RSS

Aylık arşivler: Mart 2024

FOTOĞRAFINI ALAMADI ŞEHİT OLDU FOTO VİTRİNDE KALDI

31.03.2024- Can TEOMAN

2010’lu yılların başıydı yanılmıyorsam , donanma kenti Gölcük’te sıradan, sakin, sisli puslu bir ilkbahar sabahında oltacı dükkanı bakıyorum, bazen büyük şehirlerde bulunmayan işe yarar basit bir ürün küçük yerlerde çıkabiliyor karşınıza ,

Ulu Önder Atatürk’ün naaşını Sarayburnu’ndan Kocaeli petrol iskelesine nakleden efsanevi drednot Yavuz Zırhlısı’nın pirinç pervanesinin sokak başını tuttuğu anayoldan sahile kadar uzanan Donanma Caddesi’nde sağa sola bakarak yürürken üç beş dükandan ibaret küçük bir pasajın caddeye bakan köşesinde kendi halinde bir fotoğrafçı dükkanının vitrinindeki büyütülmüş vesikalık fotoğraf dikkatimi çekti.

Denizci üniformalı genç bir bahriye subayının görselleştirildiği , sararmamış lakin solgun ,o günün imkanlarıyla olsa gerek , ince bir rötuş görmüş ,oymalı ağaç kalin çerçeve içinde , epeyce eski görüntülenmesine rağmen iyi korunmuş ,1953 tarihli fotoğrafa takıldım kaldım.

Merak işte ! şeytan dürttü derler ya ,sormakla sormamak arasında gidip gelirken , karşılaşabileceğim olası bir tepkiyi de peşinen kabullenerek karartttım gözümü daldım dükkandan içeri.

70-80 yaş aralığında tahmin ettiğim bir amca gazetesini okuyor , görmüş geçirmiş bir ihtiyar gibi geldi bana , rahatladım biraz, yanılmamışım buyur etti , amca dedim , eğer mümkünse bir şey öğrenmek istiyorum , vitrinde bir fotoğraf gördüm , kimdir fotograftaki bahriyeli ? tanıdık mı ? Bir yakınınız mı ? Var mı bir hatırası ?

Gazetesini katladı , kenara koydu , hafifçe tebessüm ederek şaşkın bir edayla başını kaldırdı , kalın çerçeveli gözlüklerinin üzerinden bakarken gözlerinin nemlendiğini hissetmedim desem yalan olur , pişman oldum sorduğuma ama yapacak bir şey yok , çıktı ağızdan , sormus bulundum bir kere.

Niye merak ettin ? dedi , merak işte amca dedim ,anlam veremediğim bir güç çekti beni , istemiyorsan seni üzecekse anlatma dedim , otur dedi , bir tabure uzattı , vaktin varsa anlatayım ,anlatayım da hayretler içinde bıraktın beni be evlat , bu fotoğraf neredeyse benimle yaşıt ve bugüne kadar da senden başka hiç kimse merak edip sormadı hikayesini.

Diyafon’dan çay ocağına seslendi ” Oğlum bize iki çay gönder ” benimki mümkünse ıhlamur olsun amca dedim , derin bir iç çekişten sonra başladı anlatmaya biraz da titrek ses tonuyla:

” Atalarımız Kafkasya’dan göç etmişler buralara , Tatarköy’e yerleşmişiz şimdiki ismi İhsaniye’dir , aslen Çerkes’iz , ben o zamanlar küçüğüm , Gölcük’teki tek fotografçı dükkanı bizimdi o tarihte , okul ziliyle beraber öğleden sonraları babama yardım ediyorum , getir götür işleri iste , dün gibi gözümün önünde , bir gün sırmaları pırıl pırıl apoletleriyle üzerinde Denizci Üniformali bir bahriye subayı geldi dükkana fotoğraf çektirmek istediğini söyledi , heyecan içindeydi , acelesi vardı , Babam Ne bu telaş kumandan nereye yetişeceksin ? diye sorduğunda , bir kaç saat içinde tatbikat icin palamar çözeceğiz , yeni mezunum bu da ilk görevim acelem ondandır dedi , bir kaç poz fotoğrafını çektik ,ödemesini yaptı ,üç gün sonra dönüyorum , döndükten sonra alırım dedi ve çıktı gitti , bir daha hiç gelmedi O bahriyeli her gün sorar dururdu babam geldi mi ? diye ama ne gelen vardı ne giden , biz fotografı büyütüp vitrine koyduk , belki unutmuştur dükkanın önünden geçerse hatırlar diye düşündük , hep vitrindeydi , hiç kaldırmadık , epeyce bir zaman geçti , günlerden bir gün dükkan kapısının önünde biri içeri eğilerek ,fotoğraftaki subay aileden mi ? diye sordu , değil diye yanıtladı babam , bir süre önce çektirdi üç gün sonra gelip alacaktı hayli zaman oldu almadı , tanıdıksa siz verirmisiniz ? diyecek oldu , hiç gelmeyecek , cevabını alınca kısa bir şaşkınlık yaşadık babamla , göz göze geldik , akabinde aydınlığa kavuştu alınmayan fotografin sırrı , işte o zaman öğrendik ki bu genç deniz subayı , TCG DUMLUPINAR DENİZALTI’sinda şehit olan stajyer subay Güverte Teğmen BÜLENT ORKUNT ‘muş , soran da sınıf arkadaşı imiş , bizim için değeri daha da arttı daha bir anlam kazandı sahibini bulmayan o fotoğraf , işte o gün bu gündür bu dükkanın esas sahibi bu solgun fotograftır , bizim bir parçamızdır , dükkanın koruyucu azizi gibidir , herşey değişir , o fotoğraf daima aynı yerinde durur , çok gelip gittiler fotoğraf için doğrusunu istersen , donanmaya vermek gelmedi içimizden , bir baskısını sınıf arkadaşı eliyle ailesine ulaştırdık , daha ne kadar yaşarım bu işi yaparim bilmiyorum lakin nefes aldığım sürece bu fotoğraf benim diğer yarımdır , bende derin iz birakan çocukluğumun trajedisidir diyerek tamamladı anlatmasını.

Soğumaya yüz tutmus çayından bir yudum aldı , ayağa kalktı döndü arkasını , sol eliyle gözlüğünü kaldırdı alnına dayadı , sağ elinin tersiyle yanaklarından süzülen iki damla gözyaşını silerek sözde saklamaya çalıştı hüznünü benden ama nafile ben çoktan funda etmiştim sol yanimdaki iskele demirini.

Oysa 01 Nisan 1953 günü saatler 16h00’yi gösterdiğinde , Gölcük Ana Deniz Üs Komutanligi’ndan Komodor Forsunu çekip avara olurken içlerinden sadece beşinin geri dönebileceğini akıllarına bile getirmemişlerdi.

” VATAN SAĞOLSUN ” diyerek metanetle kocaman yürekleriyle veda ettiler , dillerinde Ege’nin o güzel türküsüyle ” Ah bir ataş ver cigaramı yakayım “

Ebedi seyirlerinizde pruvanız neta , rotanızda selametler olsun , cennet rüzgarlari kolayınıza gelsin ,

VATAN SİZLERE MİNNETTARDIR !

Can Teoman’dan ALINTIDIR.
İsa Safter Gözler

KÜLTÜR MERAK GRUBU-Saadet DAL

 
Yorum yapın

Yazan: 31 Mart 2024 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , ,

AY- NUR ve EKMEK VERMECE-1960’LAR SİNOP VE ÇOCUK

30.03.2024- Tufan BİLGİLİ

Yıl 1969… Sinop her zamanki dingin yazını yaşıyor…

Haziran ayıyla birlikte Sinop’ta pek de keyifli yaşanmayan ilkbahar bitmiş, Sinop’un –gerçek- yazı başlamıştı. Sinoplu gündüz; takalarla taşındığı Bahçeler, Yuvam, Öztürkler, Mobil, Karakum’ plajlarında ; akşam üzerlerinde, iskelede, parkta, aşıklar caddesinde; akşamları da çay bahçeleri ve yazlık sinema bahçelerinde yazın tadını çıkarıyordu.

Sinopludan farklı olarak çocukları da Denizden ve futboldan artakalan zamanlarda popüler oyunlarına / belki de kentteki –radarda görevli- Amerikalıların da etkisiyle ‘ekmek vermece’ oyunu da katmışlardı.

Oyun Amerikalıların beyzbol oyununun yerli versiyonuydu. Yalnızca atıcının elinde sopa, karşılayıcıların elinde eldivenleri yoktu. Oyun için bir sokak, yumruk büyüklüğünde lastik top ile iki iri taş yetiyordu. Çocuklar en az üçer kişilik iki guruba ayrılıyor, ebe olan gurup bir kişiyi ,kale denilen ortasında irice bir taş olan çemberin yanında bırakıyor. Diğerleri kaleden on beş, yirmi metre uzağa konulan iki taşın arasında yer tutuyorlar. Böylece kale ve taşlar bir üçgen oluşturuyor. Ebe elindeki lastik topu havaya atıyor. Rakip oyunculardan sırada olan havaya atılan topu yumruğu ile vurarak ebelerin/taşların olduğu yöne doğru savuruyor. En Çok üç kez vurma hakkı var. Vuruşu yaptıktan sonra mevcut taşlara koşarak ulaşma çabasına girişiyor. Ebe oyuncuları ise rakip taşlara ulaşmadan topu kısa sürede kaledeki arkadaşlarına ulaştırıp kalenin taşına değdirerek taşlara veya kaleye ulaşmadan rakibi elemeye dayalı bir oyundu.

….

Çocuklar mahalle aralarında Amerikan oyunu oynarken Amerikalılar da dünya insanını hayrete düşürecek bir başka oyunu oynuyordu…

Sinemadan sonra Sinop halkının en popüler kültürlenme, haber alma ve eğlence aracı radyolar:16 Temmuz günü Florida’nın Merritt Island kasabasında bulunan Kennedy Uzay Merkezi’nden Saturn V tarafından fırlatılan Apollo 11, NASA’nın Apollo projesinin beşinci insanlı uçuşuyla önce Ay çevresinde uçtuğunu; biri Dünya yörüngesinde olmak üzere Ay’a iniş manevralarını gerçekleştirdiğini : Ayın 21’inde de uzay aracındaki üç astronottan ikisinin Armstrong ve Aldrin’in Ay’ın Dünya’ya bakan tarafında Ay’a ineceklerini duyuruyordu.

Bilim çevrelerinde çok önemli sayılan heyecanla takip edilen bu olay Sinoplunun kendisini çok da ilgilendirmeyen sinema filmi izler gibi izlediği bir olaydı.

Çocuğun çevresinde de ortalama Sinoplunun yaşadığı gibi izleniyordu olay. Çocuk, radyodan izlediği bu durumu arkadaşlarıyla çok tartışmasa da ciddiye alıyordu.

Da… Tekelde muhasebecilik yapan amcasının arkadaşlarıyla konuyu tartışma biçimi ona tuhaf geliyordu. Kısa boylu, şişmanca, her zaman kısa kesili saçları yarı dökük, sempatik, zamanının okumuşlarından sayılan -orta okulu bitirmiş- Mustafa Amcası: Amerikalıların Ay’a gitmelerinin senaryodan ibaret olduğunu, Aya gidilmesinin mümkün olmadığını, çünkü Ay’ın bir nesne değil, bir nur,ışık olduğunu; Kuran’ın bunu böyle yazdığını iddia ediyordu. Bu iddiasını yine de çok yüksek sesle seslendirmiyordu. Yakın çalışma arkadaşları Müdür’ü Orhan (Tokça), Ambar Memuru Hakkı (Sönmez) Mübaya memuru Hasan (Özyürük) de konu ile ilgili net tavırlarını belli etmiyorlar, idare-i maslahat bir politika izliyorlardı. Böyle bir iklimde Mustafa Amca pek taraftar bulmamakla birlikte yine de keskin bir muhalefet ile karşılaşmamasının da rahatını yaşıyordu. Bir istisnası satışa bakan Öcal(Karabey) net tavır koyarak yaşananın insanlığın geldiği bilimsel gelişme olduğunu söylüyordu.

Ancak Artık orta okulda okuyan Çocuk, işittiklerinin doğruluğundan şüphe duymamakla birlikte bu düşüncelerini muhafazakar aile büyükleriyle paylaşmaya cesaret edemiyordu.

Nihayet Apollo’nun astronotları Neil Armstrong ve Buzz Aldrin’in 20 Temmuz 1969 günü saat 20:18’de (EEZ) Ay yüzeyine inmeleri; İnişten altı saat sonra 21 Temmuz günü 01:56’da (EEZ) Armstrong ay yüzeyine adım atamaları radyodan naklen yayımlandı. Ay’a ayak basarken, Armstrong “[bir] insan için küçük, insanlık için büyük bir adım” ifadesini anında Türkçeye çevrildi.

Bilim dünyasında fırlatılan yaratan, insanlığa yeni bir dünyanın yolunu açan bu olay Çocuk’un çevresinde de farklı insanlarda farklı heyecanlar uyandırmıştı. Ancak Mustafa Amca’nın itikadında bir sarsıntı söz konusu değildi. ‘Ay, nurdu ve üzerine inilip, basılamazdı. Tüm bunlar Amerikalıların oyunuydu.

Amerikalılar oyun oynarlar da bizimkiler boş dururlar mı? Parktaki teypte dönen; Hakkı Bulut’un o yıl moda olmuş ‘İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız’ şarkısıyla da bizimkiler oynayıp duruyordu…

 
Yorum yapın

Yazan: 30 Mart 2024 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , ,

SİNOP YERLİ AĞIZLARINI BELİRLEYEN GENEL ÖZELLİKLER

29.03.2024-Doç. Dr. Ergün ACAR

Çalışmanın tamamının linki aşağıdadır, bu gün bir bölümünü paylaşıyoruz:

2. SİNOP YERLİ AĞIZLARININ ORTAK ÖZELLİKLERİ

Ön damak ‘k’ ve ‘g’ ünsüzlerinin boğumlanma noktaları geriye kayarken yanındaki ince ünlülerin boğumlanma noktalarının da geriye kayması Sinop Yerli Ağızlarının en karakteristik özelliklerinden birisidir: ḵómür “kömür” (Erfelek-Hürremşah), ḵúrek “kürek” (Sinop-Oğuzeli), ḵúçücúḵ “küçücük” (Ayancık-Dolay), ḵóyden “köyden” (Saraydüzü-Bahşaşlı), ḵóḵúnden “kökünden” (Dikmen-Sarayköy), ḵófte “köfte” (Boyabat-Hıdırlı), ḵóçekler “köçekler” (Ayancık-Yenikonak), ḵóprü “köprü” (Erfelek-Soğucalı), şúḵúr “şükür” (Gerze-Bolalı); gúl “gül” (Erfelek-Soğucalı),

Gúdeller_ idi“güderlerdi” Gerze-Yamacık), gómdüle “gömdüler” (Dikmen-Sarayköy), gúzel “güzel” (Merkez- Oğuzeli), gúzüne “güzine” (Durağan-Yağbasan), …

Düzlük-yuvarlaklık uyumu bakımından Eski Anadolu Türkçesinin devamını sürdüren yöre ağızları bu yönüyle
yazı dilinden farklı olarak uyum dışı bir yapı sergilemiştir: ġaşuḳ “kaşık” (Erfelek-Kazmasökü), temüzce “temizce”
(Saraydüzü-Asarcıkkayalı), yayuḳ “yayık” (Ayancık-Yenikonak), yasduḳ “yastık” (Gerze-Bolalı), bellü “belli”
(Boyabat-Bürüm), …
Yöre ağızlarında ilerleyici ünlü benzeşmesi gerileyici benzeşmeye oranla daha yaygın ve kurallıdır: ezen
“ezan” (Boyabat-Hıdırlı), lire “lira” (Türkeli-Merkez), ataş “ateş” (Erfelek-Şerefiye), eli “Ali” (Gerze-Bolalı), mēni
“mani” (Durağan-Yağbasan), esger “asker” (Merkez-Hacıoğlu), baçça “bahçe” (Dikmen-Göllü), …
Ünsüz düşmesi (ğ, ġ, h, ḥ, k, ḳ, l, r, n, v, y), erimesi, hece kaynaşması ve ünlü karşılaşması sebebiyle uzun
ünlüler oluşmuştur:
Ünsüz düşmesi: āmed “Ahmet” (Erfelek-Şerefiye), āşam “akşam”, vā “var” (Ayancık-Yenikonak), ġāḳamadı
“kalkamadı” (Merkez-Hacıoğlu), būday “buğday”, ġāri “gayri” (Saraydüzü-Asarcıkkayalı), ēlence “eğlence” (Durağan-
Yağbasan), mēmed “Mehmet” (Erfelek-Soğucalı), bēki “belki” (Gerze-Bolalı), …
Hece kaynaşması: yapmā “yapmaya” (Durağan-Kuz), böl{müze “bölüğümüze” (Merkez-Kılıçlı), temüzl{mü
“temizliğimi” (Erfelek-Şerefiye), büş{rüz “pişiririz” (Türkeli-Paşalı), gitmē “gitmeye” (Erfelek-Ormantepe), ekmē
“ekmeğe” (Gerze-Bolalı), asgellm “askerliği” (Ayancık-Tepecik), dedmmiz “dediğimiz” (Saraydüzü-Merkez), …
Damaklı /ñ/ ünsüzünün düşmesiyle (-ñ->-ġ/ğ->-ø-) yan yana gelen iki ünlünün kaynaşması sonucu şahıs
zamirlerinde /a/ ünlüsü uzar: sā “sana” (Saraydüzü-Asarcıkkayalı), bā “bana” (Erfelek-Şerefiye), …
Ünlü karşılaşması: annāne “anneanne” (Merkez-Hacıoğlu), sāt “saat” (Erfelek-Tatlıca), …
Ayrıca alıntı kelimelerdeki asli uzunluklar korunmuştur: helmme “Halime” (Durağan-Yağbasan), mmde “mide
(Ayancık-Dolay) nūman “Numan” (Boyabat-Hıdırlı), …
-aġu, -egü ses birliği sistemli olarak uzun -/o/’ya dönüşmüştür: yapō “yapağı” (Boyabat-Aşıklı), ġaşō “kaşağı”
(Türkeli-Gökçealan), namazlō “namazlağı” (Boyabat-Ardıç), buzō “buzağı” (Ayancık-Kızılcakaya), ġırō “kırağı”
(Durağan-Olucak), …
İç seste -/ç/->-/ş/- ünsüz sızıcılaşması daha çok kapalı hecenin son sesinde görülür: geşlik “gençlik” (Türkeli-
Paşalı), saşdım “saçtım” (Ayancık-Sansar), #óşdü “göçtü” (Erfelek-Tatlıca), uşları “uçları” (Gerze-Gürsökü), aşdım
“açtım” (Durağan-Sarıyar), …
İç seste -nl->-nn- ilerleyici ünsüz benzeşmesiyle –rl->-ll- gerileyici ünsüz benzeşmeleri oldukça sistemlidir:
unnara “onlara” (Dikmen-Dağköy), idmannara “idmanlara” (Saraydüzü-Karaçaygöleti), ġarannuḳ “karanlık”
(Boyabat-Çeşnigir), şennik “şenlik” (Boyabat-Ören); billikde “birlikte” (Durağan-Alpaşalı), talla “tarla” (Dikmen-
Büyükkızık), atalla “atarlar” (Ayancık-Hatip), …
Kelime bünyesinde ya da kök-ek birleşmelerinde yan yana gelen iki ünsüzden ilki tonsuz olsa bile yazı dilinin
tersine ikinci ses tonsuzlaşma kuralına aykırı bir durum sergiler: açduo “açtık” (Boyabat-Bölüklü), ġuraḳda “kurakta”
(Dikmen-Dudaş), yapdım “yaptım” (Gerze-Sarıyer), gitdi “gitti” (Merkez-Yalıköy), …
/c/, /ç/, /s/, /ş/, /y/ ünsüzlerinin, ünlüleri daraltma ve inceltme etkileri vardır: çıÑırıvi “çağırıver” (Boyabat-
Kurusaray), tencirede “tencerede” (Ayancık-Türkmen), siyrek “seyrek”, (Durağan-Olucak), şiy “şey” (Türkeli-Alagöz),
orıya “oraya” (Merkez-Hacıoğlu), …
Ön seste /h/- ünsüz türemesi bazı sözcükler için karakteristiktir: helbet “elbette” (Boyabat-Yenicamili),
hambara “ambara” (Saraydüzü-Bahşaşlı), havya “ayva” (Dikmen-Saray), hevlüye “avluya” (Ayancık-Sansar), havlu
“avlu” (Erfelek-Ormantepe), …
/r/ ve /l/ sesleriyle başlayan kelimelerde ünlü türemesi düzenli ve kurallıdır: ırast “rast” (Boyabat-Bengübelen),
ıras “rast” (Durağan-Kuz), ıraslamadım “rastlamadım” (Dikmen-Saray), ırahmet “rahmet” (Saraydüzü-Bahşaşlı), ılaf
“laf” (Erfelek-Hürremşah), ilimanda “limanda” (Ayancık-Tepecik), ilāzım “lazım” (Türkeli-Paşalı), ilahana “lahana”
(Türkeli-Yapraklı), ilimon “limon” (Merkez-Kılıçlı), ilyanda “leğende” (Merkez-Alasökü), …
/r/ sesi genelde düşmektedir: va “var” (Boyabat-Bölüklü), gelü “gelir” (Durağan-Olucak), yapalla “yaparlar”
(Erfelek-Emirhalil), çocuḳla “çocuklar” (Dikmen-Saray), saldumuşdu “saldırmıştır” (Türkeli-Işıklı), alıvi “alıver”
(Saraydüzü-Bahşaşlı), …
–dır, -dir, -dur, -dür bildirme kipinin –/r/ ünsüzü düşer ve ünlüsü yuvarlaklaşır: vadu “vardır” (Ayancık-
Tepecik), açdu “açtır” (Türkeli-Yeşiloba), senedü “senedir” (Boyabat-İmamlı), iyidü “iyidir” (Dikmen-Göllü), …
i- cevheri fiili kendini muhafaza eder: varÃıdı “vardı” (Boyabat-Tekke), gelmişÃidi “gelmişti” (Durağan-
Sofular), #úzelÃidi “güzeldi” (Dikmen-Akçakese), açÃısañız “açsanız” (Gerze-Yamacık), …
Ön seste /k/->/g/-, /ḳ/->/ġ/-, /t/->/d/-, /p/->/b/-, /s/->/z/- tonlulaşması sistemli olarak görülür: ġadun “kadın”
(Merkez-Hıdırlı), ġomşu “komşu” (Gerze-Yamacık); gendüm “kendim” (Erfelek-Şerefiye), gene “kene” (Türkeli-
Merkez); daş “taş” (Durağan-Gölalan), dadlu “tatlı” (Boyabat-Hıdırlı), daşıtdudum “taşıttırdım” (Türkeli-Merkez); bide
“pide” (Türkeli-Paşalı), besdil “pestil” (Türkeli-Yazıcı); zerfoş “serhoş” (Durağan-Olucak), zebze “sebze” (Dikmen-
Saray), zoba “soba” (Boyabat-Aşıklı), .

Çalışmanın tamamını okumak isteyenler için:

BİLKE YORUM: Sinop köylerinde dağınık yerleşim hakimdir. Bir köyde iki üç haneli mahalleler vardır. Göç yolları göz önünde bulundurulduğunda, göçlerin grup grup yapıldığı anlaşılır. Bu kültürlere yansımaktadır. Bilimsel çalışmaları paylaşmaya devam ediyoruz. Hocamıza teşekkürler.


 

Etiketler: , , , ,

İSKENDERİYELİ HYPATİA

28.03.2024- Mehmet Fatih IŞIK- Zeynep YILMAZ KURT

Antikçağın sonlarındaki en etkili bilgindir. Tarihte bilinen ilk kadın matematikçidir.
‘Özgürlüğü savunan’ ilk kadındır. (MS. 370-415)

O dönemin üniversitesi kabul edilen İskenderiye’deki Museion’da felsefe,matematik ve astronomi dersleri vermiştir. Platon ve Arisroteles’in o bölgede tanınmasını sağlamıştır.

13 ciltlik bir matematik eseri yazmıştır. Alman matematikçi ve astronomu Kepler’in
gezegensel hareket yasalarını ondan önce anlayan ve açıklamaya çalışan kişidir.İLKÇAĞ FELSEFESİ

Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Fatih IŞIK-Bilim İnsanı ve Bir Filozof Olarak Hypatia-OAD

ÖZ– Bilim, sanat, felsefe edebiyat ya da başka disiplin alanlarındaki çalışmalar toplumların ortak mirasıdır ve bu tür çalışmalarda erkekler kadar kadınlar da katkı sunmuşlardır. Ancak çoğu zaman düşünce tarihinde ya da toplumlarda hâkim olan cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan algısal ve tutumsal tabulardan dolayı kadınların sözü edilen alanlardaki katkıları ve çabaları görmezden gelinmiştir.

Oysa düşünce tarihinde başta bilim ve felsefe alanları olmak üzere çeşitli alanlarda başarılarıyla ve yaptıkları katkılarla isimlerinden söz ettiren yüzlerce bilim insanı ve filozof kadından söz etmek mümkündür. Kuşkusuz bu kadınlardan biri de İskenderiyeli Hypatia’dır. İskenderiye Okulu’nun ekollerinden biri olan Yeni-Platonculuk anlayışının en önemli temsilcilerinden biri olan Hypatia, kadim ve güçlü bir düşünce sisteminin eğitiminden geçmiştir.

Özellikle matematikçi ve aynı zamanda bilim insanı olan babası Theon, Hypatia’nın iyi bir eğitim alması için ayrıca çaba sarf etmiştir. Çok boyutlu (felsefe, matematik, astronomi…) bir eğitim tedrisatından geçen Hypatia, toplumda egemen olan erkek egemen anlayışa karşı yapmış olduğu cesur mücadelesiyle ve düşüncelerine olan bağlılığıyla tanınan bir filozof ve bilim insanıdır. Farklı inançlara ve düşüncelere sahip olan öğrencilere felsefe ve bilim öğretmiş olan Hypatia, sağduyulu tavrıyla yaşadığı dönemin ileri gelenlerinin dikkatlerini üzerine çekmiştir. Cesareti ve zekasıyla Platon’un ruhuna ve güzelliğiyle Afrodit’in bedenine sahip olan bir insan olarak tanımlanan Hypatia, yaşadığı dönemin etkili filozof ve bilim insanından biri olmuştur. Hypatia’nın yaşamı, bilimsel ve felsefe alanındaki çalışmaları ile tarihte bıraktığı iz, bu çalışmanın amacını
oluşturmaktadır.

Filozof Hypatia’nın Yaşamı ve Çevresi
Hypatia MS. 355/370-4156 yılları arasında İskenderiye’de yaşamıştır. Dönemin en önemli
matematikçilerinden biri olarak kabul edilen İskenderiyeli Theon’nun kızıdır ve babası Hypatia’nın
hayatında çok önemli bir yere sahiptir. İskenderiye’nin önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilen
Hypatia’nın babası Theon, matematikçi kimliğinin yanı sıra Güneş ve Ay tutulması başta olmak üzere
astronomi ve başka pek çok bilimsel konuda da çalışmaları olan bir bilim insanıdır.7
İlk eğitimini
babasından alan Hypatia, daha sonra Atina ve Roma başta matematik olmak üzere felsefe ve astronomi
alanlarında eğitimi almıştır. Sözü edilen yerlerde eğitimini tamamladıktan sonra İskenderiye’ye dönen
Hypatia, dönemin en önemli bilim merkezlerinden biri olan İskenderiye Kütüphanesi’ndeki Platon
Okulu’nda felsefe, matematik ve astronomi eğitimleriyle ilgili dersler vermeye başlamıştır. Bu okulda
eğitim verirken “Bizi birleştiren şeyler ayıran şeylerden daha fazladır. Hepimiz kardeşiz!” mottosuyla
felsefesini öğrencilerine anlatan Hypatia, din, dil, ırk ayrımı yapmadan herkesi okuluna kabul etmiştir.
O, farklılıkları bir çatışma unsuru olarak değil, “Bir”in ve birliğin farklı tezahürleri olarak görmüştür.
Dinlerin çatıştığı o karanlık çağda Hypatia, bilimi ve felsefesiyle adeta bir ışık olmuştur

Bu bağlamda Hypatia, İskenderiye Okulu’nda Hıristiyanlık, Musevilik ve Paganizm gibi farklı inanışlara sahip öğrencilerine Platon ve Aristoteles’in felsefelerini öğretmeye çalışmıştır. Burada birçok öğrenci
yetiştirmiş olan Hypatia, daha sonra Mısır valisi olan Orestes ile piskopos olan Synesius gibi kişilere de
öğretmenlik yapmıştır.

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3041469

BİLKE YORUM: MS 300 yılında doğan ve ÖZGÜRLÜĞÜ SAVUNAN İLK KADIN DİYOR Kİ: “Bizi birleştiren şeyler ayıran şeylerden daha fazladır. Hepimiz kardeşiz!” Bu mottosu, günümüze de ışık tutmaktadır. Birleştiren değerlerden kolayca uzaklaşıyor, ayıran şeyleri çok çabuk kabul ediveriyoruz. Kadınlarımızın sahip olduğu anaç özelliğe toplumun ihtiyacı var. Her kadın, bir ışık olabilir çevresine. YALNIZCA İSTESİN.

 

Etiketler: , , , , , , , ,

SİNOP RUM CEMAATİ’NİN 19.YÜZYILDAKİ SOSYAL YAPISI

27.03.2024- Doç. Dr. Cenk DEMİR

ÖZ
Her ne kadar tarihin belirli bir evresinden sonra yol ayrımına girilmiş olsa da Türklerle Rumlar uzun yıllar bir arada yaşamayı başardılar. Bu süreçte iki toplum arasındaki etkileşim, duruma göre bazen sınırlı bazense daha geniş alanda oldu. Her bölge veya şehirde bu vaziyet değişkenlik göstermiştir. Sinop’taki Türk ve Rum toplumlarının yaşanmışlıkları ise Anadolu’daki iki halkın paylaşımlarına dair asgari düzeyde fikir verecektir.

Sinop’ta Müslüman halk içkale olarak tabir edilen sur içinde yaşarken gayrimüslim haneleri surun dışında yer alıyordu. Dolayısıyla bu çalışmada surun içindekiler değil, surun dışındakiler incelendi. Bu bağlamda Sinop Rumları özelinden hareketle bir toplumun 19. yüzyıldaki demografik, içtimaî, iktisadi, dinî ve çeşitli
tarihsel vakıasına ışık tutulmaya çalışıldı. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı’nda yer alan arşiv vesikaları ile çeşitli telif ve tetkik eserler ise çalışma sırasında istifade edilen başlıca kaynaklar oldu. Ortaya çıkan bilgiler çerçevesinde Sinop kent monografisine katkı sağlanması amaçlandı.

………………………..

Sinop’taki Rum ahali şehir doğusundaki surların dışındaki mahallelerde yaşıyordu.(9) Ünal’a göre, onların sur dışına çıkarılmaları muhtemelen Türk fethinden sonra gerçekleşmiştir.(10) Ünlü Türk seyyah Evliya Çelebi’nin Sinop’a dair seyahat notlarında, 1640’ların başında kalenin içinde ve dışında olmak üzere kentte toplam 24 mahalle olduğu ifade edilmektedir. Kalenin dışında bulunan Hristiyan mahalleri
deniz kenarında yer alıyordu ve buradaki evler çok katlı, eski yapılardı. Haraç veren gayrimüslim sayısı 1.100’dü. Yaklaşık 100 gayrimüslim ise Sinop Kalesi’nin bakım ve tamiri ile görevlendirildikleri için her türlü vergiden muaftı.(11)
1654-1666 yılları arasından Halepli Paul’un Suriye, Anadolu, Karadeniz’ kıyılarındaki Balkan ülkelerine ve Rusya’ya gerçekleştirdiği seyahatinin duraklarından birisi ise Sinop’tu. Evliya Çelebi gibi Halepli Paul da Sinop’taki Hristiyan evlerinin kale surlarının dışında olduğu belirtmektedir. Buna karşılık yaz
mevsiminde Rus baskınlarına maruz kalmaktan korktuklarından dolayı birçoğunun kale içinde de evleri vardı ve yazın gelmesi ile birlikte bütün mallarını alarak kale içine taşınıyorlardı. Sinop’ta 1.000’den fazla Hristiyan aile rahat, mutlu ve güvenli bir şekilde yaşıyordu ve bu aileler, çok sayıda cariye ve erkek köleye sahipti. Her bir ailenin beş, altı ya da daha fazla sayıda cariyesi ve kölesi vardı. Şehir garnizonundaki
askerî birliklerin, papazların, kadının ve diğer devlet memurlarının maaşları gayrimüslimlerden alınan vergilerden karşılanıyordu.

Bu dönemde Rum cemaatine ait kentte 7 kilise bulunuyordu ve bunların tamamı surların dışında yer alıyordu.(13) İçlerinde Türklere ait evlerin bulunmadığı ve Sinop yarımadasının kuzeyinde yer alan Hristiyan mahallesindeki kiliselerde sabah ve akşamları çan çalıyordu.8149 Sinop’ta gayrimüslim tebaa içerisinde Rum nüfus çoğunluktaydı. Ermeniler ise sayıca az ve ekonomik açıdan yoksuldu. Ayrıca Ermenilerin, arazisi Rumlara ait olan bir de kiliseleri vardı. Halepli Paul Sinop’taki Rumların Ermenileri küçümsediklerini, Ermenilerin ibadet ettikleri kilise arazisinin Rum cemaatine ait kilise gayrimenkulü olduğu için burayı da kendilerinden almaya çalıştığını belirtmektedir. Diğer taraftan Sinop’taki Rum Ortodoks kiliseleri Amasya
Metropolitliği’ne bağlıydı. Ancak Paul’un aktardığı bilgiye göre, Amasya’daki Hristiyan cemaatin tümüyle yoksullaşması ve buradaki metropolitliğin adeta harbeye dönüşmesi nedeniyle Amasya Metropoliti uzun süreden beri Sinop’ta yaşamaktaydı.(15)

18.yüzyılın başlarında Sinop’u ziyaret eden ve Rumlar hakkında bilgi edindiğimiz bir başka seyyah ise Fransız Joseph Pitton de Tournefort’tur. Tournefort’a, bu seyahatinde bir Alman hekim ve bir Fransız ressam arkadaşı da eşlik etmişti. Ekip, 6 Mayıs 1701(16) tarihinde Sinop’a gitmek için Abana’dan yola
çıktı ve 7 Mayıs’ta Sinop’a vardı. Tournefort ziyareti sırasında, çevrede alçak bağ bulunmamasına rağmen çok iyi asma şarabı satan bir Rum’un evinde kaldı ve 10 Mayıs’ta Sinop’tan ayrılarak Gerze üzerinden doğuya doğru seyahatini sürdürdü. Fransız seyyah Sinop’a dair ilk izlenimlerinde, kentte hiçbir Yahudi’nin yaşamasına izin verilmediğini ve Rumlara güvenmeyen Türklerin, onları surların ötesinde,
savunmasız büyük bir dış mahallede oturmaya zorladığını ifade etmektedir.(17)

Tamamını okumak isteyenler aşağıdaki linkten ulaşabilir:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/831162

………..

9 15. yüzyılın ikinci yarısı ile 16 yüzyıldaki tahrir kayıtlarında yer alan Sinop kaza merkezindeki
Gayrimüslim mahallelerin isimleri şöyledir: Büyük Kilise, Aya Bedros, Ayakluca Kilise, Aya
Nikola, Tersane, Arab(lar) Pınarı ve Aya Kostandin. Bu dönemde şehirdeki toplam Rum nüfusu
ise 1487’de 815, 1530’da 1.256, 1560’da 1.070, 1582’de ise 1.425 idi. Tahrirlere göre Sinop
kaza merkezinde ve merkez kazaya bağlı köylerde yaşayan Rum nüfus hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Devrinde Sinop, Ankara 2014, s. 85, 91-97, 102-103, 106-
107, 117, 346.
10 Ünal, a.g.e., s. 95.
11 Evliya Çelebi b. Derviş Mehmed Zilli, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Haz. Zekeriya Kurşun-
Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, C: 2, İstanbul 2006, s. 44.
12 Paul of Aleppo, The Travels of Macarius, Patriarch of Antioch: Part The Ninth: Conclusion of
the Travels. Black Sea-Anatolia-Syria, Çev. F. C. Belfour, Vol: II, London 1836, , s. 427-428.

13 Bu kiliselerden ilkinin adı Konstantin (Constantine) ve Helena idi. İkincisinin ismi Müjde
(Annunciation), Üçüncü kilisenin ismi ise Aziz Nicolas (St. Nicolas)’tı. Papaz Aziz John (St.
John the Divine) isimli dördüncü kilise çok eski tarihlerde yapılmış yüksek kubbeli ve içlerinde
en eski olanıydı. Bu kilisenin yakınlarında ise Aziz Kugiaxn (St. Kugiaxn) isminde büyük yapı
ise beşinci kiliseydi. Altıncı kilisenin ismi Vaftizci Aziz Yahya (St. John the Baptist) idi. Deniz
kenarında yer alan Martir Theodor Tiron (Martyr Theodorus of Thyron) isimli kilise ise
Sinop’taki yedinci kiliseydi. Havari Aziz Andreas (St. Andrew)’ın komşu ülkeleri ziyaret
ettikten sonra Sinop’a geldiğinde, Şehit Theodor Tiron mabedinin içerisinde yer alan koltuk
şeklinde mermer bir taşa oturduğu rivayet edilmekteydi. Aynı zamanda bu kilisede Sinoplu Aziz
Fokas’ın (St. Foka/St.Phocas) mezarının saklı olduğuna inanılmaktaydı.
14 Ayrıca bu bölgede eski bir saray kalıntısı bulunmaktaydı. Burası Sinop’un Hristiyan imparatorlar
tarafından yönetildiği dönemden kalma bir yerdi. Bu muhteşem yapının etrafı ise
Hristiyanlara ait harabe evlerle çevriliydi. Sarayın içerisinde, Kutsal Göğe Yükseliş (the Divine
Ascension) Kilisesi adı ile anılan antik bir kilise bulunuyordu. Sinop’taki tüm kiliselerin plan
tipleri, İstanbul ve Anadolu’daki diğer kilise planlarıyla benzerlik arz etmekteydi.
15 Paul of Aleppo, a.g.e., s. 428-431.
16 Seyahatnamenin Türkçe çevirisinde Joseph de Tournefort’un 5 Mayıs’ta Abana’ya ulaştığı ve 16
Mayıs’ta Sinop’a gitmek üzere Abana’dan ayrıldığı yazmaktadır. Ayrıca 17 Mayıs’ta Sinop’a
varan Tournefort’un, daha sonra 10 Mayıs’ta Gerze’ye gitmek üzere Sinop’tan yola çıktığı ifade
edilmektedir. Burada maddi bir hatadan kaynaklı yanlış bir tarihlendirme söz konusu olabilir.
Dolayısıyla Joseph de Tournefort’un, 7-10 Mayıs tarihleri arasında Sinop’u ziyaret ettiği
düşünülmektedir.
17 Joseph Pitton de Tournefort, Tournefort Seyahatnamesi-Ege Adaları, Çev. Ali Berktay, Ed.
Stefanos Yerasimos, İstanbul 2013, ss. 46, 112-116.

    BİLKE YORUM: Sinop hakkında yapılan bilimsel çalışmalara, sitemizde her zaman yer veriyoruz. BİLİMSEL MAKALELER kategorimizden tüm akademik çalışmaları takip edebilirsiniz. Bu çalışma için Sayın Doç. Dr. Cenk DEMİR’e teşekkür ediyoruz. Sinop için yapılan her çalışma, atılan her adım değerlidir.

     

    Etiketler: , , , , , , , ,

    KENDİNDEN KENDİNE YOLCULUK

    26.03.2024- Ayşe Yaşar SARIKAYA

    Yazılarınızı nice zaman sonra okumak, kendinizden kendinize yolculuk yapmaya benziyor. Ne derin insanın iç dünyası, gez, dolaş bitmeyen sonsuzluk. Önsöz sayfaları, her sözü yerinde kullanma özenimi ve ayırdığım zamanı anımsatsa da yine eksiklerini buluyor insan.

    Sözcükler canlanıyor, arkadaşlarını seçiyor, nerede duracaklarına karar veriyorlar. Makamsal ezginin notalara uyum bilinci benzeri. Söz ettiğim önsöz sayfalarını paylaşıyorum bu gün.

     

    Etiketler: , , , , , , , ,

    HARPUT’TA HUZUR

    25.03.2024- Şafak Gündüz SARIKAYA

    Gözlerimi kapadım bir an.

    Kendimi Harput’ta buldum.

    Harput deyince aklıma önce Cevat Fehmi Başkurt’un Harput’ta bir Amerikalı eseri geliyor.

    Bu eserin adını duymuştum ama Harput neredeydi? Harput, Elazığ’ın 9 km. kuzeyinde olan antik bir kent. Ulu Cami, Harput Kalesi, Arap Mescidi gibi görülecek yerleri de var ben bundan 7 yıl önce gitmiş ve gezme şansı bulmuştum.

    Önce uçakla Bingöl’e gitmiş ama hava muhalefeti nedeniyle dönemeyen pilot Elazığ’a zorunlu iniş yapmıştı. 3 kez pas geçen ve zangır zangır sallanan bir uçağı düşünün, öyle bir hava muhalefetiydi ki; yolculardan kelime-i şehadet getiren, midesi bozulan çoğu kimseyi görünce aslında eyvah diye benim de aklından geçmedi değil o malum telaş. Hostesler de korkmuştu, önce yolcuları rahatlatırken, daha sonra hiç yerlerinden kalkmadılar. Neyse pilot kurallara uygun bir şekilde rotayı Elazığ’a çevirdi ve Elazığ’a sağ salim inmiş ve sonrasında da otobüsle Bingöl’e geçebilmiştim. Bingöl-Van-Doğubeyazıt hattında bir rota takip ettim.

    Van’daki yerel bir turla, Van Kedi Evi, Van Kalesi’ni gördükten sonra çocukluktan beri görmeyi hep arzuladığım İshak Paşa Sarayı ‘nı da bu gezi sayesinde görebildim, muhteşem bir yer. Ağrı Dağı’nı hava müsaitse görebiliyorsunuz. Ertesi gün de Akdamar Adası’nı rehberimiz sayesinde görebildik. 2017 Mayıs’ında lapa lapa karla karşılaştık. (Hakkari yolu üstünde)

    Doğu Anadolu Bölgesinde görmediğim Muş, Hakkari, Iğdır ve Ardahan illeri kaldı. Her ne kadar Muş’un içinden geçsem de inip bu şehre vakit ayırmadığım için görmemiş sayıyorum kendimi.

    Harput’a ise İstanbul’a dönüş yolunda vakit ayırabildim. O kadar gezen biri olarak yorgunluğu bir çayla atmaya çalıştım, hatta birkaç dakikalığına gözlerim kapanmış ve uyumuşum bile, aniden bir sesle uyandım, oturduğum sedirin yan tarafında bir ses düzeneği vardı. Hafiften gelen müzik tanıdıktı:

    “Sinemde bir tutuşmuş yanmış ocak olaydı, zülfün karanlığında bezme çerağ olaydı.”

    Ne hoştu Harput türküleri. Bir çay bir türkü onca yorgunluğu alıvermişti. Şimdi düşünüyorum ama sebebini bulamıyorum o kadar yer arasında neden bir Harput akılda kaldı, ve o sedirde geçirdiğim kısa zaman uzun bir zaman diliminde kalıcı oldu. Bilemiyorum. Şüphesiz ki sizin de böyle anılarınız vardır.

    Belki yeni rotam Iğdır olabilir, kim bilir?

    ŞGS

     
     

    Etiketler: , , , , , , , , , ,

    HELADAN KAÇIŞ

    24.03.2024-Muhammet ŞAKİR

    HELADAN KAÇIŞ (1)

    İnsanoğlu ilk lokmayı yediğinde onun tadını ve kokusunu sevdi. O sevdiği şeyin adını koydu. Elma dedi ona, buğday dedi, ekmek dedi.

    Elmayı yedikten sonra insanın karnı şişti. Sıkıntıya düştü. Sıkıntıyı gidermeye hacet duydu.

    Hacetini görüp sıkıntıyı içinden çıkardığında, o çıkan şeyi beğenmedi. Ondan iğrendi ve onun da adını koydu.

    Elmaya elma dedikten sonra onun adını hiç değiştirmedi. Buğdayın ve ekmeğin adını da öyle. Ama hacet anlarında içinden çıkan o kötü şeyin adını her ne koysa o kelime bir süre sonra ona kötü koktu. Kelimenin biri koktuğunda yenisine geçti. Kötü kokan kelimeden kaçışı hep sürdü.

    Ancak insan o kötü şeye ilk koyduğu ismi de hiç unutmadı. Çünkü çirkinliğin adını çirkin koymak ve onun yerini unutmamak gerekir. Şunun üstüne basma, kendine bulaştırma, demek için…

    Sen akıllısındır, onun üstüne basmazsın. Ama bu yetmez, neslini ve çevreni de ondan sakındırırsın. O yüzden çirkinliğin adını da, yerini de hem bilir hem bildirirsin. O yüzden insan o kötü şeyin ilk adını hiç unutmadı. Ama onun ilk adıyla da yetinmedi. Tarif üstüne tarif, isim üstüne isim ekledi. Kimini sırf tarif için ekledi, kimini ima, kimini şaka, kimini de nefretinin ifadesi olsun diye…

    İnsanoğlu hacetinde dışarı çıkan şeyin adını anmaktan kaçındığı kadar, hacet anlarını da hep gözlerden sakladı. Her seferinde ortaya çıkan çirkinlikten arındı ve onu ortadan kaldırdı. Tamam canım, ben insandan söz ediyorum, herkesten değil.

    İnsan, hacet anlarını saklayabilmek için, diğer insanlardan uzaklaşıp boş bir yer aradı. O boş yere helâ dedi. Zaten helâ, tenha demek, boş yer demek.

    İnsan hacetini görmek için gittiği o tenha yere helâ dediğinde, derdini kibarca anlatmış oldu. Ancak bir süre sonra o yere herkes helâ demeye başladı. Oraya herkes helâ dediğinde insana o kelime de kötü kokmaya başladı. İnsanoğlu, kedi gibi, o kelimeyi de saklayıp örtmeye girişti. Yerine de hemen yeni ve temiz bir kelime aradı, buldu.

    Ancak insanoğlunun kaçışları ve arayışları bir türlü sona ermedi. Çünkü onun eski kelimeyi atmak suretiyle kaçtığı koku, her seferinde peşinden gelip yeni koyduğu cici kelimenin üstüne bulaştı.

    Elmayı yiyene heladan kaçış yok idi.

    HELADAN KAÇIŞ (2)

    Helaya ad olsun diye kullanılan kelimeler tüm dünya dillerinin en talihsiz kelimeleridir.

    Ömürleri bence ortalama elli senedir. Kimi yüz yaşını gördü. Kimi otuzunda kaldı. Eninde sonunda hepsi kötü koktu ve çirkefe atıldı. Yerine yenisi bulundu.

    Neden öyledir? Çünkü insan hacet anlarında içinden çıkan şeyin adını imalar ve şakalarla çoğalttı. Mesela Türkçede (b) ve (k) harflerinin arasına sıkıştırdığımız şu ilk kelime asıldır, dümdüzdür, imasızdır. Bu kötü kokulu kelimeyi kullanmayalım diye onun yerine koyduğumuz kelimeler ise, o nesnenin aslına bir dokunur, bir kaçar. Kırk naz ile kömbenin etrafında dolanır. Çünkü mevzuya doğrudan girmek ayıptır bu mevzuda.

    Oysa insanoğlu elmanın, buğdayın, ekmeğin ve suyun adlarını bir kere koymuş ve sonra bir daha kurcalamamıştı. Helanın adını ise çok kurcaladı.

    Dörtyüz sene geriden başlayarak, Türklerin helâ için kullandıkları kelimeleri de biz kurcalayalım. Aşağıdaki kelimelerin bazıları eski mimarîde de kullanılan teknik kavramlar.

    AYAK YOLU: İnsanlar helâya Ayak Yolu dediler meselâ… Ne haceti anlatır bu söz, ne şu yaramaz nesneyi. İlgisizdir, alâkasızdır. Cemiyette aklına saygı duyulan bir kişi bir ara minderinden kalkarken ne için kalktığını bildirmek için “Kızanlar, ben bi ayak yoluna gidip geleyim” diye şaka yollu bu lafı etmiş olmalı. Onun bu şık buluşu, duyanlara gayet sevimli ve samimi gelmiştir. Her duyan artık o işi öyle söyler olmuştur. Aslı ima ya da şakadır.

    KADEMGÂH: Türkoğlu “ayak yolu” demeyi eskittiği zaman aynı lafın bir de Farsçasını bulup söyledi, kademgâh dedi. Bunu söyleyince de kendini çok kibar hissetti. Çünkü bin yıl kadar önce büyük şehirlerin yüksek sosyetesi arasında Farsça konuşmak yaygın idi. Farsça konuşmak değilse bile, cümlenin içine Farsça kelimeler serpiştirmek kofultuyordu o zamanki adamları. Bugünkü kolej çocuklarının Amerikalıların kemik geven ağzıyla konuşmaktan kofulması gibi.

    Hemen de başkasına kızmayın. Önce kendinize bakın. Siz televizyonunuzun sinyal alıcısına risivır demekten, elektrikli çaydanlık yerine ketıl, rendeye bilendır demekten nasıl hoşlanıyorsanız, bu tatsız tuzsuz gevintileri kendi ağzınıza nasıl yakıştırıyorsanız, eskiden de aynı ezik duyguların etkisiyle, Farisi ağzından çıkan kelimeler öyle güzel görünüyordu kibarlığın düşkünlerine. Çünkü bir memlekette ipek giysili ve sabun kokulu kadınlar hangi dili konuşuyorlarsa, o ülkede o dil makbul olur. O sıra onlar pek Türkçe konuşmuyorlardı demek ki. Farsça şiirler okuyorlar, gazeller dinliyorlardı.

    ÂBHÂNE: Bu kelime de Farsçada su odası demek. İçinde (s) ve (ç) sesleri bulunan şu meşhur Türkçe hecemiz ile hiç ilgisi yokmuş gibi. Ama başka ciddi bir anlamı da yok gibi ya, o sebepten, bu imayı duyan kişi hemen anlıyor o lafı edenin karnının şişkinliğini.

    MEMŞÂ: Bu kelime ise Arapça. Yürüme yeri ya da yürümelik demek. Kısacası ayak yolu işte. Bizim elmayı yedikten sonraki derdimiz ile Arabın hurmayı yedikten sonraki derdi aynı. Onlar da (s) ve (ç) seslerinden kurduğumuz şu sert heceyi söylemekten kaçıp böyle imalara sığınıyorlar. Muzip Türkler bunu memişâneye çevirmişler. Muhtemelen âbhâneden ilhamla icat etmişlerdir. Anlamsız bir kelime. Fakat bu işlerde attığın nesne hedefi vurduysa başka anlam aranmaz.

    KENEF: Aslı kenîf olan bu kelime de Arapça. Kanat altı, koltuk altı, kucak, bağır, sîne gibi, civcivin, yavrunun, eniğin saklanıp sığındığı yer. Korunak, sığınak. Bu kelimeyi hela anlamında kullanan ilk kişinin, Türk kafasına göre gerelti, saklantı, gölgelik gibi bir şey demek istediğini sanıyorum.

    HALÂ: Kitaplarımızda helâ diye inceltilen bu kelimenin aslı da Arapçadır ve tenha, ıssız, boş yer demektir. Hacet için en uygun yer. Bunu bizim yöreden birine tercüme ettirseler, tehne ya da tehnelik derdi. Yani tenha ya da tenhalık…

    DÂR UL FERAĞ: Boşaltım odası demek. Çok düz, çok teknik bir tarif. İması ve şakası az. Doktor lafı gibi. Ama yine de “saçmak” kelimesinin sözlükteki şu çirkin komşusundan uzak durmaya özen gösterilmiş. Bu kelime de Arapça.

    ABDESTHANE: Eğer bu kelimeyi pinçiklersek, el yıkama yeri olur ki, lavabo ile aynı anlamda. Ama abdestin dini anlamını ihmal etmememiz gerekir. Yani yine imalı bir kelime. Helaya gidişinizi “Ben kötü bir şey yapmayacağım, namaza hazırlanacağım” diye güzellemenize ya da yutturmanıza yarıyor bundaki ima.

    GEZENLEMEK: Gezenneyip gelmek dedi bir de insanoğlu. Bunu bizim yöreden bir insanoğlu söyledi. Fazla uzağa gitmeden, yakın civarda gezinmek anlamındaki bu sözlerle helaya gitmeyi ima etti.

    ÇİÇEK TOPLAMAK: Liseli ve üniversiteli bazı kızlar arasında, helâ ihtiyacı için, çömelmekten kinaye ile çiçek toplamak tabiri de kullanılırdı bizim gençliğimizde. Halâ yaşıyor mu bilmem.

    TELEFON ETMEK: Otuz yıl kadar önce “bir telefon edip gelmek” ya da “bir özel görüşme yapmak” aynı anlamda kullanılan birer ima idi. Cep telefonlarından önce sokaklarda telefon kulübeleri yaygındı. O kabine giren kişinin durumu ile şu öteki kabine giren kişinin durumu arasındaki benzerlik bu nükteli deyime ilham vermiş.

    Benim gençliğimde bizim arkadaşlar Corç Buş’a telefon ederlerdi.

    Helâ için Batı’dan aldığımız kelimeler var bir de. Ama onları ayrı yazı konusu yapalım.

    Şimdilik kabinden çıkıp temiz havada biraz gezenleyelim.

    Azcık arımlanalım. Ârâm olalım.

    HELADAN KAÇIŞ (3)

    Yüz Numaraya Terfi

    Elmayı yedikten sonraki şişkinliğimizi gidermek için gidip çömeldiğimiz tenha ve kapalı sokuntuya ad olsun diye Avrupa’dan aldığımız ilk kelime Yüznumara. Kelime Türkçe tabii. Ama anlamını Fransızlardan almışız.

    Fransızlara, siz bu helâya neden yüz numara diyorsunuz kardeşim diye sorarsan adamlar, vallahi billahi biz öyle bir şey demedik, diyorlarmış. Aslında onlar helâya yüznumara dememişler. Ama bizim oğlanlar öyle anlamışlar. Anlatalım.

    Otel, pansiyon, iş hanı, hastane, kışla ve bunlara benzer büyük binalarda, uzun yol trenlerinde ve yolcu gemilerinde odaları tarif etmek bir sorundur. Bunun için bulunan en kolay çözüm, odalara numara vermektir.

    Bu numaralandırma için iki basamaklı sayılar yetiyor çoğunlukla. Bir kattaki oda sayısı yüzü aşar mı? Eski tip yığma yapılarda pek aşmaz. Buna rağmen bu tür yapılarda üç basamaklı oda numaraları da görebiliyoruz; 113, 213, 313 gibi. O zaman baştaki numara katları gösteriyor. Şimdi modern mimaride oda sayısı zibil gibi çoğaltılabiliyor. O yüzden dört basamaklı oda numaralarına da rastlıyoruz.

    Bu tür binaların her katının bir köşesinde helâlar olur. İşte bu helâlar diğer numaralı odalarla karıştırılmasın diye Fransızlar bir akıl bulmuşlar; Helaların giriş kapısına 00 yazmışlar. Bunu San Numero diye okurlarmış. Numarasız demek. Yazılışı Sans Numero. Sans kendi dillerinden, numero İtalyancadan. İngilizce, “without number” demekle aynı şey.

    Fakat Fransızcanın bir cilvesi varmış… San Numero dediğiniz zaman bunun, ses olarak, iki ayrı anlamı olurmuş. “On davar” demekle “onda var” demenin arasındaki sesteşlik cilvesi gibi. İki lafın anlamları farklı mı? Farklı. Ama kulağın duyduğu ses aynı.

    Kafanız karıştı mı şimdi? Üzülmeyin. Sultan Abdülhamid’in Paris’e gönderdiği Jön Türklerin kafaları da karışmış o konuda.

    Birinin yazılışı, yukarıda dediğimiz gibi Sans Numero. Numarasız demek. Diğerinin yazılışı ise Cent Numero. 100 Numara demek. Ama ikisi de aynı okunuyor.

    Fakat Fransızlar helâların kapısına 00 yazarken 100 numara demek istememişler. Onlar, “Bu odanın satışı yok, bunu hesaba katmayın” demek istemişler.

    Gördüğünüz gibi, ben bu Fransızların derdini anlıyorum.

    Ama Sultan Abdülhamid’in Matematik, Fizik, Kimya, Tıp, Ziraat, Coğrafya ve Madencilik okuyup öğrensinler de sonra dönüp memleketimizi kalkındırsınlar diye Paris’e gönderdiği zehir oğlanlar, bu benim anladıklarımı o vakit anlayamamışlar:

    – San numero?

    – Vi, mösyö!

    – Ha, iyi, yani cent numero… (Neden 100 diye sormayayım şimdi. Sonra mösyö kızar.)

    San numeroyu 100 numara diye anlayan bizim oğlanlar o bilgiyle Türkiye’ye döndüklerinde, evlerindeki, okullarındaki, işyerlerindeki helânın adını da Yüz Numara yapmışlar. Öylece daha kibar olmuşlar.

    Bu kelime 1900 yılı civarında ortaya çıkmış. Gördüğünüz gibi, aslında 100 ile hiçbir ilgisi yok. Bunu 100 diye okumak bir Türk bönlüğü imiş ki, bu bönlüğe düşenlere tarihte Jön Türkler deniyor. Ya da biz hüsnüzan edelim; belki de Jön Türkler “san numero”nun anlamını gayet doğru anlamışlardı da sırf espri olsun diye onu “yüz numara” diye çevirmişlerdi. Hangisi doğru bilmem. Ama ben Necip Fazıl’ın bir kitabında bu işi böyle okumuştum.

    Kısacası Jön Türkler sayesinde milletimiz Ayak Yolu’na seferber olmaktan kurtulup Yüz Numara’ya terfi etmişler.

    HELADAN KAÇIŞ (4)

    Yüz Numaraya Tuvalet Densin Gari

    Ben küçükken benim memleketimde hacet odasının harbî adı halee idi, helâdan bozma. Ama ağır misafir yanında yüz numara demek daha uygun görülürdü.

    İlkokula başladığımızda, öğretmenimiz İbrahim Koç yüznumaraya da, haleeye de gitmeyi bize yasakladı. Sadece tuvalete gitmemize izin verdi. Demek ki öğretmenimiz de hem haleeden, hem helâdan, hem ayak yolundan, hem de yüznumaradan kaçıyordu.

    Eğitimli insanların helâya tuvalet demeleri gerekiyormuş. O gün onu anladık.

    Peki, nedir bu tuvalet?

    Yine ben küçükken kasabamızın az dışındaki Karagöz Çayırı’nda iki günlüğüne güreş meydanı kurulmuştu. Oraya gelecek kalabalığın iki günlük ihtiyacı için bir ayak yolu hazırlamışlardı. Kırk beş elli yıl önce öylesi gelgeç bir ayak yolu nasıl hazırlanır? Modern malzemeler henüz yok. Oluklu saç filan pahalı. O zaman yapacağın iş şudur: Çayırın kıyısını tarlalardan ayıran hendeğin üstüne çuldan çaputtan bir kabin gerersin. O gereltinin tabanına dört taş koyar, üstüne de üç dört tahta dizer, ortayı açık bırakırsın, işte bu. Tuvalet denen şeyin aslı da zaten çuldan çaputtan öyle bir gerelti. Yani aslında senin sandığın gibi, fayanslı, sifonlu, lavabolu, sabunlu, öyle çok modern bir köşe değil.

    Bu çuldan çaputtan helâ, meselâ inşaat ameleleri için de kurulur, arsanın uzak bir kenarına. Eski obaların da herhalde böyle gereltileri oluyormuştur. Belki Ertuğrul Bey’in otağının bitişiğinde de vardır aynısından. Ama bey çadırının bitişiğindeki koku ağır olmaz mı? Hani çadırında toy verdiği zaman rüzgârın getireceği haberi ne’tcek Beyimiz? Öyleyse belki biraz uzakta, söğütlerin altına doğru bir yerdedir o gerelti. Fakat obanınkilerden de ayrıdır bence. Yoksa Ertuğrul Bey orada kuyruğa girip Bamsı’nın kabinden çıkmasını mı beklesin?

    Şimdi gelelim tuvaletin kelime manasına. Tuvalet, aslında seyrek dokunmuş çul, çaput veya bezden kesilen parça demek. Yani işin başında helâ ile hiçbir ilgisi yok. Nasıl olmuş da helâ anlamına gelmiş peki bu çul çaput? Şimdi de ona bakalım.

    Buldan bezi ya da Şile bezi görmüşsünüzdür. Beziyle ünlü başka yerler de vardır. Nasıl da ince dokurlar o bezi, sanki gül yaprağı gibi. Nasıl da tiril tiril olur gömleği. Ama her dokunan bez öyle midir? Yok, değildir. Çuval bezi var bir de. Sanki ben dokumuşum gibi. Benden kötüsü dokursa o da harar olur.

    İşte, benim bile dokuyabileceğim kaba çuval bezine eski Romalılar tela demişler. Terziyle işi olanlar bunu bilir. Fransızlar bu lafı “tuval” diye söylemişler. Herhalde ağızları lokma doluyken söylemişlerdir de telanın tuval olması ondandır.

    Bir çerçeveye o çuval bezinden bir parça gerip üstüne de fırçayla resim çiziyorlar ya… İşte, o da tuval.

    Bu çul, çuval, çaput, bez gibi şeyleri küçümsediğimizde çulcuk, çuvalcık, çaputçuk, bezcik filan deriz hani. Fransızlar da tuvali küçümsediklerinde tuvalet diyorlar.

    17. yüzyılda kadınların giyim kuşam malzemelerinin topuna tuvalet deyip geçmişler. Herhalde, “Amaan be, hepsi çul çaput işte…” manasına öyle denmiştir.

    18. yüzyılda ise tiyatro ve müzik sahnelerinde kadınlar görülmeye başlıyor. Bu kadınlar sahnenin arkasında soyunup giyinecekler, makyaj yapacaklar. Bunun için bir köşeye çuldan, çaputtan, bezden bir perde gerilip kapatılıyor. Bu gereltinin adına da tuvalet diyorlar. Çuldan, çaputtan, bezden diye hani.

    Çulla bezle gerip perdelediğimiz yerin arkası mahrem bir yerdir, öyle değil mi? Bakmak ayıp. Kem gözlere şiş. 19. yüzyılda helâ ihtiyacı için çevrilen her türlü odacığa da tuvalet demeye başlamışlar. Sahne arkasındaki soyunma odasına benzediği içindir herhalde. Helâya çömelenin mahremiyet ihtiyacı ile sahne arkasında makyaj yapan kadının mahremiyet ihtiyacı birbirine benziyor ya. Ondan da olabilir. İki yerde de kem gözlere şiş.

    Fransızın çul çuvaldan iki günlüğüne gerediği tuvaletin adı, eskiden bizim evlerimizdeki, konaklarımızdaki, köşklerimizdeki taştan, tuğladan yapılmış bin yıllık helâyı şimdi öte yana kaktırıp onun yerine geçti.

    Konaktaki paşa kızının üstüne sahne arkalarından bulunup getirilen bir kuma gibi.

    HELADAN KAÇIŞ (5)

    Düşün Kaşın Klozettir Taşın

    Kırk elli seneden beri Türklerin hemen hemen tamamı klozeti tanıyor olmalı. Ama Türklerin tamamı onun keyfini tecrübe etmiş midir, emin değilim. Kimi evlerin banyosunda fiskos masası gibi kendine bir misafir bekler durur. Ya da yenge hanım kirliler sepetini onun üstüne koyuyordur.

    Yalnız, hastalık düşkünlük zamanlarında fikirler değişecek. Önce bir iki deneme sürüşü yapılacak. Yav, aslında fena da değilmiş denecek. Yaşlılıkta oraya adamakıllı tünenecek.

    Klozet dediğin, işte o tünek taşıdır diyorsunuz, değil mi? Ama aslında öyle değil işte.

    Kentlerde doğup büyümüş olanlarınız bilmeyecektir; Yığma tarzda inşa edilen eski nesil evlerimizin bayramlık/misafirlik bir odası vardır hani. Evin çocuklarına ve misafire bayramlık. Ama haneye bebek getiren leyleklerin kalkış ve teslim adresi de çoğu kere o odadır.

    İşte o odada kapı arkasına rastlayan duvarın içinde bir musandıra vardır. İçine yorgan döşek koyduğumuz sabit dolap. Yüklük de denir. Musandıranın uzak köşesinde boş bir kabin bulunur. O da bir çeşit dolap. Duvar içinde bir kapantı… Zemini kille kaplı ve eğer o evde halen eğleniliyorsa nemlidir. Ama eğlenenler dedeniz ile ninenizse son yıllarda orayı artık fazla ıslatmıyor olabilirler.

    İşte oranın adına yünmelik denir. Klozet dediğin de işte o dolap gibi, yünmelik gibi kapalı yerlerin Avrupa dillerindeki adı oluyor. Aslında buna kapantı desen yeri. Bunu da ben uydurdum. Ama “Cek iz on dı bilekbort” zamanlarından kalma bilgimize göre “kloz” demek kapatmak demek zaten, onu biliyorsunuz.

    Klozetin duvara gömülmüş küçük bir oda ya da bir dolap kapantısı olduğunu anladık hadi… Peki nasıl helâ olmuş bu kapantı?

    O da belli ki şöyle olmuş; Betonarme çağından önce Batılılar evlerinin bir köşesini su dökmeye müsait şekilde düzenleyip döşemişler. Bizim musandıralı evlerdeki gibi… Duvarları ve zemini killi toprakla sıvayıp su geçirmez hale getirmişler. Şöyle musandıradan biraz daha geniş bir odacığa dönüştürüp orayı kendilerine helâ edinmişler. Ama bu yeni dolaba yeni bir ad aramamışlar. Onun yerine eskiden bildikleri klozet lafını buna da yamayıp devam etmişler.

    Öyle olunca, eskiden duvardaki gömme dolabın adı olan klozet, zamanla artık helânın adı olmuş. Dikkat ettiyseniz klozetin adı helânın içindeki delikli taşın şekline dayanmıyor. İster çömelme taşı koysunlar ister tünek taşı… Ya da istemezlerse delikli taş koymasınlar da, eski Fransızlar gibi, silbinç ya da leğen koyup, hünerlerini onun içine arz etsinler… Sonra eserlerini hürmetle kucaklayıp aşağıya ahıra taşısınlar… Her durumda o odacığın adı klozet.

    Şimdi bu musandıra, yüklük ve klozetten/kapantıdan oluşan gardrop görünüşlü sistemin bir otel odasında olduğunu düşünelim. Müşteri ani bir ihtiyaç üzerine kendine bir kapantı aradığında yanlış kapağı açıp takım elbiseler için ayrılmış yere tünemeye kalkarsa… Ertesi gün büyük sorun.

    Aman öyle bir şey olmasın!

    Öyleyse ne yapmak lazım? Garanti olsun diye, klozetin başına bir kelime daha ekleyip Wotır Klozet demişler. Yani Su Odası veya Su Dolabı. Ee hani Osmanlı da aynı odaya Âbhâne dememiş miydi? Tıpkı o işte… Su Odası… Mantık aynı.

    Elmayı doğuda yesen de aynı, batıda yesen de aynı. Sonucu hiçbir yerde değişmiyor. Hacet aynı hacet.

    WC ne demektir, artık onu da anlamışsınızdır; Wotır Klozet lafının baş harfleri oluyor.

    Hayır efendim, Winston Churchill’in parafı değil. Water Closet… Su kapantısı… Yünmelik kapantısı.

    HELADAN KAÇIŞ (6)

    Lavaboya Ne İş İçin Gidecektiniz?

    Helaya hela demeyelim diye çok kaçtık bu kelimeden. Yalnız ondan da değil, onun yerine koyduğumuz her yeni kelimeyi eskitip sonra da ondan kaçtık.

    Aslında hela kelimesi kötü bir kelime değildi. Onun yerine kullandığımız diğer kelimeler de kötü kelimeler değildi. Ama kendi zihnimiz kirlendikçe biz o kiri o masum kelimelerin üstünde gördük.

    Bir gün birkaç arkadaş, bir masanın etrafında toplanmış çalışıyorduk. Biri müsaade istedi. “Ben bi lavaboya gideyim müsaadenizle,” dedi. Ben de “Hadi git, ama lavaboya etme, tuvalete et,” dedim. Arkadaş önce anlamadı, dönüp yüzüme baktı. İki üç saniye sonra anladı, dizinin birini karnına kaldırıp gülmeye başladı, sonra kıvrana kıvrana kaçtı gitti. Aklına neler geldiyse…

    Şimdi böyle bir akım var. Yirmi otuz yıl önce başladı. İnsanlar cemiyet içinde tuvalet kelimesini kullanmak istemiyorlar. Oysa 1973 yılında ilkokul öğretmenimiz İbrahim Koç bize tuvalet dedirtmek için uğraşıp didiniyordu. O kelime gayet ciciydi, cilloptu o vakit.

    İnsanlar şimdi tuvalet yerine lavabo derlerken, “Benim tuvalete gittiğimi düşünmeyin, sadece el yıkamaya gittiğimi düşünün” demek istiyorlar. Ama bu utangaçlık insanlarda hep vardı. Üç yüz sene önce de bir hacı amca ya da bir hacı teyze ayak yoluna çıktığında, abdest almaya gittiğini düşünmemizi istiyordu. Onun için oraya abdesthane diyordu.

    Helaya kelime aramanın sonu yok. Bu uğurda kaç kelime tedavülden kalktı, yerine kaç kelime kuma geldi. Ama hiçbiri kalıcı olamadı. Şimdi lavabo kalır mı? Kalmaz, onun da tahttan ineceği gün gelir.

    Peki bu lavabo nedir?

    İncil’in Latincesinde geçiyor. Havarilerden Pontiyus Pilatus diyor ki: “Ellerimi günahtan yıkayacağım…” Yani, “Lavabo inter innocentes manus meas.”

    Öyleyse, lavabo ne demek oluyor? “Yıkayacağım” demek oluyor. Eski dille, yüyeceğim, yuyacağım. Yalnız bundan ibaret. Yani işin içinde musluk yok, sabun yok, fayans yok… Tuvalet hiç yok.

    Filmlerde görüyoruz, papaz kilisede ayine başlayacağı zaman ona bir tas su uzatılıyor. Ellerini o tasa sokup günahını yıkıyor. Kendi günahlarını değil canım, anca bizimkileri. Su bir tas. Anca bizimkine yeter.

    Lavabo inter innocentes manus meas, diye diye ellerini yüyor. Ama onunkiler zaten bembeyaz. Adam öyle bir iyi adam. Abdestsiz yere basmıyor.

    Papaz elini tasa sokup, lavabo ileri lavabo geri derken, Latinceden anlamayan Fransızlar “La bu lavabo dedikleri, papazın elini yıkadığı su tası belli ki…” diye düşünmüşler. O tasın adı böylece olmuş lavabo. On altıncı yüzyılda oluyor bu iş.

    On dokuzuncu yüzyılda ise Fransızlar artık kendi el yıkama leğenlerine de lavabo demeye başlamışlar. İlle papazın leğeni olması şart değil. Laik vatandaşların ellerinin kiri de kutsallaşmış artık. Onların dilinde de aynı zikir: “Lavabo inter innocentes…”

    Ben küçükken evlerimizde bakırdan birer leğen ile ibrik olurdu. Misafirin elini yıkaması için leğeni önüne koyar, eline sabun verir, su dökerdik. “Eline su dökebilmek” oradan gelir herhalde. Hizmet etmeye layık olabilmek anlamında. El yıkama bitince omzundaki temiz havluyu uzatırsın konuğa.

    Amcam bizde oturup bir şeyler yediğinde, onun eline ben su dökerdim. Takma dişlerini evire çevire yıkardı.

    Oralardan bugünlere geldik. Şimdi helalarımızın önünde bir odacık var. Orada duvara çakılıp sabitlenmiş bir el yıkama teknesi oluyor; taştan, mermerden veya sacdan. Üstünde de bir musluk bağlı. Havlu ise duvarda asılı. Omzunda peşkir tutan uşağa gerek kalmıyor. Günümüzde lavabo artık burası.

    İncil’in Latincesinde geçen lavabo sohbeti 16. yüzyılda papazın el yıkama törenine dönüştüğünde iş orada dursa iyiydi ama durmadı. Durmadı da bak, ne oldu? Yirmi, otuz seneden beri, darda kalan her Türk, dedesinin helâsını bırakıp papazın su tasına koşuyor. Koşsun… Ne var bunda?

    İyi de adam el yıkamaya koşmuyor ki!

    Her sıkıştığında lavaboya koşan Türklerin “Ellerimi günahlardan yıkayacağım” diye dua etmek yerine, “Önce altımı, sonra ellerimi yıkacağım” demeleri gerekiyor, ama bizimkiler Latince bilmiyorlar.

    Gördünüz mü bak, şimdi lavabo da kirlendi. Yeni bir şey arayıp bulacaksınız artık. Hadi bakalım.

    HELADAN KAÇIŞ (7)

    (Orada pis-su-mu-var)

    İnsanoğlunun elmayı yedikten ve soğuk suya kandıktan sonra içinde büyüyen sıkıntıdan kurtulmak için düştüğü halleri altı bölümdür inceliyorduk. Tek bölüm kalmıştı. Şimdi onu da inceleyip bitirelim. Aleme hizmetimiz tamam olsun.

    Bir arkadaşım var, pisuvar denen hacet kayığına pis-su-var der. Ama şaka olsun diye değil. Onun doğrusunun o olduğuna inanmış. Halk etimolojisi dedikleri bu oluyor işte. Ben de düzeltmem. Pis-su-var ileri, pis-su-var geri. Kendinden aşırı emin insanları düzeltmek yararsız çabadır, yorgunluktur.

    Şimdi bu kibar arkadaşı pis-su-varın yanında bırakalım da başka bir hikayeye geçelim.

    Mahallede bir cami inşaatı vardı. Bodrum kat tamamlanmış ve geçici olarak namaza açılmıştı. Bahçeye bir hela ve abdesthane de yapılmış, bahçe düzene sokulmuş, cemaat için oturaklar konmuştu.

    Bir ikindi vakti cemaat namaza hazırlanıyordu. Kimileri abdest alıyor, kimileri oturaklara oturmuş, ezanı bekliyorlardı.

    Bahçeye birkaç genç geldi. Birinin sırtında evrak çantası, birinin elinde fotoğraf makinası vardı. Ötekiler de telefonlarını çıkarmış, caminin sağından solundan fotoğraf çekiyorlardı. Cemaatin, bu gelenleri tanıdığı belliydi. İnşaatı denetlemeye gelen mimar ve mühendisler imiş. İçlerinden biri kadındı ve onun, bu ekibin amiri olduğu anlaşılıyordu.

    Kadın helaya yöneldi. İki genç erkek de erkekler helasına… Cemaatin yaşlılarından Vasfi Amca içeriden çıkıyordu. Gençlerle kapıda karşılaştılar. Yaşlı adamın bir diyeceği varmış, hemen söyledi:

    – Gençler, şu işemeliklerin dip tarafındaki bölgü mermerlerinden birinin üst bağlantısı kopmuş, yandaki bölgünün üstüne devrilmiş. Şimdi ona dayanıp duru. O da olmadık zamanda kırılırsa birini sakatlar bu.

    – Ne? Neresi?

    – Yav, içeride işemelikler yok mu? Hah! Onların arasında da birer gergi, bölgü yok mu? Git içeri, dip köşeye bi bak. Devrileni görcen sen orda.

    – Tamam, amca, bakalım biz ona.

    Gençler gülüşüyorlardı. Aslında Vasfi amcanın neyi anlattığını daha baştan çok iyi anlamışlardı. Ama şu “işemelik” lafını ona tekrarlatıp keyiflenmek istiyorlardı. Amirleri olan kadın da az ötedeki kapının önünde bu konuşmayı duydu, az durup dinledi, sonra içeri girdi.

    Gençler heladan çıkınca bahçedeki diğer arkadaşlarının yanına vardılar. “İşemeliklerde arıza varmış” diye lafı sündürüp kikirdemeye devam ettiler. Konuyu henüz bilmeyen arkadaşlarına anlatıp aynı kikirtiden pay dağıttılar.

    Amirleri olan kadın da az sonra heladan çıktı geldi. Sonra inşaatın yüklenicisi Akif Bey geldi. Misafirlere selam verip ellerini sıktı. Gençlerden biri heladaki bozukluğu yükleniciye aktardı.

    – Akif Bey, erkekler helasında köşedeki pisuvar bölgüsünün üst bağlantısı kopmuş. Bölgü boşalıp beridekinin üstüne devrilmiş. Bir sakatlık çıkmadan onu tamir edin.

    Hikayemiz bu kadar. Şimdi sorulara ve sorgulara gelelim.

    Yaşlı amca pisuvarlara neden işemelik diyor? Cahilliğinden mi, kabalığından mı? Hem cahilliğinden hem kabalığındandır herhalde, değil mi? Biz şimdi, öyledir diyelim. Hem cahilliğindendir hem kabalığından…

    Genç adam işemeliklere neden pisuvar diyor? Okumuşluğundan mı, inceliğinden mi? Hem okumuşluğundan hem inceliğindendir herhalde, değil mi? Bunu da şimdi, öyledir diyelim. Hem okumuşluğundandır hem inceliğinden…

    Şimdi, kardeşim… Biz, bu işemelik ne demektir, onu anlıyoruz, biliyoruz. Tarife hacet yok. Öyle değil mi? Haceti olan önden buyursun. Fakat bizim bilmediğimiz, pisuvar. Pisuvar ne demek? Çok kibar bir laf herhalde. Bonsuvar gibi, orövuar gibi.

    Sizce ne olabilir? Acaba bunun aslı leğen, lenger, ne bileyim, tas çanak filandı da şimdiki lâzımlık anlamını sonradan mı kazandı?

    Ama ne olursa olsun, aslı kibar olmalı. Nö dö olsa Fransözce bi laf lö! Bizi modern dünyaya götüren devrimlerin şahı oradan şarladıydı ya… Silvuple! Yeşilçam’ın köşklerinde bıyık buran Hulusi Kentmen entari giymiyordu, hatırlayın, rob-dö-şambr giyiyordu. Sİlvuplee! Silvuple!

    Pisuar ya da pisuvar deyip de, kelimenin sesine şöyle bir kulak verdiğimizde, bu nadide parça Fransızca bir şarkının bir yerinden kopmuşa benziyor be! Öyle değil mi bizim oğlan? Çok asil bir kelime olduğu kılıfından belli.

    Gerçi mermerin kovuğuna küçük su dökerken, köpüklerin içinden çıkan horultulu sese de benziyor ama işe o taraftan bakarsak, ona pis-su-var diyen arkadaş haklı olur. Oysa o arkadaşın haklı olmadığını baştan belli etmiştik.

    O yüzden biz şimdiden kalbimizi bozmayalım. Siz de bu kelime hakkında iyi şeyler düşünün… Fuar, fluar, kulvar, rezervuar gibi şirin ve kardeş kelimeler mırıldanın. Meselâ adam caddede sıkışmış, umumi helaya koşmuş, pisuvara içini dökmüş, rahatlamış… Ondan sonra mutlu mesut gülümseyip, helâda gördüğü herkese “bonsuvar! bonsuvar!” diye coşkuyla selam veriyormuş gibi düşünün meselâ… Ne bileyim işte, öyle güzel şeyler düşünün. Ben de bu arada bir sözlük açıp sayfa karıştırayım. Sonra dönüp bulduklarımı size okuyayım.

    Hah, buldum işte. Kelimenin kökeni pisser. Vay be! İşemek demekmiş ama bu. Düpedüz işemek. Bu kelimenin sonuna -torium diye bir ek koyuyorsun, sonra bu eki başından sonundan kısaltıyorsun, elde pisuvar kalıyor. O da, fiilin bildirdiği işi yaptığın yer demek oluyor. Yani işeme yeri. Daha Türkçesi işemelik.

    Anşante! Anşante!

    Çıka çıka bu mu çıktı yav? Hani kibar bir laf çıkacaktı?

    Bizim Vasfi Dede de yekten işemelik diyordu zaten. La bu pisuvarın aslı buyduysa bizim dedeye neden güldük biz o kadar?

    Neden gülelim? Vasfi Dede bizim dededir de ondan güldük. Pisuvar ise dükün, kontun, baronun hacet yeridir, ciddiye alırız. Ona gülemeyiz.

    Anşante!

    O pis kovuğa pisuvar demeyi matah iş sanan kibarlara söyleyin, Vasfi Dede’ye gülmesinler. Dönüp de kendilerinde gülecek bir kovukluk arasınlar…

    Akıl kovukluğu.

    Vasfi amcayı bir daha görürsem ona şöyle diyeceğim:

    Bundan sonra işemeliklere işemelik demeycez Vasfi Dede. Öyle çok ayıp oluyo. Bundan sonra onlara bonsuvar deycez gari.

    Bonsuvar!

    ETİMOLOJİ-SÖZCÜKLERİN KÖKENİ GRUBUNDA YAYINLANAN YAZIDAN ALINTI

     
    Yorum yapın

    Yazan: 24 Mart 2024 in Bilinmeyenler

     

    Etiketler: , , , , , , , ,

    65 YIL ÖNCE ERZURUM’DA YAPAY ZEKA KONFERANSI

    23.03.2024- TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi Cahit Arf Özel Sayısı

    Cahit Arf bundan 65 yıl önce Erzurum’da Yapay Zeka üzerine konferans vermiş. 65 yıl önce! Konferansın yayıncısının ismine bakınız: “Üniversite Çalışmalarını Muhite Yayma ve Halk Eğitimi Yayınları”

    1910 yılında Selanik’te doğan Cahit Arf, ilkokulu o yıllarda sultani adı verilen liselerin ilk kısmında okumuş, daha beşinci sınıftayken tanıştığı genç bir öğretmen onun matematikle ilgilenmesini sağlamıştır. Lisenin orta kısmına geldiğinde artık okul arkadaşlarının çözemediği matematik sorularını çözen Cahit Arf’ın bu yeteneği ailesi ve hocalarının dikkatini çekmiş ve Paris’teki St. Louis Lisesinde okumak üzere
    ailesi tarafından Fransa’ya gönderilmiştir.

    Üç yıllık lise tahsilini iki yılda bitirip Türkiye’ye geri dönen Cahit Arf o sıralarda Türk hükümeti tarafından yüksek öğrenim görmek üzere sınavla Avrupa’ya gönderilecek aday öğrenciler arasına
    alınmıştır. Bu sınavı kazanan Cahit Arf Fransa’ya geri dönüp birçok bilim adamının yetiştiği okul olan École Normale Supérieure’e kaydolmuştur. Yükseköğreniminden sonra Türkiye’ye geri dönen Arf, bir süre Galatasaray Lisesinde hocalık yapmış ve sonra doçent adayı olarak İstanbul Üniversitesi
    Matematik Kürsüsü’ne geçmiştir. 1937 yılında doktorasını yapmak üzere Göttingen
    Üniversitesi Matematik Bölümü’ne giden Cahit Arf’ın bu üniversitede yaptığı doktora
    çalışması onun dünya çapında tanınmasına yol açmıştır.

    Cahit Arf matematik dehalarının bile çok zor dediği bir konu üzerinde tek başına çalışmış ve bir buçuk yıl içinde konusu “non-commutative Class Field” olan doktorasını tamamlamıştır. Bu çalışmadan elde edilen sonuçların bir kısmı literatüre “Hasse-Arf” teoremi olarak geçmiştir. Doktora tezini 1938 yılında bitiren Cahit Arf bir yıl daha Göttingen’de çalışmalarını sürdürmüş, bu dönemde de dünya literatürüne
    “Arf Invaryantı” adıyla geçen, cebirsel ve diferansiyel topolojide büyük önem taşıyan
    bir çalışmaya imza atmıştır.

    1938’in sonunda Türkiye’ye üniversitesine geri dönen Arf 1943’te profesör, 1955’te ordinaryüs profesör olmuştur. 1962 yılına kadar üniversitede çalışmalarını sürdüren Cahit Arf o yıllarda bir yıllığına misafir profesör olarak Maryland Üniversitesine gitmiş ve ayrıca Mainz Akademisi muhabir üyeliğine seçilmiştir. 1960 yılında Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi’ni kurmak üzere görevlendirilen Cahit Arf
    1962’de üniversitedeki görevinden ayrılmış ve bir yıl kadar Robert Kolej’de ders
    vermiştir.
    TÜBİTAK’ın kuruluş ve gelişmesinde büyük emekleri olan Cahit Arf 1963-1967 ve 1967-1971 yıllarında TÜBİTAK’ın Bilim Kurulu başkanlığını yapmıştır. Cahit Arf matematiğe yapmış olduğu köklü katkılarından dolayı 1974’te de TÜBİTAK Bilim Ödülü’ne layık görülmüştür.

    1964-1966 yıllarında Princeton’da Institute for Advanced Study’de çalışmalarını sürdüren; daha sonra California Üniversitesinde misafir öğretim üyeliği yapan Cahit Arf 1967’de Türkiye’ye dönüp ODTÜ Matematik Bölümünde çalışmaya başlamış ve 1980 yılında bu üniversiteden emekli olmuştur.
    1980 yılında İTÜ ve Karadeniz Teknik Üniversitesinin, 1981 yılında ODTÜ’nün onur doktoralarını alan, 1993 yılında Türkiye Bilimler Akademisi Şeref Üyeliğine seçilen Cahit Arf 4 Şubat 1994’te de Fransa’da Commandeur des Palmes Académiques Ödülü’ne layık bulunmuştur.
    Ülkemizde matematiğin simgesi haline gelen Ord. Prof. Dr. Cahit Arf 26 Aralık 1997’de vefat etmiştir.

    http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bdergi/ozel/arf/default.html

    BİLKE YORUM: Cumhuriyet Eğitim Seferberliğinde yayınlanan “Halk Eğitimi Kitabı”, yıllar önce yapay zekayı konu ediyor. Hedef, bilimin aydınlığından herkesin eşit olarak faydalanması. Halka dönük, halk ile beraber, halk için yapılacak çalışmalara örnek çalışmalar. Yayınlanan kitaplar, bilişim çağında olmamıza rağmen, hala bu güne hitap ediyor. Bu eğitim sistemi, dünyaya örnek olmuştur. Yeniden aynı sistemle buluşmak dileğiyle.

     
    Yorum yapın

    Yazan: 23 Mart 2024 in Eğitim

     

    Etiketler: , , , , , , , ,

    SİNOP ÇUVALCİYAN İLKOKULU

    22.03.2024-Tufan BİLGİLİ-960’lar Sinop ve Çocuk/Seher ( İzden Sızan Sinop )

    Seher’in kaydını yaptırdığı Çukurbağı mevkiindeki; ana bina, yatakhane, spor salonu, labratuvarlar ve lojmanlarla geniş bir yerleşkeden meydana gelen ‘Sinop Kız Öğretmen Lisesi’ 1962 yılında yeniden ilk kez öğretime başlayacaktı.

    Yeniden, çünkü;21 Ağustos 1922 tarihli Sinop Gazetesinin yazdığına göre; Sinop’ta ilk Öğretmen Okulu 1922-1923 öğretim yılında iki Eylül Cumartesi günü açılmış, bir müddet eğitimini sürdürüp kapatılmıştır.

    1962 yılında, yıllar sonra ilk kez Yeni Mahalle’ deki Öğretmen Okulu olarak öğrencilerine hizmet veren bu metruk yapının eğitime hizmeti daha uzun yıllar devam edecekti.

    ***

    Onlar yeni binalarına taşınınca bu yapı önce 1970 yılına kadar Erkek Yetiştirme Yurdu olarak hizmet verecekti. Yurt ve Yuva Kurma Çocukları Koruma Derneğinin çabaları sonucunda Gelincik Mahallesinde erkek öğrenciler için yeni bir yurt yaptırılınca da aynı bina 1971 yılından sonra İstanbul’dan getirilen sekiz kız öğrenci ile Kız Yetiştirme Yurdu olarak hizmet vermeye başlayıp, Karadeniz deki muhtaç kız öğrencilerin bakımını üstlenecekti.

    ***

    Bu okulda yaşayanlar, görev yapanlar merak etmişler midir bilinmez de … Kız Yetiştirme Yurt Müdürü Fehmi Aydın yapının tarihçesini ve okulun ön cephesinde mermer üzerine yazılı Rumca kitabe anlamını ve çok merak ediyordu.

    (*)Bu merakı Kız Yurduna Müdür olduğunun ikinci yılına, 1972 yılının yazına kadar sürecekti.

    Okullar tatil olmuş,yurt binasının yanındaki İstiklal Okulu’nun öğrencileri tatile çıkınca aynı kampus içinde olan Kız Yetiştirme Yurdu öğrencileri yalnızlıklarıyla baş başa kalmışlardı. Günler birbirinin benzeri rutin şekilde geçerken, odasında çalışmakta olan müdürün kapısı çalındı. Kapıyı çalan nöbetçi yurt öğrencisi Porsor (Kürtçe’de Kızıl, kızıl saç):

    – Müdür Baba bahçede misafir var, deyince Fehmi Bey:

    – Çağırın bakayım, dedi. Aradan geçen beş dakika sonunda gelen olmayınca bu kez kendisi dışarıya çıktı. Binanın ana giriş kapısı olan ikinci kat merdiven sahanlığından bahçeye bakan müdür; çeşmenin yanından, bahçenin demir kapısından davet için gönderdiği Porsor’la konuşan iki erkek ile iki bayanı gördü. İşaret edip içeri konukları kendisi davet edince gitmekte olan dört kişi geri Döndüler. Bahçede kol açma oynayan çocukların (Fatma (Artar)Melahat (Bozkaya) Ayşe (Dere)) yanlarından geçip;

    Yurdun ikinci katına kadar uzanan dış merdivenlerinden tırmanıp, kendilerine bekleyen Fehmi Bey ile birlikte müdür odasına girdiler. Odadaki teyp hafif sesle Nuri Sesigüzel’in zamanının çok beğenilen “ Durma güzel” türküsünü söylüyordu. Fehmi Bey pikabı kapamak için hamle edince, konukların erkek olanlardan yaşlısı kırık Türkçeyle:

    -Mudür Beğ! Mahsuru yoksa biraz dinleyelim. Bu toprakların müziğini burada dinlemek zevkini tadalım; değince, Fehmi Bey konuklara oturacakları koltukları eliyle işaret etti. Kendi Masasına geçti. Yüzlerini türkünün geldiği tarafa dönüp Nuri Sesigüzel’i dinlemeye koyuldular.

    “Durma güzel durma doldur testini

    Kınalamış on parmağın üstünü

    Adam unutur mu eski dostunu

    Salını salını indim pınara”

    Türkü bitip, iğne cızırtı çıkarmaya başlayınca, Müdür iğneyi kaldırıp yerine koydu. Konuklara sehpanın üzerindeki yaz armutları ve karaca erikle dolu tabağı işaret ederek:

    Buyurun yöremizin meyvelerinden tadın. Misafirler teşekkür edip tabaktaki meyvelerden tadınca yaşlı olan bay:

    İşte bu tad! Çocukluğumdan hatırladığım, hiçbir zaman ulaşamadım tat! Demek buradan

    zihnimde yer etmiş. Bizim bu toprakların insanı olduğumuzun kanıtı bu, deyip gözleri nemlendi. Fehmi hoca bir şey anlamamakla beraber konuklara dönerek:

    -Buyurun, ne istemiştiniz? Diye sordu. Erkeklerden daha genç olanı kırık bir Türkçeyle :

    – Biz dediler, Atina’dan geliyoruz. İlkokulu burada okuduk. Okulumuzu görmek için geldik. Ancak Kız Yetiştirme Yurdu levhasını görünce yasaktır diye düşündük, döndük gidiyorduk , deyince az önceki ‘bu toprakların insanıyız’ sözünün anlamını kavradı.

    Müdür odasındaki dört konuktan ikisi baba kız, diğer ikisi ise yaşlı karı kocaydı.

    Müdür:

    -Ben yurt müdürüyüm. Bizim kontrolümüzde o tanıdığınız, yaşadığınız binayı gezin, görün, hasretinizi giderin. Hem ben sizi gökte ararken Allah yerde verdi. Sizden bina ile ilgili Binanın cephesindeki 1899 tarihi ve Rumca yazının anlamı gibi, öğreneceklerim var. Bu arada ben de onların yanıtlarını alırım.

    Karı koca olanlardan, yaşlı bay:

    – 1900’lerin başında burada yaşayan Rumlardan bir kısmı daha iyi yaşamak, daha çok para kazanabilmek için, Rusya’ya gider, çalışır, para biriktirip gelir burada harcardı. Yorgi Çuvalcı isimli bir Rum da bunlardan biriydi. Yorgi, çalışmak için Rusya’ya gitmiş Moskova’da yıllar içinde biriktirdikleriyle Sinop’a gelmiş, o zamanın Sinop’unda ihtiyaç duyulan okul için bu paraları harcamış. Biri kız, biri erkekler için 1899 yılında iki mektep yaptırmıştı. Biz erkekler şimdi bulunduğumuz yapıda ilk okulu okuduk. Kızlar ise yandaki binada(İstiklal Okulu) okurlardı. Bizler her sabah derslerden önce bu okul önünde ‘Çuvalcıyan’ marşı söylerdik. Okulumuz öyle şöhretliydi ki büyüklerimizin sigara paketlerinin üzerinde bizim okulumuzun resmi bulunurdu…

    Biz Sinop’tan Yunanistan’a göçen Rumlar Sinop’u, Sinopluyu, burada kalan komşularımızı hiç unutmadık. Geçmişimize sahip çıkmak adına Atina’da “Fıçı, üzerinde köpek ve önünde oturan Diyojen “ sembolü olan bir Sinoplular derneği kurduk. Bu yanımdaki beyefendi derneğimizin şimdiki başkanıdır. Deyince Fehmi Müdür’ün zihnindeki bina ile ilgili sorunlar çözülmüştü.

    Ancak bu öykü henüz sonlanmayacaktı.

    (**)İki sene sonra 1974 yaz başında, henüz Kıbrıs çıkartması gerçekleştirilmeden karı koca yaşlı çiftten bayan olanı Yunanistan’dan gelen turist kafilesiyle Sinop’u tekrar ziyaret edecektir. Kadın geçen yıl eşini kaybettiğinden Sinop ziyaretini eşi olmadan yapmıştır. Kadın kenti gezerken , mübadeleden önce çocukluğunu yaşadığı ,çocukluğunun geçtiği evi bulmanın heyecanı ve müjdesiyle kafilenin parktaki toplanma yerine gelir. Kafiledekiler kadını sakinleştirdikten sonra, birlikte kadının gösterdiği yapıya giderler. Yapı parka yakın Atatürk Caddesi’ndedir. Kısa bir yürüyüşten sonra zamanın ‘Cumhuriyet Eczanesine’ gelirler. Kadın, yapıyı kendi evleri olarak gösterir. Evin sahibi eczacı Özcan Bey evi gezmeyi teklif eder. Eczanenin yan tarafındaki evin kapı sahanlığından girerler. Yaşlı bayan sahanlıktan üst kata çıkan merdivenlerin yanındaki tahtayı sertçe çeker. Tahta aralanır, aralanan tahtadan elini sokan bayan bir bez bebeği elini soktuğu yerden çıkarır. Heyecandan bayılır. Hemen eczaneye götürürler. İlk müdahaleyi yaparlar. Sonra hastaneye kaldırırlar. Ancak yaşlı kadının yaşlı kalbi bu heyecana dayanamaz. Ve ölür. Zamanın Hükümet Doktoru Ahmet Örs’ün de aracılığıyla Amerikalı’lardan alınan uçakla kadının cenazesi Yunanistan’a gönderilir.

    Seher’in Okulunun ilk öğretime geçtiği bina böyle bir eski tarihi yapıydı.

    (*) Fehmi Aydın’ın anılarından)

    (**)T.Bilgili/Cumhuriyet Eczanesi/960’lar Sinop ve Çocuk

    TUFAN BİLGİLİ-Seher ( İzden Sızan Sinop ) kitabından…

     
    Yorum yapın

    Yazan: 22 Mart 2024 in KONUK YAZARLAR

     

    Etiketler: , , , , , , ,