RSS

Kategori arşivi: Tayyip Sandalcı anılar

TAYYİP SANDALCI’NIN SON EMANETLERİ

24.06.2022- BİLKE

Paylaşacağım 05. Nisan 2022 tarihli bir fotoğraf, sonlu dünyanın acı gerçekliği ile yüzleştirecek hepimizi. Neden derseniz, hayatının son evrelerini yaşayan bir kişinin, dünyadan göçeceğinin farkındalığıyla, bilinçli bir selfi çekip yazıları ile birlikte bana göndermesi ve “uygun yerlerde kullanırsın” notunu düşmesi. Ailesinin bu fotoğraftan haberi var mı bilmiyorum ama bana yüklediği sorumluluğun, sırtımda kat kat arttığının farkındayım. Yaptığım çalışmaların özünü kavraması, araştırmasına sahip çıkacağımdan emin olması da ayrıca hüzünlendirdi beni.

Gönderdiği 7 dosyanın hepsini açmamıştım, tarih sırasına göre yayınlıyordum. Dünyaya veda etmeden önce yazılarının 3 bölümünü kendisi de okumuştu. Bu gün postanın içindeki son dosyadan çıkan fotoğrafı sanki ” işte gidiyorum kalanlara selam olsun” diyordu sevenlerine. Son 4 postadan biri foto, diğeri kitabe, üçüncüsü kitabenin çevirisi, dördüncüsü de biyografidir. Bu alemden göçse de sözü kendisine bırakıyorum: Ayşe Yaşar SARIKAYA

Tayyip SANDALCI-

Selam sevgi saygılarımla –TAYYIP SANDALCI – 12/01/2022

Cami girişindeki hitabenin okuyamadığım bir iki kelime dışında tercümesini yapamaya çalıştım, küçük eksikler olabilir ama kitabenin özü anlaşılmaktadır .

“Ayasofya hatibi Ebu Bekir Lütfü efendiniğ ulvi himmeti kıldı bu camii inşa

Vekili Azam’ı ecmein Abdülhamit Hana 

Düa ihvan eyledi mü’e minler

Ol amiri minel ilah

Didiler…….ser askeri muhbaresi

Yapıldı cami Lailaheillallh…….

1317 (1901)”

Dudaş Köyü Camii Hitabesi-foto-Tayyip SANDALCI

    BİYOGRAFİSİ            

1947 yılında Dikmen Dudaş köyünde doğdu. 16 yaşına kadar eski Türkçe okuma yazma ve kuran okumayı öğrendi, çobanlık ,çiftçilik, Ramazan imamlığı yaptı. Bu arada yeni Türkçe okuma yazmayı öğrenerek dışardan ilkokul diploması aldı(Dudaş köyünde ilköğretim 1970 den sonra başladı).
16 yaşında köyden ayrılıp Sinop’a geldi. Halk Eğitim Merkezinin düzenlediği, Amerikalı Barış Gönüllüsü , Robert Dankoff’un ingilizce kurslarına katılarak ingilizce öğrendi, gündüzleri iş seçmeden her tür amelelik yaparak harçlığını kazandı.
1965 yılında, Mülkiyeti Sosyal Sigortalar kurumuna ait olan, Türkiye Otel Lokanta ve  Eğlence yerleri işçileri (TOLEYİS) Sendikasının uygulama oteli olarak açtığı , daha sonra el değiştirerek  özel kişiler tarafından işletilen,  halk arasında Turist otel olarak bilinen otelde resepsiyonist olarak işe başladı.
1966 yılında Amerikan üssünde(RADAR) Araç Sevk ve Harekat memuru olarak çalışmaya başladı.
1967-69 yıllarında İzmir ve Ankarada hava muhabere , Mors Operatörü olarak 2 yıllık askerlik görevini yaptı.
Askerlik dönüşü Amerikan üssündeki işine döndü. 1973 yılında Amerikan Üssünde İstihkam mühendisliği bölümüne transfer olarak, Demirbaş malzeme memurluğu, iş programlayıcılığı (scheduler), maliyet muhasebeciliği, plan bütçe yapım ve uygulaması, ve nihayet Üretim Kontrol şefliği (Chief Production Control) yaptı.

Bu arada hiç okula gitmeden (o yıllarda açık öğretim de yoktu), ilk ,orta, lise ve Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsüne bağlı Sevk ve İdare Yüksek okulunu (TODAİE-SİYO)dışardan bitirdi.
1993 yılında Üssün kapanmasıyla Sinop’ta yaşamaya devam etti. 14 Mar 2022- Tayyip SANDALCI

NOT: TAMAMI

https://sinopbilke.com/category/tayyip-sandalci-anilar/

Tayyip SANDALCI ANILAR “KATEGORİSİNDE bulabilirsiniz

 
2 Yorum

Yazan: 24 Haziran 2022 in Tayyip Sandalcı anılar

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

TAYYİP SANDALCI “ANILAR-6-7”

TAYYİP SANDALCI ANILAR -7- BİLKE-29.06.2022

KÖYDEN SİNOPA GÖÇSON BÖLÜM

Önceki bölümlerde bahsettiğim gibi 1969 yılı 24 Temmuz’da Terhis olup önce radara gidip askerliğimin bittiğini işe ihtiyacım olduğunu söyledim. Şu an boş pozisyon yok, biz sana haber veririz demişlerdi, ben de doğru köye gitmiştim, çünkü tam olarak zamanı köyde işler çok yoğundu, köye geldiğimde Sofya’nın hastalığı ilerlemiş idi. O rengi sararmış dişlerinin dibi sararmış cansız bir durumda, üstelik Serap’a hamileydi altı aylık , orak işini bırakıp gitmek cenazeyi ortada bırakıp gitmek gibiydi , şu olarak işi biraz Toparlansaydı Sofya‘yı hemen doktora götürmeliydim. Ben askerdeyken 3-4 ay evvel Sofya’nın babası Gürzüvet’te bir kadın var doktordan daha iyi bilgili, sözlerine istinaden Gürzüvet’e getirmiş, o kadında doktora gitmesi gerektiğini söylemişti. daha sonra Dikmen‘deki abisi koca Âli ile Bafra‘ya doktora göndermişler, dönüşte reçeteyi kaybetmişler oda bir işe yaramamıştı .

Askerlik biteli bir hafta geçmişti, köyde orak tarlasında orak biçiyorduk , Sami eniştem köye geldi, o on yıldan fazla radarda çalışıyordu; radardan beni işe çağırmışlardı, gelsin başlasın demişler eniştem bu haberi vermek için kalkmış köye gelmişti, aynı gün eniştemler orak tarlasından çıktık Sinop’a geldik. En kısa zamanda evraklarını bitir işe başla dediler, bir hafta sonra izin alıp köye gittim Oraklar bitmişti , Sofya’yı alıp köyden ayrılıyordum, ömrümün sonuna kadar unutamayacağım bir ayrılık tablosuydu bu,

Karmaşık bir duyguydu bu aslında, anlatması zor, ayrılık acısı, gelecek korkusu, hastalık ,yoksulluk, sefalet ,umutsuzluk her şey vardı. Karanlığa yürüme, nereden baksan kara bir tablo. Anne baba ve İki çocuğumuzdan birini Şenol’u arkamızda bırakıp çıktık yola; atın bir yanına yarım çuval un diğer yanında azık ve bir de tel süpürgeyi sallaya sallaya düştük yola. Köyden şehre gelirken tel süpürgeyi getirmek sanırım o günün şartlarını anlatmaya yeter, ve bu kare hayatımın sonuna kadar zihnime kazınmış olarak kalacaktır. Ekonomi sıfır, askerden geldim işbaşı yaptım ama henüz maaş alamadım cepte bir şey yok. Köyden verebilecekleri yarım çuval un ve bir tel süpürgeden ibaretti. Sorunların hiçbirisi ötelenecek türden değillerdi. Hemen ev tutulmalı, ev için gerekli zaruri ihtiyaç maddeleri alınmalı, hastalık için doktora gitmeli, ilaç almalıydı. Bunların hiçbirini erteleyemezdik.. Ablamların yanına geldik. Balatlar kilisesi yanında iki katlı eski ahşap konak türü bir bina, ekonomik ömrünü tamamlamış hem şehirden uzak hem de dar gelirli insanların oturabileceği türde bir binaydı. Ahşap duvarların arasında parmak girecek boşluklar vardı, her taraftan rüzgâr girip çıkıyordu, deliklere çaput tıkayarak kapatıyorduk 1-2 ay kadar burada birlikte yaşadık. Ev üstünde ev olmaz derler ya, ev aramaya başladık. Cennet ablayla Ahmet abi’nin evi yakınında bir yer kiraladım, küçük bir mozaik mutfak tezgahı vardı.

İki küçük oda mutfak düz ayak bir yer eviydi, büyükçe bahçesi vardı, bahçede incir üzüm ağaçları vardı

İncedayı mahallesi evleri, deniz manzaralı. Bunları rahmetli Sinop milletvekili Cevdet Kerim İncedayı yaptırmış. 1946 yılında büyük yangında mahallenin tamamı yanmış bunların yerine tek tip dar gelirlilere hitap edecek şekilde bir tür barınma konutları yapılmış. O nedenle mahallenin adını da incedayı mahallesi koymuşlar. Ev tutulmuştu ama kış gelmişti odun kömür soba yok, gerekli zaruri maddelerin hiçbirisi yoktu, ne yatak yorgan, ne çatal kaşık ne de çanak çömlek.

1 kg domates bir ekmek aldık Sofya‘yla oturduk karşılıklı birbirimizin yüzüne bakarak yedik. Böylece tabaksız kaşıksız sofrasız karnımızı doyurduk. Allah rahmet eylesin Ahmet abi soba söndürecek mangal, bir miktar odun kömür alıverdi, onları kurduk ısınmaya çalıştık( Mücadelenin babası, eşi Cennet abla ile dedelerimiz amcazade).

Odunlar önce sobada yakılır ateşleri alınıp söndürülür, sönmüş kömürler daha sonra mantızda yemek pişirmede ya da mangalda odayı ısıtmakta kullanılırdı. Tüp yok, ispirto ocakları vardı, pompalayıp üzerinde çay pişirilirdi.

Bu arada Sofyanın tedavisi devam ediyordu, dispansere her gün gidip iğne yaptırıyorduk, köyün işinden kurtulmuş biraz toparlanmıştı, gerekli eşyalar çatal kaşık tabaktan başlayarak yavaş yavaş aldık. Camlar perde istiyor, gerçi 40 x 50 gibi küçük ölçülerde pencereler vardı, altımıza alacak yatak yok üstümüze örtecek yorgan yok, tek yastığı paylaşırdık. Bazen birimiz kolunu başının altına yastık yapardı.

Bitişik komşumuz deli Cemile vardı, onun kökeni de saray köyünden gelmiş, bize hemşeri yakınlığı gösterdi. Eşi Ömer abi iyi bir insandı, kayığı vardı torunu Erol belediyeden emekli, annesi deli Nuran kendi hallerinde dar gelirli bir aileydi, bize üstümüze örtünün diye yorgana benzer bir şey, birkaç parça tabak çanak gibi şeyler vermişti. Her şeye muhtaçtık, Allah rahmet eylesin.

Burası bizim ailenin ilk eviydi, zaman içinde yavaş yavaş eksikleri tamamlayarak ilerliyorduk. Biraz daha büyükçe bir eve çıkılabilirdik ama büyük ev eşya isterdi. Bizde de hiçbir eşya yoktu, çok fazla kira ödeyecek durumumuz da yoktu. Bir sokak arkada benzer bir evde müzenin karşısından deniz kenarına aşağı inerken, solda küçük bir ev tuttuk, uzun zamandır oturulmamıştı bu evde. Aslında onu da ısıtmak zordu, betonarme muntazam binalar hem az hem de pahalıydı. Eşyalarımızı bir el arabasına doldurup bir evden diğerine taşıdık. Arka sokaktaki yeni tutulan ikinci evin kirası uygun, yine bahçeli bir evdi, bahçeyi elden geçirip biber soğan domates ektik. Soner bu evde doğmuştu, Serap ilk evimizde doğmuştu, yine bu evde benim verem ortaya çıkmıştı. Verem olmak için bütün şartlar mevcut idi, yoksulluk, stres, endişe, zaten askerde Ocak ayında Etimesgut’ta çok soğuk bir gecede nöbet tutarken üşütüp zatürree olmuştum. Ankara’da hava hastanesinde on gün kadar yattım taburcu edildim. Bir akşam 16:24 vardiyasından sonra eve geldim, ani başlayan bir öksürükle ağzımdan dolu dolu kan gelmeye başlamıştı. Sabah doktor Bedri’ye, sonraki günlerde Bafra‘da bir doktor varmış aynası varmış, aynaya sokuyormuş dediler. Tam olarak röntgen denemezdi. Karanlık bir odada bir cihazla bakıyordu. yapılacak iş belliydi, Streptomisin iğne, palto düğmesi büyüklüğünde beyaz haplar, bir de iyi besleneceksin. İki ay rapor alıp gittik köye, bu arada tereyağı, bal yemekten bıkmıştım, tosun gibi kilo aldık, peşinden bir ay daha istirahat derken durumu toparlamıştım. Son bahar doğru Sinop’a döndük, Ünal okuluna, ben işime başlamıştım, bu evi ısıtmak çok zordu, rüzgâr estiği zaman alttan gelen rüzgâr tahtaların arasından üstteki kilimleri havaya kaldırıyordu, üzerine ağırlık koyarak kilimlerin havaya kalkmasını önlüyorduk, fakat bahçe güzel olmuştu, kocaman iki tane de dut ağacı vardı, ortasında yazın çocuklara salıncak kurardık.

Bu yeni taşındığımız evde , metruk bir yerdi eski bir yapıydı. Ucuz ve müstakil diye tutmuştuk burayı. Daha sonra buradan büyük caminin arkasına İcracının evine taşınmıştık. Burada eski bir yapıydı ama nispeten öncekilere göre daha iyi durumda idi . 2- 3 tane odası vardı, arkada geniş bir bahçe, burayı Isıtmak da çok kolay değildi. Bir kış sezonunda bir kamyon odun yakmıştık, Beton binalar yeni binalar az bulunuyordu, hem de kiraları pahalı idi. Yıl 1972 hastalıklar atlatılmış yavaş yavaş her şey yoluna giriyordu. 1973 yılında iş yerimde şirket değişmiş, işçiler tazminat almıştı. radarda 5:10 yılda bir Amerikalı işveren şirket değişir işçiler tazminatlarını alıp yine işlerine devam ederlerdi,

25 yıl boyunca ben böyle üç kez tazminat almıştım.. 1973 de Tumpane Comp şirketi kontratı alamamış onun yerine Boeing Services İnt. İnc. Şirketi gelmişti. Bizim tazminatlar ödendi ,herkes yine işine devam etti. Bu parayla bugünkü yüksek kaldırımdaki evin arsasını aldık, aslında paramız yetmiyordu arsayı almak için, köyde ve Sinop’ta ne kadar çevremiz varsa hepsinden borç para aldık, borç aldığımız insanların sayısı 15, 20 kişi vardı.

Büyük caminin arkasında Kuru Sokaktaki bu evde unutulmayan bir anım daha vardı. Onu atlamak mümkün değil. 1973 bir gün bir baktık annem Zülfiye, Şenol karşımıza çıkıverdiler. Babamla tartışmışlar, babamı köyde yalnız bırakıp Sinop’a gelmişlerdi. Fahri İstanbul’daydı, Şenol da köyde okula başlamıştı. Babam köyde yalnız kalmıştı. Okullarda açılmıştı Şenol’u bizimle getirmemiştik, annemleri yalnız bırakmayalım diye köyde bırakmıştık. O yıl köyde okula gidecekti. Ama şimdi Sinop’a gelmişti nasıl olsa, hemen Cumhuriyet okuluna kaydını yaptırdım. Bir hayli zorlanmıştı aslında köyden gelip şehirdeki okula uyum sağlamak kolay olmamıştı. Bu arada birkaç gün geçmiş annemin öfkesi dinmiş biraz kızgınlığı geçmiştir, derken bir gün banyo yaparken banyo kazanından taze kor halinde ateşi alıp ısınma amaçlı mangala koymuşlar. Karbon monoksit zehirlenmesi olmuşlar banyoda. Zülfüye’nin durumu iyiydi fakat annem baya ciddi şekilde zorlanmıştı doktor Bedri Oral’ı yalvar yakar eve getirebilmiştim. Serumlar takıldı kısa bir sürede atlattık ama çok korkmuştum. Annemi erken yaşta kaybetmekten. Birkaç gün sonra annemle Zülfiye’yi köye götürüp bırakmıştım. Bu arada evin arsasını 16 milyon ödeyerek almıştık(1972). Aslında bir hayli zorlanmıştık, ancak farklı bir duyguydu. Sinop’tan arsa almak, ailenin ikameti Dudaş’tan Sinop’a taşınacaktı. Bir adresimiz olacaktı Sinop’ta, bu bir sınıf atlama, sosyal bir aşama idi. Bu değişim İsmail dedemin bir asır Önce Dudaş’tan İstanbul’a gidip Unkapanı’nda ev alması gibi bir şeydi benim için. Hani tarih tekerrürden ibarettir derler ya, ancak dedemin İstanbul’a yerleşme İstanbullu olma planı o günün zor koşullarında savaş ve salgın hastalıklar nedeniyle gerçekleşmemiş hüsranla bitmişti. Bizimkinin ne olacağını kim bilebilir ki, kader ağını nasıl örerse öyle olur, elbette her şeyin bir sonu olacaktır.

