RSS

ŞAFAK GÜNDÜZ SARIKAYA “SİNOP VE BEN”

Yazıda anlatılan yer Kuruçeşme Sokak köşe başı, şimdi yerinde apartman var 

KİRAZ AĞACI

 

Yağmur damlaları cama değerken,

-Toprağın kokusunu duyuyor musun dedi arkadaşı?

– Evet, yağmurdan sonra topraktan yayılan bu kokuya bayılıyorum. Bana dinginlik ve ferahlık veriyor.

İki arkadaş ne zaman böyle konuşsa, konu geçmişe giderdi. Yağan yağmur şiddetini azaltmıştı ama, toprak kokusu etrafa yayılırken onlar yıllar öncesine yolculuk yapmıştı.

“Yıllar önce Sinop’ta, evimizin önünde bir kavak ağacı vardı. Yaprakları rüzgarla hışırdar, üç katlı evin çatısını aşan uzun boyu ile nazlı nazlı sallanırdı. Ağacın hemen karşısında eski bir Rum evinin kalıntıları vardı. Evin sağlam kalan taş merdivenleri, çocukların oyun alanı haline gelmişti. Çocuklar oynarken, buraların bir zamanlar başka birilerinin yaşam alanı olduğunu düşünmeden bir o yana bir bu yana merdivende koştururlardı. Yakın civarda ağaçlar da vardı; incir, erik, yenidünya, portakal, sarmaşıklar ve otlar arasında kalan bu yıkıntılar çocukların şen kahkahaları ile dolardı.  Çocukların oynadığı merdivenin hemen kenarında köşede kalmış, bodur bir töngel ağacı vardı. (Töngel adı, Karadeniz civarında yaygın bir isimdir. Bazı yerlerde ise döngel veya muşmula ismiyle bilinir.)

Bu çifte merdivenli kalıntı ve biraz ilerisinde eski ahşap evlerin yan yana sıralandığı muhite, Muhacir Mahallesi denirdi.1923’te s mübadele ile Selanik’ten gelen göçmen Türkler, giden Rumların yerine bu mahalleye gelmiş ve buraya yerleşmişlerdi. Mahallenin otantik dokusu zamanla doğal bir film platosu halini almıştı. Rustik bir stille yapılandırılmış gibi, sıra sıra dizilmiş evler, tarihin esintilerini ve gizemini, belki de sitemini bu sessiz sokakta saklıyordu. İlginç ahşap evlerin olduğu bu yer, bazı filmlere set olmuştu. Kıvrıla kıvırıla devam eden bu sokak, Tarzan Kemal’in evinin önüne gelmeden son bulurdu.

Tarzan Kemal’in evinin sırasında olan taş basamaklı bir merdiven, Ada Mahalesi’ne çıkar ve yolun devamında salaç olan bir alana ulaşırdı. O salacın kenarında bir bahçe ve içinde tek katlı bir ev vardı. Evin bahçesi özenle çitlerle çevrilmişti. Evin sahibi, emekliydi sabah akşam toprakla uğraşır, uğraşmak ne kelime toprakla dertleşirdi sanki. İnsanlarla konuşamadığını toprağa anlatır gibiydi. Dostu toprak da, iyi bir dinleyici, iyi bir arkadaştı. Hep yardımseverdi toprak, onca eşelenmesine, dürtülmesine ses çıkarmadığı gibi hep karşılıksız ödüller verirdi ona. Havasından mıdır, suyundan mı, yoksa toprağından mıdır, bu civardaki insanlar toprağı çok severlerdi. Yani toprağın çok arkadaşı vardı.

Bahçeye ahşap küçük bir kapıdan girilirdi. İki adet Kanada kavağı heybeti ile sizi karşılar ve evin balkonunu gören daracık bir yolu, rengarenk çiçekler çevrelerdi. Evin sahibi, o çiçeklere çocuğu gibi bakar, konuşur, sevgisini esirgemezdi. Tıpkı “Kemal Abi”diye seslendiği Tarzan Kemal, gibi. Kanada kavaklarının arkasına gizlenmiş hanımeli, sardunya, kasımpatı, gül, lale gibi rengarenk çiçekler bahçeyi şenlendirirdi. Kahramanımız, kendini bir konçertoyu yöneten maestro gibi hissederdi. Meyve ağaçları da birer enstrüman virtüözüydüler ve orkestrası çok değerliydi onun gözünde. Bu halet-i ruhiyeyi sadece yaşayan anlayacak, diğerleri duymayacak ve hissedemeyecekti.

