RSS

Aylık arşivler: Şubat 2024

NEMMENKİ!

29.02.2024-A.Yaşar SARIKAYA

Türkçemize burun kıvıranları gördükçe, derleme yaparken karşılaştığım yaşlılar gelir aklıma. Doğurgan kök hecelerimizin üstadı olan eski insanlarımız.

-Gızzzz, Fadime nörüyon? Cümlesini duyunca, örgü ördüğünü sanmayın sakın. Ne örüyon, ne yapıyorsun anlamında kullanılır. Konuşurken hecelerin tınlaması ve vurguları müziksel olduğu gibi akıcıdır da. Örgü, şişle ilmek ilmek devam eder ve süreklilik arzeder. Bu gün kullandığımız “SÜRDÜRÜLEBİRLİK” sözcüğünü anımsatmıyor mu?

Bu kültürü yaşatan son kalan yaşlılar, birbirleri ile konuşurken “nasılsın” sorusuna “NEMMENKİ” diye cevap verirler. Sonra konuşma devam eder, konu konuyu açar, nemmenki biz anlamadan güme gider. Tekrar bu sözcüğün kullanımında, NE BİLEYİM anlamında olduğunu öğreniriz.

Dİvanü lûgati’t-Türk tercümesi-Abdullah Battal Taymas, kelimeyi açıklık getiriyor:

Söz varlığı, kullandıkça zenginleşir, yenilenir, güncellenir. Temel değerlerin kıymetini bilenler, değerlerine değer katarlar. Değer katanlardan olmak dileğiyle.

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

ANTİK YAZILARDA ALAZONLAR

23.02.2024- ESKİÇAĞ İSKİT SAKA TÜRKÇESİ SÖZLÜĞÜ

Alizonlar – İskit halkı. “İskit tarzı bir yaşam sürerler, ancak mısır, soğan, sarımsak, mercimek
ve darı eker ve yerler.” (Burada Timber Grave halkının son ismini bulmuş olabiliriz. M.Ö.
5-4. yüzyıllarda, biri K.Pontus ya da “İskit”, diğeri doğudan, daha Moğollaşmış Avrasya
bozkırlarından gelen iki Timber Grave kültürü göçmeni akımı Chorasmia bölgesinde
karşılaştığında, ortak yaşam kurmakta sorun yaşamadılar ve bin yıl süren Chorasmian
uygarlığını kurmaya devam ettiler ve yüzyıllarca süren Pers saldırıları ve kolonizasyonundan
kurtuldular) Herodot IV 17, 52.

HEREDOT

Antik yazarların yazılı eserlerindeki Eski Türk haşiyelerinden (İskitçe kelimeler) / / 1. bilimsel
ve pratik konferansın bildirileri “Orta ve Kuzey Asya halklarının göçebe uygarlıkları: Tarih,
durum, sorunlar”, Bölüm 1, Kızıl – Krasnoyarsk, 2008, – s. 149 – 177


Alazonlar – Antik Yunan tarihçi Herodot’a (MÖ 5. yy) göre, Dinyeper Nehri’nin batısında
Karadeniz yakınlarında yaşayan İskit kabileleri bu şekilde adlandırılırdı. Yunanca -on ve -es
biçimlendirme ekleri olmadan alaz kabile adlarının kökü, çeşitli dillerde obstruent affrikatın
[dj] bir ıslıklı [z] ile fonetik olarak yer değiştirmesinden kaynaklanan Aladj etnoniminin
uyarlanmış, yani Helenleştirilmiş şeklidir. Türk dillerinde [dj] fonemi [dz], [j], [tş ~ ç] ve [z]
gibi duyulabilir, örneğin: djigit ~ jigit ‘genç, çevik’, Bahıt-djan ~ Bahıtşän ~ Bahçän -. erkek
özel adı, djer ~ jer ~ dzer ~ zer ‘toprak’.

BİLKE YORUM: Alizonlar, Alazonlar ile Amazonlar arasında sadece bir harf farkı var. Bilim insanları arasında Sakalar ve Amazonlar aynı kavim diyen çoktur. Heredot’un, M.Ö. tarih alanında yazdığı değerli bilgiler, hala günümüze ışık tutmaktadır. Bilim için çalışan, araştıran, keşfeden, icat eden herkese saygıyla.

 
Yorum yapın

Yazan: 23 Şubat 2024 in Bilim

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

DEKANIMIZLA PROJE TOPLANTISI

21.02.2024- A.Yaşar SARIKAYA

Sinop Üniversitesi – Turizm Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Cem Cüneyt ERSANLI ve Dekan Yardımcısı Sayın Doç. Dr. Olca SEZEN DOĞANCILI, bu gün derneğimize geldiler. Birlikte yürütmeyi planladığımız projenin aşamaları konuşuldu.

BİLKE Dernek Başkanı, Yönetim ve Denetleme kurulundan arkadaşların katılımıyla toplantı devam etti. Sayın Dekan Ve Dekan Yardımcısı, Üniversitenin projeye katkıları hakkında bilgiler verdiler. Y.SARIKAYA, derneğin proje içinde alacağı rollerde neler yapabileceklerini sundu.

Çalışma takvimi hazırlandı, Mayıs ayında sunum ve tanıtım için yer ve zaman kararlaştırıldı. Yarışma içeriği, dikkat edilecek ayrıntılar konusunda ortak görüşe varıldı.

Sinop için olumlu sonuçlar getirmesi hedeflenen projenin, hayırlı olması dileğiyle toplantıya son verildi.

 
 

Etiketler: , , , , , , ,

SİNOP’TA MANTAR ÜRETİMİ

21.02.2024-A.Yaşar SARIKAYA

1983-84 yıllarıydı. Rahmetli babam, emekli olduktan sonra boş zamanlarını üreterek değerlendirmek istedi. Tarım İl Müdürü ile görüştü ve evin bodrum katında kültür mantarı üretmeyi düşündü. Müdürlük, bir ziraat mühendisi görevlendirdi. Birlikte ortam hazırladılar ve ürün almaya başlandı. Kültür mantarı tüketimi, bu gün olduğu kadar yaygın değildi.

Her gün mantar yenilmez ki, hele de alerjiniz varsa kaşınacağınız kesin. Mantarları pazarlama ihtiyacı doğdu. Babam emekli ama biz hepimiz çalışıyoruz, hiç birimizin zamanı yok. İnternet ve sosyal medya yok. Bir süre buzlukta saklamaya çalıştık. Babam, sonra pes dedi ve projeyi sonlandırdı.

Bu güne gelirsek, Boyabat, Ayancık ilçelerinde kültür mantarı üreticiliği yapılıyor. İnternet üzerinden ve Sinop manavlarına pazarlayanlar var. Konu, üretim ve pazarlama ekibi olarak birlikte çalışmayı gerektiriyor. Yazma, konuşma, tavsiye aşamalarından bu seviyeye gelmesi sevindirici.

Pazarlama konusu, Sinop üreticileri ve kooperatifleri için en başta gelen sorunlardan. Profesyonellerin önerisi “KESİNLİKLE EKİP İŞİ” ve “DEVLET DESTEĞİ”. Finansal yardım, hibe desteği gerekmese bile, önünün kesilmemesi için, kurumların yanında olması gerekiyor.

Öğrencisi olduğu İlkokulda mantar yetiştiren bir Sinoplu’nun haberi:

Sinop Merkez Mertoğlu köyünde yaşayan Veli Gör, köydeki atıl okul binasında mantar üretimine başladı. Gör, ayda 3 ton istiridye mantarı üretiyor ve bütün köy halkı bu mantarı tüketiyor. Gör, büyümek ve daha iyisini elde etmek için sürekli çabalayacağını belirtti.

Sinop için üreten herkesi kutluyor, üretmek isteyenlere örnek olmasını diliyoruz.
 
Yorum yapın

Yazan: 21 Şubat 2024 in sinop tarım

 

Etiketler: , , , , , , , ,

1240 SİNOP BABAİ İSYANI

19.02.2024- Kamil Yavuz-(ORCID: 0000-0001-5607-0137)

Çepnilerin Sinop ve çevresine yoğun yerleşiminde bir diğer ön plana çıkan husus da 1240 yılında Selçuklu otoritesine karşı meydana gelen Babaî İsyanı’dır. (13 )

İsyanın Selçuklular tarafından bastırılmasından sonra Babai İsyanı içinde yer alan ve Selçuklu ordusuyla çarpışan Çepniler, Selçuklu takibatından kurtulmak amacıyla Karadeniz’in Sinop ve Giresun arasında bulunan dağlık bölgelere çekilmişlerdir. Doğrudan Türkiye Selçuklu idaresi altında olmayan bu coğrafya bir yandan merkezi otoritenin ve Moğolların kontrolünün dışında kalırken bir taraftan da Trabzon Rum İmparatorluğu ile gaza alanı haline gelmiştir(14.) Bu bağlamda bölgedeki Çepni nüfusunun zamanla artma sebeplerinden biri de Anadolu’da yoğun bir şekilde hissedilen Moğol baskısıdır. Moğollardan uzaklaşmak isteyen Türkmenler kuzeyde ve güneyde Karadeniz ve Akdeniz’in dağlık ve kıyı kesimleriyle Memluk ve Bizans gibi devletlerin sınırlarına yığılmışlardır(15)
Faruk Sümer’e göre de Moğol ve Türkiye Selçuklu merkezi idaresinin baskısı neticesinde kalabalık bir sayıda Çepni Sinop ve civarına göç ederek burada yerleşmiştir(16)

Coğrafyacı İbn Said’in 13. yüzyılın ikinci yarısında Kastamonu ve civarında 100.000 çadır göçebe halkın
yaşadığını belirtmesi,(17) bölgedeki nüfus yoğunluğuna işaret eder.(18)

————-

13 Detaylı bilgi için bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, İstanbul 2000.
14 14 Detaylı bilgi için bkz. Mahmut Goloğlu, Trabzon Tarihi, Trabzon 2000, s. 17-18.
15 İbrahim Tellioğlu, Osmanlı Hakimiyetine Kadar Doğu Karadeniz’de Türkler, Ankara
2020, s. 100-102.
16 Faruk Sümer, “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırma Dergisi, 1/1, (1969), s. 46.
17 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul 1997, s. 303-304.
18 Zeki Velidi Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, C. I, İstanbul 1981, s. 257.

 

Etiketler: , , , , , , ,

KUTU KUTU PENSE

12.02.2024- Şafak Gündüz SARIKAYA

“Kutu kutu pense, elmamı yerse,

Arkadaşım Meltem, arkasını dönse!”

Efendim aklıma takıldı, çocukken oynadığımız kutu kutu pense oyunundaki saçma tekerlemenin, Fransızca’dan fonetik olarak alındığı ve gerçek anlamının “dinle, dinle, düşün olduğu (ecoutez ecoutez penzes)” belirtiliyordu.

Keşke düşünme ve dinleme çocukken aşılansa diye de devam ediyordu. Penselerin kutunun içinde ne işi vardı sahiden, ya da bundan çocuklara ne diyen olabilirdi.

Ama tek bir kaynak yerine ikinci bir kaynağa bakınca (ekşi sözlük, ekşi şeyler), bu ifadelerin doğru olmadığını işin aslının ta 1938’lere dayandığını da iddia ediyorlar. Ring a ring roses adlı bir İngiliz çocuk oyunu Çekçe “kolo kolo mlynsky” olarak oynanmış ve 1938’de Naziler o zamanki Çekoslavakya’yı işgal edince ülkeden kaçan çok sayıda Çek Orient Express ile İstanbul’a sığınmış ve savaş bitince ülkelerine dönmüşler.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Milli Eğitim Bakanlığı yapmış Hasan Ali Yücel, Türkiye’ye sığınan Çekoslavakyalı öğrencileri ziyaret ettiğinde, Çek öğrencilerin bu oyununu görüp çok beğenmiş, daha sonra bu oyun anlamsız cümlelerle Türkçeleştirilip müfredata eklenmiş ve bütün okullarda oynanmış.

İnanın hangisi doğru bilmiyorum, çocukken oynarken sadece oynuyorduk. Yoksa “ördek suya daldı, zil çaldı, Fatma okula geç kaldı” da bir yerden alındı.

Ama Fransızcası da iyiymiş.

İki kez dinle bir kez düşün.

Ecoutez ecoutez pensez!

https://onedio.com/haber/beynimiz-piril-piril-oldu-iste-kutu-kutu-pense-tekerlemesinin-kaynagi-ve-oyunun-kokeni-814034

ŞGS

 

Etiketler: , , , , , , , ,

NASREDDİN HOCA-NESİMİ-HALLAC-I MANSUR

09.02.2024-BİLKE

Nasreddin Hoca büyük bir mütefekkir, büyük bir düşünürdür. Halk dilinde Hoca‘nın nüktedanlığı, hikâyelerine gülünmesi çoğunlukla aldığı bedduaya bağlanır. Konu ile çok farklı rivayetler vardır. En ilginçlerinden biri şöyledir:

Bir rivayete göre Hallac-ı Mansur, Seyyid Nesimî ile Nasreddin Hoca arkadaşlık etmekte imişler. Bu üç kişi manevi eğitim almak, ruh ve düşünce dünyalarını zenginleştirmek için bir Şeyhin öğrencisi olmuşlar. Şeyhin bir koyunu varmış. Şeyh Efendi keser, pişirir ve afiyetle hep birlikte yerlermiş. Şeyh tekrar hayvan kemiklerini toplar, yan yana getirir ve Allah‘tan niyazda bulunur bulunmaz Allah‘ın hikmeti gereği koyun dirilirmiş.

Bir gün Hallac-ı Mansur ile Nesimî, Şeyhin bulunmadığı bir sırada koyunu kesmeye karar vermişler. Biz de şeyhimiz gibi dua ederiz, canlanır, demişler. Mansur hayvanı kesip çengele asmış. Nesimî‘de derisini yüzmüş. Nasreddin Hoca ise bu işlere hiç karışmamış, fakat arkadaşlarının hareketlerine gülmüş.

Koyunu pişirip güzelce yemişler, akabinde de şeyhlerinin yaptığı gibi kemikleri bir araya toplayıp, dört başı mamur bir dua da bulunmuşlar. Fakat gelin görün ki, hayvan bir türlü dirilmemiş. Bu sırada Şeyh gelmiş, işi anlamış, fena halde canı sıkılmış. Hayvanı kim kesti, diye sormuş. Mansur ben kestim, astım deyince, dilerim Allah‘tan sen de asılasın diye bedduada bulunmuş. Ve tekrar sormuş, kim yüzdü, demiş. Nesîmî, ben yüzdüm deyince Şeyh, sen de yüzüleceksin, demiş! Sıra Hoca‘ya gelmiş. Ben bir şey yapmadım, sadece bunlara güldüm deyince Şeyh, öyle ise sana da insanlar kıyamete kadar gülsünler duasını etmiş. Tabii keşke etmeseymiş. Hallac-ı Mansur asılmış, Nesimî de öldürülüp derisi yüzülmüş. Hoca‘ya gelince, fıkraları anlatılıp anlatılıp hep gülünmüş, hâlâ da gülünmektedir. ALINTI

BİLKE YORUM: Aynı dönemde yaşamamış üç değerli insanı, halk aynı hikayede birleştirmiş. Hikayeyi kulaktan kulağa, nesilden nesle de aktarmış. Altında, Nesimi ve Mansur’un ölümlerine kıyamamak, öldürülme sebeplerini de örtmek yatıyor olabilir. Hangi durumda olursa olsun, insana kıymak doğal gösterilemez. İsrail, Filistin savaşı, fail-i meçhuller, terör saldırıları, dünya savaşları yerini BARIŞA bıraksın. İnsan, ne insana, ne doğaya, ne de hiç bir canlıya kıymasın.

 
Yorum yapın

Yazan: 09 Şubat 2024 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , ,

TÜRKLERDE BALIKÇILIK KÜLTÜRÜ

07.02.2024- A. Yaşar SARIKAYA

İnsanlar, hangi coğrafyada olursa olsun, ihtiyaçlarını karşılamak için aynı adımları izlerler. Bu bilimsel gerçeklik penceresinden bakıldığında, farklılıkların varlığı da, bilimsel boyut kazanır. Yaşamı devam ettirmek temelli, birincil gereksinimlerin karşılanması ile başlayan süreç, toplu yaşama bilincini kazanma ile devam eder. Devinimi, zaman ekseninde gözlemek, toplumda YÖNETİM gücünün aktif olarak işlediğini ortaya koyar.

Önce küçük topluluklar içinde en güçlüye boyun eğme ve tabi olma başlar. Sonra dünya genelinde en güçlünün ülkeler üzerindeki hakimiyeti devreye girer. Dayatılan kültür benimsenir ve kabullenilir. Kültürle ne alakalı diyen çıkacaktır mutlaka. Fakat, sömürge devletlerin kendi dilleri vardır, konuşur- okur- yazarlar. Yine de, sömürgeci devletin dilini konuşma zorunluluğundan, kendi kültürleri yok oluverir. Geçmişe dönük yazılı kaynak bırakmadılar ise, kültür varlığı kanıtlanamaz. Yazının icadından önce yaşayan uygarlıklara da, neden yazılı kaynak bırakmadı demek uygun olmayacaktır.

Aktif ticaret kültürü olan coğrafyalarda, alış veriş için gerekli olan sayı ve simgeler geliştirilmiştir. Getirinin gücünü kontrol etmek ve düzen sağlamak amacıyla başarılan kültür, belgelerle günümüze taşınmıştır. Akad, Sümer kültürü belgelerinde bu örnekleri görebiliyoruz. Aynı tarihlerde, Amerika kıtası, Asya kıtası, Avrupa kıtası, Afrika kıtasında yaşayan topluluklar bu konuda ne yapıyordu? Belgeler toprak altında, kurganlarda mı, yoksa bu insanlar Homosapiens dönemine geçmediler mi sorusu insanın aklına geliyor. Kültürleri küçümsemek, büyütmek ya da yarıştırmak yerine bilimsel karşılaştırma yolu daha doğru olacaktır. Gelelim Türklerde BALIKÇILIK konusuna.

Türklerde balıkçılık konusu konuşulduğunda; “Türkler ne anlar balıkçılıktan, onlar hayvan çobanlığından anlar ancak” yorumları ile çok karşılaşırız. İnsanlar, hangi renk, hangi din, hangi dili konuşursa konuşsunlar göl kenarında yaşıyorsa tatlı su balığı kültürü; deniz kenarında yaşıyorsa deniz balıkçılığı kültürü kazanmıştır. Varoluşun gerekliliği doğal olarak böyle bir süreç izler. Yazı, icat edilmeden önce de balıkçılık kesinlikle yapılmıştır.

Türklerin kendi yöntemleri ile avladığı yayın balığı, Flotwell nasıl yakaladıklarını raporda açıklıyor

Doğduğum ama sadece 8 ay yaşadığım köye 1893 yılında araştırmaya gelen FLOTWEEL’İN, Kızılırmak Deltası Araştırmasına ulaştım. Türklerde Balıkçılık konusunu belgeliyordu. Almanca çeviriden faydalandığım çalışma raporundan bir bölüm sunuyorum:

“Misafirperver Qula (Kula) köyündeki (Delice ırmağı)Dee Liidschbe-Yrmaq’ın ağzında, Kızıl-Irmak yolunu takip eden ve kıyısında bir kaya mezarı bulan Miircker ve Kannenberg ile tanıştık. Bölgedeki tüm köyler gibi, Qula köyü de çiftçilikle geçiniyor. ” I dooh iet ee im” 40 devesi var ve tahıllarını Kanghry(Çankırı) ve Cüzgad’a(Yozgat) satıyor.

Türklerin bu bölgede balık avlamadığı yönündeki yaygın görüş tamamen çürütülmüştür. Biz balık tutmaktan söz eder etmez, biz Avrupa olta takımımızla avlanmayı boş yere beklerken, çiftçiler aynı kalın iplere dövme demirden olta fenerlerini taktılar ve çabucak iki güçlü yayın balığı yakaladılar. Türk’ün sağlık nedenlerinden dolayı yaz aylarında sağlık sorunu yaşamadığı haberi yaygın olabilir. Akarsulara kıyıdan giren nehirlerde büyük çapta balık avının ancak ilkbaharda yapıldığı doğrudur.”-JUSTUS PERTHES COĞRAFİ ENSTİTÜSÜ. PROF. DR.A. SUP AN. :Erı-iinzonı-shand XXIV (DeR 110-114). FLOTWEEL-1893

Doğduğum köye giden Flotwell, bu gün hala anlatmak için çırpındığım konular hakkında araştırma yapmış. Araştırma ekibine saygıyla. Tüm araştırma yapan, toplum için bilimsel çalışmalara imza atan herkese teşekkürlerimle.

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

DERSİM MİTOLOJİSİNDE HIZIR VE ÇAM AĞACI

06.02.2024-Kırmancki/Zazaki derleyip yazan: Hawar Tornêcengi

Türkçe Çeviri: Asmên Ercan Gür

İçerisinde insana dair sevgi, mutluluk ve doğa sevgisi olan bu yol ve inancın adı “Raa Heqi” olmakla birlikte, “Hızır’ın Yolu” olarak da adlandırılır. Bu inanç, Dersim toplumunun geçmişten beri yüzyıllarca süregelen kadim bir inancıdır. Yaşlı ve kâmil insanlarımız her sene ocak ve şubat ayındaki Hızır günlerine ve mart ayında Hewtemal’e denk gelen bu günlerde doğadaki temiz su kaynaklarına giderek ziyaret mekânlarından alıp getirdikleri bu berrak suları evlerine, ahırlarına ve tarlalarına serpiştirerek bu şekilde dua ederlerdi:

“Ey ulu dağlar ve bu dağların ziyaret mekânları. Bu berrak kutsal suyunuzu bize helal edin. Öyle ki hanemize, hayvanlarımıza ve ekinlerimize bolluk ve bereket getirsin!”

Büyük Hewtemal, eski hesaba göre (Rumi Takvim) 17 Mart’ta olup, Miladi Takvim’e göre de 30 Mart’a denk gelir. Bu günlerde gece ve gündüzler eşitlenir. Ağaçlar yeryüzüne kapanıp secde ederler. Ağaçların kökleri ısınır, dallarına su yürür ve zamanla yeşillenirler. Şimdi kullandığımız Miladi Takvim’e göre kâinatın kutsal güneşi 19-20 Şubat’ta kendisinden ateş düşürerek evvela havayı ısıtır. 26-27 Şubat’ta da güneşin bu ateşi suya düşer ve sular ısınmaya başlar. Son olarak da 5-6 Mart’ta bu ateş kutsal yeryüzüne düşer ve toprak ısınmaya başlar. Yaşamda gerçekleşen bu mitolojik anlatımı insanlar arasında “Cemre’nin düşmesi” olarak isimlendirmişlerdir. Ve bu gün, eski Rumi Takvim’e göre 13 gün gecikmeyle Miladi Takvim’de 21 Mart tarihine denk gelir. Bu gün hayatın yenilendiği (yeni yıl) yeni bir başlangıç olarak Dersim toplumu gibi kadim toplumlarda senenin başı olarak algılanır ve değerlendirilir.

Gelelim “Hızır ve Çam Ağacı” meselesine:

Söylenceye göre yeryüzünde bulunan ağaçlar, hayvanlar ve börtü böcek semaha durur. Bu şekilde birlikte semaha durup döndüklerinde hak ve hukuk, saygı ve sevgi görürler. Bu döngüde kimse kimsenin hakkına girmez, kimse kimseye sevgi ve saygıda kusur etmez. Ağaçların yeryüzüne kapanıp secde ettikleri bu olay yılda bir bu tarihte gerçekleşir. Bu, kutsal bir döngüdür. Yeryüzüne gösterilen bu minnet ve saygı karşılığında yeryüzünde bulunan canlı namına ne varsa başta su olmak üzere yeryüzünün nimetlerinden faydalanırlar. Yeryüzü suya, su havaya, hava da ateşe secde ederek birbirlerine minnet ederler.

Günlerden bir gün böyle bir kapanma-secde (Cemre) günü imiş. Tam o gün Hızır, içerisinde üç mühim nesne olan torbası elinde yeryüzünde seyahat etmekte imiş. Ve dünyanın bir yerinde 12 evliya 31 Mart günü memleketlerine gitmek üzere yola koyulmuşlar. Bu yolculuklarının bir bölümü de deniz yolculuğu imiş. Ancak denizden geçerlerken amansız bir fırtınaya yakalanmışlar. Bunun üzerinde Hızır’ı bu darlık ve imdatlarına çağırmışlar. “Tengiya made bırese ya Xızır! / Darlığımıza yetiş ya Hızır!” demişler. Bu çağrıyı duyan Hızır o anda bulunduğu yerde elindeki torbayı bir çam ağacına asarak bunların yardımına koşmuş.

Ancak gelin görün ki o gün ne olmuş?

Meğerse o gün ağaçların yeryüzüne kapanıp secde ettikleri, minnetlerini ifade ettikleri bir gün imiş. Bütün ağaçlar yeryüzüne secde ederken Dara Merxe-Çam Ağacı Hızır’ın kendi dalına asılı duran emanetinden dolayı büyük bir kararsızlık içerisindeymiş. Şayet eğilip yeryüzüne secde ederse, Hızır’ın dalına astığı emaneti düşer ve içerisinde ne varsa telef olup gidermiş. Bunun kaygısını yaşıyormuş. Çünkü bu torbada yeryüzündeki canlılar için sevgi, saygı, huzur ve mutluluk varmış. Ancak bu secde halini yerine getiremez ise bu sefer de yeryüzünün kendisine bahşettiği sudan faydalanamayacak ve kuruyup gidecekmiş. Neticede Dara Merxe-Çam Ağacı Hızır’ın emanetine ihanet etmeyerek susuz kalıp kurumayı göze almış.

Hızır dolanıp dönüp gelmiş ki bir de ne görsün. Yeryüzündeki ağaçların hepsi secdeye gelip su içmişler. Yeryüzü bu verdiği nimete sevinmiş; ağaçlar, börtü böcek de sevinmiş. Neredeyse ağaçların yeşillenme zamanıymış. Ancak Dara Merxe-Çam Ağacı susuzluktan kuruyup gitmek üzereymiş. Açıktır ki Hızır, yeryüzünde olan biten her şeyin farkındadır. Bunu fark eden Hızır, elindeki sihirli değnekle Dara Merxe’ye (Çam ağacına) dokunarak şöyle der:

“Bundan sonra sen suya ihtiyaç duymadan yaşamını sürdüreceksin. Bu benim bu yaşamda sana hediyem olsun. Bundan sonra sen bütün ağaçların içerisinde her mevsim yemyeşil kalacaksın.

Yapraklarını dökmeyeceksin, kışın fırtınada-boranda üşümeyeceksin. Mademki sen bu emanetime ihanet etmedin, sen bunları hak ediyorsun. Mademki sen dünyadaki canlıların sevgi, saygı, huzur ve mutluluklarına sahip çıktın, tüm bunlar bunun karşılığı olarak senin olsun, ömrün de uzun olsun.”

Rivayet odur ki ağaçlar her sene Hewtemal zamanında, yani Newe-9 Marti’de (21 Mart) yeryüzüne secdeye gelmek için eğilirler. Bu mesele üzerinde Dersim’de anlatılan bir anlatı bu şekildedir:

“Bir köyde bir gelin varmış. Bu gelin sabahın çok erken bir vaktinde kalkıp dışarı çıkmış. Dışarı çıkmasın açıkmış ama bir de ne görsün. Bir bakmış ki bütün ağaçlar yeryüzüne eğilerek secde ediyorlar. Gelin demiş; ‘Ben bu gördüklerimi sabah anlatırsam kimse bana inanmaz. İyisi mi ben başörtümü yere secde ederek kapaklanan bu kavak ağacının uç dalına bağlayayım.’ Ve gelin dediğini yapmış. Sabah olunca da ev halkına bu meseleyi anlatmış. Elbette evdekiler ve köy halkı evvela bu anlatılana inanmamışlar. Bunu üzerine gelin kendilerine demiş; ‘Şayet bana inanmıyorsanız, gelin dışarı gidelim, kavak ağacının tepesindeki dala bakalım.’ Ev halkı ve köylüler hep beraber dışarı çıkmış ve kavak ağacının tepesindeki dalda asılı ve bağlı duran gelinin başörtüsünü görmüşler. Bu başörtüsünü gelinin o yüksekliğe asmasına imkân olmadığını bildiklerinden olan bitene inanmışlar.

Dersim Raa Heqi inancına göre 21 Mart’ta ağaçlar secdeye gelerek yeryüzüne minnetini sunarlar. Bu durum, yeryüzünün kendilerine verdiği nimetlerden ötürü ağaçların ibadetidir. Çünkü yeryüzünde ne varsa tüm bu nimetler Hak’kın bir nimeti olup yeryüzü bunu bir emanet olarak bağrında bulunduruyormuş. O gece, gece ve gündüzün eşitlendiği kutsal bir günün öncesiymiş. Ancak sadece Dara Merxe (Çam ağacı) secdeye gelememiş.”

Diğer ağaçlar Çam ağacına sormuşlar:

“Sen niye yeryüzüne secde etmedin?”

Çam ağacı demiş:

“Benim dalımda yaşlı ve kâmil bir insanın bana emanet olarak bıraktığı bir torbası asılıydı. O yaşlı ve kâmil insan gelip bu emanetini alıncaya kadar ben yeryüzüne secde edemezdim. Bu sebeple yeryüzüne secde edemedim ve sudan mahrum kaldım.”

(*) Derler ki; Hızır tüm ağaçlar içerisinde en uzun ömrü Dara Merxe’ye (Çam ağacına) bahşetmiş. Onu, her mevsim yeşil kalmasını sağlamış. Hızır ile olan bu mitolojik öykü-anlatı ilişkisinden dolayı Dara Merxe denilen dikenli yapraklı bu çam türü ağaç Dersim’de kutsaldır ve ulu ağaçlarının her biri bir ziyaret mekânıdır. Bu ağaçlar kesilmez, etrafı temiz tutulur, çıla-çıra yakılır, saygı gösterilir.

 
Yorum yapın

Yazan: 04 Şubat 2024 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , ,