RSS

Kategori arşivi: Uncategorized

A.MUHİP DRANAS’IN FAHRİYE ABLA’SI KİM

11.05.2024- Ebru Toktar Çekiç Münire Hanım ile Röportaj

Elim kırılsaydı da bu şiiri yazmasaydım’

Ahmet Muhip Dıranas’a şöhret getiren ‘Fahriye Abla’ şiiri, Türk edebiyatının da en ünlü ve gizemli şiirlerinden biri oldu. Önce ‘Fahriye Abla’nın gerçekten var olup olmadığı üzerine tartışmalar yapıldı, sonra sinema filmi çekilen ilk şiir oldu. 1984 yılında Yavuz Turgul tarafından sinemaya uyarlandığında büyük yankı yaptı. Yeşilçam’ın unutulmazları arasına giren film, o dönem Fahriye Abla’yı oynayan Müjde Ar’ın da ününe ün kattı.

Peki, filmde, ‘mahallenin güzel, ancak haksız dedikodulara konu alan Fahriye Abla’sı’, gerçekte nasıl biriydi? Fahriye Abla, Ahmet Muhip’in hayali miydi yoksa gerçek miydi? Dıranas, ‘Fahriye Abla’ şiirini yazdığı için hiç pişmanlık duydu mu? Kollarında öldüğü eşi Münire Dıranas’a ‘Fahriye Abla’ konusunda ne vasiyet etti?

Bu soruları, gazeteci Ebru Toktar Çekiç, Münire Dıranas’a sordu.

Ahmet Muhip Dıranas ile nasıl tanıştınız?

Babam öldüğü zaman, annem bir avukatla evlendi. Bu yüzden annemin babası olan dedemin evinde büyüdüm. Dedem, Ankara’da eski Orman Bakanlığı yakınlarında bir konak aldı. Ankara’da Ticaret Lisesi’nde okurken, Çocuk Esirgeme Kurumu’nda çalışan teyzemi sık sık ziyaret ederdim. Muhip Bey, müdürle görüşürken beni görmüş. Beni görünce gözlerini öyle dikti ki bana, hiç ayırmadı. Tabii belirteyim ki o zaman dünya güzeliyim. Şimdi bakmayın cildimin bozulduğuna! Her neyse Dıranas da yakışıklı, şöhret sahibi bir adam. O sırada 17-18 yaşlarındaydım. Muhip Bey, 32 yaşında. Beni takip etti, okula gidiyorum, kapıda bekliyor, eve gidiyorum, önünde bekliyor… Ve bir gün evlenme teklif etti. Önce karşı çıktım, fakat o çok ısrar etti. Liseyi bitirmiştim, dedem de ölünce onunla evlendim.

‘Muhip’i baba gibi sevdim’

Muhip Bey’i sevdiniz mi peki?

17 yaşında bir çocuk, 32 yaşında bir adama o sırada ‘Seni sevdim’ diyemez. Annem, babam, dedem hepsi ölmüştü. Yalnız kalmıştım. Evlenmek zorunda kaldım. Ama Muhip Bey ile evlenmekten hep memnun kaldım. Ona, bohem yaşantısı olduğu halde, hiçbir zaman karşı gelmedim. Ben daima dürüst ve saygılı bir şekilde hayatımı sürdürdüm.

O sizi çok sevdi anlaşılan?

Herkes ‘Fahriye Abla’ şiirini konuşur ama Ahmet Muhip Bey, tek şiir kitabını bana ithaf etti. Kendisi bohem adamdı. İçkisini devam ettirdi benimle beraber. Ben hiçbir zaman karşı çıkmadım. Ama o da bana her zaman sevgi, saygı besledi, daima beni methetti. Ben onu hep baba gibi sevdim. Fakat maalesef, bu büyük adamın çocuğu olmuyormuş. Ama ben ondan ayrılıp, başkasıyla evlenmedim.

Hayatından çok kadın geçmiş

Çocuğunuzun olamaması Muhip Bey’den kaynaklanıyor yani?

Sorun ondan kaynaklanıyor. 17 yaşında genç kızım, çocuğum olmaz mı?

Peki, Dıranas’ın çocuğu niye olmuyor?

Çünkü Muhip Bey, benden önce birçok kadınla macera yaşamış. Müthiş bohem yaşamış. O kadarını açıklamayalım artık.

O öldükten sonra genç yaşta dul kaldınız, ama evlenmediniz. Kararınızdan pişman mısınız?

Benim acayip huyum vardır. Namus mefhumu beni her şeyde engellemiş, fakat birçok konuda da başarıya ulaştırmıştır. Çok şükür, şerefimle ayaktayım, ama tabii ki yaşlandım ve yorgunum. Baksanıza yüzüm çok bozuldu benim. Çünkü bin bir dert içinde yaşıyorum. Yalnızlık zor. Ama ben ikinci bir erkeğin koynuna girmedim. Hasan åli Yücel’in annesi beni çok severdi. ‘Münire bir büyük adam geldi, onunla evlenirsen Kapalıçarşı’dan ne istersen alacağını, seni dünya turuna çıkaracağını, malvarlığını bile vereceğini söylüyor; gel evlen, bak çocuğun olur, daha çok gençsin’ dedi. ‘Benim hayatıma sadece eşim girmiştir, başka biri daha giremez’ dedim ve kabul etmedim.

‘Fahriye Abla’ şiiri ne zaman yazılmış?

Benimle evlenmeden yazılmış bir şiir.

‘Fehriye abla sübyancıymış’

Peki, kim bu Fahriye Abla?

Halk bu şiire bayılıyor! Ben evlendiğimde Fahriye kim bilmiyordum. Bu ünlü şiiri öğrenince ‘Kim bu Fahriye?’ diye sordum. İlişkisi olan bir komşusuymuş. Yani olay şu: Muhip Bey’in babası askeri fabrikalarda çalışıyor. O sırada işçiler için Cebeci’de yaptırılan İşçi Evleri’nde kalıyorlar. Fahriye de Muhip Bey’in annesinin komşusu. Sürekli evlerine girip çıkarmış. Aslında Fahriye evli, çoluk çocuk sahibi bir kadın. Ama başkalarıyla da düşüp kalkan hafifmeşrep bir kadın. Zannediyorum Muhip Bey’i de tavlamış o dönem. Muhip Bey, o sıralarda bir sübyan. Yeni erkek olmuş yani. Sanıyorum 15-16 yaşlarında. Fahriye de galiba sübyancıymış!

İlginç vasiyet

Adına şiir yazılan bu kadını kıskandınız mı hiç?

Allah Allah, bu çok saçma bir soru! Ben dünyaya gelmeden 3 yıl önce Muhip Bey, Fahriye Abla’yı tanımış. Fahriye’yi görmedim hayatımda! Muhip Bey benle evlendiğinde Fahriye işi çoktan bitmişti.

Merak ettiniz mi Fahriye Hanım’ı?

Ben, hayatım boyunca Fahriye ismi ile hiç ilgilenmedim. Çünkü benden önce yaşadığı bir kadın. Benden sonra değil bu! Ama Ahmet Muhip Bey, kollarımda ölürken bana ağlayarak ne dedi biliyor musunuz? İlk kez açıklıyorum; Kuran çarpsın ki doğrudur. ‘Münire sakın Fahriye’yi gündeme getirme! Elim kırılsaydı da bu şiiri yazmasaydım. Sen bu konuyu kimseye açma, bu konuyu film yapmak isterler, sakın yaptırma, mani ol’ diye vasiyet etmişti. Ben de hiç konuşmadım. İlk kez konuşuyorum. Kitap da yapacağım anılarımı.

Fahriye Abla, herkesin kafasında farklı bir imge değil mi?

Tahsilli, edebiyat bilenler bu işi o zamandan beri bilir. Fahriye Abla’yı çok yetenekli, çok güzel veya saygın biri gibi gösteriyorlar. Fahriye, sanki mahallede harika bir insanmış gibi herkes ona hayran! Halbuki öyle değil. Fahriye Hanım’ı kimse örnek almasın. Fahriye Hanım bir hafif meşrep. Ama şimdiki kadınlar pek mi hırlı! Hangisinin yeri Münire Dıranas gibi! (Gülüyor)

Sinop’ta müze kurulacak

Vakfı ne zaman kurdunuz?

Ahmet Muhip Dıranas Vakfı’nı, Dıranas öldükten hemen sonra 1980 yılında kurdum. Çünkü evlatsız kaldığım için yüreğim kan ağlıyor. Fakir çocuklara burs veriyorum. Gelenleri çevirmiyorum. Ama kimse vakfı desteklemiyor.

Müze kurma girişiminiz de var sanırım?

Sinop’a müze yaptırıyorum. Müzede, Ahmet Muhip Dıranas’ın şiir kitapları, fotoğrafları, eşyaları olacak. Orada yaşamak istiyorum, ama vakfı da bırakmak istemiyorum.

Maddi sıkıntılar var mı?

Gazeteciler Kooperatifi, Ankara’da İş Bankası Blokları’nın oralarda arsa dağıtmıştı. Muhip Bey de ölmeden buradan arsa almıştı. Ancak Muhip Bey, ‘Arsayı Münire adına verin’ demiş.

Tapu da var elimde. Arsanın inşaatı için Muhip Bey’in anlaştığı kişi, Muhip Bey ölünce arsayı ‘Muhip Dıranas bana verdi’ diyerek kayıtlar çıkarıp, imza taklit ederek, arsayı ve buraya yaptığı bütün daireleri almış. Bu konuda dava açıp, haklarımı isteyeceğim. Çünkü belgeler var elimde! Korkunç bir memleket bu Türkiye! Muhip Bey ölünce olmuş hepsi… Şu andaki vakfımızın Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’ndaki yerini bize rahmetli eski Başbakan Bülent Ecevit verdi. Kendisi bizi çok severdi.

Uzun bir yazı ama ben çok sevdim.

Fotoğraf Ahmet Muhip Dranas ve eşi Münire hanıma ait

 
Yorum yapın

Yazan: 09 Mayıs 2024 in Uncategorized

 

SONSUZA KADAR AŞK

11.04.2024- Cem SİPAHİ

“Delikanlı, Askeri Deniz Lisesini kazanır ve Heybeliadada okula başlar… Bu arada tanıştığı o Çanakkaleli kıza aşık olmuştur. Okulla beraber aşkını büyüterek geliştirir. Arada mektuplaşmalar yazışmalar ve gün gelir okul biter. Deniz Harp Okulunu da bitiren delikanlı artık Teğmen olmuştur.

Yine her zaman buluştukları kır kahvesinde buluşmak için randevulaşırlar. Önce delikanlı gelir sonra da genç kız. Genç kız geldiğinde delikanlının yüzü düşmüş,suratı asık onu beklemektedir. Genç kız bu suratı hiç beğenmemiştir. Ayrılık vakti geldi diye düşünerek hazırlamıştır kendini. Önceki buluşmalarda ki o heyecan o sevinç artık yoktur delikanlıda…

Usulca yanına yaklaşır ve “Hoş geldin” der. Kuru bir “sen de hoş geldin” diye aldığı cevap iyice hüzne boğmuştur genç kızı. Artık bu aşkın sonuna geldiğini düşünerek sorar;

– Senin bir sıkıntın mı var?

– Evet!

– Hadi söyle o zaman, her şeye hazırlıklıyım.

– Yaa beni bir denizaltıya verdiler, der genç kızgınca…

Genç kız artık rahatlamıştır. Sorunun kendisi değil denizaltı olduğunu duyunca içinden bir ohh çeker.

– Ne var bunda? diye sorar genç kız.

– Yaa öyle deme, biz denizciler gemideyken sevdiklerimizle haberleşemiyoruz, denizaltıdan nasıl haberleşeceğiz? Ve delikanlı üzgün bir sesle sorar genç kıza;

– İstersen ayrılalım!

– Hayır asla. Ben seni bırakmam, diye cevaplar genç kız.

Delikanlı beklediği bu cevabı alır almaz heyecanlanır ve elinde tuttuğu paketi kıza uzatır.

– Sana armağan getirdim al.

Kızın kalbi hızla atmaya başlar. Neredeyse duracak gibi olur ve içinde yüzük olduğunu tahmin ettiği paketi heyecanla açar ama şaşkınlıktan duraklar. Paketin içinde bir fener ve mors kitabı bulunmaktadır. Kız şaşkınlıkla yine sorar ;

-Bunlar da ne?

– Yaa biz Çanakkale boğazından denizaltı ile çok geçeceğiz ve geçişlerimiz hep yüzeyden olur. Sen de fenerle mors alfabesini kullanarak sana haber verdiğim zamanlarda yazışırız. Olmaz mı?

– Bunlarla mı yazışacağız? diye sorar genç kız yeniden.

– İstemiyorsan ayrılalım, der delikanlı.

– Yok hayır, der gençkız, Ayrılık yok,yaşasın mors, diye yineler delikanlıya.

Genç kız mors alfabesi üzerinde çalışmaya başlar. Tüm detayıyla öğrenir ve kullanabilir hale gelir artık. Bir kaç gün sonra haber gelir delikanlıdan. Gelen mesaja göre 5 gün sonra gece saat 01:00 de geçeceğini ve kendisine mesaj yazmasını kendisinin de ona mesaj yazacağını iletir. Gençkız söylenen zaman ve saatte pencerede hazır bekler. Geliboluda denizaltı denizden süzülerek geçerken,çevrenin zifiri karanlığında, uzaklardan bir yerden yanan ışık pırıltılarını fark eder güvertedeki komutan ve diğer subaylar…İçlerinden birisi ;

– Bakın bakın ilerden bir yerden ışık yanıp sönüyor, diye dikkat çeker.

– Çabuk okuyun bakalım ne diyorlarmış diye emir verir komutan. Subaylardan biri heceleyerek okur ;

– Se- ni -se- vi -yo -rum….

– ”Bu ne lan” der komutan.

Hemen yanında duran delikanlı Teğmen ;

– Efendim, o benim sevgilim, der en şirin haliyle.

– ”Ne iş oğlum bu?”

– Efendim mors alfabesi hediye etmiştim ve ben geçince bana yazarsın demiştim işte o, diye cevaplar delikanlı Teğmen.

– ”Vayy be aferin lan! Desene biz bunca zaman boğazları hep boş geçmişiz.”

– İzin verir misiniz komutanım ben de bir mesaj yazayım ?

-Neyle?

– Cep fenerim var komutanım, der delikanlı teğmen.

Projektörü açan teğmen yanıp söndürürken, sanki Gelibolu’yu yakıp tutuşturuyordu aşkından…. İlk kez böyle bir şeyle karşılaşan Gelibolu halkı ise,sanki uzaylılar istila etmiş gibi heyecan yapmışlardı teğmen ile gençkızın aşkından.

Gelen mesajları heceleyerek kağıda dökmeye çalışan gençkız denizaltı geçtikten sonra elindeki kağıdı okudu. “Sonsuza kadar” yazılıydı delikanlıdan gelen mesajda.

Bu olay tüm denizaltıcılar arasında duyulmuştu. Artık herkes delikanlı Teğmen ile gençkızın aşkını anlatıyordu…

Birkaç gün sonra bir haber daha gelir. ” Bir hafta sonra gece saat 02:45 de pencerede ol, ben geçiyorum bana mesaj yaz. Ama dikkat et, konvoy halinde geliyoruz ve ilk denizaltıda ben varım sakın sırayı şaşırma. “

Genç kız yine söylenen saatte pencerede bekliyordu…

Gecenin karanlığında Ege denizinden Çanakkale boğazına giren denizaltılar süzülerek ilerliyorlardı. Genç kız fenerini yakıp söndürerek mesajını vermeye başladı. Mesajı gören denizaltındaki denizciler;

– Bakın bakın ışık yanıp sönüyor okuyun ; “se- ni- se- vi -yo- rum”

– ”Vay be, duyduğumuz doğruymuş,gerçekten böyle bir aşk varmış” der denizaltının kaptanı Bahri Kunt.

– ”İyi de bu kızın sevgilisinin denizaltısı öndeydi,ilk denizaltıydı,niye bize mesaj yazdı ki? ”diye kendi kendine seslice sormadan edemez kaptan.

– Efendim herhalde uyuyakaldı ya da sırayı aşaırmıştır diye cevaplar subaylardan biri.

”Yahu geçip gideceğiz, şimdi kız haber almazsa yanlış anlayacak rahat uyuyamaz… Nasılsa gecenin karanlığı,kimse anlamaz açın şu projektörü” emrini verir kaptan Bahri Kunt.

Ve mesajı gönderir…

“SONSUZA KADAR…..”

Tarih 4 Nisan 1953 dü…

O konvoyun 1. denizaltısının ismi ise ”Dumlupınar” dı…..

Çanakkalenin Nara burnu açıklarında, İsveç Bandıralı ve buzkıran donanımlı Naboland gemisinin çarpması sonucu Çanakkale Boğazının derin sularına az önce gömülmüştü…

Konvoydaki 2. denizaltı ise,bunu hiç fark etmeden devam etmişti ve boğazdan ilk geçen denizaltı olmuştu….

81 Denizcimiz ile beraber o genç delikanlı teğmen…..

”Sonsuza kadar” sürecek olan son uykularına dalıyorlardı.

Anılarına saygıyla…Mekanları cennet olsun…”

Alıntı : Cem Sipahi

 
Yorum yapın

Yazan: 16 Nisan 2024 in Uncategorized

 

Etiketler: , , , ,

ENERJİ, KÜTLE VE AŞK

10.03.2024- Prof. Dr. Cem Cüneyt ERSANLI

(10.02.2024-Sinop Pusulası Gazetesi Köşe Yazısı)

Sevgililer Günü kapıda ve birçoğumuz kalplerimizin ritmini daha hızlı hissettiğimiz bu özel günü iple çekiyoruz. Ancak bu yıl, sıradan romantik kutlamalara bilimsel bir dokunuş katmaya ne dersiniz? Sevgililer Gününü, fiziksel dünyanın tarafsız gözüyle ele alalım ve aşkın gizemli formülünü Enerji, Kütle ve Aşk olarak çözelim.

Fizik formülle açıklanabilir, ancak aşkın ölçüsü kalpte saklıdır.”

Aşk ve fizik, başta birbirinden farklı iki kavram gibi görünmesine rağmen, derinlere indikçe aralarında benzerlikler anlam dolu bağlar bulabiliriz. Her ikisi de evrenin temel prensiplerine tabidir. Aşk, insan ilişkilerini ve duygusal bağları içeren karmaşık bir kavramdır. Fizik ise evrenin doğasını anlamak için kullanılan bir bilim dalıdır ve soyut kavramları barındırır.

Beyin ve beden kimyasını incelediğimizde, aşkın belki de fiziksel bir temeli olup olmadığını merak edebiliriz. Beyindeki kimyasal maddeler, özellikle serotonin, dopamin ve oksitosin gibi hormonlar, âşık olduğumuzda ortaya çıkan duygusal durumları etkiler. Fizikteki çekim kuvvetleri ve etkileşimlere benzer şekilde, aşk da insanları birbirine çeken ve etkileşime geçiren bir süreçtir. Bu etkileşim, duygusal bağları güçlendirebileceği gibi zayıflatabilir de. Aşkın dinamikleri, termodinamik prensiplere benzerlik gösterir. İlişkilerde zaman içinde enerji transferi ve değişim yaşanabilir. Bu değişimler ilişkinin sürdürülebilirliğini etkileyebilir ve aşk, belirli bir denge durumuna ulaşabilir.

Bu anlamlı ve güzel günde, kalbimizin atışını sadece duygusal bir coşkuyla değil, aynı zamanda evrenin derinliklerinde dolaşan fiziksel bir enerji de hissedelim. Aşkın sadece romantizmle sınırlı olmadığını, evrenin dokusuna entegre bir güç olduğunu da düşünerek, bu özel günü daha anlamlı ve bilimsel bir yaklaşımla kutlayalım.

Enerji: Kalp Atışlarının Derin Gücü

Kalp atışlarımız, duygu dünyamızın müstesna kaynağı gibi gelir bize. Kalbimiz, bu muazzam mekanizmanın merkezinde yer alır ve her atışında enerji üretimini hızlandırarak duygusal coşkuyu canlandırır. Enerji, ilişkilerimizin özünü oluşturur ve Sevgililer Günü, bu enerjinin yoğun bir şekilde yaşandığı anı temsil eder. Bir gülümseme, bir dokunuş veya bir bakış, enerjinin farklı ve büyülü formlarını yansıtır. Sevgili ile geçirilen zaman, enerjinin yoğunluğunu artırır ve aşkın enerjisini zirveye taşıyabilir.

İki kişi arasındaki çekim, adeta fizikteki çekim yasalarının romantik bir dansıdır. Bu çekim, bir enerji alanının varlığını bize müjdeleyen bir işarettir. Coulomb yasası, iki noktasal yük arasındaki elektrostatik kuvveti inceler ve iki kişi arasındaki çekim kuvveti, derin duygusal bağın bir yansımasıdır. Sevgililer Günü, bu çekimin en üst seviyeye ulaştığı, aşkın derinliğini ve gücünü belirleyen özel bir gün olarak kabul edilebilir. Bu çekim, ilişkinin dokusunu oluşturur ve Sevgililer Günü, enerji dönüşümünün ve çekim kuvvetinin ön planda olduğu bir zaman dilimini simgeler.

Çekim kuvveti evreni bir arada tutar, aşk ise kalpleri birleştirir.”

Enerji, sadece romantik ilişkilerde değil, tüm ilişkilerde de bir etken olarak belirir; aile bağları, dostluklar ve iş ilişkileri de enerjiyle dolup taşar. Bu ilişkilerdeki enerji, güven, saygı ve sevgi gibi duygusal bileşenlerle şekillenir. Sevgililer Günü, bu enerjinin farklı yönlerini düşünmek ve kutlamak için özel bir fırsat sunar.

Termodinamikteki ısı transferi, enerjinin akışını sembolize eder. Aşk da bir enerji formu olduğuna göre, romantik bir birlikteliğin duygusal enerji transferine neden olduğunu düşünmek oldukça mümkündür. Gülümseme, dokunuş ve paylaşılan anı, bu enerji transferinin güzellikleriyle doludur. İki kişi arasında uyum varsa, sıcaklık yükselir ve enerji transferi daha da güçlenir. Ancak termal denge bozulduğunda, soğuma yaşanabilir ve ilişkisel enerji kaybı hissedilebilir. Termodinamik yasaları, enerjinin her zaman korunduğunu vurgular. Aşkın da bir enerji türü olduğunu düşündüğümüzde, ilişkilerdeki enerjinin sadece korunmakla kalmayıp aynı zamanda dönüştüğünü de görebiliriz. Bir çift arasındaki romantik enerjinin, zaman içinde nasıl evrildiğini ve dönüştüğünü anlamak, termodinamik bir bakış açısından ilişki dinamiklerini değerlendirmek anlamına gelir. Termodinamikte bir sistemin farklı fazlardan geçtiği durumlar vardır. Aşk da bir ilişkinin farklı evrelerini ifade edebilir; başlangıçta tutkulu ve enerji dolu bir birliktelik, gaz fazına benzer. Daha sonra, ilişki ve enerji yoğunluğu değiştikçe, sıvı veya katı fazlara benzer bir istikrar kazanabilir.

Sevgililer Günü, kalplerin ritmini yakalamak ve aşkın enerjisini gökyüzüne salmak için bir fırsattır.”

Kütle ve Aşk: Anıların Yükü ve Fiziksel Bağların Büyülü Dansı

İlişkilerimiz, birbirinden değerli anılar ve unutulmaz deneyimlerle şekillenir. Bu anılar, ilişkilerimizin kütlelerini oluşturur ve her biri, duygusal bağlarımızın ağırlığını belirler. Fizikte karşılaştığımız kütle kavramını bu ilişkisel dünyaya uygulamak, duygusal bağlarımızın derinliklerine inmemize ve onların muazzam ağırlığını kavramamıza yardımcı olabilir. Her anı, sanki bir kütle gibidir ve bu kütle, ilişkimizin omurgasını oluşturarak dengede kalmasını sağlar. Sevgililer arasındaki bu kütle, birbirlerine olan bağlılıklarını ve birlikte yaşadıkları anıların yükünü taşır. İlk buluşmanın heyecanı, evlenme teklifinin romantizmi, çocuğun doğumundaki sevinç; bu anılar, ilişkinin kütle merkezini belirleyen ve zaman içinde bir çiftin birbirine olan bağlılığını güçlendiren kilometre taşları gibidir. Zorluklar, çatışmalar ve yaşanan zor anlar, ilişkinin kütle merkezini etkiler. Ancak bu zorluklar, çiftin birlikte yaşadığı anıların ağırlığıyla dengelenir.

Kalplerimizin ritmi, gökyüzündeki yıldızların melodisiyle buluştuğunda, aşkın büyülü enerji dönüşümü başlar.”

Enerji, aşkın güçlü itici motorudur ve romantizmin büyülü patlaması gibi hissedilebilir. Kalp atışları, bu enerjinin ritmi gibidir, her atış aşkın gücünü yansıtan bir enerji dalgası olarak düşünülebilir. Fizikteki enerji korunumu ilkesi, aşk enerjisinin kaybolmadığını, sadece dönüştüğünü düşündürür.

Sonuç olarak, “Sevgililer Günü İçin Fiziğin Formülü: Enerji, Kütle ve Aşk” başlıklı yazımızla, aşkın bu büyülü birlikteliğinin özel anlarını siz değerli okuyucularımızla paylaşmaya çalıştık. Sevgililer Günü, romantizmin yanı sıra bu anların ve bağların kutlandığı, aşkın fiziksel ve duygusal boyutlarının muazzam bir buluşma noktasıdır. Ancak unutmamamız gereken şey, bu sadece bir benzetme olup insan ilişkilerinin aynı zamanda duygusal, psikolojik ve sosyal faktörlerle de yoğrulmuş bir gerçeklik olduğudur. Tüm sevenlere mutlulukların ve güzelliklerin en üst düzeyde bir Sevgililer Günü diliyorum.

BİLKE YORUM: Sevgililer günü geçse de, sevgiler bitmez. Çünkü aşk, varoluşun yapısında vardır. Fizik profesörü gözüyle, aşkın yorumlandığı bu yazıyı okumanızı öneriyoruz. Teşekkürler Sayın ERSANLI.

 
Yorum yapın

Yazan: 10 Mart 2024 in Uncategorized

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

KUTU KUTU PENSE

12.02.2024- Şafak Gündüz SARIKAYA

“Kutu kutu pense, elmamı yerse,

Arkadaşım Meltem, arkasını dönse!”

Efendim aklıma takıldı, çocukken oynadığımız kutu kutu pense oyunundaki saçma tekerlemenin, Fransızca’dan fonetik olarak alındığı ve gerçek anlamının “dinle, dinle, düşün olduğu (ecoutez ecoutez penzes)” belirtiliyordu.

Keşke düşünme ve dinleme çocukken aşılansa diye de devam ediyordu. Penselerin kutunun içinde ne işi vardı sahiden, ya da bundan çocuklara ne diyen olabilirdi.

Ama tek bir kaynak yerine ikinci bir kaynağa bakınca (ekşi sözlük, ekşi şeyler), bu ifadelerin doğru olmadığını işin aslının ta 1938’lere dayandığını da iddia ediyorlar. Ring a ring roses adlı bir İngiliz çocuk oyunu Çekçe “kolo kolo mlynsky” olarak oynanmış ve 1938’de Naziler o zamanki Çekoslavakya’yı işgal edince ülkeden kaçan çok sayıda Çek Orient Express ile İstanbul’a sığınmış ve savaş bitince ülkelerine dönmüşler.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Milli Eğitim Bakanlığı yapmış Hasan Ali Yücel, Türkiye’ye sığınan Çekoslavakyalı öğrencileri ziyaret ettiğinde, Çek öğrencilerin bu oyununu görüp çok beğenmiş, daha sonra bu oyun anlamsız cümlelerle Türkçeleştirilip müfredata eklenmiş ve bütün okullarda oynanmış.

İnanın hangisi doğru bilmiyorum, çocukken oynarken sadece oynuyorduk. Yoksa “ördek suya daldı, zil çaldı, Fatma okula geç kaldı” da bir yerden alındı.

Ama Fransızcası da iyiymiş.

İki kez dinle bir kez düşün.

Ecoutez ecoutez pensez!

https://onedio.com/haber/beynimiz-piril-piril-oldu-iste-kutu-kutu-pense-tekerlemesinin-kaynagi-ve-oyunun-kokeni-814034

ŞGS

 

Etiketler: , , , , , , , ,

SİNOPLU BİR GNOSTİK: MARCİON

27.01.2024-Nihat DURAK

dergİabant-Güz 2013, Cilt:1, Yıl:1, Sayı:2, 1:1-18-

Sinoplu Marcion (m.s. 85-160), ilk dönem Hıristiyanlık tarihinin mühim figürlerindendir. O, aynı zamanda ilk devir Hıristiyan topluluğu içinde ortaya çıkan ve ana grup tarafından heretik olarak değerlendirilen teolojik bir akımın da lideri kabul edilmektedir.
Marcion’un günümüzde de tanınan ve tartışılan bir şahsiyet olmasına sebep olan husus, kendisinin apostolojik olarak kabul edip düzenlediği Luka İncili ile Pavlus’un On Mektubu’ndan oluşan İncil’di. Marcion, günümüzdeki Yeni Ahit’in de esasını oluşturan dört incil arasında yalnızca Luka İncili’ni otantik kabul etmiş; fakat bu metni ve Pavlus’un On Mektubu’nu da mevcut haliyle değil, yeniden düzenleyerek kendi kutsal kitap külliyatı içine almıştır. Marcion, bu iki metne yanı sıra Resullerin İşleri bölümünü de ekleyerek hususi bir Ahd-i Cedid meydana getirmiştir.
Bu Marcion İncili, her ne kadar el yazması olarak günümüze ulaşmış olmasa da Tertullianus (m.s. 160-225)’un ‘Adversus Marcionem’ (Against Marcion) adlı eserinde, o kadar çok parçası kaydedilmiştir ki, hemen hemen tamamının ortaya konulabilmesi muhtemeldir.
Marcion, Eski Ahit’i reddetmiş; Eski ve Yeni Ahit’in aynı Tanrı’dan zuhur etmediğini, Yahudilerin ve Eski Ahit’in Tanrısı’nın ‘Yaratıcı Tanrı’, İsa’da ortaya çıkan Tanrı’nın “sevgi ve teselli Tanrısı” olduğunu savunmuştur.
Havariler sonrası ikinci dönem Hıristiyan neslin mensubu olan Marcion, ileri sürdüğü fikirleri ve faaliyetleri açısından öne çıkan bir şahıstır. Pavlusçu anlayışın müdafii olan Marcion, Yahudilik ve Eski Ahit’in etkisiyle, Hıristiyanlıkta Pavlusçu anlayıştan sapmalar olduğunu ifade etmiş ve bu sapmaları Hıristiyanlığın kutsal kitabından ve dogmalarından arındırmaya gayret etmiştir. Aynı zamanda Suriyeli Cerdo (ölümü takriben m.s. 138)’nun öğrencisi olan Marcion, Pavlus öğretilerindeki gnostik unsurları, bir çeşit çileciliğe ve düalizme dönüştürmüştür.

BILKE YORUM:Sinop kultur ve tarih degerlerine akademik calismalarla yer veriyoruz. Paylasimlarimiz her zaman olduğu gibi devam edecek. Macrion Sinop ‘ta dogan bir gnostiktir. Yüksek lisans tezinin özetine yer verdik. Tamsmina asagıdaki linkten erisebilirsiniz.

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/14736

 
Yorum yapın

Yazan: 27 Ocak 2024 in Uncategorized

 

İSKİT APİ SÖZÜ

25.01.2024

kaynak:

APİ – İskit tanrılar panteonunun tanrıçası. Herodot onu Yunan Gaia ile özdeşleştirir. Api adı doğrudan Türk “apai” – anne, ana ile ilişkilidir (Api, Tr. Ebi/Ebe, doğuran, Havva’nın öncüsü ve İncil’deki “adam” = Tr. man kelimesinin mükemmel bir tamamlayıcısıdır. Api’nin diyalektik bir varyasyonu, b/m değişimi yoluyla Ami olacaktır, bu da onu İskit Api’sinin tam eşleşmesi olan Tr. Tengrian tanrısı Umai ile ilişkilendirir. Yunan analoğu Gea bir primowomb, Zeus’un büyükannesidir; İskit Api’si ve Türk Umai’si de öyle (OTD 611).
Umai’nin akrabaları “umai” = rahim, “um” = mide, “uma” = annedir. Diğer Tr. soydaşlar “api/abi/aby/avy/apa/abba/aba/apai” = sırasıyla anne/büyük kız kardeş/annenin kız kardeşi/babanın büyük kız kardeşi/babanın annesi/”madam”/kocanın kız kardeşi/kadın.
Anlamsal olarak Api, anneliğin ve kadınlığın zirvesidir. İran etimolojisi için V.Abaev, Özbekçe ve Tacikçe “apa” = anne, büyük kız kardeş, tüm IE dilleri arasında sadece modern Tacikler bu eski Türk Apa unvanını benimsemiştir). Herodot IV 59.

 
Yorum yapın

Yazan: 25 Ocak 2024 in Uncategorized

 

Etiketler: , , ,

BAYAN SÖZÜ NEREDEN GELİYOR

24.01.2024-Suzan ULUOĞLU-Rus Dili ve Edebiyatı Öğretim Görevlisi

Atatür, BAYAN kelimesinin öz Türkce olduğu konusuna dıkkat çeker.(BİLKE)

“Eski Rus putperestlik tanrılarının ve mitolojik simaların adları hem Hint – Avrupa hem de Türk kökenlidir (Mokoş, Veles, Boyan gibi). Bu da EskiSlav ve Türk dillerinin ve kültürlerinin karşılıklı etkileşim sürecinde olduklarınıkanıtlamaktadır (Baskakov 1985:143-146).
Bayan ~ Buyan ~ Boyan adı Eski Slavca’ya, Eski Türk ve Bulgar dillerinden geçmiştir. Boyan adı Rusların en eski destanı olan “İgor Seferi Destanı”nda yer almaktadır. Bu destanı ve bu destanda yer alan Türkçe kökenli sözcükleri çok ayrıntılı bir şekilde inceleyen N.A.Baskakov, bu adın Türk Lehçelerinde ve Slav dillerindeki kullanımı ile ilgili bilgilere de geniş bir yer vermektedir. “İgor Seferi Destanı”nda yer alan “Boyan Veles’in torunu” ifadesine dayanarak, mitolojik şarkıcı olan Boyan ~ Bayan’ın, Hayvan Tanrısı Veles ile akraba olduğu söylenebilir. Bu sözcük de Veles ~ Volos sözcüğü gibi Eski Bulgar dilinden alınmıştır. “İgor Seferi Destanı”nda ve “Zadonşçina”da Boyan, ilerisini gören ozan olarak yer almaktadır.
Boyan ~ Buyan adı, günümüzde Rusya, Eski Yugoslavya, Bulgaristan ve Polonya’da özel erkek adı olarak görülmektedir. Boyan ~ Bayan ~ Buyan ~ Poyan adı Türk ve Moğol halklarında da görülür, örneğin Hakaslarda (Poyan), Tuvalılarda (Buyan), Buryat ve Moğollarda (Bayan ~ Buyan); ayrıca Türkçede “bayan” kelimesi de vardır. Bayan ~ Buyan ~ Boyan adı Eski Slavca’ya, Eski Türk ve Bulgar
dillerinden geçmiştir. Eski Bulgar dilinde, “Bulgar çarının adı” anlamındaki “Boyanus” sözcüğünün bulunması da bu durumu kanıtlamaktadır. P.M.
Melioranskiy’e göre bu sözcük Türkçe’deki bay “zengin” sözcüğünden gelmektedir. Bayan adını Türkçe’deki Bayan “zengin yönetici” sözcüğüyle karşılaştıran F.E.Korş da bu görüşe katılır. Ancak Baskakov’a göre Boyan ~ Bayan sözcüğü bazı eski ve çağdaş Türk dillerinde bulunan kaynaşmış gövde ile bağlıdır. Bu kaynaşmış gövdeler şunlardır: bay – ~ bay – ~ bağ – ~ bağ “büyülemek, büyülemek (hayran bırakmak)” ~ “kutsal yasak”. Bay – ~ pay – ~ may – ~ bay – ~ pay gibi kökler farklı Şaman boylarının dini konulu dramları, eğlenceleri, büyüleri ve ayrıca kurban kesme törenleri, ziyafetleri, törensel şarkıları, hikaye ve masallarıyla bağlıdır. Örneğin Çağataycada bay – y < bayyğ “büyüleme, büyücülük”,
Türkçede bağ – ~ bay – “ büyülemek, hayran etmek”, bay – y –džy “büyücü”, Altaycada
bay – lu “gizli, yasak, kutsal”, bay – lu – dyer “yasak, kutsal, büyülü yer, gizli”, bay – lu sös ~ bay sös “yasak sözler”, bay – la –Çağdaş Rusça’da обаявать “büyülemek, etkilemek, palavrayla kandırmak” ve “alım, alımlı, alımlı kadın” sözcükleri de vardır.
Efsanevî şarkıcı Bayan / Boyan’ın adı da büyük bir ihtimalle bu sözcükle bağlantılıdır. Bayan adı Sibirya’nın bazı Türk boylarının hafızasında kalan, Eski Türk Tanrı adlarıyla bağlıdır. Yakutlarda: bayanay – avcıları ve balıkçıları koruyan perilerin genel adıdır; tya bayanay “ orman perisi, orman devi”; uu bayanay “su perisi”dir. Bu gibi perilerin sayısı yedidir ve onların baş perisi baay bayanay ~
bayanay toyon ~ bayanay bootur’dur. Altaylılarda: payana, Büyük Tanrı Ülgen’in iyi ruhlu kölesidir ve tanrıça pay – ana ~ may – ana, eski Türkçede (Orhun abidelerinde) Umay “tanrıça, çocukların koruyucusu olan tanrıça” dır.
Boyan adının Eski Türk, Eski Bulgar, Eski Avar kökenli olması, onun hem Eski Bulgar ve diğer Eski Türk kavimlerinde (Hunlarda) özel ad olarak geniş şekilde görülmesiyle (örneğin Boyan, VII.yy.’daki Avar Hanının ve VIII. – X.yy.’daki Bulgar Hanlarının adıdır), hem de daha sonraki Türk kavimlerinde özel ad olarak kullanılmasıyla (örneğin Boyan – 1301 – 1302 yıllarında Altın Ordu devletindeki Han tacına talip olanlardan birisinin adıdır – Sası – Buk Hanın babası) ispat edilmektedir.
“Zadonşçina”daki Boyan’a gelince (muhtemelen “İgor Seferi Destanı”ndaki “ozan, şarkıcı”, “ilerisini gören Boyan’la aynı kişidir): Bu Boyan’ın, 927 yılında ölen Bulgar Çarı Simeon’un ileriyi gören oğlu Boyanus (Bayanus) ile karşılaştırılmasına oldukça sık rastlanmaktadır. Ayrıca Boyanus, Bizans tarihçilerine göre, “büyüyü o kadar iyi öğrendi ki, aniden bir kurda ve herhangi başka bir vahşi hayvana dönüşebilirdi”.Böylece Eski Rus putperestlik tanrılarının ve mitolojik simaların adları hem
Hint – Avrupa hem de Türk kökenlidir (Mokoş, Veles, Boyan gibi). Bu da Eski Slav ve Türk dillerinin ve kültürlerinin karşılıklı etkileşim sürecinde olduklarını kanıtlamaktadır (Baskakov 1985:143-146).
Antroponyms Of Turkish Origin Covered In Works On The War Of Kulikovo- Suzan ULUOĞLU-Rus Dili Ve Edebiyatı

 

Etiketler: , , , , , , ,

KÖR OLASI ÇÖPÇÜLER ŞARKISININ ACIKLI HİKAYESİ

12.08.2023- BİLKE

Esengül, Nükhet Duru, Ali Toprak; Birlikte çıktıkları yol nasıl değişti? Ve Orhan Gencebay, ve Erkin Koray… 1970’li yıllarda izlediği Türk filmlerinin büyüsüne kapılır ve karar verir vermez Urfa’dan İstanbul’a gelir. Bu türkücü genç Haydarpaşa tren garına indiğinde elinde sadece bağlaması ve bavulu vardır. Ne cepte para ne kalacak bir yer… Parklarda yatıp kalkmaya başlar.

Bir gün Urfalı bir hemşerisi ile tanışır ve bir süre onda kalır. Bir gün yanında kaldığı hemşerisinin dükkânının yanındaki evde oturan bir kız görür. Bu kızı izlemeye başlar. Bakışmalar, karşılaşmalar derken Ali kıza aşık olur. Ali utandığı için kıza söyleyemiyor ve son çare kıza mektup yazıp ansızın bir gün kıza veriyor mektubu. Kız bir çocuğa bir mektuba bakıyor ve “sen kimsin ki? Sokak çocuğu gibisin” diyerek mektubu alır almaz orada yırtıp yere atıyor ve dönüp arkasını gidiyor. Ali şaşkın vaziyette orada öylece kalıyor. Oradan geçen ve sokağı temizleyen çöpçülerde mektup parçalarını süpürüp sokağı temizliyorlar. Ali günlerce aşk acısı çekiyor ve bir gün herkesin Erkin Koray’dan duymaya dilemeye alıştı ve sevdiği “Kör olası çöpçüler aşkımı süpürmüşler” şarkısını yazıyor. Ali Unkapanı’nın yolunu tutuyor. Fakat kimseye şarkıyı dinletemiyor. Bir gün yine Urfalı bir yapımcı, Ali’nin elinden tutuyor ve şansı açılıyor. Ali’yi, Orhan Gencebay ile tanıştırıyor. Orhan Gencebay şarkıyı çok beğeniyor ve Ali’ye bir jest yaparak albüm kaydındaki elektro bağlamayı bizzat kendisi çalarak destek veriyor. Ali ve şarkısı o günden sonra büyük ses getiriyor. Ali o sevdiği kızın kendisine ettiği hakareti unutmayıp adını “Sokak çocuğu Ali” olarak lanse ediyor. Sonraki albümlerinde Ali’ye vokalistlik yapmak isteyen birçok genç kız birbiriyle yarışıyor. Bu kızlardan ikisi sonradan meşhur olan iki güçlü ses Nükhet Duru ve Esengül. Ali Toprak ve vokalistleri Nükhet Duru ve Esengül gittikleri her yerde büyük bir hayran kitlesi sayesinde 4 yıl boyunca beraber çalıştılar. Şimdilerde mütevazı bir hayat süren ve ilahi kasetleri çıkaran Ali Toprak Şanlıurfa’da yaşıyor. Kanada’da hastaneye kaldırılan ve hayatını kaybeden usta sanatçı Erkin Koray’ın şarkısı “Çöpçüler”in yazarı Ali Toprak sanatçı ile olan anısını anlattı. Erkin Koray ile adeta özdeşleşen şarkıyı 52 yıl önce yazdığını söyleyen Toprak, kendisinin de aynı şarkıyı seslendirdiğini belirtti. Toprak ” Allah rahmet eylesin. Çok iyi bir sanatçıydı. Çöpçüler şarkısını gerçekten çok iyi seslendirdi ve adeta ona yapıştı. Çöpçüler artık yetim kaldı” dedi. Kendisi de o dönemde şarkıcılık yapan ve ” Sokak Çocuğu Ali ” ismiyle müzik dünyasına adım atan Toprak ” Çöpçüler şarkısını seslendirdi. NOT: Takipçilerimizden Ziya Yalçın bey “Çöpçüler” şarkısının 300 bestesi olan abisi Şentürk Yalçın’a ait olduğunu daha önce beyan etmiş. Şentürk Yalçın Adana 6. Kolordu Bando bölüğünde asker arkadaşı olan Ali Toprak’a bu şarkıyı hediye etmiş, o da plak yapıp kendi ismiyle lanse ettirmiş… ALİNTI

 
Yorum yapın

Yazan: 12 Ağustos 2023 in Uncategorized

 

“Yeş mamod, yeş kavod” “PARAN VARSA, İTİBARIN DA VARDIR.”

08.08.2023- Ercan CEYLAN

BİR YAHUDİ HİKAYESİ

Bugün bir hikaye paylaşımı yaptım, adına insanlık dediğimiz olgunun çivisi çıkmış diye, şimdi bu hikaye tamda onu doğrular bir hikaye okumanızı öneririm…

PARAN VARSA, İTİBARIN DA VARDIR

Gençliğimde Şişhane’de, “Sarı Madam” adında bir kahve vardı. İnsanlar oraya gelir, oyun oynardı. Aileler de gelir çay içer, simit yer, sohbet ederdi. Çok güzel bir Haliç manzarası vardı. Şişhane’den Hasköy’e dönen köşedeydi. Eskiden kahvenin anlamı, sadece oyun oynanan yer olmaktan çok uzaktı, tam anlamıyla sosyal bir ortamdı. Kaçamak sigara içmek için de çoğu zaman oraya giderdik..

Bir gün oranın müdavimlerinden Şapat diye bir bey geldi. Biz de yandaki masada arkadaşlarla oturmuş, çay içiyorduk. Adamın orta halli bir görüntüsü vardı ama sıkıntılı olduğu her halinden belliydi. Arkadaşları da bu durumu fark etmiş olacak ki, içlerinden biri, “Hayrola Şapat, bir derdin mi var?” dedi.

“Sormayın…”. İlk bulduğu boş sandalyeye çökercesine oturdu.

“Anlat be Şapat.” Adam anlatmaya başladı. Yanımızdaki masada oturduğu için anlattıklarını bir bir duyuyorduk.

“Benim dört tane dairem vardı. Bankada param vardı. Karımdan kalan ufak tefek birkaç mücevher de vardı. İki kızımı ve damatlarımı çağırdım ve ‘Bunları size taksim edeyim, sonra birinizin evinde kalırım, yalnız yaşamak istemiyorum,’ dedim. Yaptım da. Her şeyimi onlara verdim. İki kızımda birer yıl kalacaktım, böyle konuşmuştuk. Baştan her şey yolunda gitti. Sonra bu anlaşma aylara, haftalara, şimdi de günlere indi. İkisi de kendi düzenleri bozulduğu için beni evinde istemiyor. Anlayacağınız, beni kapının önüne koyacaklar.”

İshak Efendi diye bir adam, “Bu mudur senin bütün derdin?” dedi ; “Sen merak etme, yarın sabah burada buluşalım, senin derdini çözeceğim.”

Biz olanları sonradan kahvenin sahibine sorarak öğrendik. Zavallı amcanın sonunu çok merak etmiştik. Bu iki amca, ertesi gün buluşmuş, İshak Efendi cebinden bir anahtar çıkarmış ve Şapat’a vermiş. Bu bir banka kasası anahtarıymış ve üstünde “OB” harfleriyle bir de numara varmış. “OB”, Osmanlı Bankası’nın kısaltmasıydı. Bankanın itibarı da çok büyüktü.

“Bak, bu anahtarı hangi kızının evinde daha çok kalmak istiyorsan o evde kaybetmiş gibi yapacaksın. Dikkat et de nereye attığını unutma. Sonra ‘anahtarım kayboldu’ diye ortalığı ayağa kaldıracak, sonra da bulacaksın. Kızın sana ‘Bu ne anahtarı?’ diye sorduğunda, ‘Ne anahtarı olacak, kasa anahtarı. Sen bütün varlığımı size verdiğimi mi zannediyorsun? Paralarım, tahvillerim, banka kasasında duruyor. Kimin evinde ölürsem, anahtar ve kalan servetim onun olacak. Kafamdaki plan bu’ diyeceksin.”

Şapat Bey, İshak Efendi’nin bütün dediklerini yapmış ve sonradan takip ettiğimize göre de küçük kızının evinde krallar gibi yaşayıp ölmüş. Öldükten sonra kızı ve damadı anahtarı alıp bankaya gitmiş. Banka da onlara, “Ne böyle bir kasa numaramız var, ne de böyle bir anahtarımız,” demiş.

Şapat Bey bir de yazı bırakmış ardından : “Sizi ancak böyle adam edebilirdim!”

İbranice bir söz : “Yeş mamod, yeş kavod” ; Yani : “PARAN VARSA, İTİBARIN DA VARDIR.”

 
Yorum yapın

Yazan: 08 Ağustos 2023 in Uncategorized

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

Wilhelm Von Rubruck’un SİNOP GEZİSİ “YIL 1253-55”

05.04.2023- Süreyya Eroğlu-A. Alev Direr Akhan- Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2013 17 (1): 257-272

Resim 2: Jules Laurens, Sinop

  1. bölüm13. ile 15. yüzyıllar arasında yazılmış seyahatnameler;


Sinop adının geçtiği en erken tarihli seyahatname, Wilhelm Von Rubruck’un 1253-55 yılları arasında Moğolistan’a yaptığı

seyahatini anlattığı eserdir (resim:1).

Rubruck, detaylı bir Sinop tasviri yapmaz, sadece genel bilgiler vermekle yetinir.

“Majestelerine bildiririm ki,1253 senesi, Mayıs ayının yedisinde, Mare Majus ya da Büyük Deniz diye bilinen Pontus Denizi’ne

girdim. Tücccarlardan öğrendiğim kadarı ile 1400 mil uzunluğundadır ve ortalarına yakın bir yerde kuzey ve güney olmak üzere 2

bölümdür. Güneyde Selçuklu Sultanının bir kalesi ve limanı olan Sinopolis, kuzeyde ise şimdilerde Latinlerin

Gazaria adını verdikleri bir bölge vardır. Ancak Yunanlıların kıyı bölgelerini istilasından sonra bu bölgeye Cesaria anlamında

Cassaria denilmektedir. Burada güneydeki Sinopolise doğru bir çok burun bulunmaktadır. Cesaria ve Sinopolis arası 300 mildir,

her iki şehir, Constantinapole’e 700 mil mesafede bulunmaktadır, yine doğuda İberya’ya yani Georgia ya 700 mil uzaklık vardır.

(5) cümleleriyle izlenimlerini aktarır.

ARAŞTIRMA: Yaşar SARIKAYA

5) “Be it known then to your Sacred Majesty that in the year of our Lord one thousand two hundred and
fifty-three, on the Nones of May (7th May), I entered the Sea of Pontus, which is commonly called
Mare Majus, or the Greater Sea, and it is one thousand four hundred miles in length, as I learnt from
merchants, and is divided as it were into two parts. For about the middle of it there are two points of
land, the one in the north and the other in the south. That which is in the south is called Sinopolis, and
is a fortress and a port of the Soldan of Turkia [=the Seljuk sultan of Rum]; while that which is in the
north is a certain province now called by the Latins Gazaria [=Khazaria; the modern Crimea], but by
the Greeks who inhabit along its sea coast it is called Cassaria, which is Cesaria. And there are certain
promontories projecting out into the sea to the south toward Sinopolis; and there are three hundred
miles between Sinopolis and Cassaria, and so there are seven hundred miles from these points to
Constantinople in length and breadth, and seven hundred to the east, which is Hyberia” [=Iberia],
that is to say, the province of Georgia.” Bkz. Rubruck, F.W. (1990) . His Journey to the Court of the
Great Khan Möngke, 1253-1255, London

 
Yorum yapın

Yazan: 05 Nisan 2023 in Uncategorized

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,