Bahçedeki tek katlı evin ön tarafa bakan kısımda ise meyve ağaçları vardı. Benim en çok sevdiğim kısım burasıydı. İki dut ağacı yan yana, şeftali tam onların karşısında, hemen yan taraftaki arsaya kaymış ekşimsi bir erik ağacı bulunurdu. Şeftalinin komşusu, Ordu’dan fidesi getirilmiş ve büyümüş fındık ağacıydı. Meyveyi dalından yemek inanılmazdı. Kirazı, dutu, eriği, şeftaliyi ağacında yemek ayrı bir keyif veriyordu insana. Ben, bu bahçeye senelerce gidip geldim ve bu meyvelerden sürekli tattım. Her gidişim bir seremoni olur, ağaçları teker teker ziyaret ederdim. Aralarında en sevdiğim ağaç, kiraz ağacıydı. Dallarından yandaki evin terasına çıkmak mümkündü. Orada zaman dururdu sanki. Aynı hissi, İsviçre’de Lugano gölünü gören San Salvatore Tepesi’nde de hissedersiniz. Kiraz ağacı sizi alıp bugünün gürültüsünden, karmaşasından, stresinden uzaklaştırır farklı bir yere çekerdi ve dallarından yan taraftaki binanın üstüne kolayca çıkılır, zift gibi kapkara çatısından iskeleyi, denizi görmek mümkün olurdu.

Aslında ne manzara ne de ağaçlardı farklı kılan burayı. Buradaki huzurdu belki de farklı gelen ve bana hissettirdikleriydi. Bu görüntüyü sol taraftaki zeytin ağaçları süslerdi. Kiraz ağacının kirazları da lezzetliydi, ne tam kırmızı ne de beyazdı ve bir yerde okumuştum, Gerze’nin adı da kiraz ağaçlarının çokluğundan gelmekteydi.

Ev sahibi, tüm zamanını sabahtan akşama kadar toprakla geçirirdi. Eker, diker, sular hiç boş durmazdı. Diğer emekliler gibi kahveye gitmek, oyun oynamak ona göre değildi. Toprak, evet toprak, iyi bir dinleyiciydi, her daim insanın ihtiyaç duyduğu mineralleri ve organik maddeleri barındırır ve insana güç verirdi, sabırsızlığı törpüler, duygu karmaşasını kontrol ederdi ve bunları karşılıksız ama karşılıksız yapardı. Aşık Veysel’in dediği gibi tam bir sadık yardı kara toprak.

Tarzan Kemal ile iki toprak dostu bir gün beraber bir ağaç dikme töreni için Karakum Tatil Köyü’ne gitmişler ve daha sonra gölet halini alacak o alanda ağaç dikmeye başlamışlardı. Tören bitince herkes alanı koşarcasına terk ederken, Tarzan her zamanki hicvini kullanmış ve ağaç dikerken birdenbire alanı terk edenleri eleştirip:

“ Ağaç dikmeye geldiler,

Hepsi kaçıp gittiler”, demişti.

İnsanlar gitmiş ama onlar kalmış ve beraber ağaç dikmeye devam etmişlerdi. Öyle ya, amaç ağaç dikmekse, sadece ağaç dikmiş gibi görünmek ve şov yapmak için oraya gelinmemeliydi. Protokoller, törenler Tarzan’a göre değildi. O gösterişten hiç hoşlanmazdı. İkisi de her bir fide ile küçük bir bebek gibi ilgilendiler.

Daha sonra Tarzan, orada kaldı ve işine her zamanki gibi titiz ve itina ile devam etti.  Oradan ayrılan en son kişi olmuştu. Göletin civarındaki ağaçların büyümesinde Tarzan Kemal’in imzası vardı. (Sinop’un birçok farklı köşesinde de) Tarzan, her zaman bizi şaşırtırdı. Bir gün yaptığı Fransızca çeviriye bizzat şahit olmuştum. Aniden, Panait Istrati romanından fırlayan bir Mihail karakteri gibi beni çok şaşırtmıştı. Şaşırtmak onun işiydi.

Toprakla uğraşanlar diri kalırlar, enerjik olurlar tıpkı bu iki kişi gibi. Şimdi bakıyorum da ne eski binalar kalmış, ne zeytin ağaçları, geçmişe dair değerler yok olmuş gitmiş. Geçmişe ait kalanların yerinde soğuk, estetiksiz, bahçesiz ruhsuz bina yığınları dolmuş. Belki de insanlar buna duyarsız kalmışlar…

İşte öyle sevgili dostum, galiba çok konuştum arkadaşım dedi ve pencereden baktı:

Yağmur her cama vurduğunda

Kavak ağacı konuşur hışır hışır.

Çocukların sesi yükselir taş merdivenden

Kiraz ağacı hayalimde canlanır.

Ve

Toprak kokusu yayılır havaya

İnsandan toprağa, topraktan insana özlemle

Ne meyveler, ne de eski binalar yok artık.

Ama toprak,

Değmeyin bari toprak kalsın.”

 

ŞGS

 

 

 

 

 

 

BU SENE BALIKÇILIK PEK YAMAN KAÇTI

BÖLÜM 2- 24.12.2018

İskelede balık tutarken geçirdiğim anlar, tıpkı bir aslanın Afrika steplerinde bir karacayı sessizce beklemesine benzer. Bilinen, tipik bir av ve avcı örneğidir adeta. Balığın sert vuruşundan sonra, avcının kalp atışları daha hızlı atmaya başlar ve sonra egosu ile karşı karşıya gelir. Tutacağı sadece bir balık olsa da, olimpiyat şampiyonu hatta dünya rekortmeni edası ile gururlanması kaçınılmazdır.

Av ve avcı ilişkisine, Sinop’un Ada Mahallesinde tanık oldum. Ailenin tüm erkekleri,  bir gece ritüeli için hazırlıklarını tamamlar ve eksik olmamasına özen gösterirlerdi. Ailenin küçük çocuğunun mızmızlığı tutar, uyumak varken neden bir parça kara et için bir kuşun peşinden gidiyoruz diye söylenirdi. Sinop’ta gelenekselleşmiş olan bu av töreni için, gecenin karanlığını yaracasına heyecanla atılırlardı.

Kuşların göç yolları, Kırım Yarımadası üzerinden koskoca Karadeniz ğüzergahıydı. Havanın azizliğine de uğrayarak, gördükleri kara parçasına yorgunlukla inerlerdi. Karadeniz’i hiç duraksamadan geçen kuş sürüsü, konaklamak için çalılar, diken aralarını tercih ederdi. Yorucu yolculukları, çoğunlukla yağmurlu havaya denk gelirdi. Bu kuş, hepimizin bildiği, BILDIRCINDI.

Bıldırcın, (Coturnix coturnix L.) göçmen bir kuştur. Ülkemize ilkbaharda gelenleri yaz göçmeni, Ağustos sonu ve sonbaharda gelenleri ise geçit kuşu olarak adlandırılırlar. Zavallı yorgun bıldırcınlar, onca yolu uçarak geldiğinde çok konuksever mi karşılanırlardı? Bir avuç et için bir sürü insan, gece vakti elinde algarlarla (2) bu kuşu avlamaya çıkardı. Geceyi aydınlatmak için lüks kullananlar, dikenlerin arasında tıpkı bu aile gibi birçoklarının avı olmaktan kurtulamazdı. Ellerdeki lüks, muhtemelen uykuda olan bıldırcının gözünü alır ve şaşkınlık içinde kafasını bir ağın (algarın) içinde buluverirdi şaşkın hayvan.

Bıldırcınlar, Rusya’dan Karadeniz’i geçerek Mısır’a Nil Nehri’ne uzanan çok uzun bir yola katlanıyorlardı ve bu yol esnasında binlercesi telef oluyordu. Çünkü bu hayvanların göç davranışı, biyolojik yaşamlarının bir evresi olarak yerleşirken, büyük bir olasılıkla, Karadeniz’in bulunduğu yerde bir kara parçası bulunuyordu. Daha sonra bu bölgede büyük bir deniz oluşmuş olsa dahi, güneş ve ay ışınlarına göre yön bulmaya uyum sağlamış ve biyolojik saatini ona göre ayarlamış bu kuşlar, yeni konumlanmaya uygun uyarlamayı zamanında gerçekleştirememişlerdi. 

Sabitleştirilmiş göç yolu içgüdüsü, koşullar değişmiş olsa da sürdürülmekteydi. Bir başka deyişle, kuşlar bir zamanlar geçtikleri yolları, bu yollar uygun koşullarını yitirse dahi, bugün izlemeye devam ediyorlardı. Bu yolun sayısız zorluğuna karşın, kullanılması eski alışkanlıklarının sürdürülmesinden başka bir şey değildi. (3)

Bıldırcınlar genetik kodlamalarına ve içgüdülerine uygun, asil bir davranış sergiliyordu. Biz insanlar ise, asil yaratık olarak elimizde lükslerle, algarlarla onca yolu kat eden yorgun ve genetik kodlamalarına uygun rotayı izleyen misafirleri bir avuç et için avlıyorduk. Bıldırcın avı bildiğim kadarıyla yasaklandı, gün gelir insanoğlunun muhakemesi işler ve vicdanı galip gelir de o vakit doğadaki tüm canlılar gereken saygınlığı kazanır.

Zaman geçer…

Bıldırcınlar göçer,

Martılar uçar,

Balıklar yüzer.

Birden boğazım yutkunur, arkamdan hafif bir rüzgar eser, çocuk yine iskeleye gider, denizden yine iyot kokusu gelir, ve sanki biri kulağıma fısıldar:

“Tersaneden kalktı Efe Alayı”.

“Rastgele, yisa hop.”

 

Şafak Gündüz SARIKAYA 

ŞGS

 

 

1-Çıngırya: Küçük Karides, Teke

2-Algar:  Bıldırcın tutmaya yarıyan, ucunda ağ bulunan aygıt.

3-http://www.hurriyet.com.tr/bildircinin-yasam-oykusu-ve-karsilastigi-tehlikeler-4859137

 

********************************************************************************************************

 

 

BU SENE BALIKÇILIK PEK YAMAN KAÇTI

BÖLÜM 1

 

Gözlerimi kapadım ve birden kendimi Sinop iskelesinde buldum.

Denizden esen yelle beraber, iyot kokusuyla karışık yosun ve balık kokusu, burnumun deliklerinden içeri girip, bir an şaşırttı beni. Bazıları için son derece rahatsız eden bu koku, benim için tarif edilmez ve mutluluk veren bir şey oluvermişti. Aslında nerede duysam aynı kokuyu hep içime çekerim. O zaman mutlaka etrafta birkaç martı dolaşır, telaşlı sesleri arasında koku ve ses birbirine karışıverir.

Yine öyle anlardan birini hatırladım, Sinop Yalı Kahvesi’nde otururken hemen önümde küçük bir çocuk belirdi. “Ne tutuyorsun” diye sorduğumda, “çıngırya” dedi. Çıngırya (1) kelimesi, kulağa Çince bir kelime gibi gelse de; karidesgillerden küçük bir karides türüdür ve özellikle dip balıkları onun beyaz etine bayılırlar. Minik karidesler, Sinop sahilinde hep salına salına gezerler.

Çocuk, bir sopanın ucundaki yuvarlak bir halkaya öylesine tutturulmuş derme çatma soğan çuvalından yapılmış ilkel bir kepçeyle yakalıyordu. Bu işlemi, Yalı Kahvesinden, Mendireğe kadar olan alanı tarayarak, balıkçı teknelerinin arasında, sabırla teker teker itinayla tutuyordu, ilgimi çekti ardından gizlice takip ettim. Çıngıryaların kafasını hızlı bir el yordamı ile kopartıp, yanındaki bir poşete koyuyordu. İtina ile hazırlanan karidesler, iskelede çocuğun gözde yeri olan iskelenin üçüncü ayağına ispari, karagöz gibi dip balıklarını avlamak için hazırdı. Çocuk suyu bulandıran fırtınalı havaları özellikle seçiyor, bu havalarda çıngırya ile balık tutuyordu. Suyun berrak olduğu zamanlarda ispariler, karagözler, izmaritler denizin dibindeki bir kayalığı yuva tutuyor; yassı vücutları güneş ışığı ile birleştiğinde denizden beyaz bir parıltı yansıyordu. Zaten çocuğun hedefi de, bu balıklardı. Denizin bulandığı ortamda, bu balıkları yakalamak ona daha kolay gibi geliyordu. Onu yalnız bırakmak lazımdı.

Çocuk, bütün bu olumsuzluklara rağmen avını iskelede sabırla beklerdi. Herkes yaklaşan fırtına nedeniyle iskeleden kaçarken çocuk yemini, oltasını ve tutacağı balıkları koyacağı kabını hazırlar, o şekilde iskeleye giderdi. İskeledekilerin:

– “Oğlum evine dön, hasta olacaksın” uyarılarına cevap vermeksizin, şaşkın bakışlarına aldırmadan hedefine kararlılıkla ilerlerdi. Misinayı kayalığın olduğu bölgeye esen rüzgara rağmen fırlatırdı. Rüzgar misinayı genelde karıştırır, karıştırmak ne kelime resmen arap saçına döndürürdü. Aslında balık tutmak meşakkatli bir işti, yumak haline gelen misinayı çözmek çok sabır isterdi. Yüze vuran rüzgar ve soğuğa dayanmak ise işin cabasıydı. Balıkçılık, bu yüzden bahsi geçen zorlukları fazlasıyla içeren önemli ve saygın bir meslekti.

Misina denize salındıktan sonra balık bekleme süreci başlardı. Balık, oltaya takılan çıngıryaları yavaş yavaş yemeye başlar ve hafifçe misinaya değdiğinde, çocuk heyecanlanır,

-“Vurdu” derdi.

O an göz bebekleri büyür heyecanlanır, rüzgar bir yandan yüzünü yalarken balığın kancaya takılacağı anı pür dikkat beklemeye koyulurdu. O bekler, balık bekler birlikte bekleşirlerdi. Balık, misinayı ağırlaştırdığında artık oltanın ucunda olduğunu anlar, denizden çıkarıp yakaladığından emin olduğunda başarısını etrafa göstererek “bakın bunu ben tuttum” dercesine sevincini paylaşmak isterdi. Ama o fırtınalı havalarda iskelede çocuktan başka kimse olmadığı için bunları çoğunlukla kimse görmezdi. (Benim dışındaki meraklı izleyiciler hariç) Onca soğuğa, zaman ayrılmasına karşın elinde birkaç balıkla evin yolunu tutardı, o kadar hazırlığa rağmen tutulan balıklar pek de itibar görmezdi.

Ben de, iskelede o çocuk gibi, nice balıklar tutmuştum, nice karidesler yakalamış, ayağımın çizilmesini göze alarak defalarca iskelenin ayaklarından midye çıkartmış ve canlı canlı o midyeleri bir teneke üzerinde ateşte kızartmıştım. Bir gün elime çaparinin bir kancasının batması ve parmağıma saplanan çaparinin acısı ve sonra da ancak hastanede morfinle yapılan bir tıbbi müdahale ile kendime gelebilmiştim. O zaman parmak ucumun acısına katlanamazken, aklıma onca tuttuğum balıklar, midyeler, dalıp çıkardığım şeytan minareleri, deniz salyangozları, istiridyeler geldi.

Gerçi balıkların acı duygusu var mı yok mu ondan da emin değilim.

ABD’nin Wyoming Üniversitesi zooloji ve psikoloji profesörü James D. Rose’un yaptığı araştırmaya göre, balıkların beyni, ‘‘acı ve korku duyacak şekilde’’ gelişmemiş. Balıkların beyinlerinde acı hissetmelerini sağlayacak merkez bulunmuyor demekte. Fakat bunun tam aksine  Britanya hükümeti hayvan sağlığı danışmanı Dr. Donald Bloom şöyle diyor:
“Anatomik, fizyolojik ve biyolojik açıdan balıkların acı sistemi kuşlar ve memelilerinkinden farksız.” Balıkların tamamen gelişmiş beyinleri ve sinir sistemleri var ve son derece duyarlı ağızlara sahipler. Balıklar dillerini ve ağızlarını insanların ellerini kullandıkları şekilde kullanır: Besinlerini toplamak, yuva kurmak, yavrularını korumak için. Ayrıca balıklar korkuyu da hissedebiliyor.

İki farklı görüş, ben işin içinden çıkamadım ama hissiyatı olmasa bile neticede canlı bir varlık. Ama ben çaparinin elime battığı günden beri, balık tutmayı hiç denemedim. Ne zaman balık tutanları görsem içimden bir şey kıpırdar tutmak isterim ama o zaman parmağımdaki ize bakıp ikilemde kalırım. Sanki Tarzan Kemal davulu ile bir siluet olarak belirir ve koca koca harflerle cetvelle çizilmiş gibi yazılmış,  “ Kuzu Eti=Bebek Eti” yazısı görünür ve bu mottosunu fısıldar bir sis perdesi aralığından ve tılsımlı bir şey demek ister adeta…

 

Yorumlar kapalı.