum.  Ben ağaçtaki sakızları  top top topladım ve bir kapta kaynattım. Merhem kıvamına gelince tam oldu diyordum, ama olmuyordu.  O zaman, 15 yaşlarındayım, elimizde olan şeylerle yeni bir şeyler icat etme duygum vardı.

Bir de kemik işini işlemeyi düşündüm. Mesela hayvan tırnaklarını  ve de boynuzlarını işlemeyi tasarladım bu işler için bilgi ve görgü lazım. Dahası takım ve tezgah lazım. Ama hiç biri yok. Ben kömüş boynuzlarından tarak yapıldığını duymuştum. Ben de tarak yapabilirim düşüncesiyle işe başladım. Zayıf bir ateşle yani gaz ocağında kaynatmaya başladım istenilen hararet olmayınca sonuç alamadım. Bu arada mahalleyi koku bastı, her zamanki gibi “Cafer gene madik çıkarıyor” dediler.  Bunu da beceremedim.

Dahası da var kafama takılanlar arasında ama, işten güçten kendi düşüncelerimle ilgilenecek zaman yok.  Birbirine bitişik büyük kayaların yüzeyinde nokta nokta çiçek gibi yosunu andıran bizim kına dediğimiz yosunlar var. Biz köyde bunları kayalardan kazıyıp su ile karıştırarak kına yakardık. Bu kınalar benim kafamı çok meşgul ederdi. Yani kına imalatı yapmak gibi ve dahası da var.

Köy ormanlarında kızılcık ağacına benzeyen bir ağacın meyvesi içinde yuvarlak boncuk taneleri tespih ve kolye üretimi için zihnimi meşgul ederdi. Gene dağlarda salep toplayıp para kazanmak gibi daha başka değerlerin de değerlendirilmesi gibi fikirlerim vardı. Mesela her mevsimde olmasa bile mantar çeşitlerimiz o kadar çok olurdu ki köy evini mantarlarla doldururduk. Bunların kurutulup  kışa saklanması, ticaretinin yapılması beni düşündürürdü.  Mesela ormanda çam ağacından kesilen köklerden dışarıda ve toprak içinde olanlar sonra çıra olurlar. Bunlara da kafamı çok yorardım. Çünkü bu çıra olan kökler un haline getirilip sıkıştırılıp paketlenir ve sobada yakılabilir diyordum. Hayvan gübresi için de kurutulup toz halinde gübre olarak değerlendirilmesini düşünürdüm.

Herkes, çok faydasız şeylerle uğraştığımı düşünür ve hep benimle alay ederlerdi. Yıllar yılları kovalarken hani derler ya biz çıkalım kerevetine şimdi bizim de kerevetimizi anlatalım. “26” numaralı sayfada kalmıştım. Gübük dayının Osman Cafer sana diyeceğim şu ki, babanla babalarımızın araları iyi. İkisi de bana Cafer’in ağzını yokla dediler. Biliyorsun Kezban’ı köyde çok isteyen var. Herkes peşinde, Cafer de Kezban da yetiştiler. Bu kızcağız dışarı ele gideceğine biz bunları baş göz edelim.diyorlar.

Cafer SARIKAYA -ANILAR

 

 
 

Etiketler: , , ,

KENDİ GÖÇTÜ NOTLARI KALDI

11 Temmuz 2020- BİLKE

CAFER SARIKAYA ANILAR

Günün birinde baş müfettiş okulunuza gelmişti. Bizim de tam paydos saatimizdi. Topluca paldır küldür dışarı çıkarken  ben müfettiş beyi gördüm. Onun ilgisini çekmek geldi aklıma. Gözüne girmek istiyordum. Çünkü okumam için yardımı olacağını düşünüyordum.

Üzerine tir tir titrediğim yeni çantamı arkadaşın birine uzatarak nazik ve kibarca ”arkadaşım lütfen çantamı tutar mısın” diye çantamı arkadaşa uzattım. Bu hitap karşısında müfettişten beklediğimi almıştım. O da bana “çocuğum kimin oğlusun sen” dedi. Benden önce arkadaşlar “Şuayıp ağanın oğlu” diye cevap verdiler. Bana tekrar tekrar “aferin” dedi, “çocuğum sen akıllı birisin bizler yardımcı olalım seni Kastamonu öğretmen okuluna gönderelim” diye devam etti. Müfettiş, bizim öğretmen ve babamla konuşmuşlar. Ama oracıkta kalmış hatta babam konuşulanları bana da söyledi. Ama ne çare ki ilerisini okumayı bırak, beşi bitirip okul diploması bile alamadım. Yıllar sonra Bafra’da çalışırken diploma gerekti. O zaman Bafra İlköğretim Müdürlüğünden almıştım. Sırası geldiğinde bu konulara değinirim. Çünkü Bafra’ya kaçışım da ayrı bir maceradır.

