RSS

Aylık arşivler: Temmuz 2020

CAFER SARIKAYA ANILAR

30 TEMMUZ 2020-BİLKE

ASKERLİK

18 yaşımda evlendim, cicim ayların devamında sıra geldi vatani göreve. Asker olup evden ayrıldım. O zamanlar elbiseyi askerlik şubesi veriyordu. Potinler dar geldi ve ayaklarımı yara yaptı. Tam da Gerze’nin panayırı idi. Şube askerleri toplayıp vapurla yol verecekti. Elbiseyi giymeden önce 1-2 gün Gerze’de kaldık. Panayır olduğu için Gerze’nin bütün sokakları plak ve davul zurna sesleri ile yıkılıyordu. Benim isteyip de hiç görmediğim bir manzara. Tam tamamına özgür olmuşum ve kendimi müziğe kaptırmışım, şarkı türkü ne çalarsa söylüyorum. Tanıdıklardan bazıları beni görmüşler ve Cafer’e ne olmuş sanatçı gibi sokaklarda türkü söylüyor diyorlarmış.

Neyse  bu coşkulu hava çok sürmedi, şube bizi Tarı vapuruna bindirdi.  Vapur İstanbul’da askerlerle dolmuş. Trakya, Ege, İstanbul derken askerleri toplayarak Karadeniz’e açılmış ve hep birlikte gidiyorduk. Bütün kamaralarda askerler balık istifiydi. Vapur şehir kasaba geçse de hiç bir iskeleyi geçmiyor. Her yere uğruyorduk. Gel zaman git zaman 3 günlük yolu bir haftada varabildik. Trabzon’a 3. Orduya ait olan askerleri indirdiler. Değirnmendere mevkiinde, 3 gün içtima eğitim ve talim atışlarını yaptık.Eline silah almayan bir kişi olarak hedefi tam vurdum. Çok güzel bir Türkçesi olan bir Amerikalı subay vardı, bana “hedefi tam vurdun aferin ” dedi ve bir paket palmel sigarası verdi. Evde sandığa koy çok güzel kokar dedi. Eğitimin sonunda 45 gün sonra bizi sınıflara ayırdılar. Benim sınıfım aslında piyadeydi. Başarı gösterdiğim için muhabereye aldılar.

Değirmendere’de Boztepe mevkii bambaşka koskoca bir alandı. 143. Piyade alayı,çok kalabalıktı. Yemek ve yatak işleri,temel ihtiyaçlar zordu, tuvaletimiz bile yoktu. Kepçe geliyor, boş bir alana uzunca bir ark yarıyor, gece olunca asker buraya tuvaletini yapıyordu. Asker içine düşmesin diye su matarası misali içi gaz yağı dolu gaz lambası bırakılıyordu. Su yoktu taharet yapılmıyordu. Çamaşırlarımızı tatil günü derelerde yıkıyorduk. Bir gün hiç unutmadığım bir dönüş ve çıkış olayı ile karşılaştım. Tabaklarımız elimizde yemek için kuyruktayız. Elimdeki tabak dörtgen alüminyum, 20-15 cm ve tel saplarını elle tutuyoruz. Kuyrukta beklerken arkadaki biri elindeki dürülü çamaşırlarını benim aşıma attı. Atan kişiyi gördüm. Ben de ona elimdeki tabağı attım. Bir de üzerine çullandım. Çocuk fena halde ağlıyor. Ne de olsa köylü delikanlıyız, ufak tefeğim ama yaptığının altında kalmadım. Çocuk şehirli, anasının kuzusu ben hem tabağı attım, hem de üzerine çullandım. Çocuk ağlıyor da ağlıyor. Sivaslı uzun boylu çavuş beni ve çocuğun ağladığını gördü. İkimizi de koğuşa götürdü, arkadaş ağladığı için bana dönüp “ulan burasını dağ başımı sandın” diyerek destekleme bana bir salladı ama gözlerimde şimşekler çaktı. Askerde yiyip de unutamadığım asker dayağı buydu.

Değirmendere ve Sarıkışladaki eğitim sonrası kalabalık asker grubuna muhabere kursu verdiler. Ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum, ama orada da büyük oranda başarı aldım ki kursun sonunda beni Erzurum’daki uzman çavuş kursuna ayırdılar.  Erzurum’a gitmeden önce kaledeki kursumuz esnasında telli telsiz hatlar nedir hiç öğrenmedik. Kuru pil sulu pil öğrenmedik, usta asker bizim gibileri bulunca hiç eğlenmeden durur mu. Usta askerler acemilerin eline mikrofonu veriyor cereyan akımına bağlıyordu. Bu sefer acemi askerin elleri titremeye başlıyor, usta olanlar da gülüşüyorlardı. Ben usta olunca hiç kimseye öyle şaka yapmadım. Ve de takılmadım.

Burada başarı göstermeme rağmen takım komutanımız üsteğmen Ali Rıza İleri hem beni severdi hem de üsteğmen Şevket Kuleli benimle samimi diye sık sık bana tokat atardı ama bana fotoğrafını verdi. “Cafer biliyorum  bu fotoğrafımı sana veriyorum beni sevmen için değil bana küfür etmen için veriyorum demişti”.  Üsteğmen Şevket Kuleli ise Rizeli bir subaydı, adam beni çok severdi. Alayda ün salmıştı, büyük küçük Şevket Bey diye tanınır sevilirdi, hiç kimseyi  de takmayan birisiydi.

Kalede beni hatlı muhaberede başarı gösterince hatsız muhabere yani mors kısmına ayırdılar. Burada öyle ilerledim ki tabur komutanının telsizine verdiler. Manipleyi öyle kullanıyorum ki dakikada 80- 100  üzerinden alma  ve gönderme yapabiliyorum. Bu başarımın sonucu 3. Ordudan tek kişi olarak Erzurum’daki kursa gönderdiler. Erzurum’un kavak denilen yerde yatıyor, yemeği de kursun mareşal hastanesinin  yanındaki kurs binasında görüyorduk. Bir yandan 1. 2. ve 3. Ordulardan seçme gönderilen kursiyerlerin sayısı 50-60 kadar olduk. Kurs hocalarımız çok iyi kimselerdi bizlere şanslı olduğumuzu söylüyorlardı. Kurs tamir atölyesi çok değişik genel anlamda tamirat ve tadilat montaj işlerini yürüten bir yerdi. Kursumuz devam ederken bir gün kurs hocamız bizi topladı, “çocuklar çok üzgünüm atölyeyi Erzincan’a kaldırıyorlar, sizleri de kıtalarınıza  gönderiyorlar” dedi. Kursun istikbalini iyi gördüğüm için ben babama mektubumda o zamanlar Kore’ye asker gönderiliyor gidebilr miyim diye babama sordum. Babamdan gelen cevap görevini bitir ve köye gel oldu. Köyden benim ayrılmamı kesinlikle istemiyordu. Öyle  olunca kurs da dağıldı Kore’ye gitmeme de izin olmadı.

Bulunduğum kıtadan iyi bir telsizci olmam nedeni ile beni Artvin’e göndermek istemediler. Yazı ile durumu bildirdiler. Oradan gelen cevapta ise onbaşı Cafer”in sınır alayına ve sınır alayının dokunulmazlığı olduğu için kıtamda kalamayacağımı bildiren cevaptan sonra beni Artvin’e gönderdiler. Oraya gidince bazı eski arkadaşlarda karşılaştım. Havamız gayet iyi, iyi kötü bir de onbaşı rütbesi var. Bir de bana bonservis vererek, direk santralde görevlendirdiler. Havadaki durum ve rahatımız Trabzon’dan çok daha iyi. Bir ara Rus sınırındaki arkadaşların günleri bitmiş tezkereleri gelmiş. Onlar başkaları ile değiş olacak. 1 asteğmen 1 çavuş ve bir onbaşı 15-20 tane askerin yer değiştirme görevi bizlere verildi. Dağ taş düştük yollara seyyar mutfak var, her türlü ihtiyaç yanımızda. Tam bir askeri disiplin içinde yol alıyorduk. Dağa sapınca gece yolu şaşırdık. Zifiri karanlık, önümüzü zor görüyoruz. Köpek ve horoz sesleri dinliyoruz. O da yok. Nihayet sola doğru bir ev bulduk. Yol soruyoruz Gürcüce biliyorlar, zar zor anlaşabildik. Nihayet karakola varabildik. Rus sınırında Diyaban karakolunda askeri değiştirdik.

Askeri koğuşumuz şehre yakın muhit küçük 211. Sınır alayının tabur bölükleri ve karargahın  tam teşekküllü alayı biz şimdi muhabere bölüğündeyiz. Bölük komutanımız yüzbaşı Cavit Tunç  üsteğmen Şevket Kuleli takım komutanı, üsteğmen Ali Rıza İleri. Ben Ali Rıza üsteğmenin takımındayım. Adamın benimle arası hiç yok. Çok tokadını yedim. Sonradan öğrendik sebep Şevket Kuleli Rizeli ben de Karadenizliyim, adam kopuk mu kopuk efe hiç kimseyi takmıyor, beni de çok seviyor. Diğer subaylar nöbetlerinde hep ders yaparlar, askerler sevmezlerdi. Rizeli komutana gelince çağırır çalgıcıları sabaha kadar vur paylasın çal oynasın askere moral verirdi . Ali rıza ise bu adama çok gıcık olurmuş. Ali Rıza üsteğmen bana fotoğrafını verirken “ikimiz de birbirimiz sevmiyoruz, bu fotoğrafı bana küfür etmen için veriyorum”derken komutana kızdığı için sanki hıncını benden çıkarıyordu.

Trabzon’da da  asker arkadaşı olduğum bir terzi vardı.  Yüzü sanki Zeki Müren’e benziyordu. Arkadaş hem terzi hem de güzel bağlama çalıyordu. Ben Artvin’e gelince gene karşılaştık. Bana da yeni elbise verilmişti,elbise bol geliyordu. Ona elbiseleri düzeltmesi için verdim. Ama düzeltmeyi bırak adeta ilgi çekici bir vaziyette yapmış, beni görenler kıyafetime imreniyordu. Neyse bir sabah eğitimine çıktık, mola verildi ben bir kenarda ayaklarım üstünde çömelmiş vaziyette iken bizim üsteğmen asteğmen ve bir de yüzbaşı bana doğru geliyorlar. Ayağa kalkıp selam durdum. Yüzbaşı başımdan kepi aldı kendi başına koydu. Şevket üsteğmene soruyor nasıl yakışıklı mıyım diye. Biraz eğlendiler ve “sana bu elbiseyi kim dikti “diye sordular. Ben de söyledim, o arkadaşla birlikte onun istediği saatte üsteğmenin huzuruna geldik. Arkadaş çok korktu. “Ulan bu elbiseyi sen mi diktin” dedi, “evet komutanım” dedi. “Derhal aldığın parayı geri ver” dedi Benim de kıçıma dayak vurdu. Biz çıktık. Ama ben de o elbiseyi öylece eskittim. Ama terzi çok güzel diktiği için herkes kıyafetini ona yaptırdı.

Sonra Şevket Bey beni izine gönderdi, izinden önce oğlum Mehmet’in dünyaya gelişini komşumun oğlu Şükrü’den öğrenmiştim. Evde karım çocuğum var biliyorum, eve geldim yoklar. Onlar eve geldiler, benim de iznim bitti. Asker ocağı bana uğurlu geldiği için rahatım  çok iyiydi. Çok kilo aldım, izinden dönünce iskelet gibi geri döndüm. Şevket komutan beni seviyor hediye beklermiş. Tilkilik kaşında ben kotra  nedir nereden bilecem.

 

29 Mayıs için tiyatro hazırlandı. Önemli rol için beni seçtiler, çok mutluydum. Başarı ile tiyatromuzu gerçekleştirdik

Nihayet teskere geldi ve ben eve döndüm. Ev eski tas eski hamam. Evde karı yok çocuk yok. Hanım babasının evine gitmiş. Babam bana git karını çocuğunu getir dedi. C.SARIKAYA

 
 

Etiketler: , , ,

SİNOP BURNU SEKİZ YÜZ ADIM

27.07.2020-BİLKE

Yaşar SARIKAYA

Sinop BOZTEPE yarım adasının ucunun, sekiz yüz adım genişliğinde bir dil olduğunu biliyor musunuz? Eski araştırmacılar ve bilim insanları bu günlere bıraktıkları belgeler, günümüze ışık tutmaktadır. Bu gün hala o belgelerden yararlanıyoruz.

Kaynak: KARADENİZ KIYILARI TARİH VE COĞRAFYASI- MİNAS BIJIKYAN- 1817-19-İKİNCİ BÖLÜM

“Sinop’un Boztepe(Grekçesi Karapi) denilen yarımadası ucu sekiz yüz adım genişliğinde bir dildir. Denildiğine göre bu dil, vaktiyle açık olduğundan kaleye gitmek için karadan bir köprü yapılmış. Kayıklar da bir koydan diğerine geçerlermiş. Dilin çevresi onsekiz mil olarak hesaplanıyorsa da kale üzerinden ölçüldüğü takdirde o kadar tutmaz. Dilin üzerinde Seyit Bilal Tekkesi denilen meşhur bir ziyaretgah ve mezarlık gördük. Orada iyi bir su dahi vardır. Yakınında bir köşesi Ağliman’a, biri kaleye, diğeri de  limana bakan üçgen şeklinde bir harabe vardır ki bunun bir şapel’e ait olması muhtemeldir. Romalılara ait mezarlar  aynen kalmış olup buradan çok defa eski taş ve sikkeler çıkarılır.”

Vaktiyle açık olduğu anlatılan ve üstüne köprü kurulan oluşumun hangi tarihte olduğu konusunda bilgi yoktur. Strabon kitabında Sinop’un 2 burnunun, bu günkü gibi olduğundan bahseder açıklıktan söz etmez. Strabon’un doğum tarihi M.Ö. 63, ölüm tarihi M.S. 23 yılıdır. O tarihlerde bu oluşumun olmadığı açıktır. Yüksek köylerde araştırma yaparken, görenler dağ kayalarının içinde gemi zincirlerinin bağlandığı demir halkalar olduğunu anlattı. BIJIKYAN ‘IN “mışlı geçmiş” zamanla naklettiği bilgi, eski zamanlarla ilgili olabilir.

Sinop çevresine vuran rüzgar ve dalgalarla bir çok mağaranın varlığını kaynaklardan öğreniyoruz. Güçlü dalgaların, burunun en dar yerini doldurduğu ve akıntının kum kapıdan girip ceza evi altına doğru yol bulup aktığını anlamak mümkün. Doğal olan mevsimsel olay mı yapay yapılmış kanal mı konusunda bilim insanlarının bilgisine ihtiyaç vardır. Jeolojik zamanlara göre, karalar ve suların oluşumları ile ilgili bu gerçekler, jeoloji uzmanlarınca değerlendirilir.

Kumkapı’da, kale surlarının denizle birleştiği yerde, taşla örülerek kapatılan duvarın, yukarıda anlatılan “dilin açık olan yeri” olabilir mi düşüncesi akla gelebilir. Sinoplu olarak kalelere zarar verilmemesi, doğal yapının bozulmaması hepimizi ilgilendirir.

PALA kültürü konusuna dikkat çektiğim araştırmalarımı 2010 yılında yayınladım. Yüksek köylerde karşılaştığım tarihi doku  ve bulgular ne yazık ki define arayıcıları tarafından tahrip edildi. Bakanlık başvuruma hemen cevap gelmesine karşın, Sinop’ta iş çok yavaş ilerledi. O zamana kadar da kalıntılar tahrip edildi.

Strabon, Sinop’u Karadeniz’in cenup sahillerindeki en meşhur ve en ehemmiyetlisi sayar. Mela  da Sinop’u, Amissus ile beraber bu havalinin en meşhur iki şehri olarak gösterilir.

Sinop yine güzelliklerine  kavuşsun, yine önemli bir il olsun. BİLKE

 

 
Yorum yapın

Yazan: 27 Temmuz 2020 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , ,

BABA NOTLARIN ROMAN OLMALI

23 TEMMUZ 2020

Samsun Medical Park Göz kontrolünden sonra  

Babam, hayatının detaylarını en ince ayrıntısına kadar yazmış. Bu ifadeler 1930 doğumlu biri için çok değerli. Ben, anıların bazı bölümlerini o hasta iken kendisine okumuştum. Çok mutlu olmuştu. Okumadığım bölümleri şimdi okuyorum. Babamın yazıları sanki dile geliyor ve bana “bu notlar kesinlikle roman olmalı”diyor.

Anıların, kent-köy gerçekleri, çalışma ve azmin sonuçları  açısından insanlık dersi niteliği taşıyacağını düşünüyorum. Kaybettiğimiz değerler, çalışmak ve üretmek konusunda gelecek nesillere ışık tutacaktır.

Anıları takip edenler için bazı bölümleri Cafer SARIKAYA ANILAR KATEGORİSİNDE yayınlamaya devam edeceğim.

Yaşar SARIKAYA

BABAMIN ANILARINA DEVAM

Kezban hem akrabam, hem de köyün en gözde kızlarındandı. Onunla evlenmek canıma minnetti ama dokmazadan[1]  geliyordum.  “Üveylik var geçim olmaz,  sonra hepimizin başı ağrır” dedim.

Esasen benim köyde durmaya gönlüm yoktu. Yaşım daha 18’di ve okumak arzum hala devam ediyordu. Aile sorumluluğu almak istemiyordum. Babamın gencecik yeni eşi, bir sürü yeni çocukları vardı. Evde benim yerim,  bu nüfusun  bakımını yapmak ve onları mutlu etmekti. Yani anlayacağınız benim hayatıma hayat denilmezdi. Bütün işler ve hizmetler bana bakıyor, evlenirsem de eşim benim gibi bu düzene mahkum olacaktı. Herkes benim bu evlilik işinden bu yüzden korktuğumu biliyordu.

Benim evlilikteki çekimser tavrım, babalığımın kulağına da gitmiş. Kezban’ın babası bizim eve geldi ve benimle görüşüp benim gerçek fikrimi anlayıp dinlemek istedi. Ve bana “bizim kulağımıza hoş olmayan sözler geliyor eğrilik ve doğruluk bunun neresinde” diye sordu.

Ben görüşümü açık açık söyledim. Şöyle ki “ben dışarı gitmek istiyorum 2 ayak 4 olunca çoluk çocuk olacak yani bana ayak bağı olacaklar” dedim.Böyle olduğu takdirde köyden dışarı gidemeyeceğim, köy kalabalık, üveylik var, tarla bağ bahçe çok, köy işleri bana ve eşime kalacak. İyi bir geçim olacağını düşünmüyorum. Evlilik geleceğime engel olacak. Hem Kezban’ın geleceği bana göre daha parlak görünüyor. Onu bizden daha rahat ettirecek aileler gelin olarak istiyor.  Niçin hem benim hem onun başı ağrısın. Üstelik Kezban benim akrabam, birlikte yetiştik. Ben onunla gelecek düşündükçe bir çıkar yol bulamıyorum” diye cevap verdim.

Ama büyükler karar vermişler beni dinlemediler. Yazımın 21. Sayfasında babamın beni gelip Sinop’tan almasına değinmiştim. Ne güzel Sinop’a kaçmış, adada kendime bir düzen kurmaya çalışıyordum. Babamın beni almaya geliş nedenini şimdi daha iyi anlıyordum. Bunun başını bağlayalım bir daha köyden kaçmasın diye benim önümü kesiyordu. Babamın emeli gerçekleşse de sonuçta gene benim dediğim olacaktı.

Büyükler bana hiç sormadan işe karar vermişlerdi. Bir ara ben bizim evde, yüklük dolabında bir çift kundura görmüştüm. Başka yeni eşyalar da vardı. Meğer gelin urbası imiş. Ben ne kadar ”evlenmem, ben kendimi zar zor idare ediyorum” desem de beni dinlemediler.

Nihayet bir kış günü öyle bir kar yağıyor ki o biçim. Sözüm ona güya bizim düğün kuruluyor. Birkaç kişinin beraberliğinde bizim Kezban Hatun bir at üstünde evimize geldi, hoş geldi sefa geldi. Gelişinde de epeyce kar getirdi, gelen üç beş kişi evde birazcık patırtı gürültü yani düğün yaptılar ve kızlarını bırakıp gittiler. Babam bizim imam nikahımızı yaptı, herkes yerli yerine çekildi.

Bizim evde ocak gündüzden beri yanıyordu, ocakta kor ateşi boldu. Ev sıcaktı, dışarıda kar yağmaya devam ediyordu.

Kezban ve ben ilk defa baş başa kaldık. Ben 18 yaşındayım, Kezban ise 17 yaşında bir genç kız.  O, lafı hiç uzatmadan direk konuya girdi “duyduğumuz bazı şeyler var, eğer sen gene aynı şeyleri düşünüyorsan hiç benim günahımı alma. Beni köyde bırakıp şehre kaçacaksan bunu bilelim. Biz zaten akrabayız, ben geldiğim gibi geri dönerim. Yok, eğer anlaşıp karı koca olacaksak Birbirimize söz verelim ve birbirimize sahip çıkalım” dedi.

Cafer SARIKAYA ANILAR

[1] dokmazadan gelmek: aldırmıyor gibi yapmak anlamında kullanılr. Dokmada yani midesi tok biçimi bu şekilde kullanılmıştır.

 
 

Etiketler: , , ,

SİNOP KÖYLERİNDE 1940’LI YILLAR

16 TEMMUZ 2020-BİLKE

 CAFER SARIKAYA ANILAR

Zamanımızda atmosfer olsun iklimler olsun her şey çok değişti. Mesela çocukluğumda çok fazla kar yağardı. Bir yağdı mı aylarca kar çiğnerdik. Hayvanların bakımları zorlaşır, gün olur saman yetmez bazen de suları dahi masal olur. Ben, hayvan sulamak için bizim evin önünden akan dereden faydalanırdım. Suya ulaşmak için, karı delip tünel gibi ark açardım ve öyle su çekerdim. Evin çatılarından sarkan buzlar tam tamına büyük pırasa gibi sallanırdı. İnsanın başına düşse öldürebilir büyüklükte olurdu.

Köylerimizin yazı da çok sıcak olurdu. Yengem erik bahçemizden erik pestili yapardı. Pestil karaca erikten olursa üf tadına diyecek olmazdı. Bizim bahçenin eriklerinin tümü karaca olduğu için, gayet hoş ve tatlıydı. Ama onu da bol bol yiyemezdik. Çünkü pestil yapılır kışa saklanırdı. Önce erikler toplanıp olgunlaşması beklenir, olgun erikler yıkanıp kazanda kaynatılırdı. Sonra kalburdan geçirilir, 20-25 cm eninde, boyu en az 3 metre olan uzun tahtalara serilirdi. 5-10 tane tahtanın üzerine serilen erikler bir buçuk cm kalınlığında dökülüp güneşlenirdi. Yağmur,taş, toprak ve pislikten korunması gerekiyordu. Kuruduktan sonra bir bıçak yardımıyla rulo helinde katlaya katlaya toplanırdı.

Pekmez yapımı daha farklı ve ayrı bir işlemdi.  Meyvenin olgun olması  önemliydi, pestile göre pekmez daha fazla kaynatılırdı. Meyveler kazanda kaynatılır ve bir çuval içinde düzen dediğimiz düz bir  tahtaya yerleştirilirdi. Çuval, 80-90 cm eninde 1.40 veya 1.50 cm uzunluğundaki düzene yatırılır ve üzerine gene bir tahta daha konurdu.  Baskı ile çuvaldaki kaynayan meyveler cırgana ile sıkılır  bundan sonra uzun süre kaynatılır ve pekmez kıvama gelince ateşten alınırdı.

Şimdi pestil pekmez derken kendi arayışlarım ve buluş   becerilerim de beni çok meşgul ederdi. Mesela o zamanlar ben hiç tutkal kullanmadığım gibi adını dahi duymamıştım. Bu günkü gibi basın medya da yok, sadece yaşarken gördüklerimizi biliyoruz. Tutkal konusunda hiç bir fikrim yok. Nereden ve nasıl aklıma geldi bilmiyorum, erik ağaçlarındaki sakız gibi maddeyi biliyorum, ağaçlarda çok olduğunu görüyorum. Doğal olarak biriktirip saklasam, bekleyince kuruyordu. Yapışkan özelliğini, bazı işlerimizde kullanmayı düşünüyordum.  Ben ağaçtaki sakızları  top top topladım ve bir kapta kaynattım. Merhem kıvamına gelince tam oldu diyordum, ama olmuyordu.  O zaman, 15 yaşlarındayım, elimizde olan şeylerle yeni bir şeyler icat etme duygum vardı.

Bir de kemik işini işlemeyi düşündüm. Mesela hayvan tırnaklarını  ve de boynuzlarını işlemeyi tasarladım bu işler için bilgi ve görgü lazım. Dahası takım ve tezgah lazım. Ama hiç biri yok. Ben kömüş boynuzlarından tarak yapıldığını duymuştum. Ben de tarak yapabilirim düşüncesiyle işe başladım. Zayıf bir ateşle yani gaz ocağında kaynatmaya başladım istenilen hararet olmayınca sonuç alamadım. Bu arada mahalleyi koku bastı, her zamanki gibi “Cafer gene madik çıkarıyor” dediler.  Bunu da beceremedim.

Dahası da var kafama takılanlar arasında ama, işten güçten kendi düşüncelerimle ilgilenecek zaman yok.  Birbirine bitişik büyük kayaların yüzeyinde nokta nokta çiçek gibi yosunu andıran bizim kına dediğimiz yosunlar var. Biz köyde bunları kayalardan kazıyıp su ile karıştırarak kına yakardık. Bu kınalar benim kafamı çok meşgul ederdi. Yani kına imalatı yapmak gibi ve dahası da var.

Köy ormanlarında kızılcık ağacına benzeyen bir ağacın meyvesi içinde yuvarlak boncuk taneleri tespih ve kolye üretimi için zihnimi meşgul ederdi. Gene dağlarda salep toplayıp para kazanmak gibi daha başka değerlerin de değerlendirilmesi gibi fikirlerim vardı. Mesela her mevsimde olmasa bile mantar çeşitlerimiz o kadar çok olurdu ki köy evini mantarlarla doldururduk. Bunların kurutulup  kışa saklanması, ticaretinin yapılması beni düşündürürdü.  Mesela ormanda çam ağacından kesilen köklerden dışarıda ve toprak içinde olanlar sonra çıra olurlar. Bunlara da kafamı çok yorardım. Çünkü bu çıra olan kökler un haline getirilip sıkıştırılıp paketlenir ve sobada yakılabilir diyordum. Hayvan gübresi için de kurutulup toz halinde gübre olarak değerlendirilmesini düşünürdüm.

Herkes, çok faydasız şeylerle uğraştığımı düşünür ve hep benimle alay ederlerdi. Yıllar yılları kovalarken hani derler ya biz çıkalım kerevetine şimdi bizim de kerevetimizi anlatalım. “26” numaralı sayfada kalmıştım. Gübük dayının Osman Cafer sana diyeceğim şu ki, babanla babalarımızın araları iyi. İkisi de bana Cafer’in ağzını yokla dediler. Biliyorsun Kezban’ı köyde çok isteyen var. Herkes peşinde, Cafer de Kezban da yetiştiler. Bu kızcağız dışarı ele gideceğine biz bunları baş göz edelim.diyorlar.

Cafer SARIKAYA -ANILAR

 

 
 

Etiketler: , , ,

SONUÇ ODAKLI ÇALIŞMALARIMIZ

14 Temmuz 2020-BİLKE

BİLGİSAYARLARIMIZ GELDİ

Toplumsal dengenin korunması için  hassas bir ayar ölçer olsa ve tüm insani dengeleri sağlayabilseydi diye düşünmüş olanlarımız çoktur. Derneğimiz,  dengenin sağlanması konusunda unutulan ve yok olan değerlerimiz, kaybedilen insani değerlerimiz, toplum yapısındaki ekonomik dengesizlik, bilinç kazanımlarında kayıpların telafisi üzerinde sonuç odaklı çalışmalarını sürdürüyor.

4K PROJESİ (KÖY KENT KÜLTÜR KÖPRÜSÜ) kapsamında yürüttüğümüz çalışmalar, saydığımız amaçları hedeflemektedir. Bir insanın suçu köyde doğmak olabilir mi? Bilindiği gibi, insanın bilinç seviyesi çevre, aile, eğitim…..gb. daha bir çok temel argümanlarla beslenmektedir. Kent sınırları içinde mutluluğumuzu yaşayalım, kendi işimize bakalım da diyebiliriz. Köyde yaşayan ve köyden göçenlerin eğitim ve bilinç potansiyeli konusunda duyarlı da olabiliriz.

Yıllardır bu konuda farkındalık yaratmaya çalışmaktayız. Duyarlı üyelerimiz, liseyi bitiren ve bilgisayarları olmayan gençlerimiz için önemli  bir çalışma yürüttüler. Şehnaz TEZCAN’ın organize ettiği çalışma için kendisine ve arkadaşlarına Yönetim Kurulu olarak teşekkür ediyoruz.Bilgisayarlar, gerekli kontroller yapıldıktan sonra başarılı öğrencilerimize teslim edildi.

Gençlerimizin becerileri ve yardımları ile paketler açıldı, kontroller yapıldı. Yardımları için genç arkadaşlarımıza da teşekkür ediyoruz. Dernek salonumuzun içinde yardım malzemelerimiz de hazır ve araç beklemedeyiz. Fotoğraflarda görülen paketler Dikmen Sosyal Yardım Vakfı için hazırlanan kolilerdir.

Sonuç odaklı çalışmalara devam ediyoruz.

BİLKE

 

 
Yorum yapın

Yazan: 14 Temmuz 2020 in PROJELER

 

Etiketler: , , ,

KENDİ GÖÇTÜ NOTLARI KALDI

11 Temmuz 2020- BİLKE

CAFER SARIKAYA ANILAR

Günün birinde baş müfettiş okulunuza gelmişti. Bizim de tam paydos saatimizdi. Topluca paldır küldür dışarı çıkarken  ben müfettiş beyi gördüm. Onun ilgisini çekmek geldi aklıma. Gözüne girmek istiyordum. Çünkü okumam için yardımı olacağını düşünüyordum.

Üzerine tir tir titrediğim yeni çantamı arkadaşın birine uzatarak nazik ve kibarca ”arkadaşım lütfen çantamı tutar mısın” diye çantamı arkadaşa uzattım. Bu hitap karşısında müfettişten beklediğimi almıştım. O da bana “çocuğum kimin oğlusun sen” dedi. Benden önce arkadaşlar “Şuayıp ağanın oğlu” diye cevap verdiler. Bana tekrar tekrar “aferin” dedi, “çocuğum sen akıllı birisin bizler yardımcı olalım seni Kastamonu öğretmen okuluna gönderelim” diye devam etti. Müfettiş, bizim öğretmen ve babamla konuşmuşlar. Ama oracıkta kalmış hatta babam konuşulanları bana da söyledi. Ama ne çare ki ilerisini okumayı bırak, beşi bitirip okul diploması bile alamadım. Yıllar sonra Bafra’da çalışırken diploma gerekti. O zaman Bafra İlköğretim Müdürlüğünden almıştım. Sırası geldiğinde bu konulara değinirim. Çünkü Bafra’ya kaçışım da ayrı bir maceradır.

Bu yazdıklarımın hepsi gerçek, hepsini acısıyla tatlısıyla yaşadım. Yaşım şimdi 70’e gidiyor, bu anılar hala aklımdan çıkmıyor. Maksadım kimseyi suçlamak değil. Zamanla babam da bizleri sevdi ve hepimiz için sevgi doluydu. Rahmetli Mahire kardeşimiz çok küçüktü. Onu kucağına alıp sever ona türküler söylerdi. Benim anam yok, o zamanlar babam beni de sevse ne olur diye içimden geçirmiştim.

Gene hiç unutmadığım bir olay da babamla çifte gitmiştim. Öğle vakti olunca hem hayvanlar hem de biz acıkmıştık. Babamın yiyeceği ayrı olurdu. O yiyeceğini önüne alıp yiyor ben de yiyeceğimi kendi önüme alıp yiyordum. Bir ara bana içimden gülme geldi, kendimi tutamıyorum. Babam “ne var da gülüyorsun” dedi.  Ama ben kendimi tutamıyorum, sürekli gülüyorum.  Oturduğumuz yer biraz yüksekti. Kayadan doğru aşağıya inen soğanı bahane ettim ” soğan yuvarlandı da ona gülüyorum” dedim. Babam beni dövmedi ama çok kötü azarladı.

Değirmen arkası dediğimiz tarlamız vardı. Ben deha çok küçüğüm, babam beni ve  Mehmet abimi tarlaya götürdü. Tarlanın sağında solunda temizlenmesi gereken çalı çırpı  ağaçlık ve ormanlık vardı. Köyde bu işe kökleme deriz. Biz köklenecek olan ağaçları kökler tarlayı temizleriz. Alanlar daha evvelinde temizlenmediğinden,tarlada toprağın içinde bayağı derinde bulunan kayaların temizlenmesi gerekirdi. Bu işleri abim ve ben yapmaya çalışırdık. Bir seferinde hiç  unutmuyorum tarlada bulunan büyükçe bir kayayı çıkarmaya çalışıyoruz . Tarlada biraz bayır büyük küsküler yardımıyla tam yarım gün uğraştık. Bu uğraşıdan sonar kayayı aşağıdaki dereye yuvarlamalıydık. Kayanın büyüklüğü su değirmen taşından da büyüktü. Uğraşa uğraşa küskülerle aşağıya doğru iterken kaya birden yuvarlansın mı. Mehmet abim kayanın üzerinde kaldı, kaya gittikçe süratleniyor. Neredeyse abimi altına alıp ezecek. Ben abim ölecek diye bağırıyorum. Babam ve benim yapabileceğim bir şey yok. Ben ağlıyorum, bağırmaya devam ediyorum. Neyse ki abim bir yolunu bulup atladı.ve kendini kurtardı. Çok şükür deyip tehlikeyi atlattık.

 
 

Etiketler: ,

EKMEK VAR KATIK YOK MİSALİ

08.07.2020-BİLKE

ELDEKİ VARLAR

Popüler kültürün janjanlı albenili renkli dünyası, sanki karşımızda Don Kişot’un yel değirmenleri gibi duruyor. Herkesin kendi yaşamını merkez kabul edip, dışındakileri de yok sayma normu, galiba günümüzde toplumsal bir alışkanlığa dönüştü.

İsteyip, eleştirip kılını kıpırdatmayanlar için söylenen HELVA YAPSANA türküsü geliyor aklımıza.  Yoktan var edenler de var, varı yok edenler de. Her çeşitten insanın bir arada yaşadığı dünyada, deveran edip duruyoruz.

Galaksi sistemleri, uyum içinde birbirine çarpmadan dönerken, insanlar da uyumu yakalasa ne güzel olurdu. Uyum içinde sürdürülen çalışmalar beklentisiyle, yararlı sonuçlar alma çabamızı sürdürüyoruz.

 

2020 Ocak ayında, Dikmen Sosyal Yardımlaşma Vakıf müdürü ile görüşüp, yardımlarımızın amacına uygun olarak teslimi için çalışma başlatmıştık. Araya PANDEMİ sürecinin girmesi ile projeye zorunlu olarak ara verdik.

Normalleşme süreci başladığı için, Temmuz ayında Özel İdare Genel Sekreterliğinden yardım talebimiz oldu.  Yardım kolilerinin Dikmen ilçesi Sosyal Yardımlaşma Vakfına teslim edilmesi için araç gerekiyordu. Vakıftan alınan bilgiler ışığında, koliler, aile ve köy isimleri belirtilerek hazırlandı. Genel Sekreter Sayın Yahya ÇINKIL, araç talebimize olumlu cevap verdi.

Vakıfla görüşme süreci, yardım organizasyonu, kolilerin hazırlanması tamamdı. Ekmek var katık yok misali, eldeki varları bir araya getirdiğimizde, yeni bir yok ile karşı karşıya kalıyorduk. Araç temin edebilirsek yardım kolilerini ulaştırabileceğiz.

Yaşar SARIKAYA

 
Yorum yapın

Yazan: 08 Temmuz 2020 in paylaşım projesi

 

Etiketler: , , ,

FİDANLAR AĞACA DÖNMELİ YURDUMDA

04 Temmuz 2020

ZEYTİN “ZEYTİNCE” KONUŞUR 

açık alana dikilen çelikler de filizlendi

Binlerce yıldır Sinop tarihine tanıklık eden zeytin ağaçları, bizlere tarihin canlı mirasıdır. Günümüze kadar canlılığını sürdürmeye çalışan zeytinlerden Şubat-Mart aylarında alınan çelikler Sinop Belediyesi serasında kapalı ve açık alanlara dikildi. Kapalı alanda özel olarak hazırlanan toprağa dikilen çelikler gibi, açık alana dikilen zeytinler de beklenilenin üstünde olumlu sonuçlar verdi.

sera kapalı alandaki zeytin çelikleri

Tohumlar fidana

Fidanlar ağaca

Ağaçlar ormana

Dönmeli yurdumda

Çocukluğumuzun bu şarkısı dillerimize yerleştiği gibi, gönüllerimizde de taht kurmuştur. Zeytin ile zeytince konuşmak başlığı kimilerini şaşırtmış olabilir. Ama doğada, her varlık ile onun dilinden konuşmaz mıyız? Yaralı, hastalıklı zeytin ağaçları önce küstü, sonra konuştu ve sesini duyurdu insana. Sevincimize ortak olmak isterseniz videomuzu izleyebilirsiniz.

Projemizin aşamalarını Sinoplular da görsün, bu projeye sahip çıksın istiyoruz. Bu çelikler biraz büyüsünler, toprağa dikilecek. Bakımını Belediye Park ve Bahçeler Müdürlüğünde çalışan Emriye TEKİN sürdürüyor. Güzel bakıldıkça daha çabuk büyüyecekler. Ellerine sağlık Emriye TEKİN. Sinop’ta her bahçeye yetecek çelikler üretmek dileğiyle proje tüm Sinoplulara hayırlı olsun.

Yaşar SARIKAYA

 

 

 
Yorum yapın

Yazan: 04 Temmuz 2020 in sinop zeytini

 

Etiketler: , , ,

CAFER SARIKAYA-ANILAR

01.07.2020-BİLKE

BABAMIN NOTLARI

4 sene önce

Daha sonraları babamın ve Gübük dayımın dostlukları ilerledikçe ebemin rızası olmadan Hatibin Kör Yusuf’a  zorla veriyorlar. Bu zorlu evlilik  ne kadar sürdü bilmiyorum, biz gelelim eski meşe evine. Babam Gübüge diyor ki “meşe evini alıp sökeceğim, ben burada senden fazla hakka sahibim.” Sendin bendim derken iş nerelere açılıyor. Bir ara, ikisi yukarı oluktan aşağı doğru bizim eve gelirlerken Gübük belinden bıçağını çekti babamın sırtına sapladı.  Sonra Gübük dayı sapladığı bıçağı çekip çıkardı. O ayrı bir taraftan gitti,  babam eve geldi. Yaralarını birilerine sardırdı. Ben onların yanında neden ve nasıl bulunduğumu hatırlamıyorum. Hiç bir şeyle meşgul olduğumu bilmiyorum. Oynuyordum desem köy çocukları zaman bulup oyun bilmezler. Hele benim gibi hiç çocukluğunu yaşamayanlar nereden bilsin oyunu. Çatı metti kaç etti diye bir oyun vardı, şehirde uzun eşek diyorlar, işte o oyunu küçükken oynardık.  eğer boş bir anım olur da babamın yanında olsam, hemen bana “git yüzünü yıka” derdi. Yani sen burada boş boşuna durma der gibi. Yengeme( üvey annem) gelince o da her işi benden bekler beni postalardı. Unutamadığım ve çok ağladığım taraflar, küçük kardeşlerimin bakımı, temizliği bana kalırdı.

Ben ne işler yapmazdım ki,  Bulaşık  yıkardım, evi silip süpürür, aş ve çorba pişirirdim. Evimizde su yok, çeşmeden su çeker hayvanların yiyeceklerini samanlıktan çekerdim. Damları temizler, hayvanları kaşır tımarlarını yapardım. Tavukların inlerini rahat etsinler diye ustalıkla temizler, kışın soğuktan korunmaları için onlara sıcacık yerler hazırlardım. Kürt sepetine yumurtaları toplar merakla onları istif ederdim. Kürt sepeti dediğimizi, elekçiler satardı. Onlar 3-5 kuruş kazanmak için sulak yerlerde bulunan sazlıkları toplayıp sepet yaparlardı, o zamanlar plastik yoktu. Sepetler çamaşır koyma meyve toplama bir çok ihtiyaçlar için kullanılırdı. Biz bu günün teknoloji nimetlerini köyde hiç görmedik. Çocukluğumuz çok sefalet içinde geçti. Üstte yok, başta yok. Ya yalın ayak ya da çarık, onlar da öyle bol bolamaç değil. Biz yeni bir çift çarık bulursak, çarık süslü olsun diye bağına dikişine çok önem verirdik. Giydiğimiz bazı şeyler erkek kız diye far etmezdi. Bazen tepesini delip ayak bileklerine kadar uzun gömlek giyerdik. Kış günü banyo zordu, dolap hamamlarımız vardı soğukta ayda bir yıkanılırdı. Yaz gelince de göl ve derelerde yıkanırdık. Köye okul ve öğretmen gelmesi bazı yeniliklerin   gelmesine sebep oldu. Okulda el ayak ve tırnak temizliği gibi yeni temizlik alışkanlığı getirdi. Bizler okula yaşımızda gitmedik. 10-11 yaşlarında falan okuldaydık.  1942 yılı köyümüzde okul açıldı. Öğretmenimiz Rasim ALCAN köyümüzün insanıydı, kendi köyümde okul açmak istiyorum demiş ve köyümüzde okul açılmıştı. Okul, bizim tarlamıza yapıldı.

Babamın köyde olmadığı bir zaman komşu köyden birisi 3-5 tane okul çantası getirmiş. Evinin nazlı çocuğu olan arkadaşlarım çantaları kapıştılar. Ben imrenerek bakıyorum, adam ” baban beni ben babanı iyi tanırım sana kızmaz al bu çantayı”  dedi. Ben de kaptığım gibi doğru eve koştum. Neredeyse sevincimden çıldıracağım. Çantayı, kapıdan girenlerin görecekleri  bir yere çivi bulup çaktım, çantayı da çiviye astım. Üzeri kirlenmesin diye bir şey bulup örttüm, her tarafını değil canım. Herkes görsün diye sevincimi paylaşmak istiyorum. Yengem başladı homurdanmaya, masraf etmiş diye söylenip durdu. Fiyatı da pek öyle büyük ücret değildi. Sanırım 2 lira falan, belki de babam ona az bir para verdi, ya da hiç vermedi. Daha sonra adamdan 2 tane sandalye satın aldı. O zamanlar sandalyeyi kim tanır. Herksin evinde 30-40 cm uzunluğunda 25-30 cm genişliğinde bir tahta parçasını 2 ayak üzerine çiviledin mi oldu sana sandalye. Sonraları sana bana bir oturak çoğu evlerde ise odaya keşikleri kullanılırdı. Bu güzel yıllarıma çantam güzellik katmadı.değil. çünkü artık epeyce sivrildik, etrafa hava atmaya başlıyoruz.okulda kızlar var. Kızlardan göz kırpan, yanaşmak isteyenler gençlik işte. Ben geleceğimin peşindeyim. Ama gözümün az çok takılmadığı yok değildi.

Okulda bir müsamere oynadık, çok da güzel olmuştu. Veli dayı isimli bir piyesti. Ben köy ağası olmuştum. Başımda kalpak, belimde kuşak, üstüne yelek, köstekli saat, duvarda mavizer ve gaz lambası asılı. Döşenmiş odada Veli dayıyı temsil ediyorum. Mustafa Kuş da Ayten Öğretmen oldu. Üzerinde uzunca bir entari vardı. İsmail çolak ve daha çok arkadaşlar sahnede birlikteydik. Piyes 3 perde idi. Köylüler büyük ilgi göstermişti. Çok hoş oldular ve gelecek için de hoş dileklerde bulundular. Tabi köylülerin hoş olmasıyla hem öğretmenimiz  hem de bizler hoş olmuştuk.

Cafer SARIKAYA-ANILAR

 

 
 

Etiketler: , , , ,