Nihayet 1977 yılında İnşaata başladık ve 1978 Mayıs gibi kendi evimize taşındık. Farklı bir duyguydu insanın 30 yaşında dört çocukla kendi evine taşınması, yorgunluk bitkinlik ekonomik sıkıntılar borçlar vardı, ama olsun mutluluktan uyuyamıyorduk geceleri.

İlk orta lise dört çocuğun dördü de çeşitli sınıflarda okuyorlardı. Her biri ayrı bir mutluluk kaynağımız yaşam sevincimizdi. Bazen onu çok seviyorsun, beni az seviyorsun gibi tatlı diyaloglar olurdu çocuklarla aramızda, dengeyi korumak pek kolay olmazdı. Binanın zemin katını iskelet olarak boş bıraktık, birinci katı tamamlayıp oraya taşındık. Altı boş, üstünde çatı yok, böyle bir daireydi, ama olsun sonuçta kendi evimizdi. O zamanlar balkona oturunca iskele ve iskeleye gelen haftada iki gün gemiler vardı yolcu gemileri, onları izlerdik çay eşliğinde. Çok güzel komşuluklarımız olmuştu bu mahallede; mesela sağdaki binada Feridun abimiz İlknur yengemiz vardı, emekli denizci Astsubay Karamürsel‘den gelmiş radarda itfaiye ekip şefi idiler, uzun yıllar bunlarla komşuluk yaptık. Buradaki evler hemen hemen aynı yıllarda yapılmıştır.1975 ile 80 yılları arasında. Doktor Rızanur hatıralarında bu mahallenin Rum mahallesi olduğunu, hiç Türk yaşamadığını anlatır ve devamında tek başımıza bu mahalleden geçemezdik, köpekler yabancılara saldırır, o nedenle bir kaç arkadaş bir araya gelirdik öyle gezmeye giderdik der. Bu mahallelere daha sonra çeşitli tarihlerde toplu mübadele yapılarak Bulgaristan ve Yunanistan’dan gelen muhacirler, giden Rumların yerine yerleştirilmiş bu nedenle asıl adı Kefevi mahallesi fakat pratikte Rum, muhacir mahallesi olarak geçiyor. Ben evin arsasını İhsan Günal’dan aldım, keresteci ihsan derlerdi , demir çimento satardı tuzcular caddesinde. Babalarına ait bir yer olduğunu, yangında evlerinin yandığını, ondan sonra boş kaldığını söylemişti. Binalar ahşap olduğu için en büyük felaket yangın, yangınlarda evler sık sık kaybolur yanar gidermiş. Benim evin bulunduğu yerde ön cepheyle arka cephenin arasında 6 metre kot farkı vardır, bu toprağı o zaman buradan kaldırıp burayı yol seviyesine indirmek hiç de kolay olmadı, o yıllarda kepçe kamyon gibi ekipmanları temin etmek zor ve çok pahalı idi. Ekipmanlardan az da olsa faydalanmıştık. Radardan aldığımız kamyon ve kepçeyle hafriyatı yapmıştık. Evimizin üzerinde çatı yok ama çardak ve üzerinde üzüm asmamız vardı, arka bahçede her türlü sebze yetiştiriyorduk, üzüm çardağı ve ceviz ağaçları vardı, nar ağacı Rumlardan kalmaydı halen yaşatıyoruz onu.

Acı tatlı hayatımızda yer alan önemli olaylar yaşandı bu evde. Soner’in sünnet düğünü , Serap’ın ve şenol un evlenmeleri, hepsi burada , bu binada yaşandı. Ne ayrılıklar ne mutluluklar ne acılar yaşanmıştı bu daire de, sadece mutluluklarla bezenmiş bir hayat olmadığı için acılar kederler de beraberinde yaşandı bu binada.

7 Ocak 1983 saat 17:30 gibi akşamla yatsı arası kaybetmiştim anacığım bu dairede. Temmuz 1982’de hastalanarak köyü bıraktı İstanbul’a götürdük Zülfüye’nin yanına , o zaman Zülfiye eşinden boşanmamıştı. Eşi de kendisi de çok ilgilenmişlerdir annemle, şimdi eşi vefat etti. Allah rahmet eylesin ve daha sonraki yıllarda zülfiye de eşinden ayrıldı. Bir kaç hastaneye götürdük, daha sonra Cerrahpaşa tıp fakültesinde anneme Pankreas kanseri demişlerdi. Kasım 1982’de cerrahi müdahalede bulunuldu bir şey yapılamaz dendi, Kasım veya aralık ayıydı gemiyle Sinop’a getirdim önce Zülfinaz ablamın evine yatırdık, bir hafta sonra benim eve aldım ve nihayet yedi ocak 83’te kaybettik, Allah rahmet eylesin.

Annemin vefatından sonra babam köyü bıraktı, hep bizimle oldu. Altı ay bir yıl kadar İstanbul’da Zülfiye ile Fahrinin yanında kaldı, onun dışında Sinop’ta hep beraber yaşadık.

18 Haz. 2000 de barsak yapışması sonucu 19 mayıs Tıp a kaldırdık orada yapılan cerrahi müdahalede 21 haziranda masada kaybettik. Böylece annem 70 ine girmeden, babamı da 89 yaşında kaybetmiş olduk. Bir başka erken kaybımız Hacer ablam; 1998 de beyindeki tümör ameliyatı için Şişli Etfal hastanesine yatırdık, ameliyat sonrası 16 gün yaşam destek ünitesi ne bağlı kaldıktan sonra beyin ölümü gerçekleşmişti, onu da erken kaybetmiş olduk. Daha sonra 2016 Ağustos ayında büyük ablam Zülfinaz’ı akciğer kanserinden 79 yaşında kaybettik..

ÇALIŞMA YAŞAMIM

Daha önce bahsettiğim gibi Haziran 1966’da oteldeki resepsiyon memurluğundan Amerikan radarına girdim, girişim çok kolay olmuştu. Birkaç ay iki işi bir yürüttüm hem otelde hem de radardaki işime devam ettim, bu arada atladığım bir şeyi hatırladım turist otelden önce birkaç ay Kaptanoğlu Palas‘ta, bugünkü meydan kapıda bankaların bulunduğu binanın olduğu yerdeki kaptan oğluna ait otelde , otel katipliği yapmıştım. Aynı dönemde İngilizce kursu da devam ediyordu. Bu dönemde artık ağır amelelik işleri yoktu. otelde 8-10 odanın kömür sobalarının her sabah külleri alınıp tekrar yakılırdı. Bu otel o zaman Sinop’un en lüks oteliydi , daha turist otel inşaat halindeydi, radarda görevli bir grup İngiliz 15:20 kişi NBC nükleer biyolojik kimyasal Türk İngiliz Amerikan üçlü anlaşması kapsamında görev yapıyorlardı . Bunların adanın sonunda sis düdüğüne yakın bir yerde İngiliz radarı denen siteleri vardı. bu otelde kalıyorlardı. Daha sonra turist TOLEYİS otel açılınca oraya taşındılar. onlarla İngilizce pratik yapmam da iyi oluyordu, gece caddeler boşken bisiklet öğrenmeye çalışıyordum, İngilizler yardım ederdi. Ama o dönem öğrenemedim bisiklet binmeyi. Daha sonra Akliman’da yazlığımızda 2000’li yıllarda öğrendim. Komşulardan biri beni bisiklet çalışırken görünce Tayyip abi acele etme daha yaşın genç öğrenirsin demişti. En sonunda bisiklet binmeyi öğrenmiştim altmışlı yaşlarımda ondan beri de hayatımın sonuna kadar en sevdiğim spor olarak kalacaktı yaşam boyu. Yaz kış fırsat bulduğumda, on kilometrelik bir rotam var, yazlıktan Dibekli altı, Ayancık Yolu, Erfelek kavşağı , Cezaevi, Havaalanının başı, dönüp daireyi kapatıyordum. Yaklaşık45-60 dakikada tamamlardım bu parkuru, ayrıca 2010’lara kadar yazları her sabah sahilde yalı yalı çıplak ayakla beş 6 km koşardım. Biz yine esas konumuza, iş yaşamımıza dönelim. Radardaki askere gitmeden önce ilk yılım öğrenme yılı idi, her ne kadar kurslardan İngilizcemin teorik olarak yazma, cümle kurma ,temelleri iyi olsa da pratiğim, kulak alışkanlığım çok eksikti, ilk gittiğim gün bana burada bir hemşehrin var , o da Tilkilikli demişlerdi. Cafer Sarıkaya abiyle tanışmıştım, bayağı kıdemliydi, Allah rahmet eylesin bu satırları yazarken o doksanlı yaşlarında rahmetli oldu. Bana çok yardımcı olmuştu , aslında onun yaşam çizgisi de benimki gibi bir takım zorluklardan geçerek oralara ulaşmıştı, erken yaşta ceketini alıp çıkmış köyden , amelelik fırıncılık derken radara girebilmişti .

Askerden sonra radara girişimde etken olan güzel bir tesadüf var şöyle:

Askerden izinli geldim izin sonu askere dönüyorum Ağustos 1968 dikmenden Gerzeye , Bafra‘ya sabah erkenden birer minibüs kalkar , onlara yetiştin yetiştin yetişemedin ertesi günün sabahına kadar bir daha araba bulma şansın yok, ya da makasa kadar yürüyüp otostop çekeceksin, o nedenle bizim köyden Dikmene gelmek ayrı bir macera idi. Dolmuşları yakalayabilmek için sabah olmadan karanlıkta yola koyulmuştum , benim izin dönüşü de böyle olmuştu, sabaha bilmem ne kadar kala karanlıkta sevdiklerimle vedalaşıp ayrıldım köyden, henüz sabah olmamıştı alaca karanlıkta dikmene bir 2 km kala ne göreyim küçük bir Amerikan arabası scout yolda mahsur kalmış, içinde iki kişi uyuyor, bu araba benim iyi bildiğim bir arabaydı, gece vardiyalarında bu arabayla direksiyon çalışması yapardım, askere gitmeden ehliyet almaya çalışmış alamamıştım. Yazılıları bir gün bir girişte en yüksek puanla geçmiştim, direksiyona bir kez girdim kazanamadım ondan sonra askere gittim; radarda Çalıştıklarımı bildikleri için viski sigara beklemişlerdi ben de böyle bir eylem içine girmedim , o nedenle ehliyette alamamıştım konuyu değiştirmeyelim, o gün ani bir yaz yağmuru yağmış sel yolu yıkmuş , araba derenin kıyısında kalmıştı, Sinop’tan gelecek kurtarıcı bekliyordu. arabanın camını tıklayarak içindekileri uyandırdım, içindekiler biri Türk biri Amerikalı iki kişiydiler , önce kendimi tanıttım, arabayı tanidigimi, askere gitmeden geçen yıl radarda dispatcher olarak çalıştığımı söyledim. Amerikalı radara benden sonra gelmişti , tanışmıyorduk . Motor pool süpervizörü olarak gelmiş , yani benim çalıştığım yerin amiri pozisyonunda idi. yapabileceğim bir şey var mı diye sordum, sırtımdaki çantadan bir de yufka ekmek katlama çıkardım, bunu bana anam azık yaptı dedim. Ava gelmişlerdi , dönüşte sel yolu almış , mahsur kalmışlardı. İyi bir tesadüf, iyi bir yatırım olmuştu benim adıma. Askerlik dönüşü işe girişimde bu tesadüf çok işe yaramıştı. Mr Inmon beni ofisine daktilografi olarak almıştı. Askerlikte on parmak daktilo öğrenmiştim. O yıllarda her şeyi manuel daktiloyla oluyordu, brother, IBM hatırımda kalan daktilo markaları. Bir yıl kadar daktilografi olarak çalıştıktan sonra ertesi yıl eski işimde pozisyon boşanmıştı, tekrar dispatcher , araç sevk memuru, tercüman olarak olarak başladım ,iki yıl kadar burada çalıştım. Aslında bu vardiya 16:24 vardiyası en çok sevdiğim vardiyaydı, hem sakin olduğu için lise derslerine çalışıyordum , hem de ertesi gün saat 16:00’ya kadar gündüzden de istifade ediyordum, o nedenle Bu vardiya benim favorimdi.

1973 yılında şirket değişikliği olmuştu, Tumpane co inc. Contract ı kaybetmiş, onun yerine Boring serv. İnt. İnc. gelmişti. Bu arada benim iş yerimde değişmişti , motorlu araçlar bölümünden mühendislik bölümüne, servis call Clerk , iş talep kayıt katibi pozisyonuna atadılar, iki yıl sonraReal property demirbaş memuru , 2-3 yıl sonra maliyet muhasebecisi, daha sonra bulunduğum bölümün şefi Hasan Güdükoğlu emekli olmuş, onun yerini almıştım . Peş peşe gelen bu pozisyon değişikliklerinde her defasında zam alarak ücretim iyi bir duruma gelmişti, chief production kontrol ya da iş emirleri amiri benim pozisyonun adı idi, hem ücret olarak hem de pozisyon olarak Türk personelinin yükselebileceği en son pozisyondu. 12 yıl kadar bu pozisyonda çalıştıktan sonra 1993’te radarın kapanması ile ben de emekli olarak Sinop’ta yaşamıma başladım. Annemin vefat ettiği yıla kadar köyün yükü hep sırtımda idi her yıl okul kapanınca Sofya’yı ve çocukları haziran gibi önden gönderirim kendim de 15 Temmuz 15 Ağustos gibi yıllık iznimi alıp köye giderdik. Bu takvim hiç değişmedi, köyden ayrıldığımız 1970’ten başlayıp ta ki annemin vefat yılı olan 1983’e kadar hep böyle devam etti. Zaman zaman Sofya ve çocuklar isyan ederdi, neden hep tatilimizi köyde geçiriyoruz, bizim gezme eğlenme hakkımız yok mu derlerdi. Köyde her yaştaki çocuğa yapacak iş vardı, hayvan otlatmak , sığır için ayrı , manda için ayrı, çoban lazım, ev ve tarla işleri gibi herkesin yaşına göre yapacağı bir iş vardı. Haklıydılar aslında, neden onlarda diğer arkadaşları gibi tatilde ebeveynleri ile birlikte tatile gitmesinler ya da Sinop’un güzel denizinden faydalanmasınlar , ancak bir tarafta okulun kapanmasını iple çeken annem babam, diğer tarafta tatil yapmak isteyen çocuklarım, tam anlamıyla iki ara bir deredeydim. Vicdanım yaşlı anne babadan yana emrediyordu. Başından sonundan çocuklara da hak veriyordum. Sinop’ta geçirecekleri zamanı ayırarak dengeyi korumaya çalışıyordum. Önemli olan gerçekten yardıma ihtiyacı olan anne babamın imdadına koşmaktı, bu konuda eşim ve çocuklarım sonraki yıllarda konu açıldığı zaman yaşam boyu hep beni eleştireceklerdi. Yapacak bir şey yoktu , o günün koşulları onu gerektiriyordu, o insanlar neler yaşamıştı neler, bugünkü çekirdek aileyi meydana getirene kadar açlık , yetimlik , Öksüzlük, salgın hastalıklar vs bizim yaptıklarımızın onların çektikleri yanında lafı bile olamazdı.