Bu yazdıklarımın hepsi gerçek, hepsini acısıyla tatlısıyla yaşadım. Yaşım şimdi 70’e gidiyor, bu anılar hala aklımdan çıkmıyor. Maksadım kimseyi suçlamak değil. Zamanla babam da bizleri sevdi ve hepimiz için sevgi doluydu. Rahmetli Mahire kardeşimiz çok küçüktü. Onu kucağına alıp sever ona türküler söylerdi. Benim anam yok, o zamanlar babam beni de sevse ne olur diye içimden geçirmiştim.

Gene hiç unutmadığım bir olay da babamla çifte gitmiştim. Öğle vakti olunca hem hayvanlar hem de biz acıkmıştık. Babamın yiyeceği ayrı olurdu. O yiyeceğini önüne alıp yiyor ben de yiyeceğimi kendi önüme alıp yiyordum. Bir ara bana içimden gülme geldi, kendimi tutamıyorum. Babam “ne var da gülüyorsun” dedi.  Ama ben kendimi tutamıyorum, sürekli gülüyorum.  Oturduğumuz yer biraz yüksekti. Kayadan doğru aşağıya inen soğanı bahane ettim ” soğan yuvarlandı da ona gülüyorum” dedim. Babam beni dövmedi ama çok kötü azarladı.

Değirmen arkası dediğimiz tarlamız vardı. Ben deha çok küçüğüm, babam beni ve  Mehmet abimi tarlaya götürdü. Tarlanın sağında solunda temizlenmesi gereken çalı çırpı  ağaçlık ve ormanlık vardı. Köyde bu işe kökleme deriz. Biz köklenecek olan ağaçları kökler tarlayı temizleriz. Alanlar daha evvelinde temizlenmediğinden,tarlada toprağın içinde bayağı derinde bulunan kayaların temizlenmesi gerekirdi. Bu işleri abim ve ben yapmaya çalışırdık. Bir seferinde hiç  unutmuyorum tarlada bulunan büyükçe bir kayayı çıkarmaya çalışıyoruz . Tarlada biraz bayır büyük küsküler yardımıyla tam yarım gün uğraştık. Bu uğraşıdan sonar kayayı aşağıdaki dereye yuvarlamalıydık. Kayanın büyüklüğü su değirmen taşından da büyüktü. Uğraşa uğraşa küskülerle aşağıya doğru iterken kaya birden yuvarlansın mı. Mehmet abim kayanın üzerinde kaldı, kaya gittikçe süratleniyor. Neredeyse abimi altına alıp ezecek. Ben abim ölecek diye bağırıyorum. Babam ve benim yapabileceğim bir şey yok. Ben ağlıyorum, bağırmaya devam ediyorum. Neyse ki abim bir yolunu bulup atladı.ve kendini kurtardı. Çok şükür deyip tehlikeyi atlattık.

 
 

Etiketler: ,

CAFER SARIKAYA-ANILAR

01.07.2020-BİLKE

BABAMIN NOTLARI

4 sene önce

Daha sonraları babamın ve Gübük dayımın dostlukları ilerledikçe ebemin rızası olmadan Hatibin Kör Yusuf’a  zorla veriyorlar. Bu zorlu evlilik  ne kadar sürdü bilmiyorum, biz gelelim eski meşe evine. Babam Gübüge diyor ki “meşe evini alıp sökeceğim, ben burada senden fazla hakka sahibim.” Sendin bendim derken iş nerelere açılıyor. Bir ara, ikisi yukarı oluktan aşağı doğru bizim eve gelirlerken Gübük belinden bıçağını çekti babamın sırtına sapladı.  Sonra Gübük dayı sapladığı bıçağı çekip çıkardı. O ayrı bir taraftan gitti,  babam eve geldi. Yaralarını birilerine sardırdı. Ben onların yanında neden ve nasıl bulunduğumu hatırlamıyorum. Hiç bir şeyle meşgul olduğumu bilmiyorum. Oynuyordum desem köy çocukları zaman bulup oyun bilmezler. Hele benim gibi hiç çocukluğunu yaşamayanlar nereden bilsin oyunu. Çatı metti kaç etti diye bir oyun vardı, şehirde uzun eşek diyorlar, işte o oyunu küçükken oynardık.  eğer boş bir anım olur da babamın yanında olsam, hemen bana “git yüzünü yıka” derdi. Yani sen burada boş boşuna durma der gibi. Yengeme( üvey annem) gelince o da her işi benden bekler beni postalardı. Unutamadığım ve çok ağladığım taraflar, küçük kardeşlerimin bakımı, temizliği bana kalırdı.

Ben ne işler yapmazdım ki,  Bulaşık  yıkardım, evi silip süpürür, aş ve çorba pişirirdim. Evimizde su yok, çeşmeden su çeker hayvanların yiyeceklerini samanlıktan çekerdim. Damları temizler, hayvanları kaşır tımarlarını yapardım. Tavukların inlerini rahat etsinler diye ustalıkla temizler, kışın soğuktan korunmaları için onlara sıcacık yerler hazırlardım. Kürt sepetine yumurtaları toplar merakla onları istif ederdim. Kürt sepeti dediğimizi, elekçiler satardı. Onlar 3-5 kuruş kazanmak için sulak yerlerde bulunan sazlıkları toplayıp sepet yaparlardı, o zamanlar plastik yoktu. Sepetler çamaşır koyma meyve toplama bir çok ihtiyaçlar için kullanılırdı. Biz bu günün teknoloji nimetlerini köyde hiç görmedik. Çocukluğumuz çok sefalet içinde geçti. Üstte yok, başta yok. Ya yalın ayak ya da çarık, onlar da öyle bol bolamaç değil. Biz yeni bir çift çarık bulursak, çarık süslü olsun diye bağına dikişine çok önem verirdik. Giydiğimiz bazı şeyler erkek kız diye far etmezdi. Bazen tepesini delip ayak bileklerine kadar uzun gömlek giyerdik. Kış günü banyo zordu, dolap hamamlarımız vardı soğukta ayda bir yıkanılırdı. Yaz gelince de göl ve derelerde yıkanırdık. Köye okul ve öğretmen gelmesi bazı yeniliklerin   gelmesine sebep oldu. Okulda el ayak ve tırnak temizliği gibi yeni temizlik alışkanlığı getirdi. Bizler okula yaşımızda gitmedik. 10-11 yaşlarında falan okuldaydık.  1942 yılı köyümüzde okul açıldı. Öğretmenimiz Rasim ALCAN köyümüzün insanıydı, kendi köyümde okul açmak istiyorum demiş ve köyümüzde okul açılmıştı. Okul, bizim tarlamıza yapıldı.

Babamın köyde olmadığı bir zaman komşu köyden birisi 3-5 tane okul çantası getirmiş. Evinin nazlı çocuğu olan arkadaşlarım çantaları kapıştılar. Ben imrenerek bakıyorum, adam ” baban beni ben babanı iyi tanırım sana kızmaz al bu çantayı”  dedi. Ben de kaptığım gibi doğru eve koştum. Neredeyse sevincimden çıldıracağım. Çantayı, kapıdan girenlerin görecekleri  bir yere çivi bulup çaktım, çantayı da çiviye astım. Üzeri kirlenmesin diye bir şey bulup örttüm, her tarafını değil canım. Herkes görsün diye sevincimi paylaşmak istiyorum. Yengem başladı homurdanmaya, masraf etmiş diye söylenip durdu. Fiyatı da pek öyle büyük ücret değildi. Sanırım 2 lira falan, belki de babam ona az bir para verdi, ya da hiç vermedi. Daha sonra adamdan 2 tane sandalye satın aldı. O zamanlar sandalyeyi kim tanır. Herksin evinde 30-40 cm uzunluğunda 25-30 cm genişliğinde bir tahta parçasını 2 ayak üzerine çiviledin mi oldu sana sandalye. Sonraları sana bana bir oturak çoğu evlerde ise odaya keşikleri kullanılırdı. Bu güzel yıllarıma çantam güzellik katmadı.değil. çünkü artık epeyce sivrildik, etrafa hava atmaya başlıyoruz.okulda kızlar var. Kızlardan göz kırpan, yanaşmak isteyenler gençlik işte. Ben geleceğimin peşindeyim. Ama gözümün az çok takılmadığı yok değildi.

Okulda bir müsamere oynadık, çok da güzel olmuştu. Veli dayı isimli bir piyesti. Ben köy ağası olmuştum. Başımda kalpak, belimde kuşak, üstüne yelek, köstekli saat, duvarda mavizer ve gaz lambası asılı. Döşenmiş odada Veli dayıyı temsil ediyorum. Mustafa Kuş da Ayten Öğretmen oldu. Üzerinde uzunca bir entari vardı. İsmail çolak ve daha çok arkadaşlar sahnede birlikteydik. Piyes 3 perde idi. Köylüler büyük ilgi göstermişti. Çok hoş oldular ve gelecek için de hoş dileklerde bulundular. Tabi köylülerin hoş olmasıyla hem öğretmenimiz  hem de bizler hoş olmuştuk.

Cafer SARIKAYA-ANILAR

 

 
 

Etiketler: , , , ,