RSS

Aylık arşivler: Ekim 2023

78 NUMARALI SİNOP ŞERİYE SİCİL’İNDE KULLANILAN LAKAPLAR

21.10.2023- İbrahim ÖZDEMİR

Sinop’ta Şahıs İsimleri ve Kullanılan Lakaplar
Arapça’dan gelen lakap kelimesi o kimsenin asıl adından başka bir ad takılması
anlamına gelmesiyle oluşmaktadır.(16)

Bugün soyadı işlevini yerine getiren lakaplardan, kişiye ait aile yakınlarının kimler olduğu, mesleki durumları, sosyal statü, köken, fiziki yapı gibi birtakım özellikleri mevcuttur. 78 numaralı Sinop Şeriye Sicil’inde geçen lakap, unvan, soy belirten isimler bir hayli çeşitlilik göstermektedir. Şahısların özel durumunu gösteren topal, çolak, deli, fiziksel yapısını ifade eden uzun, küçük, şişman, kel, yanık tabirlerinin kullanımı sık sık görülmektedir. Bunun yanı sıra Arap, Nogay, Tatar, Laz, Çerkes, Mısırlı, Kırımlı, Kıbrısî, Zenci gibi millet, ırk ya da göç ettikleri memleketlerinin isimlerine de rastlamak mümkündür. Canikli, Samsunlu, Karasulu, Kengırılı gibi kasaba ve şehir ifade eden özel isimlerde kullanılmıştır. Yöresel anlamlar taşıyan Ketebeden, Conbur, Edel, Telkaç gibi lakaplar da vardır.
Kullanılan lakap ve soy isimlerinde çeşitlilik fazla olsa da içlerinden birkaçı diğerlerine oranla fazla kullanılmıştır. Hacıoğlu (7), İmamoğlu (5), Gözümağaoğlu (6), Bektaş Ağazâde (5), Akmehmedoğlu (4), Ahmedoğlu (3), Köseoğlu (6), Dizdaroğlu (4), Kadıoğlu (4), Kâvîzâde (3), Kalafatoğlu (4), Memişoğlu (5), Bezircioğlu (4), Kantarcızâde (5) kullanılan aile isimlerinden en sık rastlanılanlardır. Taşçıoğlu (5), Çavuşoğlu (4), Topçuoğlu (2), Darıcıoğlu (4) isimleri hem Müslüman hem gayrimüslim ahali arasında kullanılmaktadır. Bunların dışında bazı toplumsal statü göstergesi olan şeyh, seyyid, hacı, derviş gibi unvanlara da kayıtlarda rastlanmaktadır.


16 Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1988. s.541.

YÜKSEK LİSANS TEZİ-İbrahim ÖZDEMİR- SİNOP ÜNİVERSİTESİ-SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ-TARİH ANABİLİM DALI

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

78 NUMARALI SİNOP ŞER’İYYE SİCİLİ

15.10.2023-İbrahim ÖZDEMİR-YÜKSEK LİSANS TEZİ

78 NUMARALI SİNOP ŞERİYE SİCİLİNE GÖRE SİNOP’TA SOSYAL HAYAT

1. 78 Numaralı Sinop Şeriye Sicilinin Tanıtımı

İncelmesini yaptığımız 78 numaralı Sinop Şeriye Sicili H.1 Safer 1286-25 Zilhicce 1287 (M.13 Nisan 1869-18 Mart 1871) yılları arasını kapsamaktadır. Siciller 1941 yılından başlanarak mevcut oldukları şehir kütüphanelerinden ve şehir müzelerinden toplanarak 1991’de Millî Kütüphane’ye nakledilmiştir. 2005’te ise 8934 sicil Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne devredilmiştir. Bu sicillerin Ankara’daki Millî Kütüphane dışında Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi’nde (İstanbul) kopyaları yer almaktadır.(9)

İslam Araştırmaları Merkezi’nden temin edilen sicil burada 78 numara ile kayıtlıdır. Defter Devlet Arşivi’nde MŞH.ŞSC.d.7676 sıra numarası ile kayıtlıdır. 78 numaralı Sinop Şeriye Sicili 143 sayfadan oluşmaktadır. Eksik sayfası olmamakla birlikte son sayfası boş bırakılmıştır. Defterin sayfaları ve hükümler latin rakamlar verilmek suretiyle numaralındırılmıştır. Defterin sonunda ayrıca bir de mürur tezkiresi eklenmiş ve “Ek: 138/1” şeklinde belirtilmiştir. Deftere daha sonra eklendiği anlaşılan mürur tezkiresi H. 9 Zilhicce 1289 (M. 7 şubat 1873) tarihlidir.

1.1 Sinop Nüfusu, Mahalleler, Kasabalar ve Köyler

Şehrin nüfusu ve fiziki yapısıyla ilgili en erken tarihli kayıtlar 1487 yılına kadar iner. Buna göre şehirde 783 kayıtlı erkek nüfus vardı ve bunun 604’ü (492 hane, altmış bekâr, elli iki muaf) Müslüman, 179’u (159 hane, 20 bekâr) Hıristiyan ahaliden oluşmaktaydı. Ayrıca 117 kişi “cemaat-i nöbetçiyan” olarak kalede görev yapmaktaydı. Bu dönemde, nüfus on üç Müslüman ve altı Hıristiyan mahallede sakindi. Bu dönemde şehrin 2500’ü aşan bir nüfusa sahip olduğu anlaşılmaktadır. 1530 tarihli kayıtlarda iki Cuma Cami’si, bir medresesi ve yirmi bir mahalleden oluşan Sinop’ta 378 Müslüman, 233 Hıristiyan olmak üzere toplam 611 hane vardır. Bunun dışında kayıtlı 327 bekar erkek nüfusun 236’sı Müslüman, 91’i Hıristiyan’dı. Tahmini nüfus bir önceki tarihe göre artarak 3000-3500 dolayına ulaşmıştı. 17. yüzyılın ortalarında ise Sinop’un kale içinde ve dışında 24 mahallesi vardı. Genellikle deniz kıyısında Hıristiyan mahalleleri yer almaktaydı. Bu mahallelerdeki nüfusun bir kısmı kale onarımıyla görevli olduklarından haraç vermezdi. 1582’de 3000-5000 arasında olduğu tahmin edilen kent nüfusu, 1783’de 15000’e kadar yükselmişti.(10)

19. yüzyıla gelindiğinde mahallelerin sayılarında bir takım değişiklikler olduğu görülmektedir. 78 No’lu Sinop Şeri’ye Sicili’nde Sinop mahallelerinden 17’sinin ismi geçmektedir. Bu 17 mahalleden ikisinde gayrimüslimlerin yaşadıkları görülmektedir. Ayrıca Sinop merkeze bağlı 25 köy, 3 nahiye, 3 kasaba ve bunlara bağlı mahalle ve köylere kayıtlar vesilesiyle ulaşılmaktadır (bkz. Tablo 1).

Tablo 1: Sinop Merkez Mahalleleri

Müslüman

1-Arasta

2-Arslan

3-Balat

4-Cami-i Kebir

5-Demirli Mescit

6-Kaleyazısı

7-Kapan(-ı Dakik)

8-Kefevi

9-Meydan Kapı

10-Saray

11-Sarımsak

12-Şekerhane

13-Şeyh

14-Tayboğan

15-Ulubey

Gayrimüslim

1-Arap

2-Meryem Ana

17 mahalleden Meryem Ana ve Arap Mahalleleri Sinop’ta yaşayan gayrimüslim ahalinin meskun olduğu mahallelerdir. Tespit edilen bu 17 mahalle dışında 16. ve 17. yüzyıllarda, Sofu Bayezid, Akdoğan, Serameddin/Siraceddin Mahalleleri(11) Müslümanların ikamet ettiği mahallelerdi.

Tanzimat dönemi Sinop hakkında temettuat defterlerine göre yapılan çalışmada Müslümanların ikamet ettiği 14 mahalle tespit edilmiştir.(12)

Bu 14 mahalle dışında incelediğimiz sicilde Sarımsak Mahallesi’ne rastlanmaktadır.

Defterde gayrimüslim mahallelerinin azlığı dikkat çekmektedir. Çünkü 17. yüzyılda Arap, Aya Nikola, Ayaklıca, Aya Konstantin, Meryem Ana, Balatlar, Kumbaşı

gibi mahalleler varken13 Tanzimat döneminde bunlardan yalnızca Arap, Ayaklı, Aya Nikola, Balatip, Kalafat ve Meryem Ana Mahalleleri kalmıştır.14 1840/1841 yılında yapılan nüfus sayımı verilerine göre Sinop’ta altı gayrimüslim mahallesi olduğunu görmekteyiz. Nüfus defterlerine göre Sinop gayrimüslimlerin meskun olduğu mahalleler Arap, Ayaklı, Aya Nikola, Balatya, Kalafat ve Meryem Ana’dır.( 15) İncelenen defterde ise bu mahallelerden yalnız Arap ve Meryem Ana mahallelerine rastlanmıştır.

Defterde ismi geçen merkeze bağlı köylerin tamamına yakını Müslüman ahaliden oluşmaktadır. 25 köy içerisinde yalnızca Koyluç Köyü’nde Ermeniler sakindi. Çiftlik ve Gölyan köylerinde ise Rum ve Müslümanlar’ın birlikte yaşadıkları görülmektedir. Bunun yanı sıra 19. yüzyıl boyunca Anadolu’ya göç eden Kafkasyalı göçmenlerin bir kısmının da Sinop merkez köylerinde iskan edildikleri görülmektedir. Çerkezlerin Acurkoy, Şapsığ, Mahoş, Abuzeh, Kabartay gibi bazı kabilelerine mensup aileler Karagöl, Bağcı, İncipınar, Karacakilise, Soğucak ve Mergüz gibi köylerde sakindiler.

——————————–

9 Yunus Uğur, “Şer’iyye Sicilleri”, TDV İslâm Ansiklopedisi C.XXXIX, TDV Yay., İstanbul, 2010, s.9

10 Öz, s.253.

11 Öz, s.253.

12 Özcan, s.36.

13 Öz, s.254.
14 Özcan, s.37.
15 Kara, s.6-7

BİLKE YORUM: Tarihin her aşaması, kültürümüze yansıyor. Sinop kültür yelpazesi çok geniş illerimizden biridir. Bizi geçmişe götüren bu değerli çalışma için İbrahim ÖZDEMİR’İ( SİNOP ÜNİVERSİTESİ- SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ-TARİH ANABİLİM DALI)kutluyoruz. Danışman hocamıza, emeği geçen herkese katkıları için teşekkürler.

 
Yorum yapın

Yazan: 15 Ekim 2023 in eski sinop

 

Etiketler: , , , , , , , ,

TASI TARAĞI TOPLAMAK DEYİMİNİN ANLAMI

10.10.2023- BİLKE-ALINTI

İlk efsanemiz şöyle. Vaktiyle seyyar berberlerin yasak edildiği bir dönem varmış…

Bu dönemlerde belediye zabıtasını gören berberler sürekli kaçış halindedir. O yasak döneminde berberlerin tek ekipmanı olan tas ve tarağı toplayıp kaçışı bugüne ‘tası tarağı toplama’ olarak geçmiş.

Bağdat’ta Abbas Oş adında meşhur bir dilenci varmış. Mevsimine göre ya cerre çıkmak (yardım toplamak) yahut dilencilik yapmak suretiyle zengin olmuş. Bütün Bağdat’ın tanıdığı bu adamın şöhretinden istifade etmek isteyen bir sefil, Abbas’ı kollamaya başlamış.

Nihayet bir Ramazan gecesinde hamama girdiğini görüp, ardınca içeri dalmış ve kurna başında yanına yaklaşıp şöyle demiş:

Efendim! Bendeniz dilenciliğe başlamaya karar verdim.

Umarım ki bu asil sanatın inceliklerini bu kulunuzdan esirgemezsiniz. Ne türlü usul ve kaidesi var ise bilcümle öğrenmek isterim. Şu mübarek geceler hürmetine lütfediniz.

Bir, her nerede olursa olsun istemeli.

İki, her kimden olursa olsun istemeli.

Üç, her ne olursa olsun istemeli. 

Yeni dilencimiz bu kuralları duyunca hemen Abbas’ın elini öpmüş ve ‘Ben fakirim, bir şeyler ver bana?’ demiş.

Abbas şaşırmış, kendisinin de onun kadar fakir bir dilenci olduğunu hatırlatmış.

Yeni dilenci ikinci kuralı hatırlatmış, herkesten dilenebileceğini söylemiş. Abbas artık diyecek bir şey bulamamış ve ‘Bu kurna başında ben şimdi sana ne verebilirim be adam? Elbisem dışarıda, paralarım evde. İşte ortada bir tasım, bir tarağım var!’

Dilencimiz üçüncü kuralı hatırlatmış, “Her ne olursa olsun istemeli, ben tasa tarağa da razıyım.”

Abbas’ın dili tutulmuş, tasını tarağını alıp hamamdan çıkıp gitmiş. O günden sonra dilenciliğe tövbe eden Abbas neden bu yoldan ayrıldığını soranlara ‘Tası tarağı toplattık, bu işler bizden geçmiş…’ dermiş.onedio.com

Mehmet Kadir KOCABAŞ: Osmanlı İstanbul’unda elit kesimin gittiği meyhanelere “Gedikli” denirdi. Bunlar loncaya bağlı legal yerlerdi. Orta sınıfın müdavim olduğu illegal meyhaneler ise “Koltuklu” idi.

19. Asrın ortalarında sadece Istanbulda 80 gedikli vardı. Koltuklularla birlikte sayının 1000 olduğu tahmin ediliyor. Alt gelir gruptakilerine hizmet eden seyyar meyhaneciler ise “Ayaklı” diye anılırdı.

Sayıları 800’ü geçen ayaklılar, başlarında şerbetiye denen bir başlık ve omuzlarında peşkir ile gezinirlerdi. Bu onların tanınma alametleriydi. Bellerinde koyun bağırsağına doldurulmuş rakı ve kaftanlarının içinde ise kadehler bulunurdu. Bu kadehlere rakı tası anlamında “tas-ı arak” adı verilirdi. Zabıta baskını söz konusu olunca tas-ı arağını gizleyerek kaçmaları gerekiyordu. Bugün kullandığımız “tası tarağı toplamak” deyimindeki tarak, bilindiğiniz saç tarağından değil rakı anlamındaki “arak” tan gelmektedir.(Taner Iriz’den alıntı).

 
Yorum yapın

Yazan: 10 Ekim 2023 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , ,

SATI KADIN’IN SOĞUK AYRANI

08.10.2023- S. Arif TERZİOĞLU

Ankara’da yakıcı bir yaz günü idi. Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri olduğu halde Kızılcahamam’a giderken Kazan Köyü yakınlarında durmuş ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaşlısı, ihtiyarı köylerin içinden geçen, köşede duran bu yabancı konukları görünce hep beraber koşuştular. Kimi su getirdi, kimi ayran, bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı Ata’ya uzattı:

“Bir soğuk ayran içer misiniz?” dedi.

Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz ifadelerini taşıyan, bir Türk anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata’sı, ayranı kana kana içmiş ve bir an durakladıktan sonra ona; “Senin kocan kim?” diye sormuştu. Köylü kadını, yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bir Türk anası idi; Ankara’nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından yaralanmış bir cengaver olduğunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :

“Ne zaman doğdun?”

“1919’da Atatürk Samsun’a çıktığı zaman doğdum.”

Ata, bir an düşündü. Yıl 1934 idi. Kadının bu ifadesine göre 15 yaşında olması lazım gelirdi. Halbuki karşısındaki kadın 25 yaşlarında görünüyordu; tekrar sordu:

“Nasıl olur?”

Evet, nasıl olurdu. Bu Satı kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek:

“Evet Paşam, ondan evvel yaşamıyordum ki!” Dedi…

Bu espiri Ata’yı bir hayli düşündürdü. Köy’den ayrılırken yaverine kadının ismini ve yakınlarını not ettirdi… Asıl adı, Satı Çapan’dı… Kurtuluş Savaşı’nda gazi olmuş bir askerin eşiydi… Evi çekip çeviren oydu… Girişkenliğiyle Ankara’nın Kazan köyünün muhtarı olmuştu… Herkesin derdine koşup derman olurdu… “Satı Ana”ydı lakabı… Millet mekteplerine devam ederek okuma-yazma öğrenmişti… Babası gibi çiftçiydi… Beş çocuğu vardı… Atatürk’ün önerisiyle adı, Satı Öz oldu… Gazi’nin isteğiyle 1935 yılında 17 arkadaşıyla birlikte… Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi…

“Dünyada her şey kadının eseridir… Kadınlarımız eğer milletin gerçek anası olmak istiyorlarsa, erkeklerimizden çok daha aydın ve faziletli olmaya çalışmalıdırlar…

” Armağan V.Bilgin Kaynak: S. Arif Terzioğlu, Yazılmayan Yönleriyle Atatürk

BİLKE YORUM: Biz ne günlerden bugünlere geldik. Kıymet bilmek ERDEM ister, vicdan ister, hak ister, hukuk ister. Ne asil kadınlarımız vardı. Kara Fatma gibi düşmana karşı duranlar. Artık düşman dost görünüyor. Gerçeği görmek düşüyor bize.

BİR YILDIZ GİBİ PARLASIN HER ÇOCUK HER GENÇ

KADIN VE ERKEK!

KORKMA SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK

SÖNMEDEN YURDUMUN ÜSTÜNDE EN SON OCAK

O BENİM MİLLETİMİN YILDIZIDIR PARLAYACAK!

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

AŞIKLAR ADASI

06.10.2023- Doç. Dr. Mustafa ŞAHİN- Dr Zekiye TUNÇ

TÜRKİYE SELÇUKLULARI DÖNEMİNDE AŞIKLAR ADASI “SİNOP”UN FETHİ

FOTO: 1924- Sinop Hükümet Caddesi (alıntı)

1 Giriş
Antik Çağ’da Sinop’un bilinen en eski ismi Sinope’dir. Sinop isminin Yunanca “zarar vermek, yok
etmek” anlamındaki “sinomai”den türediği bilinmektedir (Demirkaya ve Tuluk, 2012: 48). Mitolojide
Sinope, Irmak Tanrısı Asapos’un güzeller güzeli kızıdır. Bir gün Tanrılar Tanrısı Zeus kızı görür ve o
anda tutularak aşkına karşılık kızın her dileğini yerine getireceğini söyler. Korku içindeki genç kız
kızlığına dokunulmamasını ister. Zeus sözünü tutar ve Sinope’yi alıp en sevdiği ve güvenilir bulduğu
bugün Sinop ilimizin bulunduğu ile Karadeniz’in cennete benzeyen yemyeşil ve bakir kıyılarına bırakır
(Cengiz vd., 2000: XVII). Bazı kaynaklar Sinop isminin kaynağını Hititçe “Sinuwa” olarak
göstermişlerdir.

Farklı bir görüşe göre ise ismin ortaya çıkışında adlarını daima ay ilahının ismi “Sin”
ile birleştiren Asurilerin olabilecekleri ileri sürülmüştür. Ayrıca, ismin ilk söyleniş biçiminin “Sinavur”
olduğunu ileri süren kaynaklarla birlikte başka kaynaklar “Sinip”ten geldiğini, bazı tarihçiler “Sen-hapi”
kökünden türediğini, bazıları ise Farsça “Sine-i ab”, yani suyun göğsü kelimesinden geldiğini ifade
etmektedirler. Romalıların şehre Sinepolis, Fatih Sultan Mehmet’in ise Ceziretül-Uşşak dediği
bilinmektedir. Türkler şehri fethettikten sonra isminin önce Sınap olduğu, daha sonra bugün
kullanıldığı biçimiyle Sinop olarak günümüze ulaştığı bilinmektedir (Demirkaya ve Tuluk, 2012: 48-
49).
Sinop’a ilk yerleşmeler araştırmalara göre farklı tarihlendirilmektedir. Bu tarihlendirmeler
Neolotik (Cengiz vd., 2000: XVIII) veya Kalkolitik (Koçak, 2004: 700) dönemlere kadar gitmektedir.
Sinop şehrinin kuruluşu ile ilgili tarihlendirilmeler MÖ 6. ve MÖ 7. yy.’lar düşünülmüş olmakla birlikte
genel kanaat MÖ 8. yy. olarak belirlenmiştir ( Çapar, 1976: 303). Strabon eserinde Sinop’tan bahseder
ve şehrin kuruluşu hakkında da bilgi verir: “..Bu kent Miletoslular tarafından kurulmuştur. Burada bir
deniz üssü kurmak suretiyle kent, Kyaneai3 berisindeki denizlere egemen oldu ve hatta Kyaneai’in
ötesinde bile Helenlerle beraber birçok mücadelelere katıldı; uzun süre bağımsız kaldığı halde
sonunda bu bağımsızlığını koruyamadı ve kuşatılarak zapt edildi….” (Strabon, 2009: 22-23).

Tarih boyunca Sinop’ta kavimler arası mücadelelerin olmasında bölgenin konumu en önemli etkendir. Burası liman olarak konumu, Kuzey Anadolu’nun en uç noktasında yer alması, Orta Anadolu
ile bağlantısının olması yanı sıra Kırım seferlerinde de stratejik mevkide bulunması gibi özellikleri ile
ön plana çıkmıştır. Ticari olarak bakıldığında şehir “Kuzey-Güney Yolu”nda yer aldığından Akdeniz’e
kadar uzanan doğal yol güzergâhının da içerisindedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Akdeniz
ticaretinde Sinop etkilidir (Koçak, 2004: 702-703).
2- Eski Çağ’da Sinop’ta Türklerin Varlığı ile İlgili Tezler
Karadeniz Bölgesi’nde Türk varlığı milattan önceki yüzyıllara dayandırılmaktadır. Araştırmalara
göre bölgeye ilk olarak MÖ 3. bin ile 2. bin yılları arasında Oğuzların kollarından sayılan “Gas/Kas” ve
“Gud/Gutîler”in geldiğinden bahsedilir (İnan, 2003: 72). Sonrasında Kimmerler ve İskitler ard arda
Karadeniz’de görülmüşlerdir. İskitlerin vatanının Asya olduğu ve buradan göç ederek Kimmerlerin
yurtlarına geldikleri Heredot’un kayıtlarında anlatılmıştır: “Göçebe Skyt4’hler Asya’daydılar.
Massagetlerle yaptıkları bir savaştan yenik çıktılar, Araxes ırmağını geçtiler, Kimmerlerin yanına göç
ettiler. (Skythlerin oturdukları yerler eskiden Kimmerlerinmiş, öyle derler)” (Heredotos, 2012: 298).
İskitlerin sıkıştırması ile bugünkü Gürcistan’dan Doğu Anadolu’ya, oradan da İç Anadolu’ya gelen
Kimmerler MÖ 695 civarında Frig Devleti’ni yıkarak bölgede bozkır-göçebe geleneklerini devam
ettiren bir devlet kurmuşlardı. Bu sırada bir kısım Kimmer boyları da kuzeye çıkarak Karadeniz
Bölgesi’ne yayılmaya başlamışlardır (Tellioğlu, 2007: 655). Anadolu’da gittikleri her sahada olduğu
gibi Karadeniz Bölgesi’ni de siyasi ve sosyal bakımdan önemli ölçüde etkileyen Kimmerler,
hâkimiyetleri süresi boyunca Sinop’tan Trabzon’a kadar uzanan kıyı şeridinin kontrolünü ellerinde
bulundurmuşlardır (Tellioğlu, 2007: 23-24).
Kimmerleri takiben Anadolu’ya giren İskitler MÖ 665’ten itibaren Kür Nehri’nin sağ yakasına
yerleşmeye başlamışlardır. MÖ 401 civarında bölgedeki İskit hâkimiyet sahası Çoruh boylarına
ulaşmıştır. Bu süre içerisinde, Sinop’tan Trabzon’a kadar olan sahil şeridi de bazı İskit boylarının eline
geçmiştir (Tellioğlu, 2007: 655). Güney Karadeniz sahilinde Sinop’tan başlayan İskit hâkimiyeti bu
şehrin yüz seksen km batısına kadar uzanıyordu. Yunanlılar, Karadeniz Bölgesi’nde koloni kurmaya
başladıklarında, Sinop’tan Kolhis’e uzanan sahada mitolojilerinde ve edebiyatlarında büyük yer
tutacak İskit kadınlar topluluğu olan Amazonlarla karşılaşmışlardır (Tellioğlu, 2007: 33).

1 Sinop Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, ztunc@sinop.edu.tr
2 Sinop Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, msahin@sinop.edu.tr
3 Kyaneai: Trakya Bosporos’u (Karadeniz ile Marmara’yı bileştiren boğaz ( Strabon, 2009: 301)) İstanbul Boğazı’nın Karadeniz çıkışında iki küçük adacık ( Strabon, 2009: 335).

4 Skyt: İskit

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

MERHAMETSİZ YÜREKLERE HAKKIMI HELAL ETMİYORUM

02.10.2023-Hakan ARABUL- Kültür Merak Grubu

Annem, evi, babamı ve bizi terk ettiğinde ben altı yaşında, abim sekiz yaşındaydı. Annemin babamı terk etmesini o yaşta bile anlamıştım da, bizi terk etmesini anlamamıştım. Anne çocuklarını terk eder miydi?

Babam, annemi döverdi. Babam beni, abimi döverdi. Ben o yaşlarda babalar döver diye biliyordum. Babalar döver…

Anneler olmayınca, evlerin yalnız dört duvardan ibaret olacağını da, annem gidince öğrenmiştim. Sabahları Elinizi, yüzünüzü yıkayın, kahvaltı hazır” diyen olmadığı gibi, günlerce aç kalsan, “Aç mısın?” diye soranında olmadığını öğrendim.Öğrendiklerim içinde canımı en çok yakan şey ise, anne kokusu olmayınca, çocuklar kaç yaşında olursa olsun, büyüdüğüydü.

Ben altı yaşında büyüdüm.

Annem evi terk ettiğinden sanırım on gün sonra evimize polisler geldi. Söylediklerine göre, annem intihar etmiş. Elinde sıkı sıkı tuttuğu bir zarf varmış.

Zarfın üzerinde, kızım ve oğluma verilsin, yazıyormuş.

Ben o zamanlar okumayı bilmiyorum, nasıl okuyacağım? Abim okudu, mektubu dinlerken, ağladım. Abim de ağladı. Biliyor musunuz, ben en son o gün ağlamıştım ve şimdi bunları yazarken. Elimde o mektup, yeni bir mektup yazmama gerek yok. Annemin yazdıkları ile benim hayatım arasında fark yok. O genç yaşta intihar etmekten başka çare bırakılmayan kadın, ben yaşarken ölüme mahkûm kadın.

Annem, bizi terk edince, baba evine gitmiş. Babası sinirlenmiş. Kadın dediğin evinde otururmuş. Kadın dediğin, ağzı dolu kan olsa, kızılcık şerbeti içtim, demeliymiş. Ona o evde yer yokmuş. Annem dedeme yalvarmış. “Bir ay kadar kalayım, sonra bir çare bulurum, çocuklarımı yanıma alır, yeni bir hayata başlarım” demiş.

Vay! Vay! Vay! Kadın tek başına yaşayacakmış. Dedemin namusunu beş paralık edecekmiş, kahveye bile gidemez edecekmiş, ölsün daha iyiymiş.

Annem o akşam, çamaşır ipini hiç düşünmeden boynuna geçirmiş. Bunları yıllar sonra anneannem ölüm döşeğinde, ben on dokuz yaşında iken anlattı. Babam, annemin ölüm haberini alınca, hiç üzülmedi. Bizi yetiştirme yurduna vereceğini söyledi. Abim sekiz yaşındaydı ama her şeyi biliyordu. Biz artık orada yaşayacakmışız. Orası bizim evimiz olacakmış. Birbirimizden ayrılabilirmişiz, Kardeşler birbirini unutuyormuş. Biz unutmazmışız ama çok yıllar sonra birbirimizi tanımayabilirmişiz, onun için ikimizde annemin mektubunu saklamalıymışız.

Saklarız da tek mektup var, nasıl ikimizde saklayacağız, diye sormama gerek kalmadan, abim makasla mektubu boyundan tam ortadan kesti. Cümlelerin baş tarafı olan kısmını bana verdi. Cümlelerin baş kısmı bende olunca, ben okumayı öğrenince devamını tahmin edermişim. O zaten ezberlemiş.

Halam bizim yurda gönderileceğimizi öğrenince, bize geldi. Babama “Kız çocuğu yurda verilmez. ”Ben alayım hayatı” dedi. Kız çocuğunun yurda neden verilmeyeceğini de, halamla yaşamaya başladığımda anladım. Kız çocuğu demek, evde iş yaptırılacak bedava hizmetçi demekti. Halam, bir gün olsun ismimi söylemedi. İsmim, Uyuşuk olmuştu. Uyuşuk su getir… Uyuşuk şu tabakları yıka… Uyuşuk şu çoraplarımı bir güzel sabunla…

Abim ayda bir kez halama beni ziyarete geliyordu. Yurtta rahat olduğunu söylüyordu. Bende rahat olduğumu söylüyordum. Abim üzülsün istemiyordum. Acaba abim de, ben üzülmeyeyim diye mi, rahatım diyordu? Bunu sormaya hiç cesaret edemedim.

Okula başlamıştım. Sınıfta okumayı ilk öğrenen bendim. Nasıl öğrenmeyeyim, annemin mektubunu okuyacaktım. Mektupta, “Hayat güzel kızım, ben seni…” yazan cümlenin bu kısmından kesilmişti. Ben her gece yatağımda, o cümleyi farklı tamamlıyordum.

“Hayat kızım ben seni ÇOK SEVİYORUM.”

“Hayat kızım ben seni ÇOK ÖZLEDİM.”

“Hayat kızım ben seni BEKLİYORUM.” Cümleye eklediğim sözcüğe göre hayal kuruyordum. Hayallerimde hep mutluydum. İnsan mutsuz hayal kurar mı?

Ortaokulu bitirdiğimde, halam artık okula gitmeyeceğimi söyledi. Oysa ben okumak istiyordum. Okuyup, ayaklarımın üzerinde durabilmek ve abimle bir evde yaşamak…

O yaz mahalle bakkalı üç çocuklu Hasan Amca’nın karısı kanserden öldü. Çok üzüldüm. Üç çocuk ne yapacaktı, annelerinin kokusunu ne çok özleyeceklerdi. Anneler neden ölüyordu? O üç çocukta benim gibi isimlerini unutacak, uyuşuk mu olacaklardı?

Ben Hasan amcanın çocuklarına üzülürken, meğerse Hasan amcanın sözlüsü olmuşum. Sekiz bileziğe, üç bin liraya satılmışım. Yaşım resmi nikâh için küçük olduğundan, kırk gün sonra, imam nikâhı ile Hasan Amcanın karısı oldum.

On beş yaşındaydım. Hasan amcanın karısıydım. İki, beş, altı yaşında üç çocuğum vardı. Birde bir çocuğum olmasını öğütleyen halam… Benimde bir çocuğum olmalıymış ki, yerim sağlam olsun. Hasan amca başka kadınlara gitmesin.

Hasan amcadan ilk tokadı, Hasan amca dediğim için yedim. Bir kadın kocasına, “amca” der miymiş… Ben altı yaşında annem gittiğinde susmayı öğrenmiştim. Hiç der miydim, İnsan on beş yaşında bir kıza karım der mi, diye…

Hasan amca bana tokat attığında, üç çocuk babasının ayaklarına sarıldı. “Hayat ablamı dövme, o bizimle oyun oynuyor. Masal anlatıyor” diye yalvardılar. Ben, o çocukların ablasıydım. Masal diye anlattıklarım ise hayallerimdi.

Hasan amca evden gidince, aynanın karşısına geçtim. Hasan demeyi öğrenecektim. Her Hasan, deyişimde aynada, Hasan amcanın, tepeden saçları dökülmüş başı, burnunun üzerine düşmüş gözlüğü, göbeğiyle görüntüsü belirliyordu. Ben her Hasan dediğimde suç işlemiş gibi utanıyordum. Hasan amcaya, Hasan diyemiyordum.

Aynanın karşısında deneme yaparken, Hasan amcanın altı yaşındaki oğlu yanıma geldi. “Hayat abla” dedi “Annem, babama bey derdi. Sende bey de.”

Bey, evet, evet bey iyiydi. Eğilip kara gözlü, hayallerimi masal diye dinleyen, Sami’yi öptüm. Beş yaşındaki Elif’i, iki yaşındaki Zehra’yı da çağırıp, onlara masal anlatmaya başladım. O gün masalıma; Tatlımı tatlı, güzel mi güzel altı yaşında, ismi Masal olan bir kız çocuğu varmış. Masal annesini kaybetmiş. Her yerde annesini aramış, bulamayınca hayaller ülkesine gitmiş. Masal, hayaller ülkesinde o kadar mutluymuş ki, bir daha gerçek dünyaya gelmemiş, diye başladım.

Masal, masalımda hep mutluydu. Hep gülümsüyordu. Her gün çocuklara Masal’ın masalını anlatıyordum. Çok mutluyduk.

Hasan amcada iyiydi. Artık, Bey diyordum. Zaman zaman öfkeleniyordu ama ben onun neden öfkelendiğini anlıyordum. O sekiz bilezik ile üç bin liraya bir masal abla satın almıştı. Oysa o, bir kadın almak istemişti.

Abim ziyaretime geliyordu. Her geldiğinde, annemin mektubunun yarısını vermek istediğini söylüyordu. Kabul etmiyordum. Mektubun diğer yarısını okursam, Masal hayal ülkesinden, acımasız dünyaya dönecek, mutsuz olacak gibime geliyordu. Benim tüm hayalim, mektubun diğer yarısı üzerine kurulmuştu.

Kırk yaşına geldiğimde, masalımı dinleyen çocuklarım büyümüştü. Sami doktor olmuş, tayini bir başka şehre çıkmıştı. Ne zaman mutsuz olsa, beni telefonla arayıp, “Hayat abla” diyordu “Bana masal anlat” Ben hemen Masal’ın hayaller ülkesindeki serüvenlerini anlatmaya başlıyordum.

Elif öğretmen olmuş, evlenmişti. Bir kız torunum olmuştu. İsmini Hayat koymayı çok istemişlerdi. İzin vermedim. Elif, “O zaman torunun ismi Masal, olacak” dedi. Torunumun ismi, Masal.

Zehra’m benim küçük kızım, veteriner olmuştu. “Hayat abla, hangi hayvan huzursuzluk yapsa, masal anlatıyorum, sakinleşiyor” diyordu. Zehra da evlenmişti. Bir erkek torunum olmuştu. Torunuma masallarımda ki, Masal’ın arkadaşının ismini koymuştu. Kahraman.

Kırk beş yaşımda iken, Hasan Amca yani Bey’im öldüğünde çok üzüldüm. Son sözü, “Hakkını helal et” olmuştu. “Hakkını helal et”

Tüm içtenliğimle hakkımı helal ettim. O iyi bir insandı.

Hakkımı, on beş yaşında kız çocuklarının evlenmesinde bir beis görmeyen zihniyete ve bu zihniyeti destekleyenlere helal etmiyorum.

Hakkımı her gün şiddete maruz kaldığını bildikleri kızlarının boşanmasını namussuzluk sayan, kör zihniyete ve bunu destekleyenlere helal etmiyorum.

Hakkımı yaralı bir kuş gibi, çaresizce umutlarına düşmüş çocuklara merhametsiz davranan yüreklere helal etmiyorum..

ALINTI

BİLKE YORUM: Yaşanmış bu olay, bir filmde konu edilmişti. Film senaryosu ya, bizden uzaklarda birileri yaşamış yazık, biraz hüzün ve sonra yine yaşama devam değil mi?

Kalbur üstü mü, bilgi sahibi mi, halktan biri mi, sokaktaki kişi mi diyelim; bu konu üstüne her kademede insanın söyleyecek bir sözü olacak mutlaka. Kapitalizm, liberalizm, neoliberalizm, emperyalizmin sonuçları diyen olacak. Kız kısmı dizini kırıp oturacak diyen olacak. Müslümanız, kadınlar evden dışarı çıkmaz, dinimizin gereği tabii ki diyen de. Çözüm bekliyorsak, adım gerekli, sorun çözücüler gerekli. Doğru seçmek gerekli.

Yaşananlar, beş yüz yıl önce de vardı, bu gün de var. Afganistan’da da, Arap ülkelerinde de, Türkiye’de de, Sinop çevresinde de var. Bu toplumun her ferdinin sesini duyurmaya ihtiyacı var. İnsan gibi yaşamaya hakkı var. Toplumun sesini duyan ve çözüm üretenlere ihtiyacı var. Okuyalım, okutalım, sesimizi duyuralım.

 
Yorum yapın

Yazan: 02 Ekim 2023 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

BAŞSIZ UZAY ADAMI VAKASI

01.10.2023- Mehmet MOLLAOSMANOĞLU- Dünya Uygarlıkları

1973 yılında Van’da Urartulardan kalma olduğu düşünülen bir heykel ele geçirilir ve İstanbul Arkeoloji Müzesine teslim edilir. Fakat her nedense eser sergileneceğine, tam tersi kadife bezlerle sarılıp sarmalanıp kaldırılır. O zaman Türkiye’de yayımlanan ‘Bilinmeyen’ dergisi bu durumu konu eder. Çünkü bir roket içindeki başsız astronot heykelidir sözkonusu olan. Olay Alman dergilerine de yansıyınca dünyanın en tanınmış Sümeroglarından Zecharia Sitchin’in ilgisini çeker. Bu esnada ünlü Alman dergisi Magazin 2000, İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne bu eserin neden sergilenmediğini sorar. Gelen yanıt şöyledir:

“Heykel, ait olduğu dönemin tarzını yansıtmıyor, bir uzay kapsülünü andırıyor olsa da elbette o zaman böyle şeyler yoktu. Dolaysıyla heykelin sahte olduğunu düşünüyoruz.”

Dergiye verilen bu yanıtla daha da meraklanan Zecharia Sitchin, sırf bu heykeli görmek için İstanbul’a gelir. O zamanın Arkeoloji Müzesi Müdürü Dr. Alpay Pasinli ile görüşür. Müdür heykelin sahte olduğunda ısrar eder hatta alçı kalıba dökülmüş olabileceğinden bahseder. Bilim adamının ısrarıyla heykel getirilir. Sitchin evirir çevirir ve sorar, “Alçı kalıba dökülmüş sahte diyorsunuz da alçı kalıpların birleşim yeri çizgisi olur hani nerede?” Müdür, malzemenin hafif olmasını örnek gösterekek bu başsız astronot heykelinin alçı ile mermer tozu karışımından yapılma ihtimalinin yüksek olduğunu ve muhtemelen bir şakacının işi olduğunu söyler. Sitchin küçük heykelciklerin yumuşak kayalardan yapılmasının normal olduğunu, sert taştan küçük heykel yapılmasının imkansız olduğunu iddia ederek karşı çıkar. Devamında Z. Sitchin, tarihçi ve Sümerolog olduğu için buna benzer yüzlerce heykel gördüğünü iddia etse de müdür, bu işin sorumluluğu gereği dünyada benzer başka örnekler olduğunu görmeden sergilemeyeceğini söyler… Sitchin’de bir örneğin Meksika’da olduğunu ve resimlerini göndereceğini ilave eder.

Sitchin müzeden ayrılırken uyarmadan duramaz, “Elinizde Giza Piramitlerinden bile değerli bir nesne var, bunu görmek için yüz binlerce insan İstanbul’a gelirdi, siz saklıyorsunuz…” der.

Zecharia Sitchin ziyaretinin ardından müzeye toparladığı dokümanları gönderir, Meksika’daki bir heykelle olan benzerlikleri gösteren belgeler ekler… Arkeoloji Müzesi’nin müdürü Dr. Pasinler ikna olur veya inisiyatifini kullanır ve Ekim 1977 tarihinden itibaren heykel müzede sergilenmeye başlar. Fakat bu durum uzun sürmez, Dr. Pasinler’den sonra gelen müdür heykeli sergiden kaldırır ve kadife kutuların içindeki karanlık yuvasına geri yollar. Çünkü Urartular zamanında astronot olamayacağına göre heykel kesinlikle sahtedir. (Neden konuya açıklık getirecek karbon testi veya benzeri testler yapılmaz ya da özellikle mi yaptırılmaz, bu da benim merakım! Bir de, 2003 yılında Zaman gazetesinde çıkan bir haber yukarıdaki gelişmeleri haberleştirerek aslında heykelin 25 yıllık olduğunu müze müdürünün ağzından söyler ama bunu ispat edecek bir belge ortaya koymaz.Zaman gazetesinin bu haberi bir kaç blok sitesinde tekrarlanır ama dediğim gibi kuru bir iddiadan öteye gidemez hatta yasak savar bir hali vardır.)

Dünyanın pek çok yerinde tarih öncesi devirlerden kalma ve günümüze kadar ulaşmış, uçak-helikopter-uzay adamı heykelleri bulunur ve bunları sergileyen müzeler para basmaktadırlar. Bu gerçeğe vurgu yapan Zecharia Sitchin hayretler içerindedir ve tanık olduğu bu garip olayı ‘The Earth Chronicles Expeditions’ adlı kitabında anlatır. (Türkçe çevirisi de var: Dünya Tarihçesi-Ruh ve Madde Yayınları)

Z. Sitchin’in söz konusu kitabında dikkatimi çeken bir detayı paylaşmak istiyorum (Her ne kadar direk bu konuyla alakalı olmasa da…): Sitchin kitabının başında “…Müttefiklerin saldırılarını savuşturmayı başaran Türk General Mustafa Kemal Atatürk, modern Türkiye’yi kurarak yirminci yüzyıla taşıdı…” der. Daha sonraki bir paragrafta buna rağmen ülkede hâlâ yirminci yüzyıla entegre olamamış zihniyetlerin bulunduğunu ve bunların Atatürk’ten hazzetmediğini anlatır. Ve konuyu bu heykel meselesine getirir…

Mehmet Mollaosmanoğlu- ALINTI

BİLKE YORUM: Gizem, insanı etkileyen, kendine mıknatıs gibi çeken güce sahip diyebilir miyiz ne dersiniz? Konunun gerçekliği zamanla mutlaka bilim insanları tarafından aydınlatılacaktır. Göbeklitepe de gizem doluydu, şimdi dünya tarihine ışık tuttu.

İnsanlık, dinsel, mitolojik, spritüal yaklaşımlara tarih boyu hep ilgi duymuştur. Esas olan, önce kendini keşfetmeli, bilişsel yolculuğuna AKIL ve HİS eşliğinde VİCDAN sahibi olduğunun bilinciyle çıkmalı. Her yerde böyle yolculuk yapalım ve yapanlarla karşılaşalım dileklerimizle.

 
Yorum yapın

Yazan: 01 Ekim 2023 in Haberler

 

Etiketler: , , , , , , , ,