Diğer taraftan iş yerinde de her yıl orak zamanı izin almak sıkıntı yaratıyordu; şöyle ki Sinop’un yaz mevsiminin en güzel günleri 15Temmuz 15 Ağustos tarihleri arasıdır, bu tarihler aynı zamanda orak biçme zamanına denk gelmektedir, çalıştığımız bölümde 5-6 kişi idik, yönetmeliğe göre izinler dönerli , ya da anlaşmalı , değiştirilerek yapılırdı. benim iznim de ne yaptığımı bildikleri için, her yıl bana orak zamanı izin verilirdi, ama sitem etmekten de geri kalmazlardı , bıktık senin otundan orağından derlerdi. Haklıydılar ekonomik durumları müsaitti, neden istedikleri gibi tatil yapmasınlar Dudaş’ın otundan uğrağından onlara neydi. Ama, Allah razı olsun ,hep anlayış göstermişlerdi, aynı anlayışı Ankara’ya sınavlara gittiğim yıllarda da göstermişlerdi 2-3 yıl sınav zamanları bazen haftada iki kez Ankara’ya gittiğim olurdu yıllarca idari izinle idare ettiler.

ANILAR 6

07.06.2022-BİLKE

6 gün oldu seni toprağa vereli. Çocukların, torunların, yeğenlerin ve eşin sensiz kaldılar. Anıların, şimdi eskisinden daha çok değer kazandı. Sözcükler, yazarken taşıdığın ruh halini yansıtıyor. Ölmeden önce, anılarını bana bırakarak sorumluluk yükledin Ağabey. İşte dünya hayatı, doğar- büyür- gidersin. Ne mutlu hayatının her anını senin gibi artı değerlerle dolduranlara.

Yeğenin buldu beni, mesajlaştık. “Meslek sahibi oldum, beni dayım okuttu” dedi. Annem, “boylu poslu Tayyip, ablam demeden konuşmazdın, seni de mi toprağa verdik” diye ağladı. Babam yaşasaydı, sanırım o da hüngür hüngür ağlardı. Babamla aynı yollardan geçmişsiniz, askerde o da muhabereci imiş. Yaşamınız tam bir film senaryosu olur.

Yazdıkların, toplum aydınlanmasında, kent- köy kültürleri konusunda gelecek nesillere sosyolojik bir kaynak olacak. Siyaset arenasının, bu gün yaptığı yanlışlarını görebileceği bir ayna.

Saygı değer komşumuz, baba dostu, kıymetli ağabeyim, sen yazılarında yaşayacaksın. Ben de paylaşmaya devam edeceğim. Ruhun ŞAD, mekanın NUR olsun…Yaşar SARIKAYA

Anne tarafından 120-130 yıl (annemin annesinin babası Hasan Kalfa 1850-1880 arası İstanbul’ dan köye 9 katırla zengın bır dönüş yapar.( halen kullandıgımız bakır eşyaların bır cogu Hasan kalfaya aıttı,) kendisi oldukca zengın ama Emıne (annemin nenesi) neneme gore yaslı ama zengın bır adammıs aradaki yaş farkına ragmen evlenmışlerdi. Bu evlılıkten annemın annesı Hacer doğmus, Hacer Azız le evlenmış, kendısı Canakkale savasına gıdıp donmeyecek,esı Hacer de 20yaslarında ılk cocugu olan annemı dogurup verem hastalıgına yakalanarak 20 yaslarında vefat edecekti.

Annemden kucuk bır anekdot: “Annem 2-3 yaslarında ımıs, annesının nerede oldugunu soranlara elıne aldıgı kucuk bır calı parcası ıle yerı kazarak boyle gomduler annemı dermıs.

Annemle babam amca çocuklarıdır. Kuzundayı Mehmetin 3 oğlu, bir kızı vardır: yaş sırasıyle : İsmail(babamın babası),Ahmet (çakır Ahmet dedem,cocuğu yok) ve Aziz dedem(annemin babası. Tek kız olan Havva Pehlivanın Nuri ile evlenir,3 oğul (Rıza,Mevlüt,İsmail) ikide kızı olur(sıdıka,Fatma) Fatma ,halam oğlu Salih Ermişle evlenir.

Annem ve babam her ikisi de yetımdırler. Babamın babası 3-4 yaşındayken vefat eder İstanbulda (1331). Annem ıse hem babadan hem anadan yetimdir. Aziz dedem Çanakkale savaşına gider dönmez.Eşi Hacer anneme hamiledir, annem 2 – 3 yaşındayken annesi Hacer de ince hastalıktan ölür.

Çakır Ahmet dedem ailenin tek erkeğidir. Sorumluluğu çoktur tıpkı Atatürk 25 Mayıs1919 da Samsundan Havzaya giderken küçük tarlasında çift süren bir köylüye:

Efendi düşman Samsuna çıkarma yapacak buraları işgal edecek. Sense sakin sakin çift sürüyorsun” der, köylü dönüp“ paşa paşa der sen ne diyorsun biz 2 kardeştik 3 de oğul vardı, Yemen’de Kafkaslar’da Çanakkale’de hepsi gitti bir ben kaldım ben de yarımım. Evde 8 yetim üç dul karı var hepsi bu sabanın ucuna bakar. Şimdi benim vatanımda yurdumda aha bu tarlanın ucu, düşman oraya gelmeyince benden fayda yok” der.

Ben Çakırdedemin durumunu tıpkı bu adama benzetirim. Evde iki dul 4 yetim vardır. Annem babam ve iki halalarım Saide ve Binnaz, dedem bu nedenle zaman zaman askerden kurtulmanın yollarını aramış ama pek basarılı olamamıs. Babasının (kuzundayı) gözleri amadır, hep dua edermiş oğlum gelsin de canımı öyle al diye Saide halam gözleri görmeyen Kuzundayı dedesının ellerınden tutup gezdırırmıs. Duası kabul olmus olacak kı dedem babasının ölümünden cok kısa bir süre once eve gelır ve babası vefat eder.

Bu yıllar Kırım, Balkan, Kafkas Çanakkale ve Kurtuluş Savaşları peş peşe bitmek bilmeyen savaşlardır. Herkes askerlıkten kurtulmanın yollarını arar. Kimse can güvenliği ve sağlık sorunlarından dolayı toprağı işleyemez, Havva nenem öküz ile eşeği eşleyip nasıl çift sürdüğünü kıtlık yıllarını nasıl atlattıklarını ağlayarak anlatırdı. Kısacası bu yıllar Anadolu topraklarının yakın tarihlerde gecırdıgı en kotu gunlerdır.

Burada bıraz Çakır Dedemi tasvir etmeye çalışayım. Çakır dede uzun iri yapılıca, güler yüzlü, neşeli, hoş sohbet kimseyi kırmayan beyaz sakallı noel baba gibi, aynı zamanda pehlivan hem eski hem yeni Türkce bilir. Yeni Türkce’yi askerde öğrenmıştir. Askerliğini jandarma karakol çavuşu olarak yapmıştır. Çok güzel sesi vardır kıraeti kahir denen hüzzama benzer bir makam ile çok iyi kuran okur, dınleyenler ağlardı. Aynı zamanda çok iyi bir dua ve mevlüthan idi. İnsanları kıramazdı gelip muska yazdıranlar ve hastalarına okutanlar çok olurdu. Bir kaç donem muhtarlık yapmıştı. Çalışkandı, hayatı severdi pipo içerdi, yaşamının sonuna kadar da içti. iki evlilik yapmıştı ikisinin adı da Havva idi, hiç birbirlerini kıskanmazlardı çok iyi geçinirlerdi ,birisi şekercinin İzzet’in kızı, Kadir hoca İbrahim’in kız kardeşi yani Şuayıp, Mahmut ve Mevlüt’ün halaları, diğeri ise Usta köyünden amcası bekçinin kızı Havva idi. İkisinden de çocuğu olmamış. O nedenle annemle babama öz evlat, bizlere de öz torunundan daha iyi ilgilendiler.

Baba tarafından Ismaıl dedem ıse Istanbul’da Unkapanın’da evı varmıs daha sonra yanan evın arsasını Kuzuboğ satıp parasını dedeme göndermıs, gelen parayla bir at heybesı alınmış, ayrıca daha sonra elıme gecen bır belgedende anlasıldıgına gore İsmail dedem birinden yer almıs. Bu belgede dedemın ıkametının Unkapanında” beylık ahuru”,meslegı de” arabacı başı” olarak gecıyor. Yıne babamdan ve halamdan dınledıgıme gore : Ismaıl dedem, babam ve halalarımı (saıde ve Bınnaz halalar)3-4 yaslarındayken alıp koye getırıp bırakır kendısı Istanbul’a döner oradan cepheye gider, askerden hastalanıp tebdil hava ile yani hasta raporlu istanbul’a doner ve orada vefat eder.

Takrıben 1915-1916. Yıne babamların Istanbul’dan koye donusu ıle ılgılı bır anektot:”Hayrıye ebem(babamın annesı) 3 cocuk kendısının babam,ve ıkı halalarım bırde annem 4 yetımle yoksul erkeksız savas yıllrında zor yasamını surdururken Bınnaz halamı cocuk yaslarda (10-15) ıken Gerzeye gelıp gıderken yolda konakladıkları bır tanış evı olan Gerdeme köyünden kör Kazımlara bogaz tokluguna bırakır. Halamı buyutup daha sonra evın bekar kör oglu ıle evlendırırler.20-25 yaslarında ıken vereme yakalanıp vefat eder

1972 yılında Kefevi Yüksekkaldırımda bir arsa aldım. Yüksekkaldırım sokaktaki bu arsanın alınmasıyle yaklasık bır asırdır(benim bilebidiğim kadarı) yoksulluk, öksüzlük, öy yaşamına ve eğitimsizliğe mahkum olmuş bir ailenin kaderi değişmeye, çark tersine dönmeye başlayacaktı.

Ailenin şehirli olabilmesi, çocuklarımın şehirde eğitim ve ikametlerini sürdürebilecekleri bir mekanı oluşturacak olan arsa, şehırde okula gıdebılmelerı,benım çalısırken dısardan devam ettığım eğitimim azda olsa bildğim İngilizce, guvenlı olmasada bir işimin oluşu tutunma noktalarını sağlamlaştırmış modern aılenın temellerı atılmıstı.

Ne var ki ailenın tümünü köyden kurtaramadım,annem babam köyde yalnız kalmışlardı.Önce kardeşim Fahri daha sonrada kız kardesim Zülfiye ilerlemiş yaşıyle (28gıbı) 1976 de karşısına çıkan Metin Dogantuğ ıle evlenir. Bu evlılıkten Meral ve Zühal doğar(daha sonra 2005 lerde eşinden ayrılır kızlarıyle yaşamını sürdürür.).

Kardeşlerim Fahri ve Zülfıye’nın evlenerek koyden ayrılmasıyle annem babam köyde yalnızdırlar, Annem gelmek ister, fakat babam köyden ayrılmak istemez taki 1982 de annemin pankreas kanserine yakalanarak köyü bırakması ile babamın da köy mücadelesi bitmiş olur.

Babam annemın vefatı ıle yanıma geldı 2001 de vefat edinceye kadar yanımda kaldı (belki bir yıl İstanbul’da kardeşlerimin yanında (daha çok Zülfiyede) birkaç ayda ablamın yanında kaldı bunun dışında hep birlikte yaşadık, ilerde yeri gelince bahsedeceğim. Yaklaşık 18 yıl babamla birlikte oturduk keşke bir o kadar daha birlikte olabilseydik. Bu arada babam ve annemle ilgili olarak Zülfıye’nin yardımlarını da göz ardı etmek mümkün değil. Özellikle annemin hastalığında bakımı hep onun sırtındaydı.

Babam, hiç ele düşmedi desem yanlış olmaz.3 gün gibi kısa bir sürede hastalanıp vefat etti. Barsak yapışması oldu. Samsun Tıp fakültesine götürdük, acil ameliyata alındı, maalesef masadan kalkamadı.

20 Haziran 2000 de 89 yaşında hakkın rahmetine kavuştu. Babam az konuşan, kimseyi eleştirmeyen oldukça sakin yapılı çok az sinirlenen yediğini içtiğini hesaplı ve sabırlı yapabilen işini yavaş ama iyi yapan bir insandı.

İsmail dedemden az da olsa bahsettik ama onun eşi yani babamın annesi Hayriye hanımdan hiç bahsetmedik. Hayriye hanım evde dikiş diker, kocası İsmail dede Unkapanı beylik ahurda arabacı başı Sandalcıoğlu İsmail Ağa’dır. İsmail Ağa savaşa gitmeden önce 3 çocukla eşi Hayriye hanımı(Kuzalan koyünden Hamitin kızı) köye bırakıp gider. Çanakkale savaşında hastalanıp tebdil-i hava ile İstanbul’da Unkapanı’ndaki 4 katlı evine döner . Kısa süre sonra da vefat eder. Mezarının nerede olduğu bilinmemekle beraber, Ortaköy’de Yahya efendi türbesinin yanındaki mezarlıkta olduğu söylenir (kaynak Salih Ermiş o da pehlivanın Rıza dan duymuş babam oraya gidip mezar ziyareti yaparmış.)

Hayriye hanım bir süre sonra aklını yitirir. Ablamın Havva nenemden duyduğu bir anekdot; “Hayriye hanım aşağı köyden pınardan güğümü doldurup başının üzerinde ezgiler söyleyerek su taşır getirdiği suyu “Ahmet le İsmailim susamış su isterler” deyip suyu yere boşaltır, su taşırken:

“Unkapanı dönüm dönüm

Gelin dostlar halimi görün” diyerek ezgiler söylermiş. Eşi ölmüş, Un kapanındaki 4 katlı evi yanmış, üç çocukla kıtlık ve sefalet içinde Dudaş köyünde yaşam mücadelesi vermiş.

Babamdan duyduğum bir anı: İsmail dedem savaşa giderken Hayriye hanım eşini uğurlamak için çocuklarını da yanına alıp beş çamlara (köyün tepesi yayla) kadar çıkar İsmail ağa bir müddet uzaklaşınca geri dönüp seslenir “ Hayriye, tavanda bir davul gönü vardı çocuklar yalın ayak gezmesin çarık diktir” der. Babam bunu çok iyi hatırlardı ve anasının sırtında olduğunu bu tabloyu hiç unutamadığını kendisinde derin iz bıraktığını söyler ve her anlatışında gözlerinden yaşlar akardı.

Kurs yavaş yavaş yoluna giriyordu. Ancak bu işin bir de ekonomik boyutu vardı, çalışmak para kazanmak gerekiyordu. Ablamlarla birlikte onların yanında kalıyordum ekonomik katkıda bulunmam gerekiyordu. O yıllarda her iş insan gücüyle oluyordu, bütün inşaat ve hafriyat işleri hep kas gücüyle yapılıyordu. Amelelik yapmaya başladım. İş seçmiyordum ne bulursam koşuyordum. Kum çakıl yükleme boşaltma iskeleden gemilerden Çimento, demir boşaltma kosterlere gemilere tomruk yükleme ne bulursan her işi yapıyordum. Gündüzleri pek vaktim yoktu gece tuvalet için uyandığımda baş ucumdaki gaz lambasını açıp kitabıma göz atar bir süre okuyup tekrar uyurdum. Boş vakitlerimde küçük fişlere bir tarafında İngilizce bir tarafını Türkçe yazar cebime koyardım. Kazma kürek çalışırken arada bir cebime elimi atıp bir fiş şifalartır İngilizcesini ve Türkçesini bakıp tekrar diğer cebime atardım böylece hem çalışıyor hem de kelime ezberliyordum. Bu arada kursdaki diğer arkadaşlarla diyaloglarım oluştu. Bazıları yüksek öğrenimini tamamlamış bazıları lise mezunu idi. Bir çoğu gramer biliyor pratik öğrenmek için geliyorlardı. Mesela Özer Gürbüz, hakimlik sıtajı yapıyordu. Özer Gürbüz daha sonra hakim savcılık ve milletvekillik yaptı. Kısa bir süre sonra kursta en başarılı öğrenci oldum. Başarım mecburiyetten kaynaklanıyordu, başka hiçbir tutunacak dalım yok, mutlaka başarmalıydım. Bir başka yolum daha vardı gidip köyün birinde köy imamı olabilirdim. O yıllarda yeterince imam hatip mezunları yoktu. Bizim köyde yetişen hocalar Bafra taraflarına gidip yıllık İmamlık yaparlardı , Bu da çok muteber bir meslekti, ben ise bu işi çok fazla sevmiyordum, onun için ne yapıp yapıp başarmalıydım İngilizce işini..

Kitaplarımızı Robert hoca Amerika’dan Getirtmişti. Let’s learnEnglish diye tamamen ingilizce bir kitaptı. Haziran 1965’te okullar kurslar kapandı ben de köye gittim, hasat orak harman işlerini bitirip Ekim ayında Kurs başladı ben de Sinop’a döndüm. Bu arada Robert hoca ya Kuran okumayı öğrettim ondan sonra kuranın tercümesini yani Arapça öğrenmek istediğini söyledi, ben Arapça bilmediğimi söyledim kendisini müftüyle tanıştırdım, müftü bir süre Arapça dersi verdi. Bazen Robert’in evine gidip Kuran okumayı öğretiyordum o da bana İngilizce öğretiyordu, bazen bana derdi sen çok güzel kuran okuyorsun, melodi li bir oku da dinleyelim derdi, ben de 1 sayfa kuran okurdum dinlerdi ama Müslüman olma gibi bir eğilimi yoktu, kuran okumayı ve Arapçasını öğrenmişti. Colombia Üniversitesi edebiyat bölümü mezunuydu , Amerika’ya dönünce Harvard’da araştırmalar yaptı daha sonra Chicago Üniversitesi’nde Türk ve İslam araştırma profesörü olarak görev yaptı Türk edebiyatına önemli eserler kazandırdı, Kaşgarlı Mahmud’un Divan’ı lugatı Türkü’nü revize etti , Evliya Çelebi sözlüğü ve Seyyah-ı Alem Evliya Çelebi’nin dünyaya bakışı kitaplarını yazdı. Daha sonra emekli olup Philadelphia‘ya yerleşti. Konferans için Türkiye İstanbul’a geldi. Birkaç kez de Sinop’a beni ziyarete geldi; ben Amerika’ya gittiğimde 2014 yılında evini aradım eşi bir konferans için Hollanda’ya gittiğini söyledi, görüşemedik .

Yıl 1965 son baharı idi başlangıç için pek fena sayılamayacak kadar Çat pat İngilizce konuşabiliyordum , TOLEYİS Türkiye otel lokanta eğlence yerleri işletmesi Sendikası pilot uygulama olarak sigortanın inşa ettiği lüks oteli, turistik otel de denir, Amerikalılar yeni otel derlerdi, işletmeye açıldı, TOLEYİS Sendikasının turizm okulu da vardı, okuldan mevzun olan öğrenciler bu otelde uygulama yapıyorlardı, denize sıfır, şehir kulübünün ve Atatürk Anıtı’nın karşısında beş yıldızlı oteli aratmayan donanımı vardı. Yeni açılmıştı 1965 yılında; otele müracaat ettim İngilizcemden dolayı beni resepsiyona aldılar ama yeterli deneyimim olmadığı için önce gece vardiyesina verdiler daha sonra birkaç ay sonra gündüze geçebildim. Otele gireli 5-6 ay olmuştu 1966Haziran‘da her şey iyi gidiyordu, işimi de sevmeye başlamıştım , bir gün otelde kalan fotör şapkalı Teksaslı bir Amerikalı resepsiyona gelip bana good morning how are you‘den sonra do you want to work radar dedi ben de düşünmeden evet dedim, o zaman hadi gidelim dedi aldı götürdü beni. iş için gerekli evrakları yaptırıp gel dediler, motorlu araçlar bölümünde Dispatcher yani araç sevk memuru pozisyonu boşmuş, orada çalışanın askere gitmesi ile boşanan pozisyona aldılar beni. Şimdi geriye doğru bakınca şöyle düşünüyorum: dede ile torun farklı zaman ve mekanda benzer bir kaderi yaşıyorlardı, 1905 tarihli Osmanlıca Türkçe yazılmış bir noter senedinde İsmail dedemden(babamın babası) bahsederken, kapan-i dakıyk da mükim arabacıbaşı Sandalcıoğlu İsmail ağa diye bahseder(kapani dakik=unkapanı demektir). Bu belgeleri tercüme etmek için Osmanlıca Türkçe sözlük aldım biraz uğraşmıştım. Yani demek istediğim dedem o dönemde bir tür arabacılık yapmış 60 yıl sonra torunun da yaptığı benzer bir işti. Tabi Amerika’nın gelişmiş sistematiği uygulanarak. Araç istemeye yetkisi olan Amerikalı telefon edip araba istiyor ben de görev kağıdını imzalayıp şoföre verip arabayı sevk ediyordum, bu pozisyonun İngilizcesi dispatcher pratikte tercüman derlerdi. İngilizce okuma yazma iyiydi fakat pratik kulak dolgunluğu yoktu, bu yüzden bazen ilginç şeyler yaşıyordum .

Bir anekdot : Amerikalı postanenin önünden telefon etti : I have a dead battery dedi bunun türkçesi arabanın aküsü bitmiş arabanın aküsü ölmüş demek ti, ben bunu arabada bir ölü var şeklinde anladım, bu iki cümlenin söylenişi birbirine çok benziyordu. şoförlere böyle tercüme ettim; bekleme salonunda ne kadar şoför varsa hepsi postanenin önüne gitti, döndüklerinde bana : “senin bileceğin İngilizce diye saydırdılar” bu tür olaylar beni motive ediyordu aslında, daha çok çalışmalı bir an evvel İngilizce öğrenmeliydim sadece kulak alışkanlığı kazanmam gerekiyordu. 1966 Haziran 1967 Haziran 1 yıl böyle geçti, bir yıl sonra Temmuz 67’de askere gittim

69 Temmuz’da askerlik bitti Sinop’a geldim, radara iş yerime çıkıp askerliğimin bittiğini işe ihtiyacım olduğunu söyledim. Şu anda boş pozisyon yok dediler biz sana haber veririz dediler. Orak zamanı idi orak biçiyorduk köyde daha orak bitmemişti askerlik biteli henüz biray olmamıştı. Sami eniştem Sinop’tan bana haber vermek için köye geldi, telefon yok mektup yazsan 10-15 günde ulaşır başka yolu yoktu. Radardan işe çağırdılar seni dedi, tarlada orağı bıraktım aynı gün çıkıp geldim Sinop’a , evrakları tamamlayıp işe basladım. Aynı bölümde farklı bir pozisyondu o bir tür katiplik idi.

70 – 71 yılları ailenin zor yıllarıydı, ben de Sofya da, karı koca ikimiz vereme yakalanmıştık, Sofia köyde üşütme ve zor şartlar sonucu zatürreye vereme çevirmiş ben de aynı şekilde askerde Etimesut da nöbette üşütmüş on gün Ankara’da hava hastanesinde zatürree tedavisi görmüştüm daha sonra Sinop’a gelince buna bir de sefalet ve üzüntü eklenince ben de vereme dönmüştü .

Dört çocukla 6 nüfuslu bir ailenin sorumluluğu vardı sırtımda , köydeki anne baba da işin cabasıydı , Bir akşam gece yarısı nöbetten eve geldim bir öksürükle beraber boğazımdan bol miktarda kan gelmeye başladı. Sofya ile birlikte moralimiz dibe vurmuştu. O yıllarda devlet hastanesinde iki veya üç doktor vardı, dahiliye hariciye belki bir de doğum. Rahmetli deli Bedri dahiliyeciydi evinde özel muayene yapardı, ancak dürbünden bakar, seni tanırsa o gün de iyi günü ise kapıyı açar, muayene esnasında bir şey söylersen hemen kızar muayeneyi yarıda bırakır ya da reçete yazmazdı . Eşimle ikimiz gittik muayene olduk, bizi Kastamonu’ya verem Senatoryumuna göndermek istedi. Biz gidemeyiz dört tane çocuğumuz var dedik, reçete yazdı verem savaş dispanserinden İlaçları iğneleri aldık, ben de hastalık iznini yani rapor alıp köye gittik. iki üç ay kadar köyde kaldık düzelmeye başladık, aylarca hap kullandık biraz toparlandım .

Askerden kalan sadece kötü hatıralar değildi, iyi şeyler de olmuştu o asker ocağında. İngilizce bildiğim için şubeden askere gitmeden sınıfım belirlenmişti telsiz Tanol mors öğrenip telsiz operatörü olacaktım . Telsiz oparatörlüğü iyi geçerli meslekti , aslında gemilerde iş bulunabilirdi , deniz yollarında devlet demir yollarında iş imkanları vardı. 1967 yılının 20 Haziranı gibi iş yeri ile ilişkimi kesip ayrıldım, bir ay sonra askere gidecektim, askere giderken gidene kadar köyde işlere yardım etmeliydim, yakında Temmuz başı gibi orak dere kışlada başlar sonra köyün çevresi daha sonra yayla, en zoru da Derekışla’dan sap taşımak, hasat edilen ekinleri taşımak. Derekışla ile köyün arasındaki yol oldukça dik %50 eğimli , belki daha fazla, bu yüzden kağnı arabası Çalışmaz at eşek ve sırtınızda taşıyacaksınız Bazıları harmanı Derekışla da döver Samanlığa samanı koyar mahsülü köye getirir, samanı gerektikçe köye taşır, fakat bizim Derekışla da harmanımız ve samanlığımız yoktu.

Askere gitmeden bir ay önce iş yerinden ayrıldım Amacım köyde ota orağa yardım etmek idi. Askere gitmeden önce bu sapları köye taşımalıydım. Temmuz ayı dere kışlanın dik yokuş yolu at ve sırtıma yüklenerek iki gün gel git sapları köye çıkardım. Hayatımda yaptığım en zor işlerden biri idi, köydeki tanıdıklar anneme kızmışlardı ertesi gün askere gidecek çocuğa bu iş yaptırılır mı dediler. Başka seçenek yoktu. Herneyse sülüsümü gidiş biletimi şubeden aldım Samsun’dan trene bindik Kütahya ya gideceğiz , tren Sivas da arıza yaptı, oradan bazıları bekledi biz bir kaç arkadaş otobüsle gitmeyi tercih ettik Kütahya’ya, O gece Kütahya’da bir otelde konakladık ertesi gün saçları kestirip birliğe gidip teslim olacaktık , berberde saçları kestirirken iki inzibat geldi kapıya dayandı, bizi götürüp birliğe kurbanlık koç gibi teslim ettiler, böylece askerliğe başlamış olduk. Bir hafta eğitim yapmıştık ki, bir gün bölük komutanımız Üsteğmen, aranızda İngilizce bilen var mı dedi Ben ve bir kişi daha çıktık, bizim geçmişimizi sordu, Amerikan üssünde alıştım dedim sen dedi her şeyi techizatı nöbetçi çavuşuna teslim et bölükte postam olacaksın dedi. Çok iyi bir haberdi bu benim için, bir gün eğitimden yırtmak nelere değmezdi , İki ay kalacaktık burada. bölük Komutanı Kurmay sınavlarına hazırlanıyormuş İngilizcesi de yetersizdi. Sinop dan İngilizce kitaplarımı istedim boş zamanlarında İngilizce çalışıyorduk, askerlik kolaylaşmıştı benim için, yaklaşık bir ay geçmişti, bir gün bütün birlikleri alayın önünde topladılar, önemli bir açıklama yapıldı, İngilizce bilen varsa ayrılsın şöyle geçsin. Bütün bölüklerden İngilizce bilenler ayrıldılar ben de ayrıldım. 100 150 kişi vardık, daha sonra bizi hızlı bir şekilde ön elemeye tabi tuttular, 7 kişi seçildi ben de vardım bunların içinde , bize bölüğünüzle ilişkinizi kesin en kısa zamanda ilk trenle Ankara’ya gidin dediler. Aynı akşam trene bindik ertesi gün Ankara’da idik, nereye gittiğimizi niçin gittiğimizi bilmiyorduk, Hava Kuvvetleri Komutanlığına teslim olduk.

Brüksel’e her birlikten bir kişi gidecekmiş kara deniz ve hava birliklerinden birer kişi, kısa süre sonra genelkurmay karargah binasında hava deniz kara birliklerinden gelen yaklaşık 20 kişi sınava tabi tutulduk, birkaç gün sonra sınava giren subaylardan birini gördüm komutanım ne oldu sonuçlar belli oldu mu dedim; bana senin İngilizcen iyi ama tahsilin yok ilkokul mezunusun, kolej mezunu birini göndereceğiz Brüksel’e Nato karargahına dedi. Ne yapalım dedim içimden Dudaş’ da kolej vardı da gitmedik mi, kısmet değilmiş dedik. 10-15 gün hava kuvvetleri Komutanlığı nda kaldık, daha sonra , Sinop askerlik şubesinin belirlediği telsiz kursuna katılmam için İzmir Gaziemir muhabere eğitim tugayına gönderildim.

1967’nin son baharı Eylül sonu Ekim başı gibi İzmir’e ilk gelişimdir, Basmane’de otogarda otobüsten inip Gaziemiri buldum Devrelerime yetiştim, henüz kurs başlamamıştı kısa süre içinde mors kursu başladı. 20 kişiydik kursta. Tam dört ay mors kursu gördük, kurs sonunda sınav yapıldı, sınavı geçemeyenler geri hizmetlerde kullanılacak telsizci olamayacaktı , kurs birincisine Çavuş rütbesi takıldı, o bendim , ikinci de onbaşı oldu. Gaziemir‘de işimiz bitmiş bizi Etimesgut’a gönderdiler, dört ay da orada on parmak daktilo öğrettiler, klavyeye bakmadan kulağına gelen mors harflerini daktiloyla ortalama dakika 100 harf veya rakam olarak kaydedebilir duruma geldik, telsiz operatörü olmuştuk sonunda biz sekiz on kişi, Ankara Gölbaşında o günlerde Amerikalılardan yeni devir alınan bayrak garnizonuna gönderdiler bizi.

Bayrak Garnizonu Haymana ovasının ortasında yüksekçe bir mevkide kurulmuş küçük pırıl pırıl bir küçük Amerikan şehri gibiydi, Sinop’taki radarın benzeriydi, biraz daha büyük ve teşkilatlı idi, üssün kuruluş amacı dinleme yapmaktı, bir tane bina vardı adına operasyon binası denirdi, orada bir sürü birimler vardı morskripto telem Teleks faks vs . biz telsizcilere nöbet yoktu sadece 8 saat operasyon binasında çalışıyorduk . Ekibin yarısı Astsubay yarısı biz erlerden oluşuyordu , aramızda as üs ayırımı yoktu arkadaş gibiydik onlarla. Hep beraber Çevrim istasyonlarını dinliyorduk. GES genelkurmay elektronik Servis Komutanlığına bağlı bir birlik, diğer birliklerinden ayrıcalıklı, yemekhanemiz koğuşumuz ayrı idi. operasyon binasındaki bilgiler kimseyle paylaşılmayacaktır. Bu bilgileri paylaşmak askeri suç sayılırdı telsizciler operasyon binasına girmeden önce memleketinde güvenlik tahkikatı yapıldıktan sonra GES kartı çıkarılıp ondan sonra operasyon binasındaki göreve başlayabiliyorduk. Arkadaşımızın bir tanesi İzmirli Melih, güvenlik soruşturma raporu bozuk geldi , anneannesi Rum imiş , çocuk boşuna kurs görmüş oldu, görev vermediler, geri hizmetlerde görevlendirildi. Ben Yunanistan’da Kavala diye bilinen bir yerde bulunan Yunanlılara ait telsiz istasyonunu dinliyordum; bazen şifreli beşli gruplar halinde rakamlar, bazen İngilizce açık metin ama gerçek anlamından farklı, 8 saatte kaydettiklerimizi toparlayıp kripto odasına teslim edip nöbeti devredip çıkardık ertesi gün nöbet saatine kadar uyku istirahat gazinoda çay kahve kibrit kutusu Çevirme oyunu, güzel geçiyordu günlerimiz. Sekiz on kişilik bir grubumuz vardı, kurs başından İzmir’den beri beraberdik. Hepsi de lise mezunu veya yüksek okul terk idi, hukuk iktisadi ticari ilimler akademisi işletme vs . İçlerinde bir tek ilkokul mezunu ben vardım ve çavuş rütbem vardı. Bu grupla birlikte olmam benim hayatımda çok olumlu etkiler yaptı. Bana, senin gibi adam nasıl ilkokul mezunu kalır, sen orta liseyi rahat bitirirsin sen de o kapasite var, burada zamanda var biz sana yardım ederiz dediler. Bu teşvik üzerine Ankara’ya şehir iznine çıkıp ortaokul kitapları aldım, doğru söylemişti arkadaşlarım, onların da yardımıyla bir yılda askerlik bitmeden Mamak ortaokulundan ortaokul diploması almıştım. Askerlik sonrası yakalandığımız verem hastalığı ve Sinop’ta sıfırdan yuva kurma mücadeleleri biraz yoluna girmişti. Kesintiye uğrayan lise bitirme derslerine başlamanın zamanı gelmişti artık. Ortaokula göre biraz daha zordu geometri üslü kemiyetler vs. bunlar benim için yeni kavramlardı, yardım almak gerekiyordu. Liseye giden arkadaşlar edindim, çoğu Gürcü idi. Meydan kapı. Kıbrıs caddesinin köşede terzi Ekrem Ercan’ın dükkanı vardı Gürcü öğrenciler çok gelirdi dükkana, hepsi liseye gidiyorlardı, onlarla tanışıp onlardan yardım alıyordum. Terzi Ekrem’in abisi Eyüp’ün oğlu Ali Ercan benim asker arkadaşımdı, bu vesileyle Ekrem’i tanımıştım, devamında ömrümüzün sonuna dek arkadaşlık ve diyaloğumuz devam etti onlarla.

1975 yılı baharında liseyi bitirmiş aynı yıl üniversite sınavlarına girmiştim. 417 puan almıştım iyi bir puandı, Ankara hukuk dahil bir çok üniversitelere girilebilirdi bu puanla. Ama hepsinde devam mecburiyeti vardı, yaşım henüz 29 idi, ama dört çocukla altı nüfuslu bir ailenin sorumluluğu vardı. Ayrıca iyi de bir işim vardı kaybedemezdim , bırakamazdım işimi Yoksa ailenin geleceği karanlık olurdu. Çocukların hepsi de okula gidiyordu , bu koşullarda işi gücü bırakıp okula gitmek mümkün değildi benim için. Devam mecburiyeti olmayan okul yoktu o yıllarda. O zamanlar açık öğretim diye bir kavram yoktu. Bir tek Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstütüsü bünyesinde Ecevit Hükümeti’nin 1974 yılında kurduğu sevk ve idare Yüksekokulu vardı. kaymakam müdür gibi mahalli idare yöneticileri burada kursa tabii tutulup görevlendiriyorlardı. Müfredat çok geniş yelpazeli idi anayasa hukuk psİkoloji iş idaresi büro yönetimi ekonomi ,iktisat ,Türkiye’nin toplumsal yapısı, olasılık matematik gibi daha hatırlayamadığım bir çok dersler vardı. Matematik hariç hepsini sevmiştim her birini okurken heyecan duyuyor, sanki yeni bir dünya ile tanışıyordum. Matematik sevmeyişim de temelim olmadığındandı. Yazışmalı öğrenciydi bizim adımız, bir eğitim döneminde 3-4 mektup gelirdi okuldan, kitapları ve kaynakları anlatır sınav tarihleri, yerleri ve sınav sonuçları, bunun dışında okulla aramızda bir iletişimimiz yoktu.

Üçüncü yılın sonunda sınav hakkım dolmuş ve yüksek matematik içeren olasılık dersini verememiştim. Böylece okulla ilişkim kesilmiş oldu. Aradan beş yıl geçti 1983’te parlamentodan bir af çıktı tekrar müracaat ettim ama, yine geçemezdim bu dersi. Yüksek matematik gerektiriyordu, bende hiç birisi yoktu. Tevfik Çavdar hoca giriyordu bu derse, sınavdan iki gün önce Ankara’ya gidip hocanın Yenimahalle’deki bir sitede bulunan evinin kapısını çaldım. Sağ olsun, beni içeri aldılar. Anlattım kısaca hayat hikayemi; Dudaş’tan Ankara’ya uzanan yolda neler yaşayıp neler başardığımı. hikayemden etkilenmiş olmalı ki , hoca üç soru soracağım dostum dedi, ikisini çözümleri ile birlikte verdi. Böylece teşekkür edip ayrıldım. iki yıllık önlisans bölümünü bitirmiştim. Benim yüksek okul macerası da böyle sonlanmış oldu.

DEVAMI VAR………..

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

TAYYİP SANDALCI ANILAR-5

11.05.2022- BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ

T. SANDALCI Amerikan Radarında Çalışırken

Sofya ile aramızda 4-5 yaş vardı . Safiye 17-18 ben ise 13 yaşında idik. Evlendik görücü usulüyle, bu yazıları yaşadığım günlerden 62yılı geride bıraktık. Neler yaşamıştık bu 62 yılda, yazmak için bir ömür lazım o da biz de kalmadı, sadece önemli iz bırakan olayları ancak yazabiliyorum.

Aslında ikimiz de çocuk yaştaydık, tartışma nedenlerimizi düşündükçe gülmemek mümkün değil: sizin köy mü daha güzel yoksa bizim köy mü, senin baban mı iyi adam benim ki mi gibi; kendimizce yaşımıza uygun bir sebep bulurduk tartışmak için.

İlk çocuğumuzu cehalete kurban ettik,(Havva 1960-62); Havva iki yaşına girmiş fakat halen yürüyemiyordu. Yürüyebilmesi için yaptırdığımız iğnenin aşırı dozu ve enfeksiyon kapması sonucu 24 saatte kaybettik.

DAMAT İNTİHAR EDİNCE

Bir son bahar mevsimiydi , mezarlığın aşağısında çağıl arasında çift sürüyordum, Sofya’da kömüşlerin önüne yürüyordu. Derinden kulağımıza gelen davul sesi bizi heyecanlandırıyor, bırak işi gücü düğün başladı diyorduk, ikimiz de çocuk denecek yaşta olduğumuzdan bir an önce tarlayı bitirip akşam erkenden düğüne gidecektik.

Düğün komşumuz Kücü dayının oğlu , CİSO’nun düğünü, Ciso(Hasan) kücü İbrahim dayının tek çocuğu idi, bir de kızı varmış kücü dayının , gürgenlikte ağaç keserken kestiği ağacın altında kalarak hayatını kaybetmiş. Ciso köydeki diğer yetişkin gençler gibi ( genelde yoksul olanlar) uzunca süredir Zonguldak kömür ocaklarında çalışıyordu. Evlenme zamanı gelmiş geçmişti bile. Nihayet güzel bir düğün kuruldu 2 davul 2 zurna ve köçek, düğün başladı.

Tam düğün için kıyafetlerimizi giyip hazırlanıyorduk ki , komşu acı haberi verdi; damat intihar etmiş dedi. Gerçekten davullarda susmuştu, bu defa düğüne değil de taziyeye uygun bir kıyafetle düğün evine taziye için gittim.

Akşam karanlık basarken bir ara damadın yokluğu fark edilir, herkes damadı aramaya başlar, çevreye dağılanlardan biri birde bakmış evin hemen yakınında tarlaların ortasında kocaman bir meşe ağacında sallanıp durur ciso nun cansız bedeni.

Dikmen’e haberci gitti (başka ulaşım yok , telefon yok), jandarma, doktor geldi otopsi yapıldı, kesildi biçildi, gerdek yerine mezara girdi ertesi gün Ciz Hasan. Evlenmek istememiş ciso, babasın israrı üzerine düğün kurulmuş dendi. Kömür ocaklarında çalışırken erkekliğini yitirmiş dendi, doğuştan iktidarsızmış dendi, dendi de dendi; gerçek sebep Ciz Hasan la birlikte gömülüp gitti.

Ne önemi var ki ha öyle olmuş ha böyle. Cenaze yıkanırken suyunu da bana döktürdüler, sen hocasın öğrenmen lazım dediler. Otopsi için parçalanmış cesedi hayatım boyunca unutamadım, bende derin bir travma yarattı olay.

İyi anılarım da var bu yıllara ait: duymuştum bir yerlerden, hiç okula gitmeden ilkokul diploması alına biliyormuş. Arada bir anamın başını ağrıtıp duruyordum ; anne ben bu köyde sıkılıyorum, bir yere gitmek istiyorum , belki İstanbul’a gidip bir kuran kursu, hafızlık filan , zaten neredeyse kuranın ¼ ünü ezberlemiştim. Hafız bir komşumuz vardı ramazanlarda kasabalara gidip mukabele okurdu, iyi para toplardı, itibarı da vardı hafızlığın hani. Ancak istanbul’da barınacak yer ve giderleri karşılayacak durum yoktu.

Hiç olmazsa bir ilkokul diploması almalıydım başka bir şey yapma imkanım yoktu. Annem :“ Sinop’ta hoca amcamız var git ona anlat bakalım bir şey yapabiliyor mu” dedi. Çam sakızı çoban armağanı hesabı 2-3 kg yağ yoğurt alıp geldim Sinop’a Abdullah Karagülle, amca dede kardeşleri oğlu idi. Milli Eğitim eğitim araçları müdürü idi.. Anlattım derdimi, O yıllarda henüz dışarıdan giren için düzenlenen sınav sistemi yoktu. Cumhuriyet ilkokulu müdürünü aradı rica etti. Müdür,” gönder gelsin “ dedi.

Müdür odasına aldı beni , iki tanede bayan öğretmen çağırdı sınıflardan, dört kişi olduk müdürün odasında. Önce metin okuttular sonra dört işlem, din dersi , kıraat la küçük bir süre okudum., müzik dediler, nota filan hiç görmemiştim. Sen ne iş yaparsın köyde dediler, çiftçilik yapar çobanlık yaparım dedim. Çobanlık yaparken hiç türkü söylermisin dediler, söylerim dedim, ozaman hadi söyle ne biliyorsan dediler. O an aklıma gelen:

otobüsler boyandı,

kol orduya dayandı,

benim sevdiğim şöför

alkanlara boyandı….türküsüne asıldım; müdür: biraz yavaş söyle şimdi sınıflardaki çocuklar toplanacak buraya ne var diye dedi. Böylece benim sınav bitmişti .Ertesi gün diplomayı alıp Abdullah amcaya teşekkür edip, büyük bir sevinçle döndüm köye.Köye ilk okul diploması getiren ilk ve tek kişi idim , nasıl mutlu olmayayım ki. Köyümüze ilkokul bu tarihten 11 yıl sonra açıldı

Bu yıllarda babam da İstanbulda çalışmaktaydı, benim düğünden dolayı bir miktar borçlanmıştık. 3 yıldır babam İstanbul’da idi.1964 ilk baharında İstanbul’a babamın yanına gittim, birkaç gün kalıp babamla birlikte köye döndük. Babamın bu gelişi baya zengin bir dönüş olmuştu; (hasan kalfa kadar değil tabi, Hasan kalfa anamın dedesi İstanbul’dan köye dokuz katırla geldiği söylenir), her tür bakır eşyalar, ev halkına giyeceklerin en iyisinden, altıparmak urba ve saire, at takımı heybesi, radyo, gereken her şeyi almıştı babam iyi para harcamıştı kısacası.

O yıl ot orak harman işleri bitince aradaki boşluktan faydalanarak Sinopa ablamı ziyarete gelmiştim. hem uygulamadandır kış gelirken kasabadaki yakınlara kışlık erzak gönderilir, benim için bir değişiklik olacaktı hem gezecek hem ablamı ziyaret edecektim. Sami eniştem Amerikalıların yanında radarda çalışıyordu. Sinop’ta İngilizceye ve Amerikalılara karşı yaygın bir sempati vardı. Bu sempatinin haklı nedenleri de vardı hani. Bırakın dünyayı , ülkeyle bile doğru dürüst bağı olmayan 10-12 bin nüfuslu ,hapishanesi ve limanı ile ünlü, hiçbir gelir kaynağı olmayan küçük bir kasabaya, davranış biçimleri ve ekonomik farklılıkları ile sanki uzaydan gelen yabancılar gibi gelip şehrin tepesine üs kurmuşlardı (halk buraya radar derdi).

Zaten bir takım küçük yardımlarla (marşal yardımı okullara süt tozu yardımı, orduya yapılan miadı dolmuş araç gereç yardımı gibi) Türkiye’de Amerikan sempatisinin alt yapısı oluşmuştu, halk kolay kabullendi bu durumu. Ciklet sigara wiski, kot pantolonla tanıştırdılar yaşlı kıtanın küçük kasabasındaki insanları. Çocuklar “okey jiklet Money” büyükler “helo havayu” demeyi öğrendi kısa sürede. mahrumiyet bölgesi (hardship tour)olduğu için gelen askerler 1 yıl kalıp giderdi, Türkiye’ye gelen her asker mutlaka birkaç çift bot, bir kaç battaniye ve halı alırdı. İlerleyen yıllarda ailelerini de getirmeye başlayınca ev sahiplerinin yüzü güldü. 200-250 dolara kiralardı Amerikalılar evleri. O zamanlar 250 dolar büyük paraydı. Amerikalı er maaşı 1000$ civarı idi.

Her neyse hikayemize dönersek, bir sonbahar günü hem gezmeye hemde ablamla eniştemi ziyarete gelmiştim Sinopa. Gezerken , bugünkü adliyenin önünde seyyar bir kara tahtada tebeşirle şöyle yazıyordu: “Halk eğitim müdürlüğü tarafından akşamları ücretsiz İngilizce kursu tertib edilecektir. İlgilenenlerin Halk eğitim müdürlüğüne kaydını yaptırması …” Kara tahtanın önünde durup sindirerek okudum, biraz ileri gidip geri döndüm tekrar okudum, adeta resmini çektim kara tahtanın . hayır mümkün değildi, Türkçeyi bile doğru dürüst bilmeyen , mektep medrese görmemiş bir adam İngilizce öğrenemezdi, zaman kaybı olurdu , macera olurdu, olsun nasıl olsa bedava idi, bir şey ödenmeyecekti, kalacak yer de vardı, ama bir şey yoktu, öz güven, köyden kasabaya ikinci gelişimdi. Aksanım, tavrım, kıyafetimle köyden, çobanlıktan geldiğim her halimden belli idi, kara tahtayı bugün ilk defa görmüştüm adliyenin önünde. Bu donanımla şehirlilerin arasına katılacak, dahası bir de yabancı dil öğrenecektim, olmaz ,olamazdı, gün boyu düşünüp cesaretimi toplamaya çalıştım. Zor da olsa kararımı vermiştim. Ertesi gün Halk eğitime gidip kaydımı yaptırdım. Kurs haftada 3 gün idi, barış gönüllüsü ,Amerikalı hoca Robert Dankoff tarafından verilecekti. İlkokula giden çocuk heyecanı ile gidip sınıfın en arka sırasına oturdum. Cumhuriyet İlkokulundaki büyük bir sınıf ayarlanmıştı, sadece tanışma gibi , hoca isimlerimizi yazdı. 80 kişi gelmişti ilk gece. Hızla düştü bu sayı. Bir hafta sonra 40-50 ye, ikinci haftada 25-30’a kadar düştü.

Yavaş da olsa adapte oluyordum ortama, ara ara güldükleri oluyordu benim konuşmalara: mesela sıra demekte baya zorlanıyordum, sıra diye bir sözcük yoktu benim dağarcıkta, kitabımızda her şey İngilizce idi Türkçesi yoktu. “Let’s learn English” di kitabımızın adı. “The book is on the desk “ sözcüğünü kitap masanın üzerinde diye tercüme ederdim. Halbuki kitap sıranın üzerinde olacaktı doğrusu. İşte böyle bazen gülerlerdi ama pek aldırmazdım.

Hatıratım uzun zamandır günlüğüme ara vermıstım. tekrar baslayabıldım nıhayet. Tuberkuloz neticesi bir kaç aylık istirahatten sonra tekrar kilolarımla işe dondum. Çünkü istirahatim boyunca köyde bana anneciğim bol bol tereyağı ve bal yedirmişti. Hastalık günlerinde baya sıkıntılı günler yaşamıştım. akcıgerler kalbı de etkılıyor, darlık yapıyordu zaman zaman olume yaklastıgımı hıssederdım.

4 cocugun babasız ortada kalma tehlıkesı ve korkusu benı iyice korkuturdu. Tanrıya ettıgım dualarda kendım için degıl cocuklar ıcın yakarırdım. Bır defasında köyde ıyıce fenalastım at sırtında beni Bafra’dakı doktora götürdüler . Nıhayet ıstırahat bıttı ve ısıme dondum. Dondugumde benı farklı bır bolume verdıler,Daha once Dıspatcher (arac sevk memuru)ıken mudurun yanında daktılo olarak calısmaya basladım. Aynı zamanda on parmak daktılom vardı. Burada duzenlı bır mesaım vardı ama ders calısma sansım yoktu.bır kac ay sonra dıspatcher kadrosunda bosluk oldu ve oraya dondum. Tekrar derslerıme baslamıstım. Orta okulu bıtırdım pesınden lıse ve nıhayet ozamanlar dısardan devam mecburıyetı olmayan sınrlı bır kac okuldan bırı olan sevk ve ıdare yuksek okluna(sıyo) ya kayıt oldum.

Yıl 1975, puanım 416 idi. Sevk ve idare yuksek okulu 1974 Ecevıt hukumetı donemınde kurulmus Turkıye ve Orta dogu Amme ıdaresı Enstıtusune baglı bır yuksek okuldu. Okulumu sevmıstım cunku egıtım ıcerıgı cok genıs ve genel kultur agırlıklı hayata daır ne varsa psıkolojı sosyolojı, hukuk,anayasa, ekonomı ıstatıstık matematık ısletme yonetımı personel yonetım, organızasyon ve metod ne kadar sosyal konular varsa hepsınden temel bılgılerı ogretıyordu.

Zaman zaman haftada bırden fazla Ankara’ya gıttıgım oluyordu. Ankarayı da çok sevmıstım. Sıhhıye’de bır parkta oturup cay ve ya bıra ıcmek guzeldı.Sakarya’ da pıknık dıye tabır edılen bır bırahane vardı kapalı ve acık mekanı olan bır yerdı .Sınoplular orayı cok severdı.Aslında butun Turkıyenın gozdesı bır yerdı orası.Her gıttıgımde oraya ugrar mutlaka bır sosıs tava ıle bıra ıcerdım.Ankaranın guzel tarafı bu ıdı benım ıçin. Dıger zamanlarda genellıkle pıde yerdık. En ucuz karın doyurmanın yolu bu ıdı. O yıllarda ekonomık durumum hic de ıyı degıldı. Çunku 1974 de evın bulundugu yerın arsasını almıstık. Yaklaşık 35000 tl ödeyerek aldıgımız arsanın yarıdan fazlası dostlardan alınan borçlarla tamamlanmıştı. Yine aynı yıllarda aldığım maaş ise 1500-2000 tl arası idi.

Arsayı almak ben ve eşım icin farklı bir şeydi ,sadece bir arsa değildi o bizim için, şehre açılan bir kapının anahtarı ,aıle ıcın yenı bır cagın baslangıcı ,ailenin sigortası, koyden kente gecıs yolunda onemlı bır donum noktası, kısaca aılenın ıkametını Dudastan Kefevı mahallesıne tasıyacaktı bu arsa.

Yaklaşık bir asır önce(tahminen 1850-1880) İstanbul’dan köye gelip o günün zor koşulları altında köyde yeni bir düzen kuran Hasan Kalfa(annemin annesinin babası) ve köyde yerleşik olan Kuzundayı Mehmet(her iki dedemin babası İsmail ve Aziz dedelerimin) O günkü 10-12 milyon nufuslu Türkiyenin%95 okuma yazma bilmeyen ve kırsal kesimde yaşayan yine 2/3’ü hasta sağlıksız bir toplumun bir yandan savaş diğer yandan kıtlık, Osmanlının çöküş yılları, toprakların eyaletlerin birer birer elden gittiği yıllardır bu yıllar. Köyde yaşamak hem daha emniyetli hem daha ekonomıktır. Devlet vatandaşı için hiç bir şey yapamamakta (eşkıyalara karşı iç güvenlik bıle saglanamamaktadır) fakat ağır vergiler zorunlu olarak savaşın geregı devam etmektedır.Galıba bızım koy ve benzer koylerın kentlerden ve devletten uzak ulaşım olmayan uç noktalarda yerleşmelerininde en önemli sebeplerınden bırısı bu dıye duşunuyorum. Bu dönem insanları yoksulluk, yetimliğin ağır pençesi altında nesillerini zar zor devam ettirmekten başka bir şey duşunmemektedır.

DEVAMI VAR……

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

TAYYİP SANDALCI ANILAR 4. BÖLÜM

25.04.2022- BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ- TAYYİP SANDALCI

Mart ayı geldiğinde artık yavaş yavaş ağaçlar ve koyunlar doğurmaya başlar.. Ağaçlar tomurcuklanır (civirdükler açar) çevrede kuzu melemeleri duyulur, bunlar ağır kış şartlarının atlatıldığını müjdelerler çobanın kulağına. Bu mevsim aynı zamanda dere kışlayı kapatıp köy merkezine göçme Zamanıdır. Anlatılmaz bir duygudur köye göçme. Artık zor kış şartları atlatılmış bahar gelmiş, çiçekler çiğdemler açmış, çorba çörek yapmaktan kurtulmuşsunuz, uzunca bir süredir ayrı kaldığınız ailenize, ocağınıza kavuşursunuz, önünüze hazır sıcak yemek gelir. Şimdi hayat hayvanlar içinde sizin içinde çok daha rahattır artık.

Aynı göç heyecanı birkaç ay sonra Mayıs sonu Haziran başı gibi yine yaşanacaktır. Bu defa köyden yaylaya çıkılacaktır. Çoban koyun kuzu sürüyü alıp yaylaya giderken aynı gün öküz arabasına (kanı) yaklaşık 4 ay kalınacak (Haziran-Eylül) yaylada gerekli minimum eşyalar yüklenir , yola çıkılır aynı heyecan bir kez daha son baharda yayladan kışlaya göçerken yaşanır. Bu defa sevincin yerini hüzün almıştır sevgiliden ayrılmak gibidir sanki. Güzel günler geride kalmış ,zor günlere yaklaşmıştır. Yayla zamanı, güzel günler demek, ayran yoğurt bol soğuk suları serince havası ile yazın sıcağından etkilenmezsiniz.

Çoban için yine zordur yaşam, çobanın gecesi ile gündüzü yer değiştirir yaylada; gündüzleri sıcakdan koyunlar otlamaz, gün batımına yakın başını kaldırıp otlamaz , gece yarısından önce koyunlar gelmez ağıla, aynı şekilde sabaha 1-2 saat kala erkenden otlatmaya çıkarırsın koyunu. Geceleri en fazla 1-2 saat uyuyabilir çoban. O nedenle gündüzleri hep uyur çoban, uyuyabilirse tabi, boş bir ağaç gölgesi bulacak , kara sineklere de aldırmayacaksın. Ben bu işi pek beceremezdim, çobanlığı sevmediğim için iyi bir çoban olamadım. Şayet orak zamanı ise bazen çobanın gündüz uyuma hakkı da askıya alınır. Gece uyuduğu 1-2 saatle yetinmek zorundadır. Orak başladı, bu kelime hala beni heyecanlandırır, sanki seferberlik gibidir orak, genç yaşlı herkes bu seferberliğe katılır, orak köy olarak hep birlikte başlanır ve biter , geri kalan salmalığa kalır; yani orak bittiğinde herkes hayvanları çobansız başıboş salıverir, buna salmalık denir. Salmalığa kaldınsa bir taraftan ekinleri hayvandan korurken diğer yandan orak biçersin ki, bu bir adamın başına gelebilecek en kötü iştir.

Orak biter sap çekme eylemi başlar, bu da en zor işlerden biridir; biçilen , toplanan saplar 5-6 km mesafedeki araziden berbat bir “off road” gib %i 40-45 derece eğimli rampalardan aşağı hayvanın direnmesi ile oluşan fren ile paldır küldür ağustos ayının 30-40 derece sıcağı altında kanı ile yayladan köy merkezine taşınır sap..

Bitmeyen bu çile, harmanla devam eder, bu da ayrı bir çiledir. Sabah erken kalkıp harman temizlenir hazırlanır ekinler harmana saçılır, daha sonra öküz veya mandaya koşulan düven ile sıcak altında gün boyu dolap beygiri gibi döner dönersin taa ki saplar iyice parçalanıp daneler ayrılıncaya kadar. Genelde ikindiye kadar sürer sapların parçalanıp harmanı toplama zamanı. Harman toplandıktan sonra som savurma işi başlar, yaklaşık 8-10 m3 hacminde bir som savura savura içindeki daneler ayrılır. Şansın yaver gidip de rüzgar iyi eserse hani bir iki turda bu işi bitirirsin. Yok eğer rüzgar esmez ise Allah bilir ne zaman biteceğini, bizim harmanın yeri hiç de uygun değildi rüzgar açısından, çok zorlanırdık som savurma işinde çoğu zaman gece geç vakitte yarı karanlıkta tamamlayabilirdik işi. Hatta bazen ertesi güne kaldığı bile olurdu, bazen de yağmur yağar birkaç gün kalır som ıslanır dane saman zarara uğrardı. Her yıl değilse bile 1-2 yılda bir böyle şeyler yaşanırdı bizim harmanda. Som savrulup daneler ayrılınca önce gözerden geçer çec, daha sora daha sık gözenekli kalburdan geçirilir . ayıklanan ekinler çuvallanıp sırtlayarak ambara taşırsın bu bölümü genelde kadınlar yapardı bizde, erkek de samanı samanlığa koyar .Bu işlem yaklaşık bir ay kadar sürer, taa ki harmanın kaşındaki sap yığınları bitinceye kadar.

Harman işi eylül ayının bir yerlerinde biter. Bu arada kışa hazırlıklar yapılır bağ bahçe hasat edilir,elma armut, şeker pancarı, kızılcık gibi meyvelerin pekmez pestili yapılır. Artan zamanda derekışladan at eşek ve sırtında kış için ve pestil pekmez işi için odun taşırsın. Dere kışladan odun taşımak hiç de kolay bir iş değildir. 5-6 km mesafe çok kötü bir at eşek ve yaya yolu dimdik iniş dönüşte hayvanın sırtında yük % 60-70 eğimli yokuş yukarı çıkarsınız. Günde ortalama bir sefer yaparsınız ikinci sefere ne zaman yeter nede enerji.

Ekim kasım ayları çevre kasabalarda, Gerze, Durağan ve Boyabat’ta panayırlar kurulur. Bu panayırlarda hayvan pazarları kurulurdu, insanlar hayvanlarını alır satar takas ederdi. Aynı zamanda eğlence çadırları kurulurdu bu panayırlarda , bizim yaşlar için ve bizim gibi köy de yaşayanlar için heyecanlı eğlenceli olurdu panayırlar. Bu boşluk çok da uzun sürmeyecek hava şartlarına bağlı olarak ekim sonu kasım başı gibi çift sürme zamanı başlayacak ve yine kış gelecek yine derekışla yine çobanlık, bu döngü böyle devam edip gider.

Bu döneme ait duyguları kendimce şu dizelerle anlatmaya çalıştım:

DUDAŞTA ÇOBAN OLMAK

Çamurdan çitten yaptığı kulübede barınmak

Kuş ekmeği toplayıp akşama çorba yapmak

Çöpür döşekte uyuyup sınırlı hayaller kurmak

Zor olur Dere kışlada kışı geçirmek.

Civirdüklerden ( yaprak açmadan önce ağacın uyanma belirtis) baharın müjdesini almak

Menekşe çiğdemden takvimi okumak

İlk doğan kuzu sesiyle baharı yakalamak

Hoş olur dere kışlada baharı karşılamak.

Kışı unutup kışın yaşattıklarını unutup kuzularla bahara alışmak

Sonra köye taşınma hazırlıkları yapmak

Yatağını döşeğini yüklenip sürüyü köye sürmek

Buruk olur çobanın Derekışladan ayrılışı.

Yaylaya çıkmak için ülkeri saymak

Evi ağılı elden geçirip yeniden hazırlamak

Sonra sürüyü alıp yaylaya çıkmak

Yaman olur Dudaş’ta yaylaya göçmek

Bahar yağmurları ile sırılsıklam olmak

Peşinden güneşle kebeyi kurutmak

Sonra bağrını güneşe verip uyumak

Güzel olur çobanın baharı yaşaması

Çam dan yayı çıkarıp avuz pişirmek

Düet yapan gugukların bülbüllerin arasından geçmek

Kuzu oğlak seslerini müzik gibi dinlemek

Başka olur çobanın baharı yaşaması

Kayan yıldızlara bakarak dilek tutmak

Saman yolunda turlayıp aya konmak

Dolunayda oturup kitap okumak

Farklı olur çobanın mehtap anlayışı.

Gece yarısı sürüyü kırlara sürmek

Yıldızlardan saati okumak

Sonra sürüyü alıp kuşluğu gelmek

Böyledir çobanın yazı yaşaması.

devamı gelecek……..

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

“TAYYİP SANDALCI”- ANILAR 3. BÖLÜM

11.04.2022- Tayyip SANDALCI

Dernek binamızın 20 metre yakınlarında oturuyor Tayyip SANDALCI. Değerli komşularımızdan. Yaşamını ne güzel kaleme almış Tayyip Ağabeyimiz. anılarının her satırı gelecek kuşaklar için örnek olacak ve iz bırakacak nitelikte. O şimdi hasta yatağında; yazdığı anıları bizimle paylaştığı için teşekkür ediyor, kendisine acil şifa diliyoruz.

Kent ve köy kültürlerinden yaşama yansıyanlar arasındaki farklılıkların uyuma dönüşme örneklerini yayınlamaya devam edeceğiz. Yaşam içindeki karşıtlıklar, bilinç ışığında değerlendirildikçe, her birimizin bilinç potansiyeli arttıkça, uygarlığa yol alacağız. BİLKE”

BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ -3-TAYYİP SANDALCI

3-4 yıl böyle geçmişti…………..

Bu yıllarda babam İstanbul’da çalışıyor, köyün bütün işleri benim sırtımda idi. Çiftçiliğe dair ne varsa her şeyi yapmaktaydım. Yaptığım işler yaşıma göre ağır işlerdi (13-15) .

Köyün yaşlısı Hayri hoca şöyle demişti:

” bu köyde iki çalışkan adam var, birisi Tayyıp, diğeri de Bilolun dayama” demişti. Dayama iç güveyiye denir, askerliğini yapmış iri yarı aslan gibi adamdı dayama. Her yetişkin öküz arabasına sapı yığıp yayladan kışlaya gelemezdi. Yollar 3-4 km ama kötü bir off-road gibiydi, eğer sapı arabaya sağlam yığamazsanız sap inişlerde bir yerde dağılır arabadan düşer yeniden yamada sıcağın altında sap yığmak mecburiyetinde kalırsın ki bu bir adamın başına gelebilecek en kötü durumdu.

En zoru da çift sürmekti benim için. Kara sabanla çift sürmek belli bir enerji gerektiriyordu, koştuğun öküz güçlü ve eğitilmiş olmalıydı. Hiç unutamayacağım böyle bir yıl yaşamıştım. Kömüşlerimiz yaşlanmış çok ağırlaşmışlardı, gençleştirmek gerekiyordu. Son baharda Gerze’de panayır kurulur, genelde hayvan pazarı hareketli geçerdi. Diğer çadır eğlenceleri de kurulurdu. Yaşlı mandalarımızı getirip, gençlerle üste para vererek takas ettik. Genç güzel, uyumlu bir çift malak alıp döndük köye. Ancak, ben acemi malaklar acemi, kocaman bir çiftlik sürülecekti, malaklar boyunduruk görmemiş güçleri yetmiyor sabanın peşinde benim de gücüm yeterli değil. Kabaçam denen mevkide büyükçe bir tarlamız vardı, killi topraklı, toprak jiklet gibi sabana sarar sabanı kabul etmezdi. Bir hafta boyunca bu tarlayla uğraşmıştık. Aslında normal şartlarda yetişkin bir adam iyi bir öküzle bir günde sürebilirdi bu tarlayı. Zaman zaman dışkımdan kan geliyordu, sabanı karnımla bastırmaktan. Gücüm yetmedikçe hayvanlara ve önünde yürüyen eşime vurduğum bile olmuştur. Allah afetsin.

Arazimizin bir bölümü 1 saatlik %40 eğimli bir yolla çıkılan yayla mevkiinde , bir bölümü ise 1,5-2 saatlik mesafede usta köyünde bulunuyordu. Ekim-nisan ayları arasında hava müsait olduğu hergün mutlaka çift sürme işi devam ederdi.

Bir de çobanlık vardı bu yaşamın içinde: kış gelip kar oturduğunda köy merkezi ve yaylalar artık uzunca bir süre kar altında kalacaktır, çobanlıktan başka yapılacak iş yoktur, bu günlerde koyun keçileri alıp kardan etkiyi azaltmak, hayvanların yiyecek kökçe bulabildiği Derekışla’ya inilirdi. Dere kışla, köy merkezinden yaklaşık 300m düşük rakımlı vadinin tam da tabanında, tepelerden bakıldığında denizden (doğu-batı) dağlara yukarı yavaş yavaş belli bir eğimle uzayıp giden bir kanyon bir vadiyi andırır. Ağacın dalları gibi kollara ayrılarak zikzaklarla Göktepe ormanına çıkar bu vadi. Koyun keçi sahiplerinin Derekışla’da ilkel bir mandırası ve çoban kulübesi bulunurdu. Bizimde burada bir mandıramız vardı hayvan kışlatmak için . Mandıra iki katlı idi, keçiler bir katına koyunlar diğer kata konur yada karışık konurdu. Mandıra çobanın kaldığı kulübeye oranla daha muntazamdı. Bizim kulübenin bir cephesi mandırayla ortak duvara, arka cephe toprağa dayalı, ön cephe kapı ve hemen kapının bitişiğinde ocak, diğer sağ cephede 2-4 cm çapında yaşken 3-5 cm çapında,  meşe ve çitri dallarından sepet zembil örgüsü gibi örülmüş arası sarı toprak saman karışımı ile sıvanıp doldurulmuş, yaklaşık 2×2 ve ya 2×3 ölçüsünde bir kulübe idi. Altında keçi çöpüründen dokunmuş döşeğin içinde ince bir yün veya keçi çöpürü, üstünde yine birkaç tane keçi çöpüründen dokunmuş döşek. Bu örtülerle gecenin soğuğuna karşı koymak çok zor olurdu. Mecburen ocağı sürekli yakmak durumundaydınız, gündüzleri hem hayvanları otlatırken diğer taraftan gece yakılacak odunu temin etmek işin önemli bir bölümü idi. Neyse ki yakın çevrede odun boldu gece sık sık kalkıp ocağın ateşini canlı tutmalısınız. Genelde gündüz kıyafetleri ile yatılır ki üşütüp hasta olmayasın. Çobanın günlük kıyafeti; yünden dokunmuş aba ve pantolon başında da yine yünden dokunmuş başlık bulunurdu.

Ayva’da ramazan imamlığı yaptığım zaman teravihi kıldırıp mandıraya geldiğm oluyordu bazen.

Beyaz bir köpeğim vardı Çatalkaya’dan ıslık çalardım vadinin karşı yakasından çaya iner çaydan geçip ters denilen yerden yukarı ormanın içinden sadece yaya ve at eşek le geçilebilecek yamalardan yukarı önüme gelirdi. Bütün bunlar 15-20 koyun bir o kadar da keçi için yapılırdı. 2000’li yıllarda Acun Ilıcanın Survivor programını izlerken hep dere kışladaki yaşam koşullarını hatırlardım. Köpeğin koyunların ve sen birde Allah. Akşam geldiğinde kendine çorba, köpeğine yal yapacaksın su dereden elektrik çam çırası…

Ekmek birkaç günde bir köyden gelir. Ekmek katığı (ekşi pekmez gibi dayanıklı ekmek katığı, şansın varsa evde pişen yemekten yemek de gelebilir) ama bu her gün değil. Hava şartları elverişli değilse gelen giden olmaz, başının çaresine bakmak zorundasın.

Çok uzun sürmezdi bu serüven ama sert ve zor geçerdi. Doğayla uyum içinde olacaksın. Hayvanları doğanın bu zor şartlarından daha az etkilenmesi için biraz deneyimli olmalısın. Rüzgarın yönüne göre daha az rüzgar alan, daha çok güneş alan yerleri bileceksin günlük hava koşullarına göre hareket edeceksin böylece Aralık-mart ayları arası oldukça zor geçen kötü hava koşullarından daha az etkilenerek ilk baharın kuyruğunu yakakalamaya çalışırsın.

 
 

Etiketler: , , , , , , , ,

1960’LAR DUDAŞ KÖYÜNDE RAMAZAN ANILARI

03.04.2022- Tayyip SANDALCI

Dünyanın neresinde olursa olsun, her coğrafyada yaşayan insanların kendine has kültürleri ve ritüelleri vardır. Bilke olarak, özellikle farklı kültürlere dikkat çekiyoruz ve “FARKLARI FARK ETME” doğrultusunda çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Farklılıklar yurdun zenginliğidir. Toplumun bilinç seviyelerinin aynasıdır. BİLKE ”

Dudaş köyünde yaşamın 1. bölümünün devamı:

BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ- 2Tayyip SANDALCI

Bizler üçüncü jenerasyon Sandalcılar ise,  genlerimize veri tabanımıza yüklenmiş bu acı anıları içimizde taşıyarak, onlara duyduğumuz minnet, ve özlemle yaşıyoruz. 

Birinci bölümde çileli ailemden bahsettiğim gibi İhsan ve Emine’den biz beş kardeş dünyaya gelmişiz önce 1942 veya 43 de Aziz dünyaya gelir.2 yaşında iken boğmaca denilen bir hastalık o günlerde çocuk ölümlerine neden olan bir hastalıktır. Aziz bu hastalıktan vefat eder. Ailenin tek erkek çocuğunun ölümü aileyi derinden üzer. Dedem çakır Ahmet yayladan kışlaya gelirken beş çamlarda yayla kışla arasında 1000m rakımlı, aynı zamanda burası evliya diye bilinir, gelen geçen Fatiha okur, dileği olan el açıp dileğini söyler, Anadolu’nun bir çok yerinde olduğu gibi.

Dedem çamın dalına asılıp “ya rabbi senin hikmetinden süal olunmaz bilirim ki veren de sen alan da, ailemizin tek erkek çocuğunu aldın bizim ciğerimiz yandı. Bize bir erkek çocuk daha ver” diye dua eder, rivayet odur ki o dua kabul olur ve ben dünyaya gelirim. Kesin olmamakla birlikte doğum tarihim 1946 yılı Kasım ayı.

Kaybedilen erkek çocuktan sonra aileye gelen erkek çocuk oluşumdan olacak çok kıymetliyim (Çakır Ahmet dedemin çocuğu olmamış 1296-1880-ölüm:05/11/1959) çakır Ahmet dede hem eski Türkçe hem yeni Türkçe okur yazar, çok güzel kuran okur, kendisi bu makama kıraeti-kahir derdi hüzzam olsa gerek. Güler yüzlü Noel baba gibi, hoş sohbet pozitif bir adamdı. Aynı zamanda gençliğinde pehlivanmış, ben göremedim. Köyden biri bana şöyle demişti dedemi anlatırken:  “terekten babasına su vermeyen çocuklara Çakır Ahmet köy yerinden atları getirtirdi” demişti.

Tatlı dilli adamdı. Askerde jandarma komutanlığı yapmış. Bir anısını anlatmıştı:

Jandarma komutanı iken bir köye uğramışlar, evin annesi kızına seslenmiş “Zülfinaz kızım gel misafirimiz geldi” demiş bu isim dedemin hoşuna gider ve ilk torununa Zülfinaz adını verir.. Dedem daha çok imamlık yapar işlerini eş dost komşular yapardı, kısaca hatırı sayılır adamdı..

Her dede gibi benim dedemin de bildiklerini torununa aktarmakta acelesi vardı. Bu da doğanın anayasası olsa gerek. Bu bana bir yerlerde okuduğum, ölüm ile yaşam ikilisinin arasında geçen diyaloğu anımsattı..”

“Ölüm yaşama derki … benden büyük yoktur sistemde en büyük benim, ölümle her şeyi sonlandırıyorum der; yaşam da ona der ki:..

Sen öyle zannet benim genlerim benden sonrada devam ediyor der.”

Benden önce benden 10 yaş büyük Zülfinaz ablam ailenin ilk çocuğu ona öğretmiş eski ve yeni Türkçeyi. Aynı şekilde çok küçük denecek yaşlarda belki 4-5 yaşlarımda kuran okumayı eski Türkçe yazıp okumayı öğrenmeye başlamışım.. Köy imamı Abdurrahman Hoca 6 ay Dudaş’da 5 ay Çatacık’ta okuturdu. Bir taraftan mektepte diğer yandan evde ablam ve dedem çalıştırırlardı.

Bu arada annem askerde okuma yazma öğrenen komşu Arif Ağa’ya  bir batman ceviz verip 29 harfi öğrenmemi sağlamıştı. 13 yaşıma geldiğimde eski ve yeni Türkçeyi öğrenmiştim. İmamlık yapmak için gerekli bilgileri de öğrenmiştim . Abdurrahman Hoca (köy imamı) sen imamlık yapabilirsin diyerek bana icazet vermişti. Diğer tarafta Hayri hoca ,baliğ olmayan adamın arkasında namaz kılmak caiz değildir demişti. Ben bu arada 2 yıl Ayvaya . 2 yıl Çatacık’a Ramazan imamı olmuştum. Ücret fitre karşılığı idi. Evde kaç kişi var ise fitrelerini hocaya verirlerdi.1960-63 yılları böyle geçti. Kuran öğrenmek namaz sürelerini öğrenmek için gelen çocuklara öğretirdim , biraz büyükler yaşı bana yakın olanlarla güreş tutardım.

Bu arada bir anımı anlatmak isterim: Ayva da inşa halindeki kocakafa Sadettinin yeni evi Ramazan da namaz kılmak ve çocuk okutmak için bir aylığına bu işe tahsis edilmişti. Mevsim kış, odanın birinde ocak ateşi yanıyor salonda ısıtıcı yok ve soğuk. Herkes sıcak odaya sıkışmış durumda kimse salona çıkmıyor, ben ve birkaç kişi salondayız, diğerleri içerdeler, ben bir iki ikaz ettim kimse çıkmadı, ramazan herkes oruçlu ve aç , akşam namazı cemaatle birlikte kılınıp evlere gidilip iftar yapılacak, bu nedenle herkes acele ediyor. Benim uyarımı kimse dinlemeyince ben de sinirlenerek Allahü Ekber deyip namazı kıldırdım. Namaz sonrası cemaatten birisi, benimle sık şaka yapan birisi hoca dedi se ne yaptın ? Ben de ne yaptım namaz kıldırdım dedim. Yahu namaz kıldırdın da sen bize küfrettin a…koyayım da gelmezseniz Allahü ekber dedin dedi. Ne dediğmi hatırlamadım ama espiri tam da yerine oturmuştu; çocuk yaşta oluşum, sinirlenişim tam bir espiri olmuş herkeste hoş görüyle gülüp geçmişti.

Bir başka anımda şöyle: Yaşlı bir amca, (katil Alinin Emin) Emin amcanın sandıkta sakladığı gümüş köstekli çok güzel bir serkisoff saati vardı, sadece ramazan ayında sandıktan çıkarır, soldan sağa doğru göğsünün üzerine gümüş kösteği sarkıtırdı. Fakat Emin amcanın okuma yazması olmadığından saatten de anlamazdı. iftar saatleri öncesi herkes cebinden saatini çıkarıp bakar ve karşılaştırırlar, bu arada içlerinden biri sorar Emina veya Emin amca senin saat kaç ? Emin Ağa yeleğin sol cebindeki saati çıkarıp önce mendilini sonra kapağını açar bakar “bu da sizinki gibi der, ya da benim gözlerim iyi görmüyor sen bak derdi. Herkes içten gülerdi, kimse dışa vurmazdı. Ramazan Mart Nisan Mayıs aylarına rastlamıştı bu yıllarda. Çiçekler çiğdemler açıyordu, mektebe gelen çocukları alıp kırlara yürüyüşe çıkardık. Ayva sırtlarından köyümü, Dudaş’ı özlemle seyir ederdim:

 
 

Etiketler: , , , , , , , ,

“ÇANAKKALE” ANNEM HEM YETİM HEM ÖKSÜZ KALDI

18.03.2022- Tayyip SANDALCI

BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ

Aziz dedemle Hacer Anneannem 1911-12 yıllarında Sinop-Dikmen’in yoksul dağ köylerinin en yoksulu olan Dudaş köyünde evlenirler. Uzaktan akraba ve komşu çocuklarıdır. İlk çocukları Emine(annem) 2,3 yaşlarında iken Aziz dedem (annemin babası) bir çocuğu ve veremli eşini arkasında bırakıp Çanakkale’ye gider(anneannemin annesi de veremden erken ölmüştür). Dedem komşuları ile vedalaşırken eşinin veremden kurtulamayacağını bildiğinden onlardan küçük kızıyla ilgilenmelerini (annem) onu aç bırakmamalarını rica eder. Nitekim dedemin gidişinden kısa bir süre sonra veremli eşi, anneannem genç yaşta (tahminen20-25 yaşlarında)vefat eder. Aziz dedem de (Annemin babası) Çanakkale’den dönmez. Böylece annem, yetim ve öksüz kalır.

Diğer yandan babamın babası İsmail dedem, İstanbul Unkapanı’ndaki kendi evinde eşi ve 3 çocuğuyla yaşamaktadır. Belgelerde dedemin ünvanı “arabacı başı Sandalcıoğlu İsmail ağa” diye geçer.

Çanakkale , peşinden 1. Dünya savaşı, İstanbul her bakımdan güvenli değildir.

Diğer tarafdan İstanbul salgın hastalıkların merkezi durumundadır . Aynı şekilde anadoluya da yayılmış durumdadır, kolera, tifus, veba, frengi, dizanteri, sıtma, verem; hepsi de bulaşıcı, salgın ve ölümcül.

Ayrıca İsmail dedem, seferberliğe çağrılmayı beklemektedir. Bu nedenlerden dolayı olacak ki; 3 çocuğu

( babam ve iki ablası 4-10 yaşlarında)ve eşini alıp Dudaş köyü’ne 3. Kardeş Ahmet dedemin yanına bırakıp kendisi İstanbul’a döner ve kısa süre sonra da seferberliğe çağrılır.

Bu yıllarda , köylerde yaşam koşulları hiç de iç açıcı değildir. İşe yarayan erkekler seferberlikte, kadınlar ekip biçme işini yapabildikleri kadar yapmaktadır; koşacak öküz yok, can güvenliği yok , köylerde eşkıya baskınları göz açtırmıyor, devlet otoriteyi sağlayamıyor.

Kıtlık yıllarına ait acı hatıralarını, nenem bazen şöyle anlatırdı: “ atla , eşşekle Gerze’ye gidip sıraya girip bir çuval kepek alırdık (35-40 km ) köye gelip mısır somağı ve ceviz kabuğu kırıp değirmende öğütülerek bunu kepeğin içine katarak çoğaltıp yazın kulağını tutmaya çalışırdık” derdi . Yaz geldiğinde kıtlıkla mücadele biraz daha kolaydı. Yeni ürün çıkana kadar her türlü ot yenebilirdi ( sivri uzun kara çayır hariç)

İsmail dedem seferberlikte( hangi cepheye gittiği bilinmiyor) hastalanıp tebdil-i hava gelir, Unkapanı’ndaki evinde tek başına ishalli bir salgın hastalığa yakalanarak vefat eder. Ortaköy mezarlığına defin edildiği söylenir ama mezarı bilinmez .

(Bir kaynak, Birinci dünya savaşında Osmanlı ordusunda sadece veremden ölen askerlerin sayısı 20,000 civarındadır der; Bir başka kaynak ta ise hastane kayıtlarında hastaların % 75-80 ‘i salgın ve bulaşıcı hastalık, sadece % 20-25’i kurşun ve yaralanma vakasıdır der.)

Dedemin Unkapanı’ndaki evi de, dedemin ölümünden sonra yangında yanar, geriye kalan arsa bir tanıdık aracılığıyla satılıp parası köye gönderilir. Bu paranın çok küçük bir meblağ olduğu söylenir.

Her iki kardeş de ölünce , geriye kalan 4 yetimle, köydeki 3. Kardeş (çakır Ahmet dedem) ilgilenir. Dedem ve eşi Havva’nın çocukları olmaz. Ama , bu dört yetime anne-babalık yaparlar , bize de büyük baba büyük annelik.

Bu yetimlerden ikisi: İhsan ve Emine, (annem-babam )amca çocuklarıdır, evlendirilirler Ve biz beş kardeş dünyaya geliriz bu evlilikten.

Annem 2,3 babam 4,5 yaşlarında hem anadan hem babadan yetim ve öksüz kalırlar . Çocuk belleğinin gücü oranında silik bir şekilde çok önemli bir kaç anıdan başka bir şey hatırlayamazlar anne-babaya ait.

Annem babasına ait hiç bir şey hatırlamaz , annen nerede diye soranlara ise : eliyle toprağı tırmalayarak böyle yaptılar “gömdüler” dermiş.

Babamın ise hatırladığı bir iki anısı vardı: bir tanesi annesi dikiş dikermiş diğeri ise babası onları köye bırakıp İstanbul’a dönerken annesi onu da yanına alıp eşini uğurlamak için tepeye kadar( tuzla ) çıkarlar. Babası biraz uzaklaşınca geri dönüp eşine seslenir “ Hayriyeee tavanda bir davul deri var ondan çocuklara çarık dikersin demiş.

Aziz dedemin Çanakkalede nasıl öldüğü bilinmediği ve künyesi gelmediği için annemin 68 yıllık ömrü , bir gün babasının bir yerlerden çıkıp gelivereceği umuduyla geçti.

Kasabadan gelen herkesten bir haber, bir umut bekler , sonrada oturur ağlardı.

Köyümüz, çevresi yüksek tepelerle çevrilmiş bir vadi içindedir. Köye gelen insanlar önce uzaktan bu tepelerden görünür. Herkes gelenin kim olduğunu, nereden geldiğini , ne havadis getirdiğini merak eder, askerde çocuğu , eşi olan gurbette yakını olan heyecanlanır bir haber, bir mektup bekler. Dudaş köyü Gerze’ye 35-40 km, yürüyüş süresi 8-10 saattir . O yıllarda yolda yok vasıta da.

Annem , bu tepelerde görünen her silüeti gördüğünde heyecanlanır, bir haber bir mucize bekler, bazan bana “ git öğren bakalım bir haber varmı” derdi .

Son yıllarında artık tepe sokağındaki ağaçlarla insan silüetlerini ayırt edemez olunca ağaçlara söylenir sitem eder kızardı . İşte böyle ; savaş , salgın hastalıklar, yetimlik, öksüzlük ve yosulluk yaşanacak acıların hepsini yaşayarak geçtiler kendilerine ayrılan zaman diliminden ..!

Nur içinde yatsınlar, mekanları cennet olsun inşaallah… Tayyip SANDALCI

Fotoğraf: 125. Piyade Tümenine bağlı Türk askerleri Osmanlı İmparatorluğu, Almanya’nın Rusya’ya savaş ilan ettiğı 1 Ağustos 1914’ün hemen ertesi günü
 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

TAŞ HAN

09.03.2022- Tayyip SANDALCI

Geçen hafta tedavi için gittiğim samsun dönüşü, Yaykıl’dan sonra, değirmen , deterjan fabrikası ve Sibal dan geçen eski yolu hatırladım birden, yaklaşık 10 yıldır geçmemiştim bu yoldan. Eski bir dostu ziyaret edecekmişim gibi duygulandım bir an için. Değirmen, Sibal derken virajdan sonra yolun altındaki Taş han düşüverdi belleğime.

Yanımdakilere dikkatli bakmalarını buralarda bi yerde bir harabenin olacağını, 60 lı yıllarda Gerze’den Sinop’a yaya gelirken hanın önünden geçtiğimizi söyledim, ne duymuş ne de görmüşlerdi beraberimdekiler. Yavaş bir şekilde bakınarak Kabalı kavşağına kadar geldik ama bir şey göremedik. Kavşakta rastladığımız koyunlarını otlatan 40-50 yaşlarındaki bir çobandan tam tarifi alıp döndük geri ve bulduk. Bitki örtüsü öyle bir kamufle etmiş ki yoldan fark edilebilmesi mümkün değil, çatıda ağaçlar büyümüş, her taraftan bitki örtüsüyle kaplanmıştı .

Ağaçların Fundalıkların arasından bağırıyordu sanki; “kurtarın, yaşatın beni, ne seyyahlar ne kervanlar ağırladım ben, Hint’den Çin’den Horasan dan biriktirdiğim anılarım var size anlatacak” diye feryad ediyor yıllardır, ama belli ki kimseye duyuramamış sesini.

Sinop’a gelinceye kadar , doğa tarihle ilgili belleğimi yokladım ve şunlar çıktı öne:

1984 de Londra’ya gitmiştim, ilk Londra’ya gidişim ve ilk yurt dışına çıkışımdı benim. Bir gün caddede yürürken uzaktan kulağıma gelen müzik sesi cezbetmişti beni, yaklaştığımda “Goven street deki tarihi tiyatro binasının onarım restorasyonu için kampanya” yazan kocaman bir pankart ve enstrümanları ile çalıp söyleyen genç bir grup, hepsi de öğrenci yaşında gençlerdi.

Daha sonra bankacı , Fransızca bilen , şimdi rahmetli olmuş bir abimin yaşadığı anektodu anımsadım, şöyle demişti: “ 70 li yıllarda gittiğim Paris Şanzelizede, sırtımı bir ağaca dayayıp gelene geçene bakarken, orta okul çağlarında bir çocuk bana geldi ve yüzüme bakarak :

mösyo mösyo eğer herkes senin gibi yaslansaydı bugün bu ağaç burada olmayabilirdi” deyince şaşırmış kalmıştım” dedi”.

Konuyla ilgili anımsadığım başka bir olay ise , çoğunuzun bildiği klasik bir yaşanmışlık. II. Dünya savaşında annesi ile vedalaşarak savaşa giden bir askeri pilota annenin verdiği öğüt:

oğlum tarihi eserlere , eski binalara dikkat et , onlara saygılı ol , bombalama’ der.

Önemini koruyarak günümüze kadar ulaşan bu kavram bize nasıl bir mesaj vermekteydi , ya da geçen 80 yılda biz ne kadar algıladık bu mesajı ?

Beyin bu ya , dinlemez seni bazen. Konudan konuya atlar kendince yargılar ,sorgular, eksik arar fazlayı görmez.

Bir süre evvel şehrimizin göbeğinde, hepimizin gözü önünde, şehre akciğer görevi yapacak olan bir meydanda tarihi eserlerin yok edilerek beton dolduruluşunu hep birlikte izledik, sadece sosyal medyada karşılıklı içimizi dökerek birbirimizi ağırladık. Ne bir STK ne de bir grub çıkıp biz bu projeyi istemiyoruz deyip direnemedi.

Ne bir STK ne de bir grup çıkıp , filan yerdeki tarihi binayı yaşatmak için bir eylem bir kampanya organize edip,

“amacımız bir bina değil , tarih kültür bilincinin yaşatılması , benimsetilmesi” demiyor. Halbuki birazcık doğa ve tarih sevgisi her şeyi kökten değiştirebilir

Bütün bunları zihnimden geçirerek eve gelince ilk işim, internetten Taş han la ilgili bilgi aramak oldu, 16. 17. YY Osmanlı yapı izlerini taşıdığını, Kültür Turizm Bakanlığı, Trabzon Kültür ve Tabiat varlıklarını koruma kurulunun 1988 yılında aldığı tescil kararı ile koruma altına alındığını görünce biraz rahatladım .

AMA ZAMANA KARŞI NE KADAR DAHA DAYANABİLECEK, SESİNİ NE ZAMAN DUYURABİLECEK..!

Tayyıp Sandalcı

28/02/2022

foto: Taş Han , Sinop Arkeoloji Müzesi Arşivi

Taş Han; Sinop’un Merkez İlçesi, Lala Köyü sınırları içerisinde yer almaktadır. Şehir içi ulaşım araçlarıyla ulaşım mümkündür.

Han, Osmanlı klasik döneminden kalmadır. Yapı otoyoldan düşük kodlu bir arazi üzerinde yola paralel olarak yükselir. Kırık çatılı baştan başa moloz taş ve yan duvarlarda bunların arasındaki yerler tuğla sıraları ile dikine konulmuş tuğlalarla inşa edilmiştir.

Giriş cephesindeki geniş yayvan geçme taşlı kemerli kapı bölümü kesme taştan özenle yapılmıştır. Bunun üzerinde kare boş bir kitabelik vardır. Ana ve ön bölüm olarak iki bölümde düzenlenen iç planlamada bölümleri birbirine kemerli bir geçişi olan duvar bağlar. Ana bölüm ön bölüme göre daha derindir.

Bu bölümde yan duvarlarda bir sıra halinde dizili küçük kare delikler ve bunların bağlandığı kanallar vardır. Bir tarihte yanmış olan ve girişin sağındaki ocak kalıntısından ilk bölümün insanlar için ayrıldığı sanılan yapının duvarlarında iki seviye halindeki ahşap kanallardan üstteki, tonozdaki kare deliklere bağlanmaktadır.

Duvarlardan birinde, bunların arasında yuvarlak kemerli bir pencere boşluğu vardır. Bu bölümün arka duvarı yer yer yıkılmıştır. Zemin toprak, örtü içten tonozludur. Yapı 16. yüzyıl Osmanlı hanı karakterindedir.

KAYNAK: http://www.haberkaos.com/sinop-tas-han/#

 

Etiketler: , , , , , ,

DUDAŞ KÖYÜ HAKKINDA-Tayyip SANDALCI

19.01.2022-Dikmen Dudaş Köyü-Tayyip SANDALCI

GİRİŞ: İnsan oğlu var oluşundan bu yana , nereden gelip nereye gittiğini merak eden tek canlı türüdür.. Ancak insanlık tarihinde yaşanan savaşlar, yakıp yıkmalar , aynı zamanda insanlığın geçmişine ait belgeleri, arşivleri de yok ede gelmiştir. Buna birde Eski Türkçe okuma yazma zorluğu, harf devrimi gibi ülkemiz gerçekleri de eklendiğinde belge/arşiv temini iyice zorlaşmıştır. Çünkü harf devriminden sonra Eski Türkçe belgeler yeterince yeni döneme taşınamamış yaygınlaştırılamamıştır.

Elbette harf devrimi gerekliydi, çünkü devrim öncesi okuma yazma oranı %5 ler düzeyindeydi. Ancak harf devrimi ile bir çok arşiv bilgi ve belgelerin duvarın öbür tarafında kaldığı, bu tarafa taşınamadığı kanısındayım. Türkiye’de bu donanıma sahip çok az bilim adamının olduğunu düşünmekteyim. Hasbel kader Eski Türkçe okur yazarım. Kitabe, levha okumaya olan ilgimden dolayı şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, eski Türkçe okuma yazma farklı bir şey, kaligrafik / tezyin özellikli yazıları okumak bambaşka bir şey. Bunun için farklı bir eğitim gerek. Burada bir anekdotumu anlatmadan geçemeyeceğim. Kaligrafik sanatla yazılmış bir kitabeyi çözebilmek için yaşlı genç sayısız din görevlileri ile görüştüm fakat faydalanamadım. Her neyse biz konumuza dönelim. Eminim benim gibi sizler de merak ediyorsunuzdur doğup büyüdüğünüz köyün tarihini, ilk göçün nereden ne zaman geldiği, hangi ırk ve boydan olduğu, etnik yapısı gibi geçmişimize ait bilgileri.

Bu konuyla ilgili yaptığım araştırmalar da bölgesel göç hareketlerine ait somut bilgi/belge edinemedim, ancak Anadolu tarihi ile ilgili yazılanlardan yola çıkarak genel bir yaklaşım sağlamaya çalıştım . Bu konu tartışmaya ve katkıya açık bir konudur, isteyen herkes (kaynak/ belge göstererek) katkıda bulunabilir. Amacım sadece bir başlık açmaktır.

1071 Malazgirt savaşında Selçukluların Bizanslıları yenmesi sonucu Türkler Asya’dan Anadolu’ya göç etmeye başladı. Türk beyleri savunmasız Anadolu’da ordularıyla ilerlerken Türk göçleri Hazar denizinden, Kafkaslardan, yoğun bir şekilde devam ediyordu, bu göç hareketi bir kaç yüz yıl sürdü. 13. Yüz yılın sonuna doğru Oğuz Türklerinin Bozok kolu olan 12 oğuz boyu Anadolu’nun kuzey bölümüne göç etti. Bunlardan yaklaşık 100,000 kişilik bölümü Kastamonu bölgesine yerleştirildi.

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi (göçebe yörükler)adlı eserinde şöyle der: ‘ Horasan dan gelmişler, uzun boylu ala gözlü uzun adamlar, omuzlarında tay derisinden sırmalı abalar, uzun keçe külahlar, uzun kargılar, 72 direkli, 72 göbekli, keçi kılından kara çadırları var, semah dönerler’ der. Sinop idari teşkilat olarak merkezi Samsun olan Canik livasına, daha sonra da tanzimatın ilanından sonra Kastamonu’ya sancak olmuş, Cumhuriyetin ilanından sonra ise 1924 de Kastamonu’dan ayrılıp il olmuştur. 1520-1530 yıllarında hemen hemen Anadolu’nun tamamı Anadolu vilayeti diye tek vilayetti ve Kastamonu’da Anadolu vilayetine bağlı bir liva idi.1214 yılı ekim ya da kasım ayında, Selçuklu hükümdarı İzzettin Keykavus , Sinop tekfurunu esir alarak kaleye girip , Sinop’u Trabzon Rum İmparatorluğundan aldı. Sinop , 1294-1461 yılları arasında Candaroğulları yönetiminde kalmıştır. Daha sonra 1462 yılında , Fatih Sultan Mehmet Trabzon Rum imparatorluğunu ortadan kaldırmaya giderken Sinop’u da Osmanlı topraklarına katmıştır. Yukarda yazılanların ışığında bir tahminde bulunmak istersek, Dudaş köyünün tarihi 12. 13. Yüz yıla kadar gidebilmektedir. Bir yerleşim yerinde en iyi korunan eski ve kalıcı izin mezarlıklar olduğunu düşünürsek, bu tarihlere uygun izler bulmak mümkün olabilmektedir. Dudaş mezarlığında 1960-1970 yıllarına kadar kurumuş fakat ayakta durarak zamana direnen meşe ağaçları var idı. Bu ağaçlar için köyün yaşlıları farklı tahminlerde bulunurlardı. Daha sonra anadolunun çeşitli yerlerinde gördüğüm ve arkeologlarca tarihlendirilmiş ağaçlarla yaptığım kıyaslamalarda bizim mezarlıktaki ağaçların yaklaşık 600- 700 yaş civarında olabileceğini düşünmekteyim. Bu tarihler ise oğuz göçlerinin yoğun olduğu 12. 13. Yüz yıllarla örtüşmektedir. Mezarlığın hemen karşısında , güney doğusunda ise , islami nizamda olmayan mezarlık varmış. 1960 – 1970 li yıllarda buraları işlerken iskeletler çıkardı. Bu da bize göstermektedir ki tüm Anadolu’da olduğu gibi bizim köyde de bizden önce gayri müslimler yaşamaktaymış.

KÖYÜN ADI VE DİĞER YERLEŞKE ADLARI: Dudaş ismi anadolunun çeşitli yerlerinde mevcuttur. Eskişehir de , kütahya Tavşanlıda ve Ankara’nın bir köyünde Dudaş ismi bulunmaktadır. En yakın sözlük anlamı ise du~daş olmak, karşılaşmak ( TDK de yok). Ankara bölgesindeki köyün muhtarı ve yaşlıları ile yaptığım tel görüşmesinde ; onlara köyün adının nereden geldiğini sorduğumda bana : …”savaşan iki ordu burada karşılaşmışlar onun için karşılaşma, kucaklaşma anlamında Dudaş demişler” dediler. (Duygu daş , Dudaş olmak ).Sosyal bilimciler araştırmalarında yer adlarını inceleyerek o yerin tarihi ve etnik yapısı hakkında (toponomy) yaklaşım elde etmeye çalışırlar. Bizde aynı metod dan faydalanarak bir çıkarım yapmak istersek;Örneğin: Ahad köyü, Galaççayı, gülek , kınık, kızık, bunlar oğuzların kullandığı isimlerdir.Ahad köyü : Dudaştan derekışla ya inerken çaya yakın bir arazi ve aynı yerde halen kalıntıları bulunan islami nizamda mezarlar mevcuttur. Galaç çayı ise, Göktepe- Bedireden sırtlarındanbaşlayıp , Bağırdaş mahallesinin güneyinden akıp giden çaya verilen addır. Gülek , kınık, kızık ise Anadolunun çeşitli yerlerinde çok rastlanan yer adlarıdır. Bu yer adları Oğuz boylarına ait yer adlarıdır. Sonuç olarak , bütün bunlardan şöyle bir yaklaşım elde etmek mümkün :Dudaş köyü’nün tarihininin Oğuz göçlerinin yoğun olduğu 12. 13. yüz yıllara uzanabileceğini ve yer adlarından da anlaşıldığı gibi buraları oğuz boylarının yurt edindiği, Yerleşkelerin seçim özelliklerine bakıldığında ise , hayvancılığa dayalı bir yaşam biçimlerinin olduğu anlaşılmaktadır (göçebe yörükler), yayla , yaklaşık 1100 rakım, kışla 700-800 rakım, derekışla 400-500 rakım ( rakımlar yaklaşık dır), mevsime göre hayvanlarının barınabileceği , doğayla uyumlu yerleşkeleri seçmiş atalarımız. Bu yerleşim yerleri neredeyse günümüze kadar işlevini sürdürmektedir.

12/01/2022- TAYYIP SANDALCI

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,