RSS

Aylık arşivler: Eylül 2023

İŞTE VEFA BUDUR! AZ KURU

29.09.2023-Ferhat CANİKLİ

Vefa nedir diyenlere bu hikayeyi anlatın.

GERÇEKTEN YAŞANMIŞ BİR OLAY

AZ KURU!…

Üniversite’ye yeni başlamıştı.

Ekonomik durumu iyi değildi.

Ailesi yeteri kadar para gönderemiyordu.

Mühendislik okuyordu.

Çarşıda bir lokantaya girdi;

– “Az kuru alabilir miyim? “ dedi.

– Lokantacı hali anladı.

Ağzına kadar dolu bir tabak kuru,

bir de pilav getirdi.

Para ise, sadece az kuru parası aldı.

Öğrenci her gün “az” dedi; lokantacı

çoook verdi.

Yıllar geçti, okul bitti.

Yıllar daha da geçti.

Öğrenci zengin bir mühendis oldu.

Aklına “az kuru” geldi. Atladı okuduğu

şehre gitti.

Çarşıda lokantanın olduğu yere gitti.

Baktı ki lokanta yok.

Hemen esnafa sordu:

– “Buradaki lokanta nerede, sahibi nerede? “

Esnaf,

– Lokanta kapandı, amca da az aşağıda oturuyor.

Tarif ettiler. gitti evi buldu.

Kapıyı çaldı.

Amca kapıyı açtı.

-” Buyurun dedi”

– Amca ben yıllar evvel burada okudum.

Hep az istedim,

sen çook verdin.

Amca öğrenciyi hatırlamadı.

O her öğrenciye öyle yapardı.

– “Hatırlamadım oğlum, yıllar oldu.” dedi.

Öğrenci

– “Burada oturuyorsun galiba, ev senin mi amca dedi?”

Amca,

– “Yok oğlum kiradayiz, hanımla ben idare ediyoruz.” dedi.

Öğrenci

– Peki dedi. Gitti ev sahibini buldu.

Evi satın alıp amcaya verdi. Üstüne hatırı sayılır bir paket para da bıraktı.

Amca,

– Aman oğlum ne yaptın? Ne gerek vardı? dedi.

Öğrenci;

– Amca, senin az kurun olmasaydı

ben aç yatar, aç kalkardım.

İhtimalle okulu bile bitiremezdim.

Şimdi öyle zenginim ki!

İnan benim sana verdiğim, senin bana verdiğinden daha değersiz.

Sen hakkını helal et o bana yeter.

Sarıldılar, ağladılar.

Ahh insanlık.

Cömertlere selam olsun.. 🥰

BİLKE YORUM: İller, mahalleler, sokaklar görevliler tarafından her gün taranıyor. Açlar, yoksullar her an tespit ediliyor. Neye ihtiyaçları varsa, istemeden temin ediliyor. İnsanları mutlu olan ülkelerde suç işlenmez, suçlu olmaz, hapishaneler dolmaz.

İŞTE, kurumlar bunun için var. Bu hayalimizi gerçekleştirecek duruma geldiğimizde NE MUTLU BİZE diyebileceğiz.

 
Yorum yapın

Yazan: 29 Eylül 2023 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

BAKLAVANIN TARİHİ

28.09.2023- Hazırlayan Bilhan AKKAYA- Araştırmacı

İlk baklavayı kim yaptı, kim yedi veya bu tatlı ilk nasıl bulundu, nasıl yenmeye başladı kimse bilmiyor. Fakat gelişimi konusunda çeşitli iddialar bulunmakta. Baklavanın kökeni sayılabilecek ilk yiyecek; Asurlular’da tüketilmiş. Asurlular; MÖ. 8. yüzyılda, mayasız yassı ekmeği, doğranmış kuru yemişlerle tabakalayıp, ilkel odun fırınlarda pişirerek ve daha sonra bala bulayarak tüketmiş. Bildiğimiz kadarıyla; baklavaya en çok benzeyen ilk yiyecek buymuş.

Baklava günümüz formuna gelirken özellikle; Orta Doğu, Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Kafkasya’da şekil değişikliği yaşayarak gelişti. 15. yüzyıl Osmanlı İstanbul’unda en mükemmel halini almaya başladı. Özellikle Fatih Sultan dönemi Topkapı Sarayı mutfak defterlerinde; baklavaya ait çok fazla kayıt bulunmaktadır. 1408488606 tasnif numarası ile kaydedilen bir rapora göre; Saray’da 1473 yılında baklava pişirilmiştir. Baklavanın tam kökenleri bilinemese de; Ortadoğu ve Yakın Doğu’da her değişim rüzgarında (yönetimsel) baklavanın zenginleştiği yadsınamaz bir kesinliktir.

Bölge, dünyanın en eski kültürlerinin ve medeniyetlerinin çoğunun merkezidir ve her gelen kültür; baklavayı kendi tercihlerine göre değiştirmiştir. Mezopotamya’ya seyahat eden Yunan denizciler ve tüccarlar kısa süre sonra Baklava’nın lezzetlerini keşfetti ve ülkelerine döndüklerinde bu tatlı bilgisini beraberlerinde getirdi. Yunanlılar; bu tatlının hamurunu Asurlular’dan biraz daha ince taptı. Aslında “Phyllo” adı, Yunancada “yaprak” anlamına gelen Yunanlar tarafından icat edilmiştir.

Baklava, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu sınırında Baharat ve İpek Yolları üzerinde bulunan Ermeni tüccarlar tarafından keşfedildiğinde; onlar da bir katkı sağladı. Baklava dokusuna tarçın ve karanfil kattılar. Daha da doğuda Araplar; gül suyu ve portakal çiçeği suyunu, baklavada kullanmaya başladı. Ana yöntem ve tarif değişmiyordu fakat eklenen veya çıkarılan aromalar ile tad değişiyordu. Tarif sınırları geçmeye başlayınca tadı ince nüanslarla değişti. Orta Doğu’daki ülkeleri arasında Lübnan; baklavaya en çok katkı sağlayan ülkedir. Antik çağlardan itibaren İran’da; pastacılar, yasemin kokulu bir fındık dolgusu içeren baklavalar üretmiştir. Altıncı yüzyılda bu tatlı; Konstantinopolis’teki Bizans, I. Justinianus sarayına tanıtılmıştır. Osmanlılar; Konstantinopolis’i ve batıdaki geniş toprakları alınca, tüm bölgelerde yapılan baklava bileşimlerine vakıf oldu.

Osmanlı saraylarında çalışan aşçılar ve pasta şefleri, geniş bir bölgeyi kaplayan bir imparatorluğun yemek pişirme ve pastacılık sanatının etkileşimine ve gelişmesine büyük katkı sağladı. 19. yüzyılın sonlarına doğru, İstanbul ve büyük taşra başkentlerinde orta sınıfa hitap eden küçük pastaneler açıldı. Baklavanın kökeni konusunda fikir ayrılığı olduğu gibi baklava kelimesinin kaynağı da tartışmalıdır. Baklava kelimesi, 1650 yılında Osmanlı Türkçesi’nden ödünç alınarak İngilizceye girmiştir. Türk etimologlar bunun Türk kökenli olduğunu belirtmektedir (baklağı veya baklağu); bazıları ise “baklava”nın Moğol kökünden ba comela- ‘bağlamak, sarmak, yığmak’ için gelebileceğini söylemektedir. Bayla’nın kendisi Moğolca bir Türkçe alıntıdır. –Va son eki Farsça kökenini öne sürse de; ancak ‘bakla’ kelimesi Farsça değil, Arapça kökenli fasulye anlamına gelir ancak Arapça ismi olan baklava, kuşkusuz Türkçeden bir alıntıdır. Bu konuyla ilgili başka iddialar da bulunmaktadır. Baklava adı; pek çok dilde, küçük fonetik ve yazım farklılıkları ile değişse de genel olarak ‘baklava’ olarak ifade edilmektedir.

BİLKE YORUM: Kültür, kanatlı kuşlar gibi mekandan mekana gezmektedir. Her coğrafyaya taşınır, yeni ekler alır ve okyanuslar, kıtalar aşarak yayılır.

İnsan iradesi, hayatta kalmak için temel ihtiyaçlarını karşılamak için hangi coğrafyada olursa olsun hep aynı adımları izlemiştir. Sanatsal derinlik kazanma ve kaliteli yaşam sergileme boyutu ise bilimsel gelişmelerin ışığında kentleşme kültürünü kazanmasıyla zenginleşir.

 
Yorum yapın

Yazan: 28 Eylül 2023 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

HALA SEVMEYE VAKİT VAR

25.09.2023-Dilaver KARAGÖZ

Öyle ki !

Vaktim yok mu sanırsın..,

Dönüp o günleri anmaya….

Ve masum çocukluğu anlamaya.

Tahtadan, çatısı kiremitli evlerden koşarak çıkıp, çimen kokularını içine çekerek sırt üstü yatıyor çocuklar,

İncir akması yanakları, üzüm şırası dudaklarıyla, günün tokluğu ile mavi göve bakıyorlar.

Kimi gidenler oldu , az ötede, lale yapraklı gül dallı mezarlar, ağıt dillerinde türkü…..

Bu yıl nereye gittin ah anam ah babam….

Şehrim, üç tarafı mavi deniz , beyaz köpüğüne kırmızımsı, çocuk göz yaşı karışmış….

Irmak akışları, biraz hüzünlü yokluğumdan.

Kenarları, çam kokulu, gövdeleri , küçük bir çakı çiziği, büyük aşkların ağır yaralısı….

Ah o baba ocağı….

İlk ayak basılan toprağı, hayal etmek, belli ki ömrüre ömür katıyor ..!

Bu taştan evlerde bedenin titremesi….

Tükeniyoruz para peşinde…

Can almak istiyorum bu cansız şehir ışıklarından kaçıp….

Gaz lambasında seyrrttiğim ela gözleri hatırlarım hep….

Aşk bu kadar güzel o şehir de , o günlerde….

Palmiyelere emanet ettiğim duygularımı geri alıyorum, mendirekdeki ayak izlerini de….

Ve iskeledeki balık kokusunu….

Sen de gel derim hep içimde sevgilime, sen de gel o berbat şehirden, yoksa eksik solurum şehrimi, gülüşlerim acı hasrete dönüşür…

Tut elimi, biz birlikte ayak basalım aşıklara Karakum bizi öpsün….

Geçmiş yılların hasreti bitiversin, bak ve gör güzelliği, gözlerimde özlemi..!

Unuttuğumuz, küstüğümüz ne varsa bulalım , barışalım bu şehirde….

BİLKE YORUM: Şairimizin duygu yüklü şiiri, şiir gibi SİNOP’U yudum yudum içirdi bize. Her şairin dizelerinde, sözcüklere hapsolan soyut duygular, yüreğinden yansıyan haykırışlar, somut olarak canlanır ve belleğimizde karşılığını buluverir. Teşekkürler Dilaver, iyi ki yollarımız kesişti sizlerle.

Bireylerin sesleri, toplumun aynasıdır. Toplumun yaralarını görmek isteyen TOPLUM SİYASETİ ile ilgilenen ve bu işi meslek olarak yapanlar, toplumun sesini dinlemek istiyorsa, karikatürlere, türkülere, şarkılara, şiirlere, makalelere kulak vermeli.

 
Yorum yapın

Yazan: 25 Eylül 2023 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

SİNOP’TAN BİR ERKAN TURAN GELDİ GEÇTİ

24.09.2023-A. Yaşar SARIKAYA

O’nu her yerde görmeniz mümkündü. Sinop için yapılan her organizasyonda, kuruluşlarda, açılışlarda, toplantılarda, gösterilerde ve seminerlerde. Şairler ve Yazarlar derneğinin kuruluşu için harcadığı zamana tanığız bizler. 15 Eylül Atatürk’ün Sinop’a geliş etkinliklerinde konser organizasyonunda çok koşturmuştu. Kurum amirlerini ilk o ziyaret eder, kendisine her kapı açılırdı.

Zeytin Projemizin toplantılarına katıldı ve bizlere gönül desteği verdi. Kültür Müdürlüğü Salonunda akademisyenlerin hazırladığı sergide beraberdik.

Foto: Sergide aramızdan ayrılan C. ÜNAL ile birlikte

Toplantılarda, babacan tavırları ile hep birleştiriciydi. Yeri doldurulamayacak bir insandı Erkan TURAN. Kendine özgü davranışları ile Sinoplu herkesle iletişimi vardı. Hep” herkes benim akrabam, dedemiz Ali Başoğlu” derdi.

2022 Bilke Halkbilim Ödülleri kapsamında, Yönetim Kurulumuz E.TURAN’I ONUR ödülüne layık gördü.

Kendisini rahmetle yad ediyoruz, ruhun şad olsun değerli insan.

 
Yorum yapın

Yazan: 24 Eylül 2023 in Haberler

 

Etiketler: , , , , , , ,

ÜÇÜNCÜ OĞUL

19.09.2023- ALPTEKİN MÜDERRİSOĞLU’NUN “SAKARYA” İSİMLİ KİTABINDAN- Hasan Varol

foto: Kurtuluş Savaşı Görselleri-Wall Paper

Salona eli bağlı üç kişi getirildi, sanık sırasına oturtuldular. Mahkeme başkanı Saruhan milletvekili Mustafa Necati sanıklardan en yaşlısına, ihtiyar köylüye sordu.

-Baba Adın ne?

Dinleyicilerde bir ferahlama görüldü. Demek bu ihtiyarın suçu ötekilerden daha hafifti. Bu yüzden ilk yargılanıyordu. İhtiyar ayağa kalktı.

-Hüsnü

-Baba adı? -Ramazan

-Nerelisin? -İnebolunun Çatal bucağından.

-Baba, sen askerden kaçan oğlunu evinde saklamış, bir asker kaçağına yataklık etmişsin!

-Tövbe de Reis bey! -Ben tövbe dedim, sen ne dersin? İhtiyar köylü başkanın üstelemesinden sıkılmıştı. Elini koynuna sokup yıpranmış, buruşuk iki tomar kağıt çıkardı kürsüye doğru salladı:

-Reis Bey, Reis Bey!.. Şu kafa kağıtlarının içini okusan bana dediğinden utanırsın!..

-Neden ?

-Bu kağıtlar Balkan Harbin’de ve Çanakkalede şehit düşen oğullarımın nüfus kağıtlarıdır. İki arslanını millet için şehit veren baba, üçüncü oğlunu bu ölüm dirim savaşında bir kahpe gibi gizlemez Reis Bey!

Salonda çıt yoktu. Mahkeme üyeleri birbirlerinin yüzüne baktılar. Şaşkındılar. İhtiyar birden yamalı mintanını yırttı. Çıplak, ak kıllı göğsü dışarı fırladı.

-Hele gel Reis Bey, yakın gel de şu kalbura dönmüş göğsüme bak! Bu gördüğün yaraları Makedonya’da Bulgar çeteleri ile döğüşürken aldım. Sekiz yıl askerliğim var benim. Kurşun yarasına yara demem. Şehit arslanlarımın yarasıdır bağrımı delen. Benim oğlum askerden kaçsa bile ben saklamam. Bunu böyle bil! Mustafa Necati Bey sıkıntısını gizleyemeyerek sordu:

-Peki baba. Oğlunu en son ne zaman, nerede gördün?

-En son ilk kar düştüğünde gördüm. Aha şurada, Kastamonu askerlik şubesinin önünde. Ankara’ya selametlerken…

-Sonra hiç haber almadın mı?”

İhtiyar duraladı. Bu soruyu beklemediği belliydi. Kuşkulu gözlerle dinleyicilerden yana baktı. Orada birilerinden, birilerinin bir şeyler söylemesinden korkuyordu sanki. Kararsızdı. Bir süre sağına soluna baktı. Sonra tükenmiş bir sesle başkana döndü:

-Diyecem diyecem, emme o itin ipini de ben çekecem!

Başkan gün görmüş geçirmiş bir tavırla sordu:

-Anlat bakalım baba!

-Askerin bazısı Halifecilere kanmış, başıbozuk olmuş dediler. Askerden kaçanları ortalıkta görmüyorduk, emme kulağımıza geliyordu. Kaçaklar yakalanırım korkusuna evine ocağına gelmezmiş. Kimi dağa çıkıp eşkiyalık edermiş. Kimi de bir kıyıya siner mektup yazıp evden para istermiş. Bir ay önce bana da bir mektup geldi. Muhtar getirdi. Hah dedim, oğlan askerden kaçtı para ister. Benim okumam yazmam yok. Utancımdan kimseye okutamadım. Muhtar her önüne gelene demiş bana mektup geldiğini. Ele güne bakamaz oldum. Dünyaya kahrettim eve kapandım.

İhtiyar eğildi, bağlı elleriyle yün çorabının arasından katlanmış bir kağıt çıkardı.

-Aha mektup bu!.. Alın okuyun. Nerdeyim diyorsa gidin yakalayın. Asarken de ipini bana çektirin! Mahkeme başkanı Mustafa Necati kağıdı açtı, okudu. Birden yerinden fırladı, ağlayarak kürsüden indi. İhtiyarın önüne geldi. Boğuk sesiyle hıçkırdı:

-Baba bizi bağışla. Küçük oğlun da İnönü’de şehit düşmüş. Sana gelen mektup askerlik şubesinin şehitlik ilmuhaberiymiş. İhtiyar elini öpmek isteyen Mustafa Necati Beyi durdurdu:

-VATAN SAĞ OLSUN!.. SİZ ASLANLARIM SAĞ OLUN!… İhtiyar sessizce ağlamaya başladı. Çıplak ak kıllı göğsü körük gibi inip kalkıyor, kırışık yanaklarından süzülen gözyaşları sakallarının içinde kayboluyordu. Vatan hainliği suçlamasından kurtulduğuna mı ağlıyordu, son oğlunu da yitirdiğine mi? Kimse anlayamadı… Kaynak (ALPTEKİN MÜDERRİSOĞLU’NUN “SAKARYA” İSİMLİ KİTABINDAN)

BİLKE YORUM: Babanın samimi duyguları ve dürüstlüğü öne çıkıyor. Bu vatan için, bizim özgür yaşamamız için canını feda eden tüm kahramanlarımızı unutmuyor, hepsini rahmetle anıyoruz.

 

Etiketler: , , , , , , , ,

İĞNECİLER SINIFI

16.09.2023- bilgi seli-flood

Sait Faik arkadaşları ile

Türkiye’nin en önemli liselerinden olan İstanbul Erkek Lisesi, 1925 yılında enteresan bir olaya sahne oldu. Öğretmene şaka yapmak isteyen bir öğrenci tüm sınıfın kaderini değiştirdi. İstanbul Lisesi’nin onuncu sınıf öğretmeni Salih Hoca ile öğrenciler arasında garip bir olay gerçekleşir.

İstanbul Lisesinin onuncu sınıfı öğretmen sandalyesine bir iğne yerleştiren öğrenciler, pusuya yatıp Salih Hoca ’nın iğnenin üstüne oturmasını izleyeceklerini düşünürler. Öğretmen zili çalınca o sınıfta dersi bulunan Arapca öğretmeni (Salih Hoca) sınıfa giriyor. Sandalyeye oturacağı zaman cübbesini iki eliyle düzeltirken eli bir iğneye değen Salih Hoca ise oturduğu yere bir iğnenin yerleştirildiğini hisseder, sandalyeye oturmaz ve Deftere imzasını attıktan sonra ;

“Ben bu muameleye layık değildim, sizlere çok teessüf ederim” diyerek dershaneyi terk eder.

Meseleyi Müdür Besim beye bildiriyor ve istifasını veriyor. Ondan sonra hızlıca araştırmaya geçen disiplin kurulu işin failini bir türlü bulamaz. O sınıfın dersleri durdurulur ve araştırmalar devam eder. Fakat hiçbir öğrenci itirafta bulunmaz. Sonrasında 1925 yılının öğretmenler toplantısı düzenlendiği gün öğretmenler odasında çaylar içilirken odaya birden Müdür ile lisenin güvenliği içeri girer ve müjdeyi verir… Muhterem hocamız Salih efendinin sandalyesine iğneyi koyan iğneci sınıfın tamamen ihracına karar verdik. Çünkü failini ele vermiyorlar…”

Sonrasında ise sınıftaki 41 öğrenci İstanbul Erkek Lisesi ’nden Bursa Lisesi ’ne sürgüne gönderilir. Olaydan seneler sonra ise Salih Hoca nin sandalyesine iğneyi koyan kişinin başka sınıftan olduğu anlaşılır. Ama İğneciler olarak adlandırılan ve Bursa ’ya sürgüne gönderilen sınıf ise çoktan mezun olmuştur bile 1925 yılının 10’uncu sınıfı, yani “iğneciler” arasından kimler çıktı:

228 Sait Efendi: Arkadaşları arasındaki lakabıyla H2O, yani sulu Sait. Ünlü hikayeci Sait Faik Abasıyanık.

697 Rahmi Efendi: Ünlü hekim, politikacı, şair ve akıl hastalıkları uzmanı Dr. Rahmi Duman.

748 Saffet Efendi: Ünlü hukukçu Saffet Nezihi Bölükbaşı.

725 Feridun Efendi: Ünlü gazeteci ve yazar Hikmet Feridun Es. Sabri Efendi:

Türk politika ve diplomasi hayatının unutulmaz isimlerinden, eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil. Sıtkı Efendi: Demokrat parti döneminin ünlü bakanlarından Sıtkı Yırcalı. Hikmet Feridun ES’in şu sözü çok meşhurdur. “Biz 43 iğneci idik. Fakat sonradan o kadar çok kişi iğneci sınıftan olduğunu iftiharla iddia etti ki, hayret etmemek mümkün değil …”

“Koca sınıf Bursa’ya sürülüyor, veliler müdürün odasını basıp tehdit etmiyor. Disiplin kurulunda ki hocalar tehdit edilmiyor. Kalitenin tesadüf olmadığı, ahlaklı olmanın kişiye ve topluma ne kadar büyük bir etkisi olduğunu tekrardan anlamış olduk.”

flood alıntı

BİLKE YORUM: Kararlılığın insan için önemini vurgulayan bu gerçek, geçmişin dostluğunun ne kadar HAS olduğunu gösteriyor bize. İnsan ayaklarını ne kadar sağlam basarsa o kadar yalpalamaz. Elektronların halkalara yerleşirken karar sayısını bilmeleri ve diğer halkaya otomatik olarak geçmeleri gibi. İnsan iradesi doğru kullanıldıkça otomasyona geçer ve doğal sisteme uyumlu davranır, kimsenin gölgesi, esiri olma durumuna düşmez. Sınıfın birlikte hareket edişi bize ders oldu, herkesin ders çıkarılması dileğiyle.

 
Yorum yapın

Yazan: 16 Eylül 2023 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , ,

Nerede o eski dayanışmalar?

11.09.2023- Necati Celal ÇATAL

Mahalleye yeni bir komşu geldiği zaman mahalle sakinleri hemen yardıma koşarlar, eşyalarını taşırlardı. Hiç tanımadıkları dahi olsa kanlarından, canlarından biri gelmiş gibi kucak açılırdı. Birkaç gün yorgunluğun çıksın diyerek yemek yaptırmazlar, evini yerleştirene kadar evlerine alırlardı, (yemek ve yatmak için). Yeni komşu bu mahalleye taşındığına çok sevinir, komşuların yaptıkları bu içten ve samimi davranışlar karşısında kendisinin de komşulara karşı samimi ve dürüst olmak zorunda olduğunu kabul ederdi. Mahalleye uyum sağlar, komşusuyla birlikte güler, onunla birlikte ağlar, iyi veya kötü anlarında hep insanlar birbirlerinin yanında olurlardı.

Bir komşu mahalleden taşınırken yine toplanırlar, eşyasını arabaya yüklerlerdi. Vedalaşırken gözyaşları sel olurdu.

Şimdi gelen de tanınmıyor, gidende.

Komşunun çocuğu yanlış bir hareket yaptığında müdahale edilir, yaptığının yanlış olduğu söylenirdi. Aynı yanlışı tekrarladığı görülünce anne ve babasına söylenir onlarda teşekkür ederlerdi. Şimdi yanlış görülüyor ama müdahale edilemiyor, anne ve babaya söylendiğinde ise “sana ne” diye tepki alınıyor.

Dayanışma; köylerde daha belirgindi. Örneğin; bir kişinin bahçesine bir zarar geldi, sebzeleri yok mu oldu. Diğerleri o eksikliği fark ettirmezler, kalbur, kalbur sebze verirlerdi. Birinin bir meyvesi mi yok, olanlar o eksikliği tamamlarlardı. Kimin evinde ne noksanı var ise komşular tarafından sağlanırdı.

Köyde birinin bir hayvanının başına, yaralanma, kurt yaralaması gibi bir olay geldiğinde hayvanın iyileşmesi mümkün görülmüyorsa hemen o hayvan kesilir, eti komşulara dağıtılırdı. Kan düşmanı olan dahi o eti alır ve kasap fiyatından komşusuna değerini öder zararına ortak olurdu. Şimdi kasap çağırılıyor, 60 bin-60 bin liralık et olan hayvanı 5-10 bin liraya alıp gidiyor.

Bu acıyı paylaşma işine “bu bir ekmek sacıdır, hangi gün kimin ocağında kapanacağı belli olmaz”. Komşuyla gelen, düğün bayram denirdi.

Toplumda oturup sohbet edilirken oradaki insanların durumu göz önünde bulundurularak konuşulurdu. Örneğin toplumda çocuğu olmayan bir kişi mi var, onun yanında çocuk kelimesi konuşulmazdı.

Eskiden her şey hakiki idi, pişen ekmeklerin uzaktan kokusu gelirdi, sacdan inen veya fırından çıkan ekmeklerden yakında bulunanlara “kokmuştur” denilerek ikramda bulunulurdu. Her zaman yapılamayan bilhassa yapımı zor ve pahalı olan yemekler yapıldığında komşuya kokusu gitmiştir veya onun bunu yapmaya imkânı yoktur denilerek birer tabak dağıtılırdı. Kimin bahçesinde hangi sebze ve meyve yetiştiyse komşunun evine de giderdi.

Hoş şimdide resimleri çekilerek sosyal medyadan dağıtılıyor.

Eskiden kasaptan, manavdan, pazardan gelirken pazar sepetleri taşınır, içindekiler görülmezdi. Şimdi şeffaf poşetlerde göstere göstere geliniyor, alamayanların gözü kalıyor.

Nerede o eski dayanışmalar?

Nerede örf ve geleneklerimiz?

Nereye gidiyoruz?

Cevap arıyorum.

BİLKE YORUM: Yazı bizi aldı eski günlere götürdü. Çok haklısınız Necati Bey, kazandıklarımız, kaybettiklerimize değdi mi? Hepimizin düşünmesi gerekiyor. Düşünmekle birlikte, kaybettiğimiz değerleri yaşatmamız da tabii ki. Yazınız için teşekkürler.

 
Yorum yapın

Yazan: 11 Eylül 2023 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

KURTULUŞ SAVAŞI HİKAYELERİ

10.09.2023- hikayelerimizden.com

“Çanakkale savaşları sırasında, Türk birliklerinden saka eri Mehmet, bozuk ve dumanlı bir havada katırla çeşmeye su almaya gitmiş. Çeşme biraz uzaktaymış. Suları doldurup dönerken sis yüzünden yolunu şaşırıp İngiliz birliklerinin bulunduğu bölgeye dalıvermiş. İngiliz askerleri Mehmet’i yakalamışlar.

Mehmet hiçbir telaş göstermeden, “Beni kumandanınıza götürün” demiş. Götürmüşler. İngiliz kumandanı karşısına çıkınca:

“Bizim kumandanın size selamı var, bugün her ne kadar savaş halinde isek de bu savaş bitince yine dost olur yüz yüze bakarız” demiş.

” Sizin tarafta su bulunmadığı için bu suları size gönderdi.” demiş.

İngiliz kumandanı katırın sırtındaki suların boşaltılmasını ve yerine bisküvi, çikolata, konserve, vs. yüklenerek geri gönderilmesini emretmiş.

Bu arada Türk tarafındaki arkadaşları saka Mehmedin sis yüzünden İngilizlere esir düştüğünü düşünerek üzülüp duruyorlarmış. Derken Mehmet çıkagelmiş. Üstelik katır tahmin edilmeyen şeylerle yükletilmiş olarak.

Arkadaşları merakla, ”Ne oldu böyle Mehmet, anlat hele şunu” dediklerinde Mehmet” Ne olacak” demiş, “Aldatıverdim elin gâvurunu…!”

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

DERİCİLİK SANATI

07.09.2023- Prof. Dr. Melda ÖZDEMİR -2007 Gazi Üniversitesi Endüstriyel Sanatlar Egitim Fakültesi Dergisi Sayı:20, s.66-82

Türklerin Orta Asya’da baslayan dericilik zanaatı, batıya göçle Anadolu’ya tasınarak gelisimine devam etmistir. Bu uzun süreç içinde sosyo-kültürel yapıya baglı olarak derinin kullanım alanları genislemis ve tasarımları da çogalmıstır. Bu çalısma, Türk dericilik sanatı; Orta Asya’da dericilik, Osmanlı İmparatorlugu Döneminde dericilik , Cumhuriyet’in ilanından sonra dericilik ve Günümüzde dericilik olmak üzere dört bölüm altında toplanarak incelenmistir.

görsel,bilke int. alıntı

Orta Asya’da Dericilik ve Deri Sanatı
Orta Asya Türk Topluluklarında doga kosulları ve yasayıs biçimi, derinin günlük yasamda
yaygın olarak kullanılmıstır. Türk topluluklarında deri süslemeciligi, ata verilen önemle ortaya çıkmaktadır. Orta Asya boylarındaki savaslardan, yaptıkları tüm seferlere kadar kendilerinin ve atlarının kusanmasına çok önem vermislerdir. Binicilikten baska at sürülerini beslemelerinin diger bir nedeni de etini yemeleri, sütünden kımız yapmaları ve derisini de giyimde kullanmalarıydı. Orta Asya’da deri pantolon, çizme ve kürk en yaygın giyim seklidir. Kosum takımları, deri tulumlar, su mataraları, yemek tabaklarının

mahfazaları, hep deridendir. Eger, baslık, at takımları ve araba kosumları deri, kösele ve mesinden üstün bir sekilde islenmistir. Ayrıca deri üstüne bezemeler son derece büyük ustalıkla yapılmıstır. Gerek deri üzerine bezemeler gerekse deri aplikasyonların çok ileri bir asamada oldugu belirtilmektedir ( Diyarbekirli, 1972: 78-79).
Orta Asya Türk bölgelerinde bulunan Pazırık kurganından çıkarılan Türklere ait deriden yapılmıs giyim esyaları, çizmeler, at kosum takımları, eyerler gibi örneklerin oldugu bilinmektedir (Yelmen, 1998: 227).
Hun kurganlarının dısında Göktürk, Uygur gibi Türk topluluklarına ait kurganlarda da deriden yapılmıs esyalar ele geçirilmistir. Türk deri sanatının izlenebilecegi en eski örnekler; Hun kurganlarından çıkarılan deri esyalardır. Hunlar deri at, eger ve kosum takımlarını, eyer altı örtülerini, kap-kacak gibi esyalarını, lahitleri yine deriden yapılmıs aplike motiflerle süslenmislerdir.
Hunlar, ustalıkla isledikleri deriyi boyayıp; günlük gereksinimlerine göre biçimlendirdikten sonra , geometrik motifler ya da bozkır kültürünün sanatında yogun olarak görülen hayvan figürleriyle süslemislerdir. Hayvan figürleri farklı renklerde boyanmıs deri yüzeyler üzerine yapıstırılmıs ya da dikilmistir. Hayvan figürleri, (hayvan mücadele sahneleri) en çok deri eyer apliklerinde görülmektedir (Sekil 1ve 2). (Gargı, 2000: 24).

Orta Asya’da kemer, çizme, çanta gibi deri aksesuarlar, bozkır yasantısına uygun biçimde yapılmıstır. Bu
aksesuarlar üzerinde hayvan figürleri, geometrik ve bitkisel motifler islenmistir. Orta Asya’da derinin kullanım alanları çok çesitlidir. Bu alanlardan biri olan ayakkabılar; Türk kültür tarihinde Orta Asya’dan baslayarak çesitlenmis ve degisik adlarla anılmıstır.
Orta Asya’da basta çizme olmak üzere çarık, edük-etik, basmak gibi ayakkabı türleri giyilmistir. (Sekil 3) Bu dönemi anlatan kaynak ve resimlerden çizmelerin geometrik ve stilize motiflerle, dikis ve isleme teknikleriyle , Hun aristokratlarına ait kurganlardan çıkartılan buluntulara göre; altın ve gümüs sırmalarla islenerek yapıldıgı görülmektedir.

görsel, bilke int alıntı

Selçuklularda Dericilik ve Deri Sanatı
Türklerde İslamiyet’in kabulüyle birlikte sanat gücü artmıs her alanda oldugu gibi dericilik
alanında da güzel örnekler ortaya çıkmıstır. Anadolu’da en zengin örneklere Selçuklu ve
Osmanlı döneminde rastlanmaktadır (İscan, 1970: 3).
Malazgirt zaferiyle Anadolu’ya yerlesen Türkler’in dericilik alanında oldukça ileri düzeyde oldukları bilinmektedir. Anadolu 1071’de Malazgirt Savası’nı kazanmaları, Türkler’e Anadolu kapılarını açmıstır. Bu tarihten sonra Orta Asya’dan yola çıkarak ; Horosan ve İran’da bir süre yerlesik yasamıs Türkler, kitleler halinde Anadolu’ya girmislerdir.
Selçukluları devrinde ilk sanat kurumu olan “Ahilik teskilatı” kurulmustur. Bu örgütlenmenin kurucusu Ahi Evren olmustur. Anadolu’da dericilik alanında en parlak dönem Ahilik kurumu içerisinde gelismistir (Tekin, 1993 : 53).
Türklerin baslıca geçim kaynagı hayvancılıktır. Derinin islenmesi için gerekli bitkiler Anadolu topraklarında yetismektedir.
Bu dönemde Anadolu’yu dolasmıs Saint Quentinli Simon adlı bir papaz, Anadolu tarımının yanı sıra, hayvancılıgına iliskin genis bilgiler vermektedir. Yetistirilen küçükbas hayvanları, bunlardan saglanan yünün ve kılın degerlendirilmesini aktarır. Hayvancılık bu denli yaygın olduguna, hayvansal ürünler bu denli iyi biçimde degerlendirildigine göre, bilinen deri ürünlerden yola çıkarak (giysi, ayakkabı, kemer), deri islemenin de gelismis oldugu ortaya çıkmaktadır. Özellikle o dönemlerde yasamıs Kasgarlı Mahmut’un ve İbni Batuta’nın yapıtlarında bol miktarda deriden yapılma esyaların adlarına rastlanması bunu
kanıtlamaktadır (Dagtas, 2002: 6-7).
Bugün çesitli müzelerde sergilenmekte olan Selçuklu minyatür, çini, keramik, fresk, tas kabartma ve maden eserleri incelendiginde, o dönem giyim kusamı içerisinde özellikle ucu kıvrık kırmızı, beyaz renkli çizmelerin, kemerlerin, meslerin yaygın biçimde kullanıldıgı anlasılmaktadır. Derinin bu denli yaygın kullanımı, elde edildikten sonra islendiginin önemli bir göstergesidir. Bunun dısında hayvanların yularları, okların içine kondukları, ‘tirkes’ adı verilen ok torbaları da deriden yapılırdı. Selçuklular, Orta Asya geleneginin devamı olarak çizmeyi yaygın biçimde kullanmıslardır. Selçuklu dönemine ait Varka ve
Gülsah Minyatürleri, Selçukluların çizmeyi yaygın biçimde kullandıklarını belgelemektedir. Bu minyatürlerde Selçukluların, burun kısmı sivri kesilen deriden yapılma, topuk ve yan kısımlarına ip geçirilerek ayaga göre biçimlendirilmis çarık giydikleri gözlenmektedir (Dagtas, 2002: 8).
Deriden yapılan ürün çesitliligi, ata meslegi dericilik olan Türklerin, Selçuklu döneminde de deri islemede ne kadar ileri düzeyde olduklarını ortaya koymaktadır.
İslamiyet sonrası Anadolu Türk Sanat’ında görülen tasarım anlayısının, tüm sanat dallarında oldugu gibi deri ürünlerin tasarımına da yansıdıgı görülmektedir. Selçuklu döneminden günümüze ulasan deri sanatının en güzel örnekleri deri ciltlerdir.
Selçuklu döneminde gelisen rekabet olgusu ve ürünlerdeki kalite kaygısı, Ahilik örgütlenmesinin bir sonucudur. Bu da deri ürün üretimini olumlu anlamda etkilemistir.

BİLKE YORUM: Eski tarihlerde dünyada öncü ve örnek olan Türk toplumunu, bu gün dünya stratejisi içinde nerede diye düşünmeden geçemiyor insan. Sanayi devrimi aklımızı satın almamalıydı. Sanayi patronları, bizi esir etmemeliydi. Getiri savaşlarının yoluna, insanlar kurban edilmemeliydi. Gözümüzü açmalı ve kendimizi, yurdumuzu, milletimizi küreselleşen dünyanın canavarlarından korumalıyız.

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

18. YÜZYILDA SİNOP SAMSUN’DAN ETKİN Mİ?

05.09. 2023- Prof. Dr. İbrahim GÜLER-İstanbul Üniversitesi, Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi

Sinop ve Samsun’un 18. Yüzyıl Osmanlı İdare Teşkilatlanmasındaki Yeri

foto-eski Sinop 1950

Sinop ve Samsun’un söz konusu dönemde Osmanlı Devlet Teşkilatı içinde iki farklı idarî birimde yer aldığı görülmektedir. Bu dönemde, idarî olarak Sinop, merkezi Kütahya şehri olan Anadolu eyaletinin Kastamonu sancağına bağlı kaza birimlerinden biridir. Samsun ise, aynı dönemde idarî teşkilatlanmada, “muhassıllık”(1) biçiminde idare olunan bir birimdir ve Trabzon eyaletiyle irtibatı bulunmaktadır.(2)

Samsun’un, Kanunî Sultan Süleyman döneminde merkezi Trabzon şehri olan ve Kanunî devrinden itibaren eyalete dönüştürüldüğü görülen Trabzon eyaleti teşkilatı içinde yer almadığı anlaşılmaktadır. Kanunî döneminde ve bundan daha önceki devirlerde, örneğin II. Bayezid devrinde, Samsun (Canik)’un Erzincan valiliğine bağlı olduğu görülmektedir. 17. yüzyılın meşhur müelliflerinden Kâtip Çelebi ve
meşhur seyyahlarımızdan Evliya Çelebi de Trabzon eyaleti sancakları arasında Samsun’u saymamaktadırlar.(3) 18. Yüzyılın ilk yarısında Trabzon eyaleti idarî taksimatı ve tevcihatı hakkında yapılan bir incelemede de Samsun’un Trabzon eyaleti dâhilinde yer almadığına işaret edilmektedir.(4)

Samsun’un, sancak birimi (Canik sancağı) olarak, bir ara Sivas (Rum) beylerbeyliğine (eyaletine) bağlandığına, 19. yüzyılda Tanzimat’tan sonra da Trabzon eyaletine dâhil edildiğine dair bilgiler bulunmaktadır.(5)

18.yüzyılda Sinop, idarî yapı olarak, Samsun’a göre daha küçük bir birimi
teşkil ediyor görünmektedir. Ancak Sinop’un, aynı dönemde daha farklı bir yapılanma ile, malî ve evkaf nitelikli bir devlet teşkilatlanmasında “sancak”,(6) timar teşkilatlanmasında “nahiye”(7) birimi olarak anılması söz konusudur.
Sinop, her ne kadar devlet idare teşkilatlanmasında idarî birim olarak Samsun’a göre daha küçük bir teşkilatlanmayı temsil ediyor gibi görünmekte ise de, hem malî teşkilatlanma açısından hem de ticaret ve askerî(8) etkinlik bakımından 18. yüzyılda ondan çok daha etkin bir durumdadır ve etkisi daha geniş bir alana yayılmaktadır.

BİLKE YORUM: Eski tarihlerde Sinop’un Samsun’dan daha etkin oluşunu önemli bulduğumuz için bu çalışmayı paylaşıyoruz. Sinop M.Ö. de Dünya Ticaret Merkeziydi. Sinop, kabuğunu kırmalı ve suyun sinesinde sakladığı güzellikleri açığa çıkarmalıdır.

Sayın, Prof. Dr. İbrahim GÜLER’E teşekkür ediyoruz. Tamamını okumak isteyenler,

ONSEKİZİNCİ YÜZYILDA SİNOP – SAMSUN İLİŞKİLERİNE AİT BAZI GÖZLEMLER
İbrahim GÜLER yazarak internetten PDF olarak ulaşabilirler.

1 «Muhassıl, Tanzimat’a kadar devlete gelir getiren kaynakları [mîrî mukataaları] iltizam eden
[muayyen bir bedel karşılığında işletmeye alan] vezir ve vali, âyân ve sâireden kimselere
verilen ad» olarak tanımlanmaktadır ve bu tabirin, 1839’dan itibaren iltizam usulü
kaldırıldıktan sonra, her liva ve kazada devlet gelirlerini toplama işiyle görevli memurlar için

kullanıldığı görülmektedir. [Bk. Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lûğatı, Düzeltilmiş ve İlâveli
İkinci Baskı, Enderun Kitabevi, İstanbul 1986, s. 228.]
Muhassıllık ise, bir çeşit vergi tahsildarlığı anlamına gelmekte olup, aynı zamanda XVIII.
yüzyılda bazı sancaklar yönetimi için kullanılmış bir tabirdir. XVIII. yüzyılda Aydın, Saruhan ve
Canik (Samsun) gibi bazı sancaklar muhassıllıkla yönetilmişlerdir. Muhassılların sancakbeyliği
görevini yaptıkları anlaşılmaktadır. Muhassıllıkla idare olunan Samsun (Canik) ve diğer
sancaklara sancakbeyi yerine atanan muhassıllar, vergi toplama işlerinin yanında sancakbeyi
gibi atandıkları yerde asayişi de sağlamakla görevli idiler.[Bk. Yücel Özkaya, XVIII. Yüzyılda
Osmanlı Kurumları ve Toplum Yaşantısı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 600, Birinci Baskı,

Ankara 1985, s. 202.]
2 «Trabzon valisine ve Gresun ve Karahisar-ı şarkî ve Bayramlu ——kadılarına ve Canik
muhassılı Mîr Ali zîde mecdehüye hüküm ki, (…..)(…..)(…..)…… » [Bk. Başbakanlık Osmanlı
Arşivi (BOA), Trabzon Defteri, Nu: 2, sene 1173-1211, s. 61-62, hüküm: (numarasız), belge
tarihi: Fî evasıtı Za 1177 ( Mayıs ortaları 1764)].
XVIII. yüzyılda Samsun (Canik)’un, “müstakil sancak” sıfatıyla özel bir idare biçimiyle Osmanlı
Devlet teşkilatlanmasında yer aldığına dair bilgiler vardır.
3 Bk. M.C. Şehabeddin Tekindağ, “Trabzon” maddesi, İslâm Ansiklopedisi, XII/1, s. 464-467;
Özkaya, “XVIII. Yüzyılda Trabzon’un Genel Durumu”, Ondokuzmayıs Üniversitesi Eğitim
Fakültesi (OMÜEF) Birinci Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri, 13‐17 Ekim 1986,
Yayına Hazırlayanlar: Mehmet Sağlam, Bayram Kodaman, Ahmet Nişancı, Celal Tarakçı,
Samsun 1988, s. 133-134.

4 Bk. Orhan Kılıç, “XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Eyaleti’nin İdarî Taksimatı ve Tevcihatı”,
Uluslararası Katılımlı Trabzon Tarihi Sempozyumu (6‐8 Kasım 1998, Trabzon), Trabzon Tarihi
İlmi Toplantısı (6‐8 Kasım 1998) Bildiriler, 2. Baskı, Trabzon 2000, s. 181.

5 Bk. “Samsun”, Türk Ansiklopedisi, Cilt: XXVIII, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1980, s. 107.

6 Bu konuda ayrıntı için bk. İbrahim Güler, XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Sinop‐İdari Taksimat ve
Ekonomik Tarihi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yakınçağ Tarihi
Anabilim Dalı Doktora Tezi, İstanbul 1992, s. 32-43.
7 Bk. Güler, “XVIII. Yüzyılda Osmanlılarda Kale Mustahfızlığı Hakkında Bazı Bilgiler”, Prof. Dr.
Bayram Kodaman’a Armağan, Samsun 1993, s. 395, 407 (Ek: 2), 409 (Ek: 3) ve karşılaştırınız s.
410-411 (Ek: 4-a,b).
8 Bk. Güler, “XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Askeri Seferlerde Sinop’un Güvenlik ve Asayiş
Meselesi”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 6 (Samsun 1991), s. 389-
412.

 

Etiketler: , , , , , , , ,