31.07.2023- Seyfullah ÇALIŞKAN
Akıl yüktür insana. Bir yol kenarında terk edip gidemezsin. Cami avlusuna da bırakıp kaçamazsın. Kaynar bir kazandır. Ateşi altında hiç azalmayan bir kazan. Suyun üzerine çıkanlar durmadan değişir. Bir kıyıya itmeye çabaladığınız düşünceler, imgeler, anılar hiç beklemediğiniz anda suyun üzerinde çıkıverir. Elinizden bir şey gelmez. Tutsağı oluverirsiniz.
Akşam öylesine huzurlu, sakin, tanıdık ve huzurlu bir zamana doğru gidiyordu. Akliman’da falezlerden aşağıya olta atıyorduk. İçlerinde en acemisi bendim. İstavrite çapara atmak avcılıktan bile sayılmaz. Atıp çekiyorum, atıp çekiyorum. Hiçbir beceri ve deneyim gerektirmiyordu. Balığın suyunu bulmak diye bir şey vardır. Ben ne balığı arıyordum, ne derinliği, ne akıntıyı. Balık hevesim de yoktu aslında.
On metre ileride olta atan biri makarayı sararken bana bakıp;
– Balık nasıl, dedi.
– Tek tük, arada sırada, dedim.
– Ya nasip ,dedi. Her zaman bir olmaz zaten. Bazen at çek yaparsın bazen yaprak kımıldamaz.
Onu sokaktan, çinakop zamanı iskelede olta attığımız akşamlardan tanırdım. Adını bilmem ama iyi balıkçıdır. Bu akşam da herkesten farklı bir şeyler yapıyordu. İrice bir istavriti kancaya takıp kıyıdan atabildiği kadar açığa gönderiyordu. Ağır bir kurşun ve kalın bir misina kullanıyordu.
-Sen ne yapıyorsun, dedim.
-Kalkana atıyorum, dedi.
Kalkan bu kadar kıyıya gelmez ki, dedim.
Bu zamanlarda gelir, dedi. Belki on beş, yirmi gün geyir daha sonra bir yıl görünmez…
Yarım saat bile geçmeden denizden bir balık çekti. Kocaman yası ve karnının altı bembeyaz… Ama bu kalkan değildi. Vatoz çekmişti. Kuyruğundaki iğnesi zehirlidir. Neyse ki adam balık işinden anlıyordu. Vatozun kuyruğuna ayakkabısıyla bastı ve kancayı hayvanın ağzından çıkardı. Yem olarak takılan istavrit etten bir paçavraya dönmüştü…
Siyah volkanik kayalar akşamın güneşinde yeşile dönüyordu. Küçük kuş yuvası gibi oyuklar geçmiş fırtınadan kalmış su birikintileri ile doluydu. Burada kayıp düşmek, kayaya sürten dokuyu kesip kanatmakla aynı şey demekti. Oltayı, balığı kendi haline bıraktım. Hamsilos koyu ağzına doğru alçalan güneşle büyülendim. Az sonra deniz kan kırmızısına boyanacaktı. Gök yüzünün kızıllığı önce turuncuya ardından mora dönüp perde perde kararacaktı. Rüzgarın sürekli dövdüğü bodur çalıların gölgeleri uzamaya ve birbirine karışmaya başlamıştı. Yüz kere, bin kere tanık olduğum bu manzaraya kayıtsız kalmayı başaramazdım. Her defasında beni büyüleyip, içinde bulunduğum gerçeklik perdesini yırtar, içinde bulunduğum zaman ve mekânın ötesinde uzak bir yere savururdu.
Akıl yüktür insana. Ne ipte durur ne de kazıkta. Bir bulutun ucunda asılı kalmışsın. Rüzgâr nereye sen oraya. Bakır rengi çam gövdesinde susmayan bir cırcır böceği. Gündüzleri kavurucu güneş altında, geceleri reçine kokan yaprakların buğusunda… Akıl yüktür insana. Ne duracağı yeri bilir, ne varacağı yeri… Birbirine dolaşmış misina yumağı gibidir. Kessen düğüm olacak, çözmen imkânsız.
Akliman akşamı beni alıp yine aklının estiği yere savurdu. Yıllar öncesine ve binlerce kilometre uzağa… Şairin dediği onlar küçüktü, ufacıktıktı. Top oynamadan bile acıkırlardı. Arılar gibi vızıldar, kıpır kıpırdılar. Sınıf kara lastik, soğan, silgi ve kalem kokuyordu. Yazı yazmak için dikkatlerini topladıklarında sümükleri akmaya başlardı. Ve tam sayfanın ortasına iri bir damla düşerdi. Kirli mendilleriyle çıkarıp öğretmen görmeden siliverirlerdi. Ama izi öylece sırıtmaya devam ederdi. Siyah önlüklerin beyaz yakaları vardı. Adı beyaz ama kendisi gri yakalar. Siyah önlüklerimiz de solup yakalarımızdan daha azıcık koyu bir griye dönüşürdü.
Mezarlık mahallesinde kerpiç avlu duvarlı daracık bir sokakta bekledi. Bir sigara yaktı. Bu saatlerde bir bahane uydurup hep sokağa çıkardı. Bekliyordu. Sigara sayısı üce çıktı. Biraz daha takılırsa sokaktakiler kıllanacak işin tadı kaçacaktı. Boynuna uzayan saçlarını geniş yakalı gömleğinin üzerinde düşürdü. İspanyol paça panolundaki geniş tokalı kemerini eliyle yokladı. Pantolon ceplerinin üzerinde parmaklarını gezdirdi. Bir şey aklına gelmiş arıyor gibi görünüyordu. Dört parmağını sonra arka cebine takıp fiyakalı bir görüntü yaratmaya çalıştı. O mektubu kıza başkası ile göndermesi daha olası görünüyordu. Mektubu yazmak, zarfa koymak işin en zor kısmıydı. Delikanlı çat pat okuyabilir ama kesinlikle yazamazdı. O satırların üstesinden gelebilmek için kendisi gibi dört kafadarın bir araya gelmesi gerekmişti. Ama o kız o akşam sokağa çıkmadı. Mektup hiçbir zaman sahibine ulaşamadı.
Neden hep bir yaz akşamadır zaman? Neden Ayıtlı Dere’ye su bırakılmıştır? Sazlar ve otlar akıntıda salınıp yalpalamakta ve hep aynı noktaya geri gelmektedir. Ördeklerin sevinci ve kanat çırpmaları okulun duvarlarında yankılanmaktadır. İlla ki bir yaz akşamadır ve sıcak çoktan güneşin peşine takılıp ovayı terk etmiştir. O küçük kız ne zaman bizi bırakıp gitmişti? Hiç anımsayan kaldı mı? Neden okuldaki sırası boş kalmamıştı. Neden giriş zilinden sonra onu anıp saygı duruşunda bile bulunmamıştık. O kara ve çirkin bir kız olduğu için bunu hak etmiyor muydu? Yoksul olduğu için görünmez mi olmuştu? Akliman üzerinde güneş batarken neden bunları düşünüyordum? On yıldır zaman zaman bu kız neden gelip aklıma takılıyordu?
Öğretmen ikide bir getirip bu kızı bizim kümeye oturtuyordu. Biz çalışkanlar kümesiydik. Ama o çalışkan değildi. Sadece bütün kızlar gibi yazısı güzeldi. Üstelik onun da yazı yazarken bazen burnu akıyordu. Çok hızlı davranıp uzayan damlayı burnunun ucuna gelmeden çabucak siliveriyordu. Kömür gibi kapkara saçlarına beyaz bir kurdele bağlıyordu. Sessiz sakin bir kızdı. Sınıftaki kızların çoğu onu oyunlarına çağırmazlardı. Bir tek Güllü bir de Mahide… Genelde yalnızdı. Durgun ve suskun… Onu hiç sevmezdim. Bizim kümede oturmasın, öğretmen onu başka kümeye versin isterdim. Oysa hepimiz üç aşağı beş yukarı pasaklıydık. Yoksulduk ve yetersiz besleniyorduk. Defterlerimiz kirli ve kırışık, çoraplarımız delik veya yamalı… Coğrafya kaderdir son günlerde çok kullanılan bir aforizma… Buna bir yenisini de ben ekliyorum. İlkokulda arkadaşlık için aynı küme de kaderdir. O zaman öyleydi. Çünkü diğer kümelerle rekabet ediyorduk. Fatma’yı ne zaman arkadaştan saymaya başladım. Kesinlikle anımsamıyorum.
Akıl yüktür insana. En kalın, en kaliteli çeliği delip geçer. Yağmurda ıslanmaz, güneşte kurumaz… Ateşte kaynamaz, suda erimez. Yıldızları ağaçtan turuncu yanaklı şeftaliler gibi toplar. Bir sepet alıp eline gökyüzünden bulutları yakalar. Götürüp eski bir iskelenin ayağına bağlar. Yaşlı bir kadını süpürgesine bindirip masallarda dolaştırır. Akıl yüktür insana. Sen sen ol, aklından geçeni diline söyletme. Delidir derler, gücenme.
Hep bir akşamüzeri gitmiştir sanıyorum. Dut yapraklı rüzgarla ürperir gibi titrerken. Erikler sarıdan mora geçerken. Arılar kaldırımlarda dut suyuna doymuş, şerbetten sarhoş… Kerpiç avlu duvarları kireç, kavrulmuş toprak, saman kokarken. Tulumba sesleri avlulardan sokaklara taşarken. Bir akşam üzeri annesinin çığlıkları önce evin duvarlarında sonra sokakta yankılanmıştır. Kırlangıçlar panikle yuvalarından uçmuştur.
İnsan sevince güzelleşir. Aşktan meşkten söz etmiyorum. Daha ne o kız ne ben oğlandık çünkü. Sevgilerin en yalını, en masumu sadece çocukların sahip olduğu bir ödüldür çünkü. Günler geçip gittikçe daha güzelleşmişti gözümde. Tanıdıkça sever insan. Sevdikçe güzelleştiriverir. O küme arkadaşım, kardeşim, silgisini alıp geri verdiğim, leblebi tozunu paylaştığım kızdı. Ve biz hala kara lastik kokardık. Salça ekmek, tütmüş soba ve mutfakta pişen son yemek gibi kokardık…
Aklimanın alacakaranlığında bir akşamüstü hüznümün gözyaşlarını içtim. Deniz kadar tuzluydu. Bu saatten sonra balık olmaz, dediler. Misinemi sardım, kancalarımı tahtama batırıp dizdim. Gidelim, ben hazırım, dedim. Steyşın renoya doluştuk. Akşamı dalgaların son gümüş pırıltılarında oynaşırken bıraktım. Ben gittim gitmesine ama aklım kayalarda oturup kaldı. Mayıs başında karayolları çamlığında kadın, çocuk, genç ve ihtiyar kalabalıktık. Aynı sokağın kızları kol kola piyasa yapıyorlardı. Betondan piknik masalarına oturmuş yiyip içinler vardı. Top oynayan veya ip atlayanlar. Davul zurna ile kafası iyi delikanlılar harmandalı oynuyordu. Sarı uzun saçları omuzlarında dalgalanan bir delikanlı gölge gibi bütün gün Fatma’yı takip ediyordu. Bir bakıverse dünyalar onun olacaktı. Bir gülüverse çam ağaçları hatmiler gibi pembe çiçekler açacaktı. Azıcık konuşsak, azıcık bir tenhada… Adım gibi biliyordum. Gözlerden uzak azıcık yalnız kalsalar dili tutulacaktı. Dili ağzının içinde kocaman olacak, şişip kalacaktı. Heyecandan tir tir titreyecek ve aklına tek bir cümle bile gelmeyecekti. Falcı olduğumu kim söyledi. Yaşadıklarımdan biliyorum.
Aklimanda kum zambaklarının zamanıydı. Dalgaların kumlara yufka gibi serilip, yuvarlanarak yeniden maviliklere aktığı mevsimdi. Yabani nane kokuyordu akşam… O kız hiç büyümedi. Hiç aşık olmadı. Ne günahın tadını öğrendi, ne de pişmanlığın sivri dikenlerinin tenindeki acısını… Hastalığı varmış, dediler. Ölüvermiş. On yıl mı yaşadı? Dokuzun da mı kaldı? Okula geldi mi? Fatma gerçek mi? Sadece yazarın fantezisi mi? Bunu bilse bilse Hayrullah Abim bilir. (Hacırahmanlı’da Kilit Ahmet’in Hayrullah’ı)
Not: Fatma Aguşlar’ı yaşıtlarımdan hiç kimsenin anımsamadığını biliyorum. Aklımızda yer edecek kadar yaşamadı. Yada çocuk aklı çok uçarı bir şey. Çabucak unutup hüzünleri silip atma eğilimi var. Var oluşundaki sessizlik, sakinlik ve durgunluk gideceğini bildiğinden mi kaynaklanıyordu? On yıldır aklıma arada bir misafir olup yeniden geçip gidiyordu. Ama beni bir türlü terk etmiyordu. Onun anısından kaynaklanan cümleler kurmak artık vazgeçilmez bir hal aldı. Ne anısına saygı duruşunda bulunmak istiyorum. Ne de birilerin onu elli yıl sonra anımsasın istiyorum. Beynimin ürettiği kabarıp alçalan bu dalgayı susturmak için yazdım. Keşke o da büyüseydi. Aşık olsaydı. Acılar ve hüzünlerden payına düşeni alsaydı. Küçücük bir kızken öylesine sessiz sakin ve hiç yaşamamış gibi yaşamını yitirişini içime sindiremedim. Hepsi bu…
Temmuz 2023-Sinop Seyfullah