RSS

Aylık arşivler: Ocak 2021

MÜLAZIM VE EŞKİYA BABANIN HİKAYESİ

29.01.2021- BİLKE -SİNOP EŞKİYASINI YAKALAMA GÖREVİ OĞLUNA VERİLİYOR

(1) Aşağıda, özeti yapılan Sinop yöresine ait eşkıya hikâyesinin üç nüshası mevcuttur:

“Rıza Nur
İl Halk Kütüphanesi K. 47488;

Milli Kütüphane K.1635; Seyfettin Özege Koleksiyonu
K.5926” Araştırmamıza esas teşkil eden hikâyenin Rıza Nur İl Halk Kütüphanesindeki
nüshası, 22 Eylül 1339 (1923) tarihinde Sinop Matbaasında ve Osmanlıca olarak basılmıştır.
Kitap, -ön söz de dâhil- 66 sayfadan oluşmaktadır.


Kitap kapağının arkasında, Mehmet Senai’ye ait “M.S.” rumuzlu “Bir İki Söz” başlığıyla bir
ön söz bulunmaktadır. Burada yazar, doğduğu yere ait hissiyatını (Senai 1923, s.4) paylaşır:


“Doğmuş olduğum Sinop belki havası, suyu itibarıyla gayr-ı sıhhî, hayat-ı içtimaîyesi itibarıyla herkesçe arzu
olunmayan bir yer olabilir. Fakat ben orayı çok severim. Orada duyduğum sükût ve inşirahı başka memleketlerde kendi odamda bile duyamam. Oranın insanları başkaları için belki çok aksi (somurtkan) çehreli kimselerdir.
Fakat benim için o kadar güler yüzlü, o kadar ruh-ı aşinadırlar (tanıdık kişilerdir) ki; başka memleketlerde
senelerce bir sakf (çatı) altında yaşadığım, kendilerine kalbimi açtığım dert ortaklarımda bile o kadar samimiyet
göremem çünkü Sinop benim doğduğum, hayata gözlerimi ilk açtığım, ilk senelerimi yaşadığım ve ilk
ihtisaslarımı (duygularımı) aldığım bir yerdir.”

FOTO- Kurtuluş Savaşı Kahramanları

KIRIK BİLEZİK

Sinop Jandarma Kumandanı Haydar Bey, yirmi seneden beri dağlarda gezen ve Sinop’un bütün köylerini titreten “Kurt” lakaplı şakiyi yakalamak üzere, Mülazım Nuri Efendi’yi görevlendirmiştir. Ona, “şimdiye kadar hiçbir müfreze kumandanına nasip olmayan bu işi başarması halinde, parlak bir madalya ile göğsünü süsleyeceğini hatta ölü yakalarsa beş yüz, diri yakalarsa bin lira mükâfat ile terfi de alacağını” coşkulu bir dille ifade eder.
Ardından da “Haydi, oğlum, göreyim seni! Bu, ilk göreviniz olacak. Allah muvaffak etsin. Dönüşünüzde
inşallah madalyayı göğsünüze kendi ellerimle takarım.” gibi teşvik edici sözlerle, genç mülazımı, gözlerini
parlatacak derecede cesaretlendirir. Ancak, mülazıma belli etmese de, şimdiye kadar takibe çıkmış
müfrezelerdeki pek az insanın geri gelebildiğini hatırlayınca, Sinop dağlarının müthiş “Kurt”una yeni bir av daha hazırlamış olmanın endişesine kapılır.
Bir saat sonra, güneş İnce Burunun arkasına doğru inerken, Mülazım Nuri Bey’in kumandasındaki yirmi kişilik süvari takip müfrezesi yola çıkmıştır. Mülazım Nuri Bey; Kurt Mustafa Çetesi’ne dair (yağız atlarıyla binicilik ve atıcılıkta çok usta oldukları, kartallardan başka canlı bulunmayan dağlarda yaşadıkları, en son takibe gelen müfrezeyi son askerine kadar perişan ettikleri… gibi) söylenen bütün efsaneleri bilmekle birlikte, böyle mühim ve tehlikeli takibin kendisine verilmiş olmasının gururuyla, müfrezesinin önünde ve şahlanan kır atının dizginini kasarak dumanlı dağlara doğru iftiharla ilerlemektedir.


İki üç saat yol aldıktan sonra, atları dinlendirmek için, gecenin karanlığında mola verirler. Orman içindeki bu
sükûnetli molayı, ufuktaki kızıl alevin ağaçlar arasında dalgalanışına karışan ve mısır patlağı gibi birbirini takip eden silah sesleri bozar. Görünüşe bakılırsa eşkıya Koçcuğaz köyünü ateşe vermiştir. On dakika sonra Mülazım Nuri Bey, tedbir amaçlı, yanına beş kişi alıp diğerlerini Ali Çavuşun emrine vererek köye doğru ilerlemektedir. Fakat sokağı döner dönmez büyük ağaçların altında yakılmış ateşi, etrafına çepeçevre
dizilmiş başlıklı, poturlu silahlı insanları görür. Bu haydut kıyafetli adamlarla beraber orada toplanmış çoluk
çocuk ve kadınlardan oluşan köy halkı, meydanlıkta büyük bir kalabalık oluşturmaktadır. Mülazım, şimdiye
kadar hiç görmediği bir köy düğününe denk gelmiştir. Mülazım, selam verdikten sonra, köylülerle sohbete dalar.
Köylünün “Fakir bir çobanımız vardı. Köy kızlarından biriyle üç senedir sevişiyorlarmış. Bu gece onları
birleştiriyoruz. Hani Ağamız olmasaydı evlenemezlerdi ya!” izahı, Nuri Bey’in bakışını, çınarın dibinde oturmuş beyaz başlıklı ihtiyar adama yöneltir. Posbıyıklı, yüzünün çizgileri ıstıraptan derinleşmiş bir adamın gür kaşları altından mülayim ve müşfik nazarlarıyla kendisini süzdüğünü fark eder; adamın dudaklarında hafif, tatlı bir tebessüm vardır ve gece boyunca, adamın o bakışları, genç Mülazım’ın üzerinden bir dakika bile ayrılmaz.
Tanyeri ağarırken ihtiyar adam, “Ahmet Ağa; bizim atları hazırlatıver!” nidasıyla oturduğu yerden kalkar ve
Mülazıma, “Bu sefer iyice görüşemedik! Seninle uzun boylu konuşmak isterim. Bizi yalnız bırakma!” diyerek
adamlarıyla birlikte düğün yerinden ayrılır. Bu esrarlı ve karışık hareketlerden hiçbir şey anlayamayan ve biraz da sabırsızlanan genç Mülazım, gidenin kim olduğunu sorunca, aldığı cevap karşısında irkilir: Kurt Mustafa! Hayret ve hiddetinden birkaç adım geri sıçrayan Mülazım,“Eyvah! Bana oyun ettiniz ha! Gösteririm ben size!” diyerek cebinden çıkardığı düdükle köy çıkışında bekleyen diğer askerleri de çağırır. Ardından, Kurt Mustafa ile görüşen ihtiyardan, onun Alasökü köyüne gittiğini öğrenince; Mülazım Nuri Efendi, müfrezesiyle birlikte ve tozu dumana katarak oradan ayrılır.


Alasökü’ye geldikleri zaman, Kurt Mustafa Çetesi’nin Sarıboğa istikametine gittiğini öğrenen Mülazım, onların
hayvanlarının da kendininkileri gibi yorulmuş olacaklarını tahmin ederek, “belki Tombul civarında
bastırabilirim” ümidiyle, müfrezesini o tarafa yönlendirir. Bir taraftan da, Kurt Mustafa’nın kendisiyle
vuruşmaktan kaçınmasının sebeplerini düşünmektedir.


Kurt Mustafa’nın Tombul’dan da çıktığını o yol üzerindeki Emir Halil köyünde öğrenen Mülazım, tam oradan
da ayrılacakken, köy ağasının istirahat teklifini kırmayarak, hayli yorgun düşen atlarını ve adamlarını burada
dinlendirmeye karar verir. Mülazım, adamlarını gösterilen evlere yerleştirdikten sonra, kendisi de ağanın evinde misafir olur. Ağa, “Kurt Mustafa’nın başka eşkıyalara karşı köylerinin muhafızı olduğunu, her sene köylünün hâsılatından ona ayırdığı hisseyle geçindiğini, jandarmayla çarpışmamak için onlardan hep kaçtığını, hükümetin bu adamı elde etmek için sarf ettiği gayretin beyhudeliğini” anlattıkça, Mülazımın zihnindeki düşünceler de karmakarışık bir hal almaktadır. Ağa, Kurt Mustafa’nın Mülazım için bıraktığı mektubu vererek odadan çıkar:


“Mülazım Efendi, bu akşam Tombul’da sizi bekliyorum. Ne insan ve ne de hayvanlarınıza bir zarar
getirmeyeceğimi söylemek isterim. Yalnız sizinle hususi olarak görüşeceğim.”
Tombul yolunda istirahat verdiği başka bir köyün ağasından da Kurt Mustafa’nın hakkında benzer iltifatları
duyan Nuri Efendi, hatta köylünün de onlarla birlik olduğunu anladığı için, bir baskına karşı askerlerinin tetikte olmasını tembihler. Kendisi de ayakta kalmak için dirense de, yorgunluk ve uykusuzluğa daha fazla
dayanamayan başı göğsüne sarkar ve hafif hafif horlamaya başlar.


Mülazım, alnına dokunan sıcak bir dudağın temasıyla uyanır: Kurt Mustafa! Hemen silahına davranır ama
karşısındaki adam silahsızdır ve teslim olmak için ellerini uzatmıştır. Mülazım, cebinden çıkardığı demir
kelepçeyi kendisine teslimiyetle uzanan Kurt Mustafa’nın iri bileklerine geçirdikten sonra, “Size Emir Halil’de
bıraktığım mektupla da haber verdiğim gibi, bence çok mühim şeylerden bahsetmek istiyorum. Bir iki saat kadar söyleyeceğim sözleri dinlemek lutfunda bulunur musunuz?” diyen adama şaşkınlıkla bakar ve başını “evet” anlamında sallar.


Kurt Mustafa, “bundan yirmi beş sene evvel bir dağ köyünde çobanlık yaparken çeşme başında gördüğü köyün ileri gelenlerinden birinin kızı Zeynep’e âşık olduğunu, onu istemeye gittiğinde babasından ağır hakaretler işittiğini, başkasıyla evlendirmeye çalışınca damadı öldürüp Zeynep’le kaçtıklarını, babasının onları yakalayınca birini hapse diğerini eve kapattığını, kendisi hapisteyken babasının işkencelerine rağmen Zeynep’in evladını dünyaya getirdiğini, Zeynep’in son nefeslerini verdiğini duyunca hapisten kaçıp ona yetiştiğini” sigara dumanına acının da karıştığı hırıltılı sesiyle anlatırken, Mülazımın yüzünde, az sonra kopacak bir fırtınanın öncesi durgunluğu vardı. Artık Kurt Mustafa’nın sözü nereye getireceğini tahmin etmekte; konuşmaya mecalsiz şekilde, dinlemeye de devam etmektedir:
“Zeynep’in son sözleri, ‘Şu beşikteki, bizim çocuğumuz Mustafa! Oğlumuzu kendin gibi bedbaht etmeyeceğine; onu zengin, kibar, tahsil görmüş bir efendi yapacağına ve evladımızın refahını kendine yegâne gaye edeceğine son nefesimde bana yemin ver!’ oldu. Köyümün kadınlarından on sene evvel bir balıkçıya varmış Halime isminde Sinop’ta oturan biri vardı. Zeynep’in öldüğünü, çocuğumu bakması için ona getirdiğimi, ihtiyaçlarını karşılayacağımı ama çocuğumun bilmemesi gerektiğini söyledim. Sonra da, Zeynep’ten hatıra bileziği kırıp bileziğin iki parçasından birini kundağın göğsüne, ötekini de kuşağımın arasına sokarak evden çıktım.”


Mülazımın dudaklarından, olanları şimdi anladığına dair “Ah, demek boynumda senelerden beri kıymetli bir
gerdanlık gibi taşıdığım kırık bileziğin esrarı bu imiş ha?” ifadesi dökülünce, kırık bileziğin diğer parçasını
elinde tutan Kurt Mustafa’nın ağlayan sesi işitilir: “Evet oğlum! O bilezik parçası sana katil, mahkûm, şaki
babanı tanımak için ananın bıraktığı bir yadigârdı.”


Beş dakika kadar ikisi de -hiçbir söz söylemedikleri gibi- en küçük bir hareket de yapmayarak öylece, hareketsiz, donuk nazarlarla birbirlerinin elinde parlayan kırık bileziklere bakarlar. Baba ile oğulun hıçkırıklar içinde birbirlerine sarılışı, Kurt Mustafa’nın bundan sonrası için yapılacaklara dair izahatıyla kesilir: “İşte yavrum, o günden sonra, senin için yaşadım ve yine senin saadetin için öleceğim. Yirmi seneden beri hiç kimsenin yakalamaya muvaffak olamadığı Kurt Mustafa’yı sen derdest edip hükümete teslim edecek ve mükâfatı da sen alacaksın.”


Mülazımın “Hayır baba! Benim için bu kadar fedakârlık etmiş, bu derece ıstırap çekmiş olan babamı cellâdın
eline teslim edemem. Nasıl ki sen benim için hayatını, gençliğini her şeyini feda ettinse ben de senin için
istikbalimi feda edeceğim.” şeklindeki feryadına rağmen, sesi ilk defa sertleşen Kurt Mustafa’nın kararı bellidir:
“Israr etme diyorum sana! Senin temiz hayatını kendi kirli hayatıma raptedemem, istikbalin için böyle olacak.
Ben öyle istiyorum. Babana itaatsizlik etmeyeceksin. Kelepçeyi bileklerime tak, jandarmaları çağır, yola
çıkalım; yoksa gürültü yaparak jandarmaları buraya kendim çağıracağım.”


Mülazımın tüm ısrarlarına rağmen Kurt Mustafa’nın istediği olmuş, kelepçe bileklerine geçirilmiştir. On beş
dakika sonra, önde Mülazım, arkada elleri kelepçeli olarak Kurt Mustafa evin kapısında görünürler. Köylüye
“Benim atımı getirsinler!” diye seslenen Kurt Mustafa, adamlarını da teskin eder: “Oğlum Ömer, arkadaşlarına söyle, dağılsınlar. Peşimize düşmesinler, haklarını da helal etsinler.”


Önden giden iki jandarma Kurt Mustafa’nın yakalandığını Haydar Bey’e haber verdiği için, büyük bir kalabalık, Rıza Efendi Türbesi’nin civarındaki kumluğa yayılmış, müfrezenin görünmesini beklemektedir. Nihayet “Geliyor, geliyor!” sesleri arasında, -Kurt Mustafa, elleri kelepçeli ve gözleri yerde bir şekilde ortalarında yürüdüğü halde- müfreze yaklaşmaktadır.

Jandarma kumandanı, genç Mülazımı kucaklar ve onu “Tebrik ederim, Nuri Bey Oğlum! Seni millet namına
tebrik ederim. Vatan, millet senin gibi gayretli gençlerin hizmetlerini unutmayacaktır.” sözleriyle takdir edip
madalyayı takarken, Kurt Mustafa’nın dudaklarında -oğlunun şerefini görmenin gururuyla- sadece Mülazımın fark edebildiği bir tebessüm vardır. Binbaşı ve arkadaşlarının tebrikleri arasında sıkışan Mülazım, akıntıya kapılmış bir kütük parçası gibi dairenin loş koridorlarından geçerken, arkasında jandarmalar Kurt Mustafa’yı, babasını getirmektedir

Kurt Mustafa’nın, oğlu Mülazım Nuri Efendi’ye sahip çıkmak için gösterdiği çaba ve hikâyenin sonundaki baba ile oğulun kavuşma anındaki duygusal yoğunluk; hikâyeyi bilinen eşkıya anlatılarının uzağında bambaşka bir konuma taşımıştır. Nitekim Kurt Mustafa’nın köylüye kol kanat germesi, jandarmayla çatışmamak için gizlenmesi, halka zulmeden başka eşkıyaların karşısında durması, köylülerin verdikleri yiyecek dışında hiçbir şeye el sürmemesi gibi durumlar; yukarıda söz edilen duygusal bağlamda ele alınırsa, hikâyedeki özgün tarafın temayla ilgili olduğu düşüncesini destekleyecektir.


Görülüyor ki “Kırık Bilezik” hikâyesi, iki yönüyle benzer örneklerinden ayrılmaktadır: Yazılı
halde olması ve bir eşkıya hayatının alışılmışın dışındaki hususiyetleriyle sunulması. Bu durum; benzer örneklerin tespit ve tahlilleriyle zenginleştirilirse, “eşkıyalık” kavramının – sadece toplumun genel kabulleri doğrultusunda değil- bireyin iç dünyası ve hayata iyimser bakışı yönüyle değerlendirilmesine kapı aralayacaktır.

akademik araştırma:

(PDF)Eşkıyalık Hikâyelerine Sinop’tan Bir Katkı: Kırık Bilezik -Veysel Ergin1

 
Yorum yapın

Yazan: 29 Ocak 2021 in Kültür Arşivi

 

Etiketler: , ,

PAPAZIN BAĞI’NIN HİKAYESİ

28.01.2021- BİLKE

Edebiyat Yağmuru Grubu’nun paylaşımı güzel bir yazıyı sunuyoruz bu gün. İyi okumalar dileriz.

Ahmet Efendi’nin eşi Şaziye Hanım bağ evinde çamaşır yıkamaktadır. Her çamaşır gününde bağ evinde, çamaşırların kaynatıldığı açık ateşte gözleme yapılır ve çay demlenir, camaşır gününün yorgunluğu atılmaya çalışılırmış.

İşte böylesi bir günde meraklı bir ODTÜ’lü öğrenci ‘(ki bilirsiniz genellikle hep meraklıdırlar) çamaşır yıkayan Şaziye Hanım’ı görür ve bağ evini görmek için izin ister. Şaziye Hanım öğrenciye izin verir ve ardından da yaptığı gözleme ve çayı ikram eder. Öğrenci ısrarla ücret ödemek ister. Şaziye Hanım da ısrarla reddeder.

Sonunda öğrenci gelecek hafta sonu arkadaşlarıyla buraya gelmek istediğini söyler. Tek koşul ise Şaziye Hanım’ın bu kez ikramlar karşısında ücret almasıdır. Nitekim öyle de olur… Giderek artan yoksulluk içinde misafir grubunun bıraktığı para oldukça işe yarar niteliktedir. Böylece Şaziye Hanım bu işi sürekli yaparak aileye ekonomik destek sunmaya karar verir.

Bağ evinin bugünkü işlevine kavuşmasının öyküsü de, işte böylesi ilginç bir öyküdür. Yıl 1963’tür. Papazınbağı adı sonradan çıkar… Bu bölgede geçmişte Hıristiyan nüfus yaşadığı ve alanın çok yakınında kilise olduğu için, bag işletmeye açıldıktan ve çok rağbet görmeye başladıktan sonra, bazı rakipleri, “oraya gitmeyin orası papazınbağı” diye bir söylenti yaymaya başlarlar. Bu söylenti amacına ulaşmaz.

Halk burayı çok sever ve vazgeçmez. Ama adı halk arasında Papazınbağı olarak bilinmeye ve bu adla sevilmeye başlanır. Aile bağ evini satmamakta direnir… Zamanla bağevi kentin rantı en yüksek alanında, adeta yalıtılmış, dokunulmamış, gizli bir cennet bahçesi olarak kalır. Beton cehennemi içinde doğal bir cennet… İşte o zaman beton ve para ile doğa ve insan sevgisi, karşılıklı sert bir mücadeleye girer. Papazın bağına çok güçlü talipler çıkar.

Aileye büyük paralar teklif edildiği gibi sıklıkla aba altından sopa da gösterilir. Ama aile direnir. Bu güzel cennet bahçesini betona teslim etmek istemez. 1994 yılında ise “Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu”na başvurarak Papazınbağı’nı 1. dereceden doğal sit alanı ilan edilmesini sağlarlar. Papazınbağı kurtulmuştur. Ankara için çok teşekkürler Kuloğlu ailesi…Girişte kuş sesleri, horoz sesleri ve küçük bir derenin huzur veren şırıltısı karşılar sizi. Papazınbağı’nda doğa sesinden başka hiç bir mekanik ses duyamazsınız. Yalnızca doğanın o eşsiz melodisi. Asırlık çam, çınar, dut, Ankara armudu, Ankara ayvası, üvez, ceviz ve muşmula ağaçlarıyla süslenmiş 14 bin m2’lik küçük bir cennet adacığı burası… Üstelik de tam şehrin göbeğinde…

Alıntı

 
Yorum yapın

Yazan: 28 Ocak 2021 in Genel Kültür

 

Etiketler: , ,

AZOR ADALARI VE KOCA YUSUF

27.01.2021- Şafak SARIKAYA

Bu yazıyı Koca Yusuf’un hazin ölümü üzerine yazmak istedim. Tarihler 21 Mayıs 1898’i gösterdiğinde, yoğun bir sis vardı ve gemi kaptanı ezbere bir güzergâh takip ediyordu. Azor Adaları yakınlarında Koca Yusuf’un içinde bulunduğu gemi büyük bir hız ve gürültü ile Fransız bandıralı Cromartyshire adlı şileple çarpıştı. Bu kazada tam 670 yolcu boğuldu, 41 yolcu kurtuldu. Boğulanlardan biri de Koca Yusuf’tu…

Ancak, gemi personelinden ölen hiç kimse olmadı. Şu an efsanevi Türk güreşçi Yusuf İsmail’in (Koca Yusuf) naaşının Portekiz Azor Adaları’nda bir kilisede olduğu iddia edildi. İddiaların ardından bir komisyon kurularak cenazenin teşhis edilerek Türkiye’ye getirileceği belirtilmişti. Koca Yusuf’u kendi köylüleri de unutmadı. Bulgarların işine gelmese de; efsane pehlivana bir anıt mezar yaptırdı. Köylüler, bu anıtı çevreleyen demirlerin içine de Koca Yusuf’un idman yaptığı 450 kiloluk taşı yerleştirdiler.

Koca Yusuf, mindere çıkan ve grekoromen güreşi yapan ilk Türk pehlivanı olduğu sanılmaktadır. Bugün Bulgaristan sınırlarında yer alan Şumnu Kasabası’nın Karalar Köyü’nde dünyaya geldi, 1885 yılında Kırkpınar başpehlivanı olmuş; 1894 yılından itibaren Avrupa ve ABD’de devrin en ünlü güreşçileri ile güreşmiştir.

138 kilo sıkletindeki sporcu, 1.88 metre boyundaydı. Kırkpınar tarihinde 26 yıl boyunca üst üste başpehlivanlığı elinde bulunduran ve Sultan Abdülaziz’in başpehlivanı olan Kel Aliço ile 1885 yılında güreşti. Sabah başlayan mücadele akşam sona erdi. Kel Aliço mücadele sırasında güreşi bırakmış ve kendi elleriyle ülkenin başpehlivanlığı unvanını Koca Yusuf’a devretmiştir.

Serbest güreşin efsanevi isimlerinden olan Yusuf, iri gövdesi, güreş becerisi, gücü ve sporcu ahlakı ile “Koca” lakabını almıştır. Önceleri doğduğu köyden ötürü “Karalarlı Yusuf”, sonra “Şumnulu Yusuf” olarak anılmış, 1896’dan itibaren çırağı “Erikli Mehmet”e “Küçük Yusuf” denilmeye başlanınca kendisine “Büyük Yusuf” denilmişti.

Dünyada “Terrible Turk” (Korkunç Türk) olarak tanındı. Kendisinden sonra başka Türk güreşçiler de bu unvanı kullandılar. Bir Amerikalı güreş yorumcusu, onu şöyle tanımlıyordu kendi makalesinde : “Eğer Koca Yusuf, Okyanus’un derinliklerinde yatıyorsa, kesinlikle yüzükoyun yatıyordur.” Koca Yusuf, duruşu, mertliği, güreşteki acı kuvveti ve ustalığı ve tabii ki, genç denecek yaşta Okyanus’ta boğulması ile her zaman ilgi odağı olmuştur.

Koca Yusuf’un içinde olduğu La Bourgogne isimli transatlantiğin batmasından tam 14 yıl sonra Titanic te Kuzey Atlantik’te batacaktır. Bu yazı ile Koca Yusuf’u anmak istedim. Ölümü ilgili çeşitli iddialar var, fazla detaya girmedim. Azor Adaları yerine Kanada açıklarında (Yeni İskoçya) geminin batmış olduğu da söylenmekte.

Kırkpınar’da güreşen bütün efsane pehlivanların bir mezarı, bir mezar taşı var ancak bir tek mezarı olmayan sanıyorum Koca Yusuf’tur.Toprağı bol olsun!

1-https://tr.wikipedia.org/wiki/Azorlar

2-http://www.tariharsivi.org/…/eger-koca-yusuf-okyanusun…

ŞGS

 
 

Etiketler: ,

BRUGGE-BİR ORTA ÇAĞ ŞEHRİ

21.01.2021-Şafak SARIKAYA

Brugge, Belçika‘nın kuzeyindeki Flaman bölgesinin en özel şehirlerinden biridir. Orta Çağ atmosferi ve sanatsal birikimi ile kültür turlarından hoşlanan gezginleri kendisine çekiyor. Bir zamanlar ticari gemilerin Avrupa’nın dört bir yanından değerli yükler taşıdıkları kanalları ise görülmeye değer. Ben Amsterdam’a iş için gelmiş ve trenle önce Brüksel’e oradan da Brugge’e geçmiştim.

Şehrin gastronomik zenginliğini de atlamayalım. Belçika’nın çikolatası meşhur. Çikolata dükkanları Brüksel’deki gibi dikkat çekiyor. Hava biraz daha açık olsa iyiydi diyorum içimden.Brugge, kuzeyin Venedik’i olarak bilinir. Nüfusun çoğu Flaman’dır. Kamusal alanda Fransızca ve Almanca etkin olmasa da; hukuksal alanda 3 dil kullanılır. Zira Belçika’nın resmi 3 dili var. Şehrin ismi Flemenkçe olan versiyon; Fransızcası Bruges, Almancası Brügge, İngilizce’de de Bruges olarak kullanılıyor.

Brugge’e gelmeden önce şehri şöyle bir turlayayım derseniz In Bruges filmini izleyebilirsiniz.Brugge, her sokağında sizi geçmişe ışınlayan pek sevimli, bir o kadar da estetik bir şehir. Bir zamanlar ona liman kimliğini kazandıran kanalları, bugün Brugge’ün her yerde karşımıza çıkan tablo gibi manzaralarının sahibi. Tabii, tüm bu güzellik kanallarla sınırlı değil. Ne şanslı ki insanı nostaljik bir filmin oyuncusu gibi hissettiren Orta Çağ mimarisi savaşlarda hiç zarar görmemiş. Yıllar sonra aslına uygun şekilde tamamen yenilendiğinde bile şehirdeki bu Orta Çağ dokusu hiç değişmemiş ve bu sayede Brugge, Avrupa’nın en iyi korunmuş şehirlerinden biri haline gelmiş.Arnavut kaldırımlı film seti gibi sokaklar, renkli kapı ve pencere detaylı eşsiz taş mimari, rengarenk meydanlar ve şimdilerde turistik amaçlı gezilerin merkezi olan kanallar Brugge’ü bugün dünyanın en romantik şehirlerinden biri yapan detaylardan sadece bazıları.

Her ne kadar kendisine Kuzey’in Venedik’i dense de; Brugge’ün sadece kanallarına odaklanmak biraz haksızlık olur. En iyisi, yürüyerek Brugge’ü keşfe çıkın. Brugge eski çağlarda bulunduğu coğrafyanın en önemli ticaret merkezi idi. Brugge Avrupa tarihinde, 13. Yüzyıldan itibaren menkul kıymetler borsacılığının geliştiği ilk şehirdir. Arnavut kaldırımı sokakları, kanalları ve ortaçağdan kalma yapıları gezilmeye değer. Havası sert biraz, yaz akşamları bile serin. Her birinin dokusu ve mimarisi sayesinde kendinizi adeta Orta Çağ’ın içinde hissedeceksiniz.

Brugge’de bir fahri başkonsolosluğumuz da var. Gezilebilecek yerler için şöyle bir sıralama yaptım:Market Meydanı: Hani o her fotoğrafta gördüğümüz renkli renkli dondurma tadında evler var ya işte bu meydanda. Dön dolaş bütün yollar buraya çıkıyor. Belediye binası ve Kutsal Kan Kilisesi sizi karşılıyor. Kilisede Hz.İsa’ya ait olduğuna inanılan kanlı bir bez fanusun içinde sergileniyor. Rivayetlere göre bu fanus Kudüs’ten getirildiğinden beri hiç açılmamış. Kiliseye giriş ücretsiz fakat öğleden sonra 14.00-17.00 arası açık. Yine bu meydanda paçalı atların olduğu faytona binebilirsiniz. Buraya gelmişken gözünüze hemen ilişecek olan Historium müzesini de gezebilirsiniz. Teras kafesi pek meşhur.

Belfort Tower: Belfort 13.yy’da inşa edilmiş ve en önemli özelliği 47 tane farklı çan sesine sahip olması. 83 metre uzunluğundaki Belfry Kulesine çıkabilirsiniz ama içeriye aynı anda sadece 70 kişiyi alıyorlar. 1240 yılında yapılmış ama zarar gördükçe tekrar tekrar restore edilmiş. UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde. Kanal Turu: Tur esnasında kaptanlar sizi şehirle ilgili bilgilendiriyor ama çok sıra var. Ama Brugge’e gitmişken bence o tur mutlaka yapılmalı. Binaları yakından görüyorsunuz, yapılış tarihleri üstlerinde yazıyor, 1614, 1683 gibi.

Teknede neden çok İngiliz var derken, düşünüyorum ve denizin karşısı İngiltere aslında yadırgamamak lazım.Minnewater Park: Aşk Gölü anlamına gelen park Nisan – Mayıs döneminde giderseniz lalelerle dolu. Her güzel şehrin güzel parkı olur mottosuna ait tasarlanmış bir huzur merkezi.Aziz Salvator Katedrali:Brugge şehrinin en büyük kilisesi. Yapımı 10. yüzyıla dayanır. Belçika’nın 1830 yılındaki bağımsızlığına kadar bu katedral Fransız yönetimine bırakılmış. son olarak 1839 yılında kule yapılmıştır.

Historium Müzesi:İçinde gezerken Orta Çağ’ı özel efektler eşliğinde çok iyi anlatan 7 oda içeriyor. Yılda 200.000 turist ziyaret ediyormuş.Eski Aziz John Hastanesi:11.yüzyıldan kalan bugünlerde müzeye çevrilmiş eski bir hastane.Diğer görülebilecek yerler arasında Grote Markt , Begijnhof , Groeningemuseum, Kutsal Kan Bazilikası , Gruuthusemuseum ,Bizim Leydi Kilisesi (The Church of Our Lady) , Belediye Sarayı , Choco-Story , De Halve Maan Bira Fabrikası , Kantcentrum , Torture Museum Oude Steen , Frietmuseum sayılabilir.Şu an nerede miyim, elbette evdeyim, market-ev arasında alışveriş ve yürüyüş amaçlı gezinti yapabiliyorum.Sağlıcakla kalın!

1-https://gezimanya.com/brugge2-https://www.journavel.com/brugge-gezi-rehberi-ve…/ŞGS

 
 

Etiketler: , ,

MENFAAT GEMİSİ

20.01.2021-BİLKE

Titanik zamanının en büyük ve lüks gemisiydi. O gemiye dünyanın en zenginleri ve onlara hizmet edenler binmişti. O koca gemi buz dağına çarptı ve zengini de fakiri de birlikte eşit olarak ölüme gittiler. Kendilerini ayrıcalıklı zannedenler bu şekilde ölüme engel olamadılar.

Menfaat gemisi de her zaman yolcularını alır. Bu gemi, paraya para katmak isteyenlerin, Titanik gibi ayrıcalıklı olduklarını zannedenlerin gemisidir. M.Ö.’de, M.S.’da, yılar yılı bu gemi yolcularını topluyor, limandan limana uğruyor. Yolcular artıyor, pastadan pay kapmak isteyenlerle doluyor. Anlayacağınız gemi, büyüdükçe büyüyor. Titanik onun yanında çok küçük kalır.

Bu gemiye binemeyenler var ya, onlar bu filmi seyredip duruyorlar. Onlar da DERT GEMİSİ içindeler. Okuma şansı olmayan gençler, çırak olarak karın tokluğuna tekstil fabrikalarında çalışanlar, günlük vasıfsız işlerde çalışıp eve ekmek götürenler. Analar, babalar, bacılar, amcalar, dayılar, teyzeler.

Köyde tarım koşulları zorlaştı, makineler, gübreler her şey para istiyor. O zaman, kentlere göç kaçınılmaz. Genç, KPSS’ye girse bölge okullarında aldığı eğitimle sınavlarda başarı sağlayamıyor. Ne yapacak, hayatını devam ettirmek, dert gemisinden kurtulmak için diğer gemideki yolculardan yardım bekleyecek. Menfaat gemisi ise buz dağına çarpmıyor da menfaat çatışmasına çarpıyor. Doymaya DOYMAYAN hiç bir zaman bitmiyor. Dert gemisi yolcuları da.

Kendi sistemimizi kurmak, gözümüzü açmak zorundayız. Dünya çarkı içinde insanca yaşamak herkesin hakkı. Bilinçli olmak, istediğimiz dünyayı yaratmak için varlığımızı göstermeliyiz.

Koşullarını zorlayarak, çok çalışıp okulda başarı sağlayan gençlerimizin ve ailelerinin yanında olmaya devam edeceğiz.

BİLKE-BİLKE-BİLKE

 
Yorum yapın

Yazan: 20 Ocak 2021 in Eğitim

 

Etiketler: ,

ZENGİN TÜR DİLİ

18.01.2021-BİLKE

İnsanın öz güven sahibi olması ve kendini ifade etmesi çok önemli bir özelliktir. Negatif ağırlıklı öz güven patlamaları da var.  Sosyal medya ortamında bu öz güvene sıkça rastlar olduk. Konuşma ve yazma dili ilginç boyutlara ulaştı. Türkçe hor ve yanlış kullanılıyor.

Artık emek edip çalışarak kazanma, yerini kolay kazanmaya bıraktı. Eğitime yıllar verip meslek sahibi olma, yerini kolay yoldan makam sahibi olmaya bıraktı.  Donanımsız öz güven, toplumu çatışma ve kavga ortamına sürükledi. Dilimiz de katledildi.

Bugün, bilinçle kazanılan öz güven ile birilerine dayanarak kazanılan öz güven konusuna dikkat çekmek istiyoruz. Biliyorsunuz bu örneklerle her gün karşılaşıyoruz. Kolay para kazanmanın tüm yollarını deneyenler ve başaranlarla dolu çevremiz. Okumak, çalışmak, bir sanat edinmek ise emek ister.

Türkçe, zengin bir dil yapısına sahiptir. Köylerde 80- 90 yaş civarındaki halkın kullandığı dildeki kelime yapısı, Türkçe uyumunu yansıtır. Oysa bu gün sosyal medya fenomenleri(!) arttıkça arttı. Çağın trendleri (!) dört bir yanımızı kuşattı. Sert sessizler yanlış kullanılıyor, sesli harfler de. Bir harf ile örneklersek ”e” “i” gibi seslendiriliyor. Bilene sormak, öğrenmek çabası da hiç yok. Çünkü hemen popüler olma, dizilerdeki renkli yaşamları taklit etme, bozuk Türkçe ile konuşarak dikkat çekme yaygınlaştı. Hatta TV ekranlarında bozuk Türkçe kullananlar özellikle tercih ediliyor.

Atatürk’ün, Türk dili üzerine yaptığı çalışmaları okumalıyız. Türkçe’nin, dünya dilleri arasındaki kök hece zenginliğini bilmeliyiz. Dilimizi katletmeyelim.

Bu nedenle eğitim sistemi, eğitim kayıpları üzerinde duruyor ve sürekli eğitim konusuna dikkat çekiyoruz. Tabi yine gelir dağılımı karşımıza çıkıyor. Bilinçli ve koşulları iyi olan aileler, çocuklarını takip ediyorlar. Oysa ev ve merdiven temizliğinden, amelelik, hamallık, çocuk bakımından para kazananların durumu yıllardır hiç değişmedi. Sigortalı değiller, sosyal güvenceleri yok, evde bekleyen çocuklar var. Son yıllarda İŞKUR ile anlaşmalı geçici işçi olarak çalışsalar da çözüm süreklilik kazanmadı.

Mağdur, kısa yoldan çözüm bekliyor. Zor koşullar nedeniyle tahsil imkanı olmamış, meslek edinememiş, sanat sahibi de olmamış kişiler normal ihtiyaçlarını karşılamak için acil çözüme ihtiyaç duyuyor. Bu toplumsal yara, iktidarların iktidar adaylarının önceliği olmalı. Değerli dilimizi ve tüm değerlerimizi korumalıyız.

BİLKE- BİLKE- BİLKE

 
Yorum yapın

Yazan: 18 Ocak 2021 in Eğitim

 

Etiketler: , , ,

BU SULAR AKAR BİZ DE BÖYLE BAKAR!

13.01.2021-BİLKE

İklim değişikliğini iyiden iyiye yaşıyoruz. Sıcak çok sıcak ve ardından kurak; soğuk çok soğuk ve ardından sel kıyamet. Kıymet bilmek, elimizdeki verileri değerlendirmek artık çok önceliklidir. Köylerimizde şırıl şırıl akan dereler, şelaleler için az kapı aşındırmadık. Kişisel çıkar için koşturmadık, koşturmamız memleket içindi. Araştırma masraflarımızı kendimiz karşıladık, zaman harcadık, çekim yaptık.

15 yıldır gitmediğimiz, aşındırmadığımız kapı kalmadı. Bu su kaynakları değerlendirilmedi. Bu sular boşa akmasa olmaz mı? Kuraklık kapımıza dayanıp VAH dediğimizde çok geç olacak.

Köylerde tespit edilen ve hala koruma altına alınmayan şelaleler, dereler ve göllerin gürül gürül suları  denize akıp giderken, hep beraber seyrediyoruz. Biliyoruz ki, sıcaklık arttıkça, sular kurumaya başlayacak ve vakit çok geç olacak. Orman Bölge Müdürlüğü tarafından koruma altına alınmasını ve turizm kapsamında değerlendirilmesini beklediğimiz şelaleler:

Sarımsak Çayında Şelale

Bu fotoğrafı çekmek çok zor oldu. Nedense bu güzel şelale değer görmemiş, etrafı ağaçlar, alüvyonlar, dallar çalılar kaplamış. Aradan yıllar geçti, 2020 yılı Mart ayında telefonla köy muhtarını aradım. “Şelalenin aktığı yere inebilir miyiz, alan temizlendi mi” dedim? Hayır dedi, Gitmediğim kapı kalmadı ama bu bölgeye hala dikkat çekemedik.

Terk edilen topraklar, hepimizin ayıbıdır. Doğru olan, uzmanların konuyu enine boyuna değerlendirmesidir. Doğayı korumak zorundayız, kuraklık kapımızda.

Durağan-Uzunöz- Gerze Tilkilik Köyü sınırı

Denize dökülen bu gürül gürül sular, değerlendirilmiş olsaydı, toprağın yüzü güler, insanların yüzü güler memleketimin yüzü gülerdi. Orta ve Batı Karadeniz için önemli projelere ihtiyaç var. KUZKA, projeleri başlığında da değerlendirilmesi mümkün olabilir. Atıl durumdaki boş alanların yemyeşil olması düşüncesi bile insanı heyecanlandırmaktadır.

Değerlerimizi unuttukça, kendimizden daha çok uzaklaşıyoruz. Kendimizi tanımadıkça “NORMAL” bilincimiz yok oluyor. Doğaya hor davranma normal hale geliyor. Duyarsızlık normal oluyor. Projelerin içinin dolu olmasından çok makam sahiplerinin ardından koşmak, kapısında beklemek önemli oluyor.

Yeşil alanların çoğalması, sularımızın değerlendirilmesi, bir gün bu projelerin gündeme gelmesini bekliyoruz. Bu çalışmalar, devlet desteği ve üniversite ar-ge çalışmaları gerektiriyor. Yöremizin değerleri kaybolmasın diye verdiğimiz çaba, çağımızın popülaritesi içinde değer görmedi. 

Yine de yılmadan çalışacak, sesimizi duyurmak için kapı aşındırmaya devam edeceğiz.

BİLKE-BİLKE-BİLKE

 
 

Etiketler: , , ,

PRAG’DA SİNOPSPOR ATKISI

11.01.2021-Şafak SARIKAYA

PRAG ve KAFKA

Sinop Spor Atkısı Prag’da

Prag’a daha önce gelmemiştim. Fazla zamanım yoktu, yine bir iş için gelmiş ve kısa zaman ayırmak zorundaydım.Prag, eski Çekoslavakya’nın bugünün Çek Cumhuriyeti ya da Çekya’nın başşehri. Birçok yere de yakın. Prag’da iken eski çalışma arkadaşım olan Gabor’u da görmeyi ihmal etmedim. Ona bir Sinopspor kaşkolu hediye ettim. Hatta farklı ülkelerden çocukların okuduğu okulun etkinliğine bile katıldım(1.resim), Gabor’un çocukları da orada okumaktaydı. Kendi ülkeniz dışında tanıdık bir sima görmek çok iyi gelmişti bana.

Prag’a geri dönersek, ilk görülmesi gereken tarihi Saat Kulesi’nin de yer aldığı Eski Şehir Meydanı yani Old Town Square (Staromestske Namesti (Old Town Square)). Buraya ayak basıp da o turist kalabalığının içine karışana kadar siz kendiniz de Prag’a gelip gelmediğinize emin olamıyorsunuz, o derece. Önce bi’ o Asyalı turistlerin arasında kalıp hepsinin fotoğraf karelerinde ölümsüzleşin, sonra anlarsınız. Eski Şehir Meydanı’nda mutlaka görülmesi gereken yerler, Astronomik Saat ve kule ile Tyn Kilisesi. 15. yüzyıldan kalma işlemeleri, eski meclis salonu, Çıkma Pencere Şapeli gibi bölümlerini görmeden ayrılmamanızı önereceğim yapının en ilgi çekici bölümünü ise 14. yüzyılda yapıya eklenen kulesi ve üzerindeki Astronomik Saat oluşturuyor.

Tyn Kilisesi ise, yapım süreci 14. yüzyılın ortasında başlayıp 16. yüzyılın ilk yıllarında tamamlanan Tyn Kilisesi, Âdem ve Havva adlarını taşıyan 80 metre yüksekliğindeki ikiz kuleleri ve Gotik dış mimarisiyle kentin en görkemli yapılarından biri olarak gösteriliyor. (3. ve 8.resim)Charles Köprüsü (Bridge):Prag’da gezilecek yerler listemizde şehir simgesi olarak kabul edilebilecek yer 516 metre uzunluğundaki Charles Köprüsü.(4.resim) Burası Old Town Meydanı tarafı ile kalenin bulunduğu tarafı bağlayan pek çok açıdan görmeniz gereken bir nokta. 1342’de yaşanan sel felaketi sırasında ağır hasar gören Judith Köprüsü’nün yerine yapı, IV. Charles’ın emriyle 1357-1402 yılları arasında inşa edilmiş. Yapılmasını emredenin adıyla anılmaya 1870’de başlanan köprünün her iki yakasında savunma amaçlı kuleler bulunuyor. Ayrıca üzerinde Hz İsa’nın yanı sıra aziz ve azizelerin betimlendiği 30 heykel yer alıyor (bir tanesi muhtemelen Osmanlı olmalı) hem de kulesine çıkabiliyorsunuz. (5.resim)Köprüden karşıya geçip sağa, Kafka Müzesi’nin olduğu noktaya doğru yürüdüğünüzde aşağı doğru inen bir yol göreceksiniz. Bu nokta tam olarak Vltava Nehri kenarında ve Charles Bridge View Point diye geçiyor. Köprüyü fotoğraflamak ve kaz saldırısına uğramak için iyi bir nokta. Evet kazlar biraz agresif.

Franz Kafka, tuhaf veya sürrealist ön yargılarla ve anlaşılmaz sosyal-bürokratik güçlerle karşı karşıya kalan izole kahramanlara sahip eserlerinde, yabancılaşma, varoluşsal kaygı, suçluluk ve saçmalık temalarını keşfetme olarak yorumlayan, 20. Yüzyılın en önemli edebiyatçılarından biri, Kafka aynı zamanda sigortacı, meslektaşım yani.

40 yaşında veremden ölmüş (03.06.1924)“Dayanılmaz olan aslında yaşam değilmiş, insanlarmış.” Ve “ Her şeyim tastamam. Sadece bir daha kendime ihtiyacım var.” Gibi tanınmış sözler ona ait.Kafka Müzesi:Kafka’nın hayatı ile ilgili daha fazla bilgi almak istiyorsanız doğru adres burası. Kafka’nın yaşamını, Prag’ın Kafka ve yazdıkları üzerindeki etkisini, hatta yazarın kendi el yazısı ile yazılmış notlarını ve çalışmalarını görebilme imkanınız bile var. Kafka müzesi bilindik müzelerden farklı bir müze. İçeride daimi sergi bulunmasına rağmen genellikle Kafka’nın mektupları, kitapları, taslaklar, notlar gibi eşyaları sergilenmekte. İçerisi oldukça karanlık ve kasvetli bir ortam. Tül üzerine yansıyan görüntüler ve ilginç müzikleri ile kendinizi bir Kafka romanının içinde hissetmeniz mümkün.

Müzeye geldiğinizde Milena’ya yazılan mektupların orjinallerini görmek ilginç. Bu ikilinin hikayesi ise şöyle; Kafka, Prag’da bir dost meclisinde gazeteci Milena Jesenska ile tanışıyor ve O’ndan öykülerini Çekçe’ye çevirmesini istiyor. Bu çeviriler sırasında ise Viyana’da yaşayan ve o sıralarda evli olan Milena ve nişanlısı olan Kafka birbirlerinden etkileniyor ve aşık oluyorlar. Daha sonra birbirlerine hem yazdıkları yazıları göndererek hem de aşklarını anlatarak oldukça etkileyici mektuplar yazıyorlar.Müze’de merdivenlerden indiğinizde bambaşka bir bölüm karşılıyor bizi. Burada duran ve arada bir çalan telefon ahizesini kaldırdığımızda muhtemelen Almanca olan bir ses duyuluyor.

Eğer ilginizi çekerse Prag’ın en dar sokağı olan U Luzickeho Seminare adlı sokak o kadar dar ki, sokağın bağında ve sonunda trafik lambası var. Bu şekilde aşağıdan ve yukarıdan aynı anda insanların sokağa girmesinin ve ortada bir yerde kilitlenmesinin önüne geçilmiş.Prag Kalesi:Yürümekten yorulmadıysanız, Kampa Island’da biraz soluklandıktan sonra St. Nicholas Kilisesi’ni de şöyle bir görüp Prag’ın en güzel sokaklarından biri olan (ki bu şehirde bu oldukça iddialı bir laf, düşünün o derece) Nerudova Sokağı üzerinden kaleye doğru yukarı çıkın. Prag Kalesi’ne görüyorsunuz. Burada görmeniz gereken St. Vitus Katedrali, St. George’s Bazilikası, Old Royal Palace gibi pek çok nokta var. Ayrıca aşağıda bahsedeceğimiz Ulusal Galeri’nin 6 lokasyonundan biri de burada yer alıyor. Son olarak Golden Lane’i de gördünüz mü burayı büyük ölçüde keşfetmiş olursunuz. Golden Lane, zamanında Kafka’nın 22 numaralı evde yaşadığı, tarihi oldukça eskilere dayanan pek şirin bir sokak.45 hektarlık alana yayılan ve içerisinde tarihi saraylar, ofisler, askeri yapılar, bahçeler, dini yapılar barındıran arazisi sayesinde dünyanın en büyüklerinden birisi olarak anılan Prag Kalesi, Premysl Hanedanı tarafından 9. yüzyılda inşa ettirilmiş. Geçmişte Bohemya Krallığı’nın ve Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun yönetim merkezi olarak kullanılan gösterişli yapının bir bölümü, günümüzde Çekya Cumhurbaşkanı’na tahsis edilmiş.Aziz Vitrus Katedrali, Ülke yönetimini devralan kral ve kraliçelerin taç giyme törenlerine sahne olmuş, bazılarının ebedi istirahatgahı konumundaki Aziz Vitus Katedrali, 1344 yılında inşa edilmeye başlanmış. Yaklaşık 600 yılda tamamlanabilen katedral Neo-Gotik ağırlıklı olmak üzere Rönesans ve Barok tarzları kullanılarak inşa edilmiş.

Petrin Tepesi ve Gözlem Kulesi:15. yüzyılda üzüm bağları ile ünlenen Petrin Tepesi, 1825 yılında halka açılmış. Her yıl 1 Mayıs’ta Pagan ritüelleri ile ilgili kutlamaların gerçekleştirildiği 300 metre rakımlı tepeye yerel halk ve gezginler hem temiz havası hem de manzarası nedeniyle gelmeyi tercih ediyor. (10.resim)1891 yılında hizmete alının füniküler aracılığıyla ulaşabileceğiniz yükseltinin üzerinde Aynalar Labirenti, Strahov Stadyumu, Açlık Duvarı, Karel Hynench Macha Heykeli ve Aziz Laurentius Kilisesi gibi görülmeye değer yapı ve eserler bulunuyor.Tabi ziyaret edilecek birçok yeri barındıran tepeyi manzara izlemek için gelenlerin ilgisini daha çok Petrin Tepesi Gözlem Kulesi çekiyor. (Burada öğrenci değimi için gelen Türk öğrencilerle karşılaştım, biraz sohbet ettik.)Strahov Manastırı ve Strahov Kütüphanesi , Letna Park , Dancing House, Mucha Müzesi, Zizkov Bölgesi, Karlin Bölgesi, Kampa Adası, John Lennon Duvarı, Mala Strana diğer gezilebilecek yerler arasında.Jaroslav hasek’in ünlü roman kahramanı Aslan Asker Şvayk (Svejk) resmini de gördüm.(12.resim) Karlovy Vary’ye gidemedim zamanım olmadı.Gezebileceğimiz nice güzel günlere…Sağlıcakla Kalın!

1- https://gezipgordum.com/prag-gezilecek-yerler/2- https://oitheblog.com/2017/07/17/pragda-gezilecek-yerler/3- https://gezente.com/franz-kafka-muzesi-prag/https://tr.wikipedia.org/wiki/Franz_Kafka

 
 

Etiketler: , , ,

DAHA İYİ VERİM ALMAK

08.01.2021-BİLKE

2008 Ağustos tarihinden beri dernek çalışmalarımızı yürütüyoruz. 2018’de ilk 10 yılımızın istatistiğini çıkardık. Eğitim Projesi, 4K Köy Kent Kültür Köprüsü Projesi, Paylaşım Projesi, Atölye Çalışmaları, Sahne Etkinlikleri gibi diğer birçok çalışmalarımızı gözden geçirdik. Kendimizi ölçtük ve değerlendirdik.

Daha verimli ve sonuç odaklı çalışmalarımız için uyguladığımız yöntemlerin verimli olduğunu gördük. Bu sonuçlar, toplum içindeki yerimizi ve sosyal ilişkilerimizi güçlendirdi.

BİLKE Gençlik Buluşmasından Yine o günlere dönmeyi bekliyoruz

Ölçme ve değerlendirme, daha iyi verim almak isteyenlere, her alanda olumlu sonuçlar vermektedir. Uygulanan yöntemlerin sonuç alıp almadığı değerlendirilmiş olur. Sosyal farklılıkların siyasi tercihlere etkisi, tecavüz ve cinayetlerin sebepleri de ölçme değerlendirme ve istatistik yapılarak belirlenebilir. Gerçekten sonuç almak isteyenler bu değerlendirmeleri mutlaka kullanırlar.

2020 salgını, dünyaya da bize de sürpriz oldu. Dernek olarak çok iyi bir grafiğimiz vardı. Eğitim Projemiz devam ediyor ama eğitimin bu günü ve geleceği için endişeliyiz. tüm dünyada eğitim kayıpları çok fazla. Hem aileler hem de öğrenciler tedirginlik ve belirsizlik içindeler.

Gelecek için umudumuzu kaybetmeden, tedbirlere devam etmeliyiz. Öğrencilerimizin, en az hasarla bu durumdan çıkmasını diliyoruz. Sağlıklı günler dileriz.

BİLKE-BİLKE-BİLKE  

 
Yorum yapın

Yazan: 08 Ocak 2021 in Etkinlik

 

Etiketler: , ,

NEDEN ZEYTİN?

07.01.2021-BİLKE

Bu gün “İŞLEYEN DEMİR PAS TUTMAZ” atasözü ile okurlarımıza merhaba diyelim. Maddesel yapımızı, yani bedenimizi çalıştırdığımızda vücudumuz form tutar. Aklımızı ve irademizi kullandığımızda da bilinç potansiyelimiz artar. Boş boş zaman öldüren insanlar ile üretenlerin bilinç kazanımlarının karşılaştırılması değerli araştırmalardandır.

Leonardo, Tesla, Mimar Sinan, Piri Reis dünya belleğinden neden silinmezler? Onlar, her an kendilerini yenileyen özellikleri ile iz bırakmışlardır. Kendi sınırlarını zorlamış ve aşmışlardır. Genel amaçları ve özel amaçları evren gerçeklerini kuşatmış ve her adımlarında nokta atış yapmışlardır.

Doğa, bize hiç karşılık beklemeden hayat sunar. Zenginin aldığı nefes ile fakirin; üç diplomalı olan ile cahilin aldığı nefes aynıdır. Özellikle salgın günlerinde nefes güçlüğü çeken ve solunum cihazına bağlananlar, hastalık sonrası her nefesin kıymetini bize anlatıyorlar. Doğanın bize eşit verdiklerini kullanırken yaptığımız yanlışlar, dünyayı küresel ısınmaya doğru sürüklüyor.

İnsan kendini tanımazsa, eksiklerini fark etmezse, sırtını kime veya nelere dayarsa dayasın uygar yaşam seviyesine ulaşmamız mümkün değil.

Gelelim, neden zeytin başlığını atmamıza. İnsan kendini tanımıyor da, zeytin ağacı kendini tanıyor ya. O ağaç, donanımını biliyor, görevini biliyor ve binlerce yıl da yerli yerinde kullanıyor. Yaratılışı sırrını bilincinde taşıyor ve binlerce yıl sürdürüyor. Hem de insana karşı. En büyük zararı insan veriyor çünkü. İnsan ağaçları, hayvanları, toprağı, yer altı ve yer üstü zenginliklerini katlediyor.

Zeytin mi bilincini % 100 kullanıyor, insan mı sorusu geliyor aklımıza? Franz Kafka diyor ki; “Beyinlerimiz savaşsın isterdim, ama görüyorum ki silahsızsınız bayım”  Aslında mezarlıklar beyin dolu, orada anlatılmak istenen beynin bilinç düzeyi ve potansiyeli. Bu potansiyeli zeytin ve diğer ağaçlar kullanıyorlar.

 Eğitim sistemi, kişinin kendini tanıması ve yaparak yaşayarak öğrenmesi üzerine oturmalı. O zaman kabullerimiz ve karşı duruşlarımız topluma yarar sağlar. Yoksa sayı çokluğu ile övündüğümüz gruplara tabi olarak hayata devam eder gideriz.  

Çocuk ateşe elini sürmesin diye CIS demek yerine, elini ateşe sürüp kendisinin bilincine varmasını sağlamalıyız. Eğitim sistemi olayların, davranışların, toplum sosyolojisinin bilincine varan insanlar yetiştirmek zorunda. Bireyler, hep birilerinin ışığında gitmemeli. Yoksa ileri değil sürekli geriye gideriz. Zeytin nasıl doğaya tutunuyor, her engellemelere karşı bir yol bulup yeniden doğuyor; bizler de bilinç seviyemizi gereği gibi kullanmalı potansiyelini artırmalıyız.

Sinop’un 1000 yıl veya daha fazla yıllık olduğu tahmin edilen zeytin ağacı

BİLKE-BİLKE-BİLKE

 
Yorum yapın

Yazan: 07 Ocak 2021 in sinop zeytini

 

Etiketler: , , ,