RSS

Kategori arşivi: Genel Kültür

HIDIRELLEZ DUASI

04.05.2024- Yol- The Way

Eski Bir Şaman Duası:

Sevdiğim ve sevebileceğim kim varsa, kendim dahil sağlığı iyi olsun..

Teni sıcak kalsın, enerjisi dışarı taşsın…

Sevdikleriyle bir arada olsun…

Kolu koluna değsin, gözü gözlerinin içine baksın, lafları birbiriyle başlasın…

Nesi varsa bölüşecek birisi olsun, nesi yoksa bulup getirecek biri olsun…

Bu birileri az ama öz olsun, bazıları dünyada tek olsun…

Sevgisinin tamamını ona harcasın…

Sevmekten bıkıp usanmayacağı biri olsun…

Onun yeri ayrı olsun, ama yalan söylemesin…

O her şeyine, her haline tek tanık olsun; bir hareketiyle güldüren, bir hareketiyle ağlatan olsun…

Duyguların hepsi onda olsun, kalbi buna teslim olsun…

Bütün şarkılar ona olsun, aşık olsun…

Yapmaktan bıkıp usanmayacağı bir işi olsun…

İbadet eder gibi, kutlama yapar gibi, her gün bu işini yapıp dursun…

Yaptıkça daha iyi yaptığını görsün, daha iyi yaptıkça bunu başkaları da görsün…

Neşesi bol olsun, mutlu olsun, mutlu etsin; neşelenmek nedir bilsin, bildirsin…

İçindeki heyecan hep sürsün…

Duydukları, gördükleri ona kahkahalar attırsın…

Gürültü yapsın, saçma şeyler söylesin…

Çocuklukta en şımardığı ana gitsin-gelsin ama nereye gidip-geldiği bilinmesin…

Değiştirmek istedikleri değişsin, eskileri atsın, ruhunu havalandırsın…

Kapıda hep kamyonu dursun; istediği yere taşınsın…

Kendinden taşınmak isterse, içindeki güç ve dışındaki sevgi ona yardımcı olsun…

Her gün bir sürprizi ve mucizesi olsun…

Öyle tahmin edilmeyen şeyler olsun ki, bu hayatın zekasını anlatsın…

Bir hayali gerçek olunca; bir hayale gözünü yumsun…

Hayalini kendinden saklamasın, korkmasın…

Her anında sevgiyle olsun, sevgi versin…

BİLKE YORUM: Kültürler, geçmişten günümüze insan iradesinin işleyiş mantığını da taşır. Her coğrafya, kültüre kendinden ekler yapar. Hıdırellez, dünyanın her yerinde kutlanır. Hızır ve İlyas ritüeli, farklı yansımalarla yaşatılır.

Hepsinin özünde, insanlığa güzel duygular kazandırmak, doğa ile uyumlanmak yatar. Şekil ve renklerden önce, özünü kaybetmemek konusunu yaşatabilseydik.

 
Yorum yapın

Yazan: 04 Mayıs 2024 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

Ah bir ataş ver türküsünün yürek dağlayan hikayesi

01.04.2024- Tarihi Olaylar

O kahreden olay 4 Nisan 1953 yılında yaşanmıştı. Çanakkale Boğazı açıklarında Lara bunu açıklarında Türk donanmasına ait Dumlupınar denizaltısı, uzun ve yorucu bir görevden sonra donanmasıyla birlikte istirahata çekilmek üzere limana yanaşıyordu.

Hava şartları çok kötüydü, sis vardı, yağmur vardı… İstirahati hayal eden donanma limana yaklaşırken çok büyük bir gürültüyle sarsıldılar. Denizaltı İsveç donanmasına ait bir şileple çarpışmıştı. O sırada 8 kişi güvertedeydi ve bunlardan 2’si pervaneye takılarak öldü, 1’i boğularak öldü, 5 kişi ise kurtarılabildi. Geminin içerisinde ise 81 mürettebat vardı ve sadece 22 kişi torpidoya saklanarak kurtulmayı başarmışlardı, tabi ki kendilerini bekleyen daha kötü bir sondan habersizce.

Denizaltı denizin dibini boylamıştı. Topridodaki 22 kişi yüzeye bir şamandıra fırlatarak içerisindeki telefon kablosu aracılığıyla merkezle iletişime geçtiler. Olayı anlata mürettebatta merkezden cevap gelmişti “Gerekmedikçe konuşmayın, türkü söylemeyin ve sigara içmeyin”

Kahraman askerler olacaklardan habersiz bir şekilde ülkelerinin kendilerini kurtarmalarını bekliyordu. Fakat kendileri dışındaki herkes durumu biliyordu o zamanın teknolojisiyle o askerleri oradan çıkarmanın mümkünatı yoktu. 

O sırada O anda askerlere bir anons geldi ” rahatça konuşabilirsiniz, türkü söyleyebilirsiniz, sigara içebilirsiniz”

Umutlar tükenmişti askerler artık ölümü bekliyordu. 22 kahraman askerin son sözleri “herşey buraya kadarmış kumandan, birer cigara yakalım mı?” oldu.

Tüm ülke seferber olmuştu ama sonuç belliydi kurtulamayacaklardı. Kurtaran gemisi olaydan 12 saat sonra ancak oraya gelebilmişti. 25 saat sonra ise anca sabitlenebilmişti. O sırada şamandıra ile torpido arasındaki kablo kesildi ve iletişim koptu. Dalgıçlar 100 m’ye yakın derinlikteki Dumlupınar batığına erişmeye çalışyorlardı ama nafile. Hava çok kötüydü su altı dalgaları dalgıçları savuruyordu. Kurtaranın yanlışlıkla kestiği kablo olmayınca dalgıçların kabloyu takip etmesi de olanaksızlaşmıştı. On bir dalış yapıldı ama hiçbiri başarılı olamadı. Yine de Yılmaz Süsen adlı bir dalgıç 80 m dalmayı başarmış hedefine 11 m kalmıştı. İşte o anda basınca dayanamayıp şuurunu kaybetti. Vurgun yemenin kıyısından dönmüştü. 15 saat sonra ancak şuurunu açabildiler. Kurtarma çalışmalarına katılan Amerikalılar dalgıç için şu cümleyi kullanmışlardı “Ölümle arasında hiçbir şey kalmamıştı” 7 Nisan’da 3 gün süren çalışmalar sonucunda Milli Savunma Bakanlığı artık kurtarma çalışmalarını durdurduğunu ve umutların kesildiğini bildirdi.

22 asker ölüme terkedilmişti. Türkiye’nin en karar günlerinden birisi 4 Nisan 1953 olarak tarihe geçti. “Ah bir ataş ver” türküsü ise buradan gelmektedir. Hikayesini bilen herkes her duyduğundan gözyaşlarına bu nedenle boğulur… tarihi olaylar.com

BİLKE YORUM: Yaşadığımız toprakların derinlerine indikçe, hafızadan gerçek fışkırıyor. Attıkça sırtımızdan gereksiz yükleri, karanlıklar aydınlanıyor. Bir türkü, kalın bir kitap gibidir; oku oku bitmeyen. Bu yurdun geçmişi, dolu doludur; Anadolu’dur sönmeyen.

 
Yorum yapın

Yazan: 01 Nisan 2024 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

FOTOĞRAFINI ALAMADI ŞEHİT OLDU FOTO VİTRİNDE KALDI

31.03.2024- Can TEOMAN

2010’lu yılların başıydı yanılmıyorsam , donanma kenti Gölcük’te sıradan, sakin, sisli puslu bir ilkbahar sabahında oltacı dükkanı bakıyorum, bazen büyük şehirlerde bulunmayan işe yarar basit bir ürün küçük yerlerde çıkabiliyor karşınıza ,

Ulu Önder Atatürk’ün naaşını Sarayburnu’ndan Kocaeli petrol iskelesine nakleden efsanevi drednot Yavuz Zırhlısı’nın pirinç pervanesinin sokak başını tuttuğu anayoldan sahile kadar uzanan Donanma Caddesi’nde sağa sola bakarak yürürken üç beş dükandan ibaret küçük bir pasajın caddeye bakan köşesinde kendi halinde bir fotoğrafçı dükkanının vitrinindeki büyütülmüş vesikalık fotoğraf dikkatimi çekti.

Denizci üniformalı genç bir bahriye subayının görselleştirildiği , sararmamış lakin solgun ,o günün imkanlarıyla olsa gerek , ince bir rötuş görmüş ,oymalı ağaç kalin çerçeve içinde , epeyce eski görüntülenmesine rağmen iyi korunmuş ,1953 tarihli fotoğrafa takıldım kaldım.

Merak işte ! şeytan dürttü derler ya ,sormakla sormamak arasında gidip gelirken , karşılaşabileceğim olası bir tepkiyi de peşinen kabullenerek karartttım gözümü daldım dükkandan içeri.

70-80 yaş aralığında tahmin ettiğim bir amca gazetesini okuyor , görmüş geçirmiş bir ihtiyar gibi geldi bana , rahatladım biraz, yanılmamışım buyur etti , amca dedim , eğer mümkünse bir şey öğrenmek istiyorum , vitrinde bir fotoğraf gördüm , kimdir fotograftaki bahriyeli ? tanıdık mı ? Bir yakınınız mı ? Var mı bir hatırası ?

Gazetesini katladı , kenara koydu , hafifçe tebessüm ederek şaşkın bir edayla başını kaldırdı , kalın çerçeveli gözlüklerinin üzerinden bakarken gözlerinin nemlendiğini hissetmedim desem yalan olur , pişman oldum sorduğuma ama yapacak bir şey yok , çıktı ağızdan , sormus bulundum bir kere.

Niye merak ettin ? dedi , merak işte amca dedim ,anlam veremediğim bir güç çekti beni , istemiyorsan seni üzecekse anlatma dedim , otur dedi , bir tabure uzattı , vaktin varsa anlatayım ,anlatayım da hayretler içinde bıraktın beni be evlat , bu fotoğraf neredeyse benimle yaşıt ve bugüne kadar da senden başka hiç kimse merak edip sormadı hikayesini.

Diyafon’dan çay ocağına seslendi ” Oğlum bize iki çay gönder ” benimki mümkünse ıhlamur olsun amca dedim , derin bir iç çekişten sonra başladı anlatmaya biraz da titrek ses tonuyla:

” Atalarımız Kafkasya’dan göç etmişler buralara , Tatarköy’e yerleşmişiz şimdiki ismi İhsaniye’dir , aslen Çerkes’iz , ben o zamanlar küçüğüm , Gölcük’teki tek fotografçı dükkanı bizimdi o tarihte , okul ziliyle beraber öğleden sonraları babama yardım ediyorum , getir götür işleri iste , dün gibi gözümün önünde , bir gün sırmaları pırıl pırıl apoletleriyle üzerinde Denizci Üniformali bir bahriye subayı geldi dükkana fotoğraf çektirmek istediğini söyledi , heyecan içindeydi , acelesi vardı , Babam Ne bu telaş kumandan nereye yetişeceksin ? diye sorduğunda , bir kaç saat içinde tatbikat icin palamar çözeceğiz , yeni mezunum bu da ilk görevim acelem ondandır dedi , bir kaç poz fotoğrafını çektik ,ödemesini yaptı ,üç gün sonra dönüyorum , döndükten sonra alırım dedi ve çıktı gitti , bir daha hiç gelmedi O bahriyeli her gün sorar dururdu babam geldi mi ? diye ama ne gelen vardı ne giden , biz fotografı büyütüp vitrine koyduk , belki unutmuştur dükkanın önünden geçerse hatırlar diye düşündük , hep vitrindeydi , hiç kaldırmadık , epeyce bir zaman geçti , günlerden bir gün dükkan kapısının önünde biri içeri eğilerek ,fotoğraftaki subay aileden mi ? diye sordu , değil diye yanıtladı babam , bir süre önce çektirdi üç gün sonra gelip alacaktı hayli zaman oldu almadı , tanıdıksa siz verirmisiniz ? diyecek oldu , hiç gelmeyecek , cevabını alınca kısa bir şaşkınlık yaşadık babamla , göz göze geldik , akabinde aydınlığa kavuştu alınmayan fotografin sırrı , işte o zaman öğrendik ki bu genç deniz subayı , TCG DUMLUPINAR DENİZALTI’sinda şehit olan stajyer subay Güverte Teğmen BÜLENT ORKUNT ‘muş , soran da sınıf arkadaşı imiş , bizim için değeri daha da arttı daha bir anlam kazandı sahibini bulmayan o fotoğraf , işte o gün bu gündür bu dükkanın esas sahibi bu solgun fotograftır , bizim bir parçamızdır , dükkanın koruyucu azizi gibidir , herşey değişir , o fotoğraf daima aynı yerinde durur , çok gelip gittiler fotoğraf için doğrusunu istersen , donanmaya vermek gelmedi içimizden , bir baskısını sınıf arkadaşı eliyle ailesine ulaştırdık , daha ne kadar yaşarım bu işi yaparim bilmiyorum lakin nefes aldığım sürece bu fotoğraf benim diğer yarımdır , bende derin iz birakan çocukluğumun trajedisidir diyerek tamamladı anlatmasını.

Soğumaya yüz tutmus çayından bir yudum aldı , ayağa kalktı döndü arkasını , sol eliyle gözlüğünü kaldırdı alnına dayadı , sağ elinin tersiyle yanaklarından süzülen iki damla gözyaşını silerek sözde saklamaya çalıştı hüznünü benden ama nafile ben çoktan funda etmiştim sol yanimdaki iskele demirini.

Oysa 01 Nisan 1953 günü saatler 16h00’yi gösterdiğinde , Gölcük Ana Deniz Üs Komutanligi’ndan Komodor Forsunu çekip avara olurken içlerinden sadece beşinin geri dönebileceğini akıllarına bile getirmemişlerdi.

” VATAN SAĞOLSUN ” diyerek metanetle kocaman yürekleriyle veda ettiler , dillerinde Ege’nin o güzel türküsüyle ” Ah bir ataş ver cigaramı yakayım “

Ebedi seyirlerinizde pruvanız neta , rotanızda selametler olsun , cennet rüzgarlari kolayınıza gelsin ,

VATAN SİZLERE MİNNETTARDIR !

Can Teoman’dan ALINTIDIR.
İsa Safter Gözler

KÜLTÜR MERAK GRUBU-Saadet DAL

 
Yorum yapın

Yazan: 31 Mart 2024 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , ,

BİZANS KRALİÇESİ ÇİÇEK

17.03.2024-Nuray BİLGİLİ

Bizans Kraliçesi, Hazar Türkü Çiçek 705–711.
“Çiçek” ismi Türkçedir ve Hazar Türkleri bu ismi çok kullanır.
Sonradan Vaftiz edilerek Hıristiyan olan ve Bizans Kraliçesi olarak İrene adını alan Hazar Kağanı Bihar’ın kızı olan Çiçek, 750 tarihinde bir erkek çocuk doğurur. Adı Leo olan bu çocuk, tarih boyunca Hazarlı Leo olarak anılacaktır.

Bizanlıların “Tzitzak” olarak telaffuz ettikleri Çiçek, düğününde, bir erkek kaftanı giymiştir. Onun bu giyim tarzı Bizanslılar arasında “Tzitzakion” isimli bir moda akımı başlatmıştır. Muhtemelen Orta Asya ve Hazar Türklerinin giydiği Kaftan, sonradan Bizans sarayının en favori giysisi haline gelmiştir. -Nuray Bilgili.

BİZANS İMPARATORİÇESİ: TÜRK ÇİÇEK HATUN-Kaynak : Tarih Boyunca Türk Kadını. Ed. Bedrettin Dalan, Yeditepe Üniversitesi Yayınevi.

Hazar Kağanı Bihar’ın kızı Çiçek Hatun, 732-750 yılları arasında Bizans Prensi V. Konstantinos ile evlenerek Bizans imparatorluğu’na gelin olarak saklanan bir Türk prensesidir. Bizans İmparatorluğu’nda vaftiz olan Hıristiyan olan Çiçek Hatun daha sonraları İrini/İrine’yi almıştır. V. Konstantinos’un imparatoru olduktan sonra Çiçek Hatun imparatoriçe olmuş ve Bizans – Hazar arasında ittifak sağlayarak Arap akınlarına karşı birleştirici bir güç olmuştur.

Nitekim Hazarlarda el sanatları gelişmiştir ve prenses Çiçek’in çeyiz olarak götürdüğü ev eşyası, elbise, altın ve gümüş kupalar Bizans’ta hayranlık uyandırmıştır. Hazar prensesi Çiçek Hatun’un Bizans sarayına gelinirken giydiği kaftana benzer elbiseler moda olmuş ve daha sonraları tören kıyafetlerine “tzitzakion/çiçekion” adının dürüstne yol açmıştır. Çiçek Hatun tek çocuğu olan Bizans prensi Leo’yu doğururken hayatını kaybetmiştir. 775 yılında IV. Leo, Bizans İmparatoru olmuş ve Hazar IV. Leo olarak anılmıştır.

BİLKE YORUM: Kültürler, gezginler gibidir, topluluklar arasında dolaşır dururlar. Göç, kız alıp vermeler, sermaye ve yönetim gücü……. daha bir çok nedenlerle coğrafyadan coğrafyaya yayılırlar. Kraliçe Çiçek kaftanı taşımıştır, gurbetçilerimiz de Avrupa’ya döneri. Kafkas Halk Dansları, göçle Anadolu’ya gelmiş, zarif figürleri, gösterişli kostümü ile beğenil kazanarak yaşatılmıştır. Doğunun halayları, davul- zurna ile uyumla sergilenen ayak figürleri; kaşık oyunlarının hareketliliği, zeybek başlığının zenginliği, duruştaki asaleti yurdumuzun zenginliğidir. Sanata ve kültürüne bilim ışığında sahip çıkan uluslar, özgürlük ve uygarlık yolundadır.

 
Yorum yapın

Yazan: 17 Mart 2024 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , ,

ARA GÜLER

05.03.2024-Ara GÜLER

Bir gün babam, ‘ Dünyanın her yerine gidiyorsun, babanın köyünü merak etmiyor musun ’ dedi. ‘ Hadi gidelim ’ dedim. Vapura binip Giresun’a gittik. Giresun’dan Şebinkarahisar’a taksi tuttuk. Oradan Yaycı köyüne gittik. Babam doğduğu evi aradı, bulamadı. Kiliseyi aradı, bulamadı. Mezarlığı tarla yapmışlar.

Çocukken yüzünü yıkadığı üç gözlü bir çeşme vardı, o kalmış. Oraya götürdüler, yüzünü yıkadı. ‘Çocukken anam beni dövenin üzerine koyar, dolaştırırdı’ dedi. Hemen köylüler döven kurdu, babamı da içine koydular, döndü. Ben de fotoğraf çektim. Baktım, babam ağlıyor. Altı yaşında bıraktığı köyüne benimle beraber dönünce çocukluğu aklına gelmiş.

Sonra Sivas’a dönmek için araba tuttuk. Yolda giderken ‘Ah, unuttum’ dedi: ‘ Buranın karayemişleri meşhurdur. Anam beni İstanbul’a mektebe gönderirken yanıma torba içinde yemişler vermişti, onları yiyerek gelmiştim. Benim memleket sevgim, yemişle başlar. Geri dönüp alalım.’ ‘Baba, gözünü seveyim… 100 kilometre yol geldik. Şimdi yemiş için 100 kilometre geri gideceğiz, 100 kilometre tekrar bu tarafa geleceğiz, sabah olacak. Başka sefer alırsın’ dedim.

İstanbul’a döndük.”

“Babam dört ay sonra öldü. Meğer derdi, oğlunun onu köyüne götürmesiymiş.

Cenazeye gideceğimiz gün evin kapısı çaldı.

‘Kimsiniz’ dedim.

‘Dacat Güler’i arıyoruz’ dediler.

‘Dacat Güler’i kaybettik, şimdi cenazeye gidiyoruz, isterseniz siz de gelin’ dedim.

Meğer gelenler, köyde bizi gezdiren köylülermiş. ‘Siz de gelin cenazeye’ dedim. Yanlarında da bir sandık vardı. Baktım; karayemiş getirmişler. Babamın almak istediği, hasretini çektiği karayemişler… Çocukluğunda yediği, kokusunu aldığı, kendi memleketinin yemişleri…” “Hepsini ceplerime doldurdum, ceplerim şişti. Öyle gittim cenazeye…

Tam babamı toprağa koyacaklar, ‘Açsanıza tabutu’ dedim,

‘Olmaz, dine aykırıdır’ dediler.

‘Siz açın, bir şey koyacağım’ dedim.

Açtılar. Döktüm yemişleri… Babamı çocukluğunun yemişleriyle birlikte gönderdim öteki dünyaya… Şişli mezarlığında yatıyor şimdi..🙏🙏💖💖.

Ara Güler

 
Yorum yapın

Yazan: 05 Mart 2024 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , ,

DERSİM MİTOLOJİSİNDE HIZIR VE ÇAM AĞACI

06.02.2024-Kırmancki/Zazaki derleyip yazan: Hawar Tornêcengi

Türkçe Çeviri: Asmên Ercan Gür

İçerisinde insana dair sevgi, mutluluk ve doğa sevgisi olan bu yol ve inancın adı “Raa Heqi” olmakla birlikte, “Hızır’ın Yolu” olarak da adlandırılır. Bu inanç, Dersim toplumunun geçmişten beri yüzyıllarca süregelen kadim bir inancıdır. Yaşlı ve kâmil insanlarımız her sene ocak ve şubat ayındaki Hızır günlerine ve mart ayında Hewtemal’e denk gelen bu günlerde doğadaki temiz su kaynaklarına giderek ziyaret mekânlarından alıp getirdikleri bu berrak suları evlerine, ahırlarına ve tarlalarına serpiştirerek bu şekilde dua ederlerdi:

“Ey ulu dağlar ve bu dağların ziyaret mekânları. Bu berrak kutsal suyunuzu bize helal edin. Öyle ki hanemize, hayvanlarımıza ve ekinlerimize bolluk ve bereket getirsin!”

Büyük Hewtemal, eski hesaba göre (Rumi Takvim) 17 Mart’ta olup, Miladi Takvim’e göre de 30 Mart’a denk gelir. Bu günlerde gece ve gündüzler eşitlenir. Ağaçlar yeryüzüne kapanıp secde ederler. Ağaçların kökleri ısınır, dallarına su yürür ve zamanla yeşillenirler. Şimdi kullandığımız Miladi Takvim’e göre kâinatın kutsal güneşi 19-20 Şubat’ta kendisinden ateş düşürerek evvela havayı ısıtır. 26-27 Şubat’ta da güneşin bu ateşi suya düşer ve sular ısınmaya başlar. Son olarak da 5-6 Mart’ta bu ateş kutsal yeryüzüne düşer ve toprak ısınmaya başlar. Yaşamda gerçekleşen bu mitolojik anlatımı insanlar arasında “Cemre’nin düşmesi” olarak isimlendirmişlerdir. Ve bu gün, eski Rumi Takvim’e göre 13 gün gecikmeyle Miladi Takvim’de 21 Mart tarihine denk gelir. Bu gün hayatın yenilendiği (yeni yıl) yeni bir başlangıç olarak Dersim toplumu gibi kadim toplumlarda senenin başı olarak algılanır ve değerlendirilir.

Gelelim “Hızır ve Çam Ağacı” meselesine:

Söylenceye göre yeryüzünde bulunan ağaçlar, hayvanlar ve börtü böcek semaha durur. Bu şekilde birlikte semaha durup döndüklerinde hak ve hukuk, saygı ve sevgi görürler. Bu döngüde kimse kimsenin hakkına girmez, kimse kimseye sevgi ve saygıda kusur etmez. Ağaçların yeryüzüne kapanıp secde ettikleri bu olay yılda bir bu tarihte gerçekleşir. Bu, kutsal bir döngüdür. Yeryüzüne gösterilen bu minnet ve saygı karşılığında yeryüzünde bulunan canlı namına ne varsa başta su olmak üzere yeryüzünün nimetlerinden faydalanırlar. Yeryüzü suya, su havaya, hava da ateşe secde ederek birbirlerine minnet ederler.

Günlerden bir gün böyle bir kapanma-secde (Cemre) günü imiş. Tam o gün Hızır, içerisinde üç mühim nesne olan torbası elinde yeryüzünde seyahat etmekte imiş. Ve dünyanın bir yerinde 12 evliya 31 Mart günü memleketlerine gitmek üzere yola koyulmuşlar. Bu yolculuklarının bir bölümü de deniz yolculuğu imiş. Ancak denizden geçerlerken amansız bir fırtınaya yakalanmışlar. Bunun üzerinde Hızır’ı bu darlık ve imdatlarına çağırmışlar. “Tengiya made bırese ya Xızır! / Darlığımıza yetiş ya Hızır!” demişler. Bu çağrıyı duyan Hızır o anda bulunduğu yerde elindeki torbayı bir çam ağacına asarak bunların yardımına koşmuş.

Ancak gelin görün ki o gün ne olmuş?

Meğerse o gün ağaçların yeryüzüne kapanıp secde ettikleri, minnetlerini ifade ettikleri bir gün imiş. Bütün ağaçlar yeryüzüne secde ederken Dara Merxe-Çam Ağacı Hızır’ın kendi dalına asılı duran emanetinden dolayı büyük bir kararsızlık içerisindeymiş. Şayet eğilip yeryüzüne secde ederse, Hızır’ın dalına astığı emaneti düşer ve içerisinde ne varsa telef olup gidermiş. Bunun kaygısını yaşıyormuş. Çünkü bu torbada yeryüzündeki canlılar için sevgi, saygı, huzur ve mutluluk varmış. Ancak bu secde halini yerine getiremez ise bu sefer de yeryüzünün kendisine bahşettiği sudan faydalanamayacak ve kuruyup gidecekmiş. Neticede Dara Merxe-Çam Ağacı Hızır’ın emanetine ihanet etmeyerek susuz kalıp kurumayı göze almış.

Hızır dolanıp dönüp gelmiş ki bir de ne görsün. Yeryüzündeki ağaçların hepsi secdeye gelip su içmişler. Yeryüzü bu verdiği nimete sevinmiş; ağaçlar, börtü böcek de sevinmiş. Neredeyse ağaçların yeşillenme zamanıymış. Ancak Dara Merxe-Çam Ağacı susuzluktan kuruyup gitmek üzereymiş. Açıktır ki Hızır, yeryüzünde olan biten her şeyin farkındadır. Bunu fark eden Hızır, elindeki sihirli değnekle Dara Merxe’ye (Çam ağacına) dokunarak şöyle der:

“Bundan sonra sen suya ihtiyaç duymadan yaşamını sürdüreceksin. Bu benim bu yaşamda sana hediyem olsun. Bundan sonra sen bütün ağaçların içerisinde her mevsim yemyeşil kalacaksın.

Yapraklarını dökmeyeceksin, kışın fırtınada-boranda üşümeyeceksin. Mademki sen bu emanetime ihanet etmedin, sen bunları hak ediyorsun. Mademki sen dünyadaki canlıların sevgi, saygı, huzur ve mutluluklarına sahip çıktın, tüm bunlar bunun karşılığı olarak senin olsun, ömrün de uzun olsun.”

Rivayet odur ki ağaçlar her sene Hewtemal zamanında, yani Newe-9 Marti’de (21 Mart) yeryüzüne secdeye gelmek için eğilirler. Bu mesele üzerinde Dersim’de anlatılan bir anlatı bu şekildedir:

“Bir köyde bir gelin varmış. Bu gelin sabahın çok erken bir vaktinde kalkıp dışarı çıkmış. Dışarı çıkmasın açıkmış ama bir de ne görsün. Bir bakmış ki bütün ağaçlar yeryüzüne eğilerek secde ediyorlar. Gelin demiş; ‘Ben bu gördüklerimi sabah anlatırsam kimse bana inanmaz. İyisi mi ben başörtümü yere secde ederek kapaklanan bu kavak ağacının uç dalına bağlayayım.’ Ve gelin dediğini yapmış. Sabah olunca da ev halkına bu meseleyi anlatmış. Elbette evdekiler ve köy halkı evvela bu anlatılana inanmamışlar. Bunu üzerine gelin kendilerine demiş; ‘Şayet bana inanmıyorsanız, gelin dışarı gidelim, kavak ağacının tepesindeki dala bakalım.’ Ev halkı ve köylüler hep beraber dışarı çıkmış ve kavak ağacının tepesindeki dalda asılı ve bağlı duran gelinin başörtüsünü görmüşler. Bu başörtüsünü gelinin o yüksekliğe asmasına imkân olmadığını bildiklerinden olan bitene inanmışlar.

Dersim Raa Heqi inancına göre 21 Mart’ta ağaçlar secdeye gelerek yeryüzüne minnetini sunarlar. Bu durum, yeryüzünün kendilerine verdiği nimetlerden ötürü ağaçların ibadetidir. Çünkü yeryüzünde ne varsa tüm bu nimetler Hak’kın bir nimeti olup yeryüzü bunu bir emanet olarak bağrında bulunduruyormuş. O gece, gece ve gündüzün eşitlendiği kutsal bir günün öncesiymiş. Ancak sadece Dara Merxe (Çam ağacı) secdeye gelememiş.”

Diğer ağaçlar Çam ağacına sormuşlar:

“Sen niye yeryüzüne secde etmedin?”

Çam ağacı demiş:

“Benim dalımda yaşlı ve kâmil bir insanın bana emanet olarak bıraktığı bir torbası asılıydı. O yaşlı ve kâmil insan gelip bu emanetini alıncaya kadar ben yeryüzüne secde edemezdim. Bu sebeple yeryüzüne secde edemedim ve sudan mahrum kaldım.”

(*) Derler ki; Hızır tüm ağaçlar içerisinde en uzun ömrü Dara Merxe’ye (Çam ağacına) bahşetmiş. Onu, her mevsim yeşil kalmasını sağlamış. Hızır ile olan bu mitolojik öykü-anlatı ilişkisinden dolayı Dara Merxe denilen dikenli yapraklı bu çam türü ağaç Dersim’de kutsaldır ve ulu ağaçlarının her biri bir ziyaret mekânıdır. Bu ağaçlar kesilmez, etrafı temiz tutulur, çıla-çıra yakılır, saygı gösterilir.

 
Yorum yapın

Yazan: 04 Şubat 2024 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , ,

KARŞI EVİN ANNESİ 2019 yılı Avrupa en iyi Türk Şiiri ödülü

19.12.2023-Deniz İNAN- ŞAİR

Sen iki ters bir düz kırgınlıklar örerken beş numara şişle

Yumuşacık kakaolu kekler yapardı karşı evin annesi

İmrenirdim

Mutfağındaki eksik malzemeden bihaber

Tepeleme dolu kızgınlıklar yüklerdim dişlerimin arasına

Bilmezdim anne

Karşı evin babasında bitermiş iş

Bunu görmezdim

Hep başın ağrırdı

Başın, hep ağrırdı

Sırf bu yüzden bile bazı zamanlar

Seni sevmezdim

Küçüktüm anne

Bilseydim evinde su faturası ödenmemiş

Çeşmeden akmayan suya

İsyan etmezdim

Sen iki kere ikinin dört ettiğini ekmek hesabından bilirken

Mis kokulu çamaşırlar asardı karşı evin annesi

Özenirdim

Ellerindeki çamaşır suyu kokusundan rahatsız

Çocukça bir küskünlük eklerdim gecelerime

Oysa ellerin ruhuma akarmış saçlarımdan

Ömrümü tararmış titreyen parmakların

Bilmezdim anne

Büyümek denen illet dayanıncaya dek kapıma

Ellerinin ne muhteşem olduğunu bilmezdim

Küçüktüm anne

Yoksa

Gün aşırı patlayan sarı ampulü

Mumla yamayacak yüce gönlünü

Ezecek kadar ezilmezdim

Sen çalı süpürgesiyle süpürürken dış kapının ağzını

Taze boyalı saçlarını savurarak süzülürdü karşı evin annesi

Ayağında yüksek topuklu bir isyan

Düşündüm de şimdi

Ne iğreti dururdu o topukların üstünde dursan

Senin çatlamış ayakların vardı anne

Hacı şakir kokardın en beyazından

İncecik bir yemeniyle gizlerdin

Ölünce her bir teli yılan olacak sandığın sırma saçlarını

Çok yeni anladım anne

Ağaran her saç telinden üstüme düşen payımı

Çocuktum anne

Bir bisikletim olsa bütün mutluluklar benimdi

Babam eve sarhoş gelmiş geç gelmiş

Hepsi sabah sokağa çıktığımda biterdi

Bilmezdim anne

Karşı evden arta kalan çantalar dolusu giysi

Üstümüze cuk otururken

Ruhuna azap olur akarmış

Bilmezdim benim annem gözünün yaşıyla her bayram

arifesi

Vitrinlere bakarmış

Sen ilkokul fişlerimi kardeşimle hecelerken

Telefonu keşfetmiş karşı evin annesi

Bilsen ne cahildin ne görgüsüzdün gözümde

Yak deseler yakacağım o dakika dünyayı

Yık deseler

Ne şu eski divan kalacak

Ne çiçekli perdeler

Şimdiki aklımla ah bir sorsalar bana

Desem

O tertemiz günlerim

Hani şimdi neredeler

Ben ay sonunu nasıl getireceğim diye

Hesaplar yaparken bir gün

Oğlum nefes nefese yararak ortalığı girdi içeri

Yumuşacık kakaolu kekler yapmış dedi karşı evin annesi

Çok geç anlıyor insan anne

İlle de kendi annesi

İlle de kendi annesi

DENİZ İNAN

 
 

Etiketler: , , , , , , , ,

TÜRKÇE’Yİ BÖYLE BİRİNDEN ÖĞRENDİM

17.12.2023-SİFİN İSİMLİ SAYFADAN ALINTI

“Ak benizli bir kadındı. “Yakağan” sineği çok olduğundan “cibindirik”te yatardı. Er yatar, er kalkardı. “Daha üstüne gün doğmamıştı.” Ramazanda “er ekmeğini” yedi mi yatmazdı. Sümerbank bezinden diktiği “dolama”sını giyer, sabahın serinliğinde “delme”sini sırtından eksik etmezdi. İçinde “göynek” olurdu. “Ak yağlığını” “yağlınır”, gök “çekisini” alnına çekerdi. Bir yere giderken “bürgü”sünü bürünürdü. Delinen örgü çorabını “gözerdi”. Naylon ayakkabıları “yoraklıydı”. Bir de “şibidik”i vardı. “Örtme”deki kuzuları salar, koşuştuklarını görünce “çenikmişler bunlar” diye severdi. “Kuzuluğun kapısalığını” sağlam bağlardı; yoksa kuzular anaları dağdan gelince emişirler, buğdaylığa dalarlarsa “tenelerlerdi”. İneğini nahıra sürerdi. Yaz günü inekleri “gövelek” tutardı. Buzağısının “örmesi” kendi ellerinin ürünüydü. Dere kenarında yün yur, çul tokuçlardı. Yunak”ta çocuklarını çimdirir, yunak taşında “sırtlarını” “sırkıtırdı”. Evlatları iyiyse dirlik bulurdu, kötüyse “dirliği dışlığı kalmazdı”. Çocuklarını ağlatmazdı, “uğundurmazdı”. Kötü haberlerini alsa “yayan yapıldak” yollara düşerdi. Anasını anımsadıkça ağıt yakar ağlardı. Köyde biri ölse “ölgü” evine giderdi. Yüklükte kefen bezinin yanında “sümük sargılığı”, onların üstünde yatakları olurdu. Odayı havalandırmak için kapıyı “govşaltır”, pencerenin bir “çenedini” “kıynatırdı” (gıynatırdı). “Gurk tavuğu gurka yatar”, “cibi” çıkarırdı. Akşam “pinnik”e tünerlerdi. Zaman olur “ölet” gelir tavukları kırılırdı. “Gene dama “ötüğünler” konan “guggulumavık”ın uğursuzluğu bu” derdi. Duvara gök boncuk asardı, “göz değmezdi”. Cesura “karagözlü”, korkağa “akgözlü”, durmadan şaşırana “gökgözlü” derdi. Ona göre insanlar durumlarına göre gözlerini karartır, ağartır, göğertirdi. Ona göre, gözler kararır, ağarır ve göğerirdi. Çok renkliye “ala”, desensize “yoz”, açık toprak rengine “boz” derdi. Halı ve kilim için “çezgi çezerdi”. Çezgisi “yönet” olurdu. Kirmen ile yün eğirir, ip “koşardı”. İplerini kazanlarda kaynatıp kendi boyardı. Saçları hep bağlı iki tane “belik” olurdu. Kışın atkı atılır, ele elcek geçirilirdi. Üşüdü mü “boynu, çiyni, döşü” ağrır, “böğrü”ne sancı girerdi. Göbeği düşenin göbeğini kaldırır, kuyruğu batanın kuyruğunu doğrulturdu. Teyzesinden el almıştı. Göçebe olmayan herkese Köylü derdi, çünkü kendisi Yörüktü. Ağırın karşıtı “yeyni”, yakının karşıtı “ırak”, kalının karşıtı “yuka (yufka)” idi. Ağırbaşlı olmayan “yeynicek” idi. Yeni ev kurana “yeni yaka” denirdi. Renk değiştiren giysi “göynürdü”. Sevdiği akıllı oğlan çocuğa “lök”, güçlü toparlak çocuğa “tosun”, “toklu”, zayıf kıza “çebiç”, güzel kıza “beserek”, “celfin” ve “şişek” derdi. Yaramazlar, hareketliler “yılkı” idi. Ayrana “çalkama”, “çalkamaç”, cacığa “çintme”, kompostoya “sulamaç” derdi. Yemek “haranı”da pişer, “çanak”ta yenirdi. “Ölemeç (övelemeç), bulamaç, ovmaç (oğmaç)” pişirir, ayrana “yufka ekmek” doğrar “doğramaç” olurdu. “Kaçamak” yemeğini, toğga çorbasını iyi yapardı. Süt “taşırır”, “ağız döndürür”, ayran yayar, peynir basardı. Bazen “dolaz” yapardı. Bulgurdan taş “ürtlerdi”. “Vergili” kıza düğür gidilmez derdi. Düğün için gönderilen çağrıya “okuntu” der, düğün evine “okuntuluk” götürürdü. Okuma yazmaya “oku” derdi. Kendisinin ise “okusu yoktu”. Kocası “yörev” bir adamdı, “yörev yörev” konuşurdu, kızdı mı gözleri “pertlerdi”. Kendisi kimseye “çelermezdi”, yüzünü “çelertmezdi”. Yaşamında çok “ezgiler çekmişti”. “İki çift laