29.01.2021- BİLKE -SİNOP EŞKİYASINI YAKALAMA GÖREVİ OĞLUNA VERİLİYOR
(1) Aşağıda, özeti yapılan Sinop yöresine ait eşkıya hikâyesinin üç nüshası mevcuttur:
“Rıza Nur
İl Halk Kütüphanesi K. 47488;
Milli Kütüphane K.1635; Seyfettin Özege Koleksiyonu
K.5926” Araştırmamıza esas teşkil eden hikâyenin Rıza Nur İl Halk Kütüphanesindeki
nüshası, 22 Eylül 1339 (1923) tarihinde Sinop Matbaasında ve Osmanlıca olarak basılmıştır.
Kitap, -ön söz de dâhil- 66 sayfadan oluşmaktadır.
Kitap kapağının arkasında, Mehmet Senai’ye ait “M.S.” rumuzlu “Bir İki Söz” başlığıyla bir
ön söz bulunmaktadır. Burada yazar, doğduğu yere ait hissiyatını (Senai 1923, s.4) paylaşır:
“Doğmuş olduğum Sinop belki havası, suyu itibarıyla gayr-ı sıhhî, hayat-ı içtimaîyesi itibarıyla herkesçe arzu
olunmayan bir yer olabilir. Fakat ben orayı çok severim. Orada duyduğum sükût ve inşirahı başka memleketlerde kendi odamda bile duyamam. Oranın insanları başkaları için belki çok aksi (somurtkan) çehreli kimselerdir.
Fakat benim için o kadar güler yüzlü, o kadar ruh-ı aşinadırlar (tanıdık kişilerdir) ki; başka memleketlerde
senelerce bir sakf (çatı) altında yaşadığım, kendilerine kalbimi açtığım dert ortaklarımda bile o kadar samimiyet
göremem çünkü Sinop benim doğduğum, hayata gözlerimi ilk açtığım, ilk senelerimi yaşadığım ve ilk
ihtisaslarımı (duygularımı) aldığım bir yerdir.”
KIRIK BİLEZİK
Sinop Jandarma Kumandanı Haydar Bey, yirmi seneden beri dağlarda gezen ve Sinop’un bütün köylerini titreten “Kurt” lakaplı şakiyi yakalamak üzere, Mülazım Nuri Efendi’yi görevlendirmiştir. Ona, “şimdiye kadar hiçbir müfreze kumandanına nasip olmayan bu işi başarması halinde, parlak bir madalya ile göğsünü süsleyeceğini hatta ölü yakalarsa beş yüz, diri yakalarsa bin lira mükâfat ile terfi de alacağını” coşkulu bir dille ifade eder.
Ardından da “Haydi, oğlum, göreyim seni! Bu, ilk göreviniz olacak. Allah muvaffak etsin. Dönüşünüzde
inşallah madalyayı göğsünüze kendi ellerimle takarım.” gibi teşvik edici sözlerle, genç mülazımı, gözlerini
parlatacak derecede cesaretlendirir. Ancak, mülazıma belli etmese de, şimdiye kadar takibe çıkmış
müfrezelerdeki pek az insanın geri gelebildiğini hatırlayınca, Sinop dağlarının müthiş “Kurt”una yeni bir av daha hazırlamış olmanın endişesine kapılır.
Bir saat sonra, güneş İnce Burunun arkasına doğru inerken, Mülazım Nuri Bey’in kumandasındaki yirmi kişilik süvari takip müfrezesi yola çıkmıştır. Mülazım Nuri Bey; Kurt Mustafa Çetesi’ne dair (yağız atlarıyla binicilik ve atıcılıkta çok usta oldukları, kartallardan başka canlı bulunmayan dağlarda yaşadıkları, en son takibe gelen müfrezeyi son askerine kadar perişan ettikleri… gibi) söylenen bütün efsaneleri bilmekle birlikte, böyle mühim ve tehlikeli takibin kendisine verilmiş olmasının gururuyla, müfrezesinin önünde ve şahlanan kır atının dizginini kasarak dumanlı dağlara doğru iftiharla ilerlemektedir.
İki üç saat yol aldıktan sonra, atları dinlendirmek için, gecenin karanlığında mola verirler. Orman içindeki bu
sükûnetli molayı, ufuktaki kızıl alevin ağaçlar arasında dalgalanışına karışan ve mısır patlağı gibi birbirini takip eden silah sesleri bozar. Görünüşe bakılırsa eşkıya Koçcuğaz köyünü ateşe vermiştir. On dakika sonra Mülazım Nuri Bey, tedbir amaçlı, yanına beş kişi alıp diğerlerini Ali Çavuşun emrine vererek köye doğru ilerlemektedir. Fakat sokağı döner dönmez büyük ağaçların altında yakılmış ateşi, etrafına çepeçevre
dizilmiş başlıklı, poturlu silahlı insanları görür. Bu haydut kıyafetli adamlarla beraber orada toplanmış çoluk
çocuk ve kadınlardan oluşan köy halkı, meydanlıkta büyük bir kalabalık oluşturmaktadır. Mülazım, şimdiye
kadar hiç görmediği bir köy düğününe denk gelmiştir. Mülazım, selam verdikten sonra, köylülerle sohbete dalar.
Köylünün “Fakir bir çobanımız vardı. Köy kızlarından biriyle üç senedir sevişiyorlarmış. Bu gece onları
birleştiriyoruz. Hani Ağamız olmasaydı evlenemezlerdi ya!” izahı, Nuri Bey’in bakışını, çınarın dibinde oturmuş beyaz başlıklı ihtiyar adama yöneltir. Posbıyıklı, yüzünün çizgileri ıstıraptan derinleşmiş bir adamın gür kaşları altından mülayim ve müşfik nazarlarıyla kendisini süzdüğünü fark eder; adamın dudaklarında hafif, tatlı bir tebessüm vardır ve gece boyunca, adamın o bakışları, genç Mülazım’ın üzerinden bir dakika bile ayrılmaz.
Tanyeri ağarırken ihtiyar adam, “Ahmet Ağa; bizim atları hazırlatıver!” nidasıyla oturduğu yerden kalkar ve
Mülazıma, “Bu sefer iyice görüşemedik! Seninle uzun boylu konuşmak isterim. Bizi yalnız bırakma!” diyerek
adamlarıyla birlikte düğün yerinden ayrılır. Bu esrarlı ve karışık hareketlerden hiçbir şey anlayamayan ve biraz da sabırsızlanan genç Mülazım, gidenin kim olduğunu sorunca, aldığı cevap karşısında irkilir: Kurt Mustafa! Hayret ve hiddetinden birkaç adım geri sıçrayan Mülazım,“Eyvah! Bana oyun ettiniz ha! Gösteririm ben size!” diyerek cebinden çıkardığı düdükle köy çıkışında bekleyen diğer askerleri de çağırır. Ardından, Kurt Mustafa ile görüşen ihtiyardan, onun Alasökü köyüne gittiğini öğrenince; Mülazım Nuri Efendi, müfrezesiyle birlikte ve tozu dumana katarak oradan ayrılır.
Alasökü’ye geldikleri zaman, Kurt Mustafa Çetesi’nin Sarıboğa istikametine gittiğini öğrenen Mülazım, onların
hayvanlarının da kendininkileri gibi yorulmuş olacaklarını tahmin ederek, “belki Tombul civarında
bastırabilirim” ümidiyle, müfrezesini o tarafa yönlendirir. Bir taraftan da, Kurt Mustafa’nın kendisiyle
vuruşmaktan kaçınmasının sebeplerini düşünmektedir.
Kurt Mustafa’nın Tombul’dan da çıktığını o yol üzerindeki Emir Halil köyünde öğrenen Mülazım, tam oradan
da ayrılacakken, köy ağasının istirahat teklifini kırmayarak, hayli yorgun düşen atlarını ve adamlarını burada
dinlendirmeye karar verir. Mülazım, adamlarını gösterilen evlere yerleştirdikten sonra, kendisi de ağanın evinde misafir olur. Ağa, “Kurt Mustafa’nın başka eşkıyalara karşı köylerinin muhafızı olduğunu, her sene köylünün hâsılatından ona ayırdığı hisseyle geçindiğini, jandarmayla çarpışmamak için onlardan hep kaçtığını, hükümetin bu adamı elde etmek için sarf ettiği gayretin beyhudeliğini” anlattıkça, Mülazımın zihnindeki düşünceler de karmakarışık bir hal almaktadır. Ağa, Kurt Mustafa’nın Mülazım için bıraktığı mektubu vererek odadan çıkar:
“Mülazım Efendi, bu akşam Tombul’da sizi bekliyorum. Ne insan ve ne de hayvanlarınıza bir zarar
getirmeyeceğimi söylemek isterim. Yalnız sizinle hususi olarak görüşeceğim.”
Tombul yolunda istirahat verdiği başka bir köyün ağasından da Kurt Mustafa’nın hakkında benzer iltifatları
duyan Nuri Efendi, hatta köylünün de onlarla birlik olduğunu anladığı için, bir baskına karşı askerlerinin tetikte olmasını tembihler. Kendisi de ayakta kalmak için dirense de, yorgunluk ve uykusuzluğa daha fazla
dayanamayan başı göğsüne sarkar ve hafif hafif horlamaya başlar.
Mülazım, alnına dokunan sıcak bir dudağın temasıyla uyanır: Kurt Mustafa! Hemen silahına davranır ama
karşısındaki adam silahsızdır ve teslim olmak için ellerini uzatmıştır. Mülazım, cebinden çıkardığı demir
kelepçeyi kendisine teslimiyetle uzanan Kurt Mustafa’nın iri bileklerine geçirdikten sonra, “Size Emir Halil’de
bıraktığım mektupla da haber verdiğim gibi, bence çok mühim şeylerden bahsetmek istiyorum. Bir iki saat kadar söyleyeceğim sözleri dinlemek lutfunda bulunur musunuz?” diyen adama şaşkınlıkla bakar ve başını “evet” anlamında sallar.
Kurt Mustafa, “bundan yirmi beş sene evvel bir dağ köyünde çobanlık yaparken çeşme başında gördüğü köyün ileri gelenlerinden birinin kızı Zeynep’e âşık olduğunu, onu istemeye gittiğinde babasından ağır hakaretler işittiğini, başkasıyla evlendirmeye çalışınca damadı öldürüp Zeynep’le kaçtıklarını, babasının onları yakalayınca birini hapse diğerini eve kapattığını, kendisi hapisteyken babasının işkencelerine rağmen Zeynep’in evladını dünyaya getirdiğini, Zeynep’in son nefeslerini verdiğini duyunca hapisten kaçıp ona yetiştiğini” sigara dumanına acının da karıştığı hırıltılı sesiyle anlatırken, Mülazımın yüzünde, az sonra kopacak bir fırtınanın öncesi durgunluğu vardı. Artık Kurt Mustafa’nın sözü nereye getireceğini tahmin etmekte; konuşmaya mecalsiz şekilde, dinlemeye de devam etmektedir:
“Zeynep’in son sözleri, ‘Şu beşikteki, bizim çocuğumuz Mustafa! Oğlumuzu kendin gibi bedbaht etmeyeceğine; onu zengin, kibar, tahsil görmüş bir efendi yapacağına ve evladımızın refahını kendine yegâne gaye edeceğine son nefesimde bana yemin ver!’ oldu. Köyümün kadınlarından on sene evvel bir balıkçıya varmış Halime isminde Sinop’ta oturan biri vardı. Zeynep’in öldüğünü, çocuğumu bakması için ona getirdiğimi, ihtiyaçlarını karşılayacağımı ama çocuğumun bilmemesi gerektiğini söyledim. Sonra da, Zeynep’ten hatıra bileziği kırıp bileziğin iki parçasından birini kundağın göğsüne, ötekini de kuşağımın arasına sokarak evden çıktım.”
Mülazımın dudaklarından, olanları şimdi anladığına dair “Ah, demek boynumda senelerden beri kıymetli bir
gerdanlık gibi taşıdığım kırık bileziğin esrarı bu imiş ha?” ifadesi dökülünce, kırık bileziğin diğer parçasını
elinde tutan Kurt Mustafa’nın ağlayan sesi işitilir: “Evet oğlum! O bilezik parçası sana katil, mahkûm, şaki
babanı tanımak için ananın bıraktığı bir yadigârdı.”
Beş dakika kadar ikisi de -hiçbir söz söylemedikleri gibi- en küçük bir hareket de yapmayarak öylece, hareketsiz, donuk nazarlarla birbirlerinin elinde parlayan kırık bileziklere bakarlar. Baba ile oğulun hıçkırıklar içinde birbirlerine sarılışı, Kurt Mustafa’nın bundan sonrası için yapılacaklara dair izahatıyla kesilir: “İşte yavrum, o günden sonra, senin için yaşadım ve yine senin saadetin için öleceğim. Yirmi seneden beri hiç kimsenin yakalamaya muvaffak olamadığı Kurt Mustafa’yı sen derdest edip hükümete teslim edecek ve mükâfatı da sen alacaksın.”
Mülazımın “Hayır baba! Benim için bu kadar fedakârlık etmiş, bu derece ıstırap çekmiş olan babamı cellâdın
eline teslim edemem. Nasıl ki sen benim için hayatını, gençliğini her şeyini feda ettinse ben de senin için
istikbalimi feda edeceğim.” şeklindeki feryadına rağmen, sesi ilk defa sertleşen Kurt Mustafa’nın kararı bellidir:
“Israr etme diyorum sana! Senin temiz hayatını kendi kirli hayatıma raptedemem, istikbalin için böyle olacak.
Ben öyle istiyorum. Babana itaatsizlik etmeyeceksin. Kelepçeyi bileklerime tak, jandarmaları çağır, yola
çıkalım; yoksa gürültü yaparak jandarmaları buraya kendim çağıracağım.”
Mülazımın tüm ısrarlarına rağmen Kurt Mustafa’nın istediği olmuş, kelepçe bileklerine geçirilmiştir. On beş
dakika sonra, önde Mülazım, arkada elleri kelepçeli olarak Kurt Mustafa evin kapısında görünürler. Köylüye
“Benim atımı getirsinler!” diye seslenen Kurt Mustafa, adamlarını da teskin eder: “Oğlum Ömer, arkadaşlarına söyle, dağılsınlar. Peşimize düşmesinler, haklarını da helal etsinler.”
Önden giden iki jandarma Kurt Mustafa’nın yakalandığını Haydar Bey’e haber verdiği için, büyük bir kalabalık, Rıza Efendi Türbesi’nin civarındaki kumluğa yayılmış, müfrezenin görünmesini beklemektedir. Nihayet “Geliyor, geliyor!” sesleri arasında, -Kurt Mustafa, elleri kelepçeli ve gözleri yerde bir şekilde ortalarında yürüdüğü halde- müfreze yaklaşmaktadır.
Jandarma kumandanı, genç Mülazımı kucaklar ve onu “Tebrik ederim, Nuri Bey Oğlum! Seni millet namına
tebrik ederim. Vatan, millet senin gibi gayretli gençlerin hizmetlerini unutmayacaktır.” sözleriyle takdir edip
madalyayı takarken, Kurt Mustafa’nın dudaklarında -oğlunun şerefini görmenin gururuyla- sadece Mülazımın fark edebildiği bir tebessüm vardır. Binbaşı ve arkadaşlarının tebrikleri arasında sıkışan Mülazım, akıntıya kapılmış bir kütük parçası gibi dairenin loş koridorlarından geçerken, arkasında jandarmalar Kurt Mustafa’yı, babasını getirmektedir
Kurt Mustafa’nın, oğlu Mülazım Nuri Efendi’ye sahip çıkmak için gösterdiği çaba ve hikâyenin sonundaki baba ile oğulun kavuşma anındaki duygusal yoğunluk; hikâyeyi bilinen eşkıya anlatılarının uzağında bambaşka bir konuma taşımıştır. Nitekim Kurt Mustafa’nın köylüye kol kanat germesi, jandarmayla çatışmamak için gizlenmesi, halka zulmeden başka eşkıyaların karşısında durması, köylülerin verdikleri yiyecek dışında hiçbir şeye el sürmemesi gibi durumlar; yukarıda söz edilen duygusal bağlamda ele alınırsa, hikâyedeki özgün tarafın temayla ilgili olduğu düşüncesini destekleyecektir.
Görülüyor ki “Kırık Bilezik” hikâyesi, iki yönüyle benzer örneklerinden ayrılmaktadır: Yazılı
halde olması ve bir eşkıya hayatının alışılmışın dışındaki hususiyetleriyle sunulması. Bu durum; benzer örneklerin tespit ve tahlilleriyle zenginleştirilirse, “eşkıyalık” kavramının – sadece toplumun genel kabulleri doğrultusunda değil- bireyin iç dünyası ve hayata iyimser bakışı yönüyle değerlendirilmesine kapı aralayacaktır.
akademik araştırma:
(PDF)Eşkıyalık Hikâyelerine Sinop’tan Bir Katkı: Kırık Bilezik -Veysel Ergin1