RSS

Aylık arşivler: Nisan 2023

ARDIÇ KUŞU VE ARDIÇ AĞACI HİKAYESİ

30.04.2023- Sinem HIZARCI

Varlıklarını Birbirine Borçlu Olan Ardıç Kuşu ve Ardıç Ağacının Hikayesi

Ardıç kuşuyla ardıç ağacı arasında sadece isim benzerliği mi vardır? Yoksa aralarındaki bağ bundan çok daha öte bir yardımlaşmaya mı dayanıyor?

Aynı isme sahip doğanın iki parçası; bir kuş ve bir ağaç. Aralarındaki ilişki ise isim benzerliğinden çok daha fazlası. Merak edenler için iki ardıçın öyküsünü anlatmaya çalıştık, keyifli okumalar dileriz.

Önce geniş repertuvarlarıyla ünlü ardıç kuşunu tanıyalım:

Onları tanımamanın kolay bir yolu var; o da tekrar eden bir ritimle şarkı söyler gibi ötmeleri. Özellikle erkek olanlarının 100’den fazla müzikal dizi içeren repertuvara sahip olduğu biliniyor. Yani karşımızda müzik kulağı oldukça gelişmiş bir tür var. Ötüşlerini dinlemek isterseniz onları ormanlarda, bahçelerde ya da parklarda, yani her türlü yeşil alanda görebilirsiniz. Ağaçlara duvarları çamurla kaplı kase şeklinde yuva yapan bu kuşlara ev sahipliği yapan en önemli ağaç türü ise adından da anlaşıldığı üzere ardıç ağacı.

Ardıç kuşlarına ev sahipliği yapan ardıç ağaçları aslında bu kuşlar sayesinde varlıklarını sürdürebiliyorlar

Ardıç ağaçları da her ağaç gibi tohumlara sahip; ancak bu tohumlar ancak ardıç kuşunun varlığında üremeyi sağlıyor. Ağaçtan dökülen tohumları önce kuşlar yiyor. Onların sindirim sisteminde kabukları açılan tohumlar bu sayede işlerlik kazanıyor. Kuşların dışkılarıyla yeniden toprağa karışan tohumlar kolayca çimlenebiliyor.

Doğanın bu muhteşem uyumu sayesinde neslini devam ettiren ardıç ağacı çok eskiden beri kutsal kabul edilmektedir

Özellikle Şaman Türklerinde ve Alevi-Bektaşiler’de ardıç ağacına özel bir önem verilmektedir. Dallarına bez bağlanarak dilek tutulur ve ayrıca bu dalların yakılmasıyla elde edilen tütsüler tekkelerde kullanılır. Dallarını tütsü elde etmek için kullanan bir başka medeniyet ise Yunanlılar. Onlar da bu kokunun ruhsal hastalıklara iyi geldiğini düşünüyorlarmış.

Dallarından tohumuna her yönüyle şifa için kullanılagelen bir ağaç

Görünüm olarak çam ağacını andıran ardıç ağaçları 2-5 metre arasında büyüyebilir ve oldukça güzel kokulu, dikenli yaprakları vardır. Bunun yanında üzüme benzer, küçük, parlak ve mor-siyah renklerde meyveleri vardır ve bu meyveler büyüdükçe kozalak şeklini alır. Meyvesi, kozalakları, dalları ve yaprakları farklı şekillerde ve farklı amaçlarla tüketildiği için yüzyıllardır halk arasında şifa kaynağı olarak bilinir.

Ardıç ağacı en çok bitki çayı olarak tüketiliyor

Hem yaprakları hem dalları hem de meyvesi, bunların hepsini bitki çayı gibi demleyebilirsiniz. Bu çay, kokusu ve yatıştırıcı özellikleriyle ruhsal yönden size rahatlatır. Ayrıca sindirimi hızlandırarak hazımsızlığı önler, adet sancılarına iyi gelir ve boğaz enfeksiyonlarını hafifletir. Hücre yenilenmesini hızlandırarak daha genç bir cilde sahip olmanızı sağlar çünkü güçlü bir antioksidandır. Ancak tüm bunların birer alternatif tıp yöntemi olduğunu bilmenizde fayda var. Bu tarz yöntemler kalıcı çözüm sağlamayacağı gibi fazla miktarda ve kontrolsüz tüketmek zararlı olabilir. SİNEM HIZARCI- GÜLÜMSE’DEN ALINTI

 
1 Yorum

Yazan: 30 Nisan 2023 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , ,

XVIII. Yüzyılda Köylüler: Sinop Örneği

29.04.2023- Doç. Dr. İbrahim GÜLER

…………..Sinop örneğindeki Osmanlı köylüleri hakkında olan bu çalışmamın, belirtilen alandaki boşlukları doldurma konusunda bir katkı sağlayacağı kanaatini taşıyorum.

Çalışmam ağırlıklı olarak şu hususları içermektedir: Sinop köylülerinin barınma biçimleri, köy içindeki ilişkileri, yaptıkları ziraat ve hayvancılık, ürettikleri ürünler, ürettiklerini pazarlamaları, çevre şehir kasaba ve köylerle münasebetleri, yaşadıkları sorunlar (eşkıyalık, zulüm ve baskılar, baskınlar, göçler), aile yapıları (aile bireyleri) ve ekonomik güçleri.

Osmanlı Devleti’nin, toprak düzeni içinde, köylülerin varlığını sürdürebilmeleri için gerekli koşulları tanıdığı görülmektedir. Bu koşullar sayesinde köylüler, uzun vadeli ve günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmekteydiler. Onlar, Osmanlı toplumunda, ekonomik ve sosyal hayatın akışına katkı sağlayan hareketli ve önemli bir zümre idiler.

Köylülerin Barınması

Köylüler, bir taraftan devlet için malî (tarım topraklarını işleyerek vergi vermek, kereste ve odun temin etmek, öküz ile beygir ve katır vermek, köprü inşa ve tamirini gerçekleştirmek, maden hizmetlerinde bulunmak vs.) mükellefiyetlerini yerine getirirken diğer taraftan kendilerinin geleceği için de çaba göstermekteydiler. Memleketlerindeki yaşamlarını güven içinde sürdürebilmek, doğa şartlarına karşı korunabilmek ve barınmak için devlet tarafından onlara, birtakım binalar inşa etmek hakkı tanınmıştı. “Menziller (evler)”, “odalar” ve “havlular” onların bu inşa haklarındandı.

Köylüler “menzil” adıyla belgelere yansıyan evlerde otururlardı. Menziller tek katlı olabildiği gibi çift katlı (fevkanî ve tahtanî) da olabilirdi. Havlular, ekseriyetle menzillerin bitişiğinde inşa ediliyordu. Belli bir toprağı da içeren bu yerlerde muhtelif cinsten ağaçlar bulunabilirdi. İnşa edilen bu yerler, insanlar içindi.

Köylüler, barındıkları bu yerlerin yanında, beslenmek ve gücünden yararlanmak maksadıyla yetiştirdikleri veya besledikleri hayvanları muhafaza için de, birtakım binalar inşa ediyorlardı. “Damlar”, “samanhaneler” bu amaçla yapılanlardandı. “Damlar”, hayvanların barınmalarını gerçekleştirmek, “samanhaneler” ise kışlık yiyeceklerini saklamak içindi. Köylüler, ayrıca, sahip oldukları mal ve erzakların muhafazası için “anbarlar” da kuruyorlardı.

Sinop’ta Seyyid Osman bin Abdullah’ın oturduğu Korıcak köyünde emlâk olarak bir “menzili (evi)”, ev içinde “küçük anbarı”, “samanhane”si; Gurezfat adlı köyde de “daireli bir evi”, “anbar”ı, “samanhane”si, “öküz damı” vardı.[5] Begcekarıhı adlı köy sakini Tutmakzade’nin ise köyünde fevkânî ve tahtanî (çift katlı) bir “menzil”i, bir adet “anbar”ı, köy evine bitişik bir “bahçe”si, Sinop şehri Arslan mahallesinde de fevkânî ve tahtanî bir “menzil”i ile “topraklı havlu”su ve “meyve ağaçları” bulunuyordu.[6] Karasu nahiyesi Şahaneköy’de oturan Ahmed bin Receb bin Hasan’ın da bu amaçla sahip olduğu biri büyük diğeri küçük, bir diğeri de harab (hurdedat) “üç menzil”i, ayrıca “samanhane”si bulunuyordu.[7] Çeharşenbe nahiyesi Çobanlar köyü sakini Misrî-zâde Osman Ağa ibn Mehmed’in de, köyünde biri yeni diğeri eski iki adet “menzili” ile mahsül ve samanlarını muhafazası için “anbar” ve “samanhane”si vardı.[8]

Bütün bu saydığımız mal, mülk ve yapılar, XVIII. yüzyılda köylülerin barınma şeklini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bunlar, muhteviyatlarıyla birlikte tamamen köylülere aittir. Köylü gerektiğinde onları satabilmekte, aile fertlerine miras olarak bırakabilmekte, herhangi bir durum dolayısıyla rehin olarak gösterebilmektedir. Ancak, köylünün, tereke kayıtlarından da anlaşıldığına göre, tarla satışlarına rastlanmamaktadır. Bu durum, köylünün işlediği toprakların mîrîye yahut vakıflara ait olduğunu, arazileri icarcı gibi işlediğini ortaya koymaktadır.

Köylü Ailesi

Köylü ailesinin yapısı, Osmanlı toplumunun diğer üyelerinin aile yapısından farklı değildir. Hukukî olarak da aynı saygınlığa sahiptir. Aile üyeleri, baba, anne ve çocuklardan meydana gelmektedir. Emmi oğulları, ailede miras sahipleri olarak yer almaktadır. Köylü ailelerin nüfusu, şehirlilerinki gibi, fazla değildir.[9] İncelediğimiz köylü terekelerinde, Tablo 1’de de görüleceği üzere, köylü ailelerinin çok geniş ve çok çocuklu aileler olmadığı dikkat çekmektedir. Bu durum Sinop’un idarî birim olarak kapsadığı bütün yerleşim birimlerinde gözlenebilmektedir. Bununla ilgili örnekleri çoğaltmak mümkündür.[10]

Köylü ailesi içinde eşlerden birinin ölümü halinde, diğerinin, daha sonra yeni bir evlilik yapması söz konusudur. Sinop’un Karasu nahiyesine bağlı Şahaneköy adlı köy sakinlerinden iken ölen Arab Ahmed’in (veya Arab Ahmed bin Receb bin Hasan), Meryem adındaki ölen ilk eşinden sonra, Hadice binti Nasır Kethüda Hatun’la evlenmesi buna işaret etmektedir.[11] Ancak bu uygulamanın dönemin Osmanlı toplumunda ne derece yaygın olduğu konusunda kesin bir rakam ve yüzde oranı vermek zordur.

Köylü ailesi içinde dikkat çeken bir husus da kimsesiz kalan bir çocuğa mahkemece güvenilir birinin vasi tayin edilmesidir. Vasî tayin edilen şahıs, kimsesiz kalan çocuğun haklarını ve mallarını korumakla görevlidir. Bunlar hizmetleri mukabilinde belli oranda vakıf malından günlük vasilik ücreti almaktadırlar.[12] Sinop’un Karasu nahiyesine tâbi Şahaneköy’nden Ali bin Mansur bin Mansur adlı çocuğa mahkemece (kıbel-i şer’den), Mahmud Beşe ibn el-Hac Şaban “vasî” tayin olunmuş ve bu şahıs, mahkemede, amcasının oğlundan (emmi-zâdesinden) çocuğa intikal eden miras haklarını, amcası oğlunun eşinin vekîline karşı korumuştu; bu maksatla Sultan Bayezid-i Velî Hazretleri Vakfı “cabi”sini dava ederek çocuğun hakkını almayı başarmıştı.[13]

Köylü kadınlar, mahkemede, ölen kocalarından kalmış terekedeki mehr-i müecccel ve mu’accele haklarını almak için, dava açma ve kocasının terekesinden bu haklarının tahsil edilmesini isteme hakkına sahiptiler. Açılan bu davalar sonunda onlar, haklarını elde edebiliyorlardı.[14]

————————————————————————————————

.[5] Bk. Sinop Şer’iye Sicili (SŞS), Nu: 86, sene 1157-1160, s. 43, belge: 267, belge tarihi: Zilkade başları 1157

[6] Bk. SŞS, Nu: 86, sene 1157-1160, s. 51, belge: 281, belge tarihi: Zilkade başları 1157.

[7] Bk. SŞS, Nu: 89, sene 1149-1152, s. 70-71, belge: 77, belge tarihi: 14 Zilkade 1149.

[8] Bk. SŞS, Nu: 86, sene 1157-1160, s. 29, belge: 245, belge tarihi: Cemaziyelevvel’in sonu 1158.

[9] Şehirlilerin aile nüfusları hakkında bk. İbrahim Güler, “Bir Osmanlı Şehrinde XVIII. Yüzyıl Aile Hayatı Üzerine Tesbitler: Sinop Örneği”, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü X. Millî Türkoloji Kongresi (25-27 Eylül 1998), İstanbul, s. 6-7; Baskı ve dizin hatalı olmakla birlikte bk. Aynı müellif, “Sinop’ta Medenî Durum:”, Tarih ve Düşünce, Sayı: 2001/03 (Mart 2001, İstanbul), s. 24-27.

[10] Sinop kazasının Karasu nahiyesine bağlı Begcekarıhı adlı köy sakinlerinden olan Tutmakzade diye bilinen Mustafa bin Abdurrahman’ın, terekesinin hak sahipleri arasında sadece eşi Aişe binti el-Hac Hasan ile kendi adını taşıyan küçük oğlu Abdurrahman vardı. (Bk. SŞS, Nu: 86, sene 1157-1160, s. 51, belge: 281, belge tarihi: Zilkade başları 1157.) Ayrıca, Çeharşenbe nahiyesine bağlı Çobanlar adlı köy sakinlerinden Misrî-zâde diye tanınan Osman Ağa bin Mehmed’in terekesinin hak sahipleri arasında da sadece eşi ve küçük oğulları Mehmed ve Ömer bulunuyordu. (Bk. Aynı defter, s. 29, belge: 245, belge tarihi: Cemaziyelevvel’in sonu 1158.). Yine Karasu nahiyesi köylerinden Şahaneköy’de oturan aslen Bozok kazası ahalisinden ve Arap taifesinde olan Ahmed bin Receb bin Hasan’ın terekesinin hak sahipleri arasında ise, sadece eşi Hatice binti Nasır Kethüda ile emmioğlu olan Ali bin Mansur bin Mansur vardı ve bu tereke sahibinin hiç çocuğu yoktu. (Bk. SŞS, Nu: 89, sene 1149-1152, s. 70-71, belge: 77, belge tarihi: 14 Zilkade 1149). Sinop merkez köylerinden olan Korıcak sakini Seyyid Osman bin Abdullah’ın da, terekesinin hak sahipleri arasında sadece büyük oğlu Seyyid Mustafa ve büyük kızı Aişe ve ismi belirtilmeyen bir diğer kızı bulunuyordu (Bk. SŞS, Nu: 86, sene 1157-1160, s. 43, belge: 267, belge tarihi: Zilkade başları 1157). Bu örnekler, sadece yukarıdaki Tablo-1’ de gösterilenlerdi.

[11] Bk. SŞS, No.: 89, s. 68-69, belge: 81, belge tarihi: 15 Zilkade 1149; Aynı defter, aynı belge; Aynı defter, s. 69-70, belge 79, belge tarihi: 15 Zilkade 1149; Aynı defter, s. 69, belge: 80, belge tarihi: 15 Zilkade 1149.

[12] Vasîlik hakkında teferruat için bk. İbrahim Güler, “Bir Osmanlı Şehrinde XVIII. Yüzyıl Aile Hayatı.”, s. 7-10; Baskı ve dizin hatalı olmakla birlikte, Aynı müellif, “Sinop’ta Medenî Durum:”., s. 25-26.

[13] Bk. SŞS, N° 89, s. 69-70, belge: 79, belge tarihi: 15 Zilkade 1149.

[14] Karasu nahiyesi Şahaneköy oturanlarından iken ölen Arab Ahmed’in eşi Hadice binti Nasır Kethüda, çocukları da olmadığından, kendisi gibi miras hakkı bulunan kocasının amcasının küçük oğlunun vasisi“ni dava edip, kocası üzerindeki 8000 akçelik mehr-i müeccel ve mu‘accele haklarının, kocasının terekesinden tahsilini Mahkeme’de istemiş ve bu isteği kabul görmüştü [Bk. SŞS, N° 89, s. 69, belge: 80, belge tarihi: 15 Zilkade 1149].

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

HAY’DAN GELEN HUYA GİDER

26.04.2023- Turan COŞKUN

Ermenicede (hay) kelimesi Ermeni demek (huyn) kelimesi de Rum demektir.

Yüz yıllar evvelinden yeniçeriliğin makbul olduğu devirlerde kapalı çarşı esnafı 4.500 civarında ticaret yapan ermeni esnaf

kuyumcusu, antikacısı manifaturacısı ayakkabıcısı akla gelen hepsinin bir korucu meleği bir yeniçeri ağası bulunuyor.

Hafta sonu cuma günü saat 5 gibi yeniçeri ağası mağazaya gelir hüsnü kabul görür kahvesini yudumlar çubuğunu tüttürür, haracını

alır kapıya kadar yol edilir ta ki öbür cuma akşamına kadar. o mağazaya başka bir yeniçeri ağası kesinlikle uğrayamaz.

Diğer tarafta istanbul’u bütün eğlence yerlerini rumlar çalıştırır gazinolar meyhaneler, barlar, pastaneler lokantalar çorbacılar

aklınıza ne gelirse yeniçeri ağaları Ermenilere den aldıklarını Rumların eğlence yerlerinde harcarlarmış.

Onları görenler bu değirmenin suyu nereden geliyor diyenlere

(hay) dan gelen (huyn) a gider derlermiş.

BİLKE NOT: Bu gün de kullanılan söz, hala anlamını yitirmemiş. Hay, hayat anlamında canlı ve diri demektir. Hayat, hayvan aynı kökten kelimelerdir.

Anlam kolay “İYİ İNSAN OLMAK” “HAK YEMEMEK” gibi seçkin değerlere yerini bıraksa. Güç, TOPLUMDA DENGE SAĞLAMAK için kullanılsa. Meydan çıkarcılara kalmasa. HALK SEÇİM YAPMA BİLİNCİNE ERİŞSE…

KONU HAKKINDA Sinan ONUŞ SPUTNİK TÜRKİYE’DE neler yazıyor:

“Bir rivayete göre ‘hay’ Ermeni, ‘huy’ da Ermenicede Rum mânasında imiş ve söz Ermeni’nin kazandığını Rum alır, Türk’e nasip olmaz demesine gelirmiş. Büyük bir ihtimalle ‘hay’ gibi ‘huy’ da ‘elfaz-ı savtiye’dendir veya ‘nida’dır.”

“Bir asla bağlamak da mümkündür: Lügatlarımızın Farsça olarak gösterdikleri ‘haya huy’un çalgıcı şamatası, ‘haya hay’ın ise matem feryadı demesine geldiğine bakılınca atasözü kelimelerde değişiklik yaparak ‘çalgı çağanak içinde kazanılan hayırsız para, matem iniltisine gider’ anlamını belirtmek istemiştir.”

“Nitekim çocukluğumda o darbımeseli daha ziyade sonunu getiremeyip perişan hale düşen hafifmeşrep kadınlarla muhtekirler, mürtekipler, kumarbazlar, hovardalar hakkında söylenirdi.”

“Türkçemizde nedense lügatlere geçmemiş ‘hayhuy’ kelimesi de vardır; ‘bir hayhuydur gidiyor’ şeklinde kullanılır ki gürültülü patırtılı, düzensiz, karmakarışık ve hesapsız kitapsız bir yaşama tarzına işarettir. ”

 
Yorum yapın

Yazan: 26 Nisan 2023 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , ,

ESKİ 23 NİSAN ve ACI BİR ANI

24.04.2023- Ayşe Yaşar SARIKAYA

Yaşım 19, Ordu ili Fatsa ilçesi Yeniköy-Sarıyakup Mahallesinde öğretmenim. Okul mevcudu 90, yeni  öğretmen atanana kadar tek öğretmenim. Okul iki derslikli olduğu için, öğrencileri sabahçı öğlenci yaptım. 1-2-3 sabah, 4-5 öğleden sonra devam ediyoruz. Eğitim öğretime sabah 8.30 başlıyoruz ve akşam 17.00′ de bitiriyoruz. Öğle arası da bayram için koro, halkoyunları çalışmaları yapıyoruz.   

Gönlümde,  öğretme aşkının ışığı  yanıyor. Bu ışığın sorumluluğu omuzlarımda kendimce çalışıyor, çabalıyorum.  Ev sahibimin kızı Gülsüm evlenecek. O zamanlar köylerde gelinlik adeti yok. Nasıl cesaret ettim bilmiyorum, ona gelinlik diktim. Maaş günü ayda bir Fatsa’ya iniyorum. ÇAMAŞ henüz nahiye, yürüyerek Çamaş’a oradan da cip ile Fatsa’ya gidiyorum. O zaman bu günün yolcu minibüsleri yok, 5 kişilik cipe  9- 10 kişi biniyoruz.

Gelinlik dikmek için Manifaturacıdan gerekli malzemeleri aldım. Dikiş makinesi buldum, teyel, prova derken makinada diktim.    Köyde ilk defa bir kız, düğününde gelinlik giymiş oldu. İlçeden etamin de almıştım, genç kızlara etamin üzerine kanava işlemesini öğrettim. Sabahtan akşama kadar okuldayım, akşamı da boş geçirmiyorum. Okulda tiyatro, koro, halk oyunları çalışmayı da sürdürüyoruz. 1976 Nisanında, köylünün ilgi ile katılım sağladığı çok güzel 23 Nisan Bayram kutlaması yaptık.

4. sınıfta gözleri şimşek gibi pırıl, pırıl parlayan Ali ve tatlı kız kardeşi Ayşe, bu gün de gözlerimin önünde. Ayşe’ye bayram için prenses giysisi dikmiştim. Ali, sobaların yanmasında, odunların kesilmesinde, okul nöbetlerinde, bir yerden alınması gereken ihtiyaçlarda en yakın yardımcımdı.

Bir gün biz sınıfta ders yaparken, dışarıdan sesler geldi. Dışarı çıktım ve baktım.  Köyün adamları, hep beraber hasta taşıyorlardı. Ali ve Ayşe’nin annesi fındık bahçelerken kaza geçirdiğini öğrendim. Dere tarafında bir tarlada fındık diplerini kazarken, tepeden üstüne kocaman bir kaya yuvarlanmış. Tarladan alınıp dereden köye gelene kadar aradan 2 saat geçmiş. İlçeye götürülecek, köyün ileri gelenleri, sen de bizimle gel dediler. Bindik cipe gidiyoruz. İlk hastaneye gidene kadar 1 saat daha geçti, yani 3 saat zaman kaybedildi. Hastada hareket yok, sadece nefes alıp veriyor. Çocuklar gözümün önüne geliyor, ne yapsam da anneleri kurtulur, kime gitsem ne yapsam diye düşünüyorum. Hastaneye geldik, atladım hemen acili harekete geçirdim, sedye geldi, hastayı içeri aldılar. Hastayı röntgene, gerekli tahlillere hazırladım. Hayatımın ilk deneyimlerini yaşıyordum. Sonra doktor, ameliyata alacağız, üstündekileri çıkar ameliyat giysisini giydir dedi. Ameliyata hazırlarken hastanın yarasını çok yakından gördüm, yüzünde kocaman bir yarık vardı. Giysisini çıkarırken yarık açıldı. Çok etkilendim, daha ok gençtim. İyi olmasını umut  ederek hazırladım. Hastanın eşi, annesi ve ev sahibimle birlikte sonucu bekliyorduk.  15-20 dakika sonra çıkardılar. Bize  tam teşekküllü bir hastaneye götürün dediler.  Artık anlaşılmıştı, hasta beyin kanaması geçiriyordu. Hastayı tekrar giydirdim ve hazırladım.

Eşi hastayı doktorun tavsiyesi üzerine Samsun Hastanesine götürdü, ben akşam köye döndüm. Ali ve Ayşe’ye ne diyecektim. İçim sızlıyor, yüreğim dayanmıyordu. Onlar benden iyi haber bekliyordu. Eve gittim, gözlerimin içine bakıyordu çocuklar. 

Çocuklar, anneniz güzel bir hastaneye gitti, baban ilgileniyor, bize haber verecek. Bekleyelim, dua edelim iyi haber gelsin dedim. Hayatımın en zor anıydı.   Sanıyorum hepsi 6 kardeştiler. Çocuklarla göz göze geldikçe içim yanıyordu.

Ertesi günü köye cenaze geldi……….

Ali ve Ayşe ile bu gün karşılaşsam, zaman sıfırlanır ve ben o günlere geri dönerim eminim. Ali şimdi İstanbul’da iyi bir işte çalışıyor. Telefonla bana ulaştı, konuştuk. O beni unutmamış, ben de onu unutmamıştım. Öğretmenim sizi unutmadım dediğinde sesi, eski acı anıları saklayamıyordu. Yaşadığımız olay, ikimizde de derin izler bırakmıştı.

1975- 76 öğretim yılı SARIYAKUP KÖYÜ-Yaşar SARIKAYA

Not: 1975-76 yılı toplu fotosu yoktu, foto Küplüce köyü öğrencileri ile

 

Etiketler: , , , , , ,

HAN VE YOLCU

18.04.2023-Aktif felsefe ANKARA (onedio)

Günlerden bir gün, zamanın ünlü bir bilgesi hükümdarın sarayının kapısına geldi. Muhafızların hiçbirisi saygıları nedeniyle onu

durdurmaya çalışmadı. Bilge, sonunda hükümdarın tahtında oturduğu odaya girdi. Ziyaretçisini hemen tanıyan kral saygıyla ayağa

kalkıp sordu:

“Ne istiyorsun? Sana nasıl yardım edebilirim?” 

“Bu handa uyuyacak bir yer istiyorum” cevabını verdi bilge. 

“Ama burası han değil ki” dedi kral hafif kızgınlıkla, “Benim sarayım.” 

“Sorabilir miyim: Senden önce bu sarayda kim yaşıyordu?” 

“Babam. O öldü ama.” 

“Ondan önce kim yaşıyordu?”

“Büyükbabam. O da öldü.” 

“O zaman burası insanların kısa bir süreliğine gelip kaldığı, sonra da terk edip gittiği bir yer demek ki. Neden ona han

demeyeyim?

alıntı

İki kapılı bir han diye boşa dememiş VEYSEL. Kimler geldi kimler geçti, bu sözler şairlere ilham oldu. Bilse de insan, doymazlıkta yine ısrar etti. BİLKE

 
Yorum yapın

Yazan: 18 Nisan 2023 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

TİLKİ İLE KEKLİK

13.04.2023-Ferudun KAHRAMAN

Bir tilki, av için dolaşırken bir keklik görür ve karşısına geçip durur. Kekliği hayranlıkla seyre dalar. Tilkinin bu halini gören keklik:

-Hey can dostu, ne gördün de böyle hayran bakarsın? Der. Tilki:

-Ey güzeller şahı, şu senin şehla gözlerine yandım ve yaman bakışlarına kandım. Çok güzelsin, Allah güzelliğini bağışlasın. Acaba gözlerini yumunca da böyle açık olduğu gibi güzel ve tatlı mısın? Lütfedip bir defa da öyle görünerek bir ân da öyle seyrettirseniz. Keklik:

-Ne olacak! Deyip gafletle gözlerini yumar. Tilkinin, gözlerini seyredeceğini umar. Tilkinin maksadı onu avlamaktı, hemen şahin gibi sıçrayıp kekliği kavrar.

Keklik neye uğradığını anlar. Sabredip bir kurtuluş yolu düşünmeye başlar. Tilkiye:

-Ey bilgili avcı ve sihirli oyuncu! Sana yüzlerce aferin ve binlerce övgü. Bravo! Haberin olsun ki, ben şahlar lokması ve padişahlar yemeğiyim. Fakat Hak Teala beni sana kısmet etti. Evvela bu nimete şükret. Sonra iştahla ve huzurla ye, der. Tilki:

– Evet, doğru olanı budur, deyip şükretmek için ağzını açar. Keklik hemen tilkinin ağzından kurtulup uçar. Tilkinin keyfi kaçıp:

– Lanet olsun, nimeti yemeden şükredene! Der. Keklik de:

– Lanet olsun, uykusu gelmeden gözünü yumana! Diye karşılık verir.

 
Yorum yapın

Yazan: 13 Nisan 2023 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , ,

ZELA TEYZE ( SİNOP KADINLAR CEZAEVİ)

08.04.2023- Hikmet KARA

“Kadınlar Mahpushanesi” sırtını Ünlü Sinop Kal’asına yaslamıştı.

Orada çalışan bir Gardiyan anne vardı, ismi Zela ,Teyzemizdi .Görevli olduğu zamanlar ona Yoğurt getirirdim. O, kapı gözünden beni görür, ağır kapıyı açar ,beni içerdeki odasında tahta bir sandalyeye oturtur, bakır yoğurt bakracını boşaltır, yıkar ve bakracı verir ,parayı cebime sıkıştırırdı .

Nereden geldi ise aklıma , sonra demir parmaklı pencerelerde kadınlar bana bakardı, el sallardı kimisi .

Okula daha başlamamıştım. O kadar kadın neden oradaydı bilmiyordum. Pencere pervazına dirseklerini dayamış bu kadınlar donuk donuk bakarlardı.

Ben onların çocukları yok sanırdım , bana hiç el sallayıp seslenmediler……

HİKMET KARA

YAZI VE FOTO SİNOPE DİOGENES FACE SAYFASINDAN ALINTIDIR

 
Yorum yapın

Yazan: 08 Nisan 2023 in eski sinop

 

Etiketler: , , , , , , , ,

Wilhelm Von Rubruck’un SİNOP GEZİSİ “YIL 1253-55”

05.04.2023- Süreyya Eroğlu-A. Alev Direr Akhan- Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2013 17 (1): 257-272

Resim 2: Jules Laurens, Sinop

  1. bölüm13. ile 15. yüzyıllar arasında yazılmış seyahatnameler;


Sinop adının geçtiği en erken tarihli seyahatname, Wilhelm Von Rubruck’un 1253-55 yılları arasında Moğolistan’a yaptığı

seyahatini anlattığı eserdir (resim:1).

Rubruck, detaylı bir Sinop tasviri yapmaz, sadece genel bilgiler vermekle yetinir.

“Majestelerine bildiririm ki,1253 senesi, Mayıs ayının yedisinde, Mare Majus ya da Büyük Deniz diye bilinen Pontus Denizi’ne

girdim. Tücccarlardan öğrendiğim kadarı ile 1400 mil uzunluğundadır ve ortalarına yakın bir yerde kuzey ve güney olmak üzere 2

bölümdür. Güneyde Selçuklu Sultanının bir kalesi ve limanı olan Sinopolis, kuzeyde ise şimdilerde Latinlerin

Gazaria adını verdikleri bir bölge vardır. Ancak Yunanlıların kıyı bölgelerini istilasından sonra bu bölgeye Cesaria anlamında

Cassaria denilmektedir. Burada güneydeki Sinopolise doğru bir çok burun bulunmaktadır. Cesaria ve Sinopolis arası 300 mildir,

her iki şehir, Constantinapole’e 700 mil mesafede bulunmaktadır, yine doğuda İberya’ya yani Georgia ya 700 mil uzaklık vardır.

(5) cümleleriyle izlenimlerini aktarır.

ARAŞTIRMA: Yaşar SARIKAYA

5) “Be it known then to your Sacred Majesty that in the year of our Lord one thousand two hundred and
fifty-three, on the Nones of May (7th May), I entered the Sea of Pontus, which is commonly called
Mare Majus, or the Greater Sea, and it is one thousand four hundred miles in length, as I learnt from
merchants, and is divided as it were into two parts. For about the middle of it there are two points of
land, the one in the north and the other in the south. That which is in the south is called Sinopolis, and
is a fortress and a port of the Soldan of Turkia [=the Seljuk sultan of Rum]; while that which is in the
north is a certain province now called by the Latins Gazaria [=Khazaria; the modern Crimea], but by
the Greeks who inhabit along its sea coast it is called Cassaria, which is Cesaria. And there are certain
promontories projecting out into the sea to the south toward Sinopolis; and there are three hundred
miles between Sinopolis and Cassaria, and so there are seven hundred miles from these points to
Constantinople in length and breadth, and seven hundred to the east, which is Hyberia” [=Iberia],
that is to say, the province of Georgia.” Bkz. Rubruck, F.W. (1990) . His Journey to the Court of the
Great Khan Möngke, 1253-1255, London

 
Yorum yapın

Yazan: 05 Nisan 2023 in Uncategorized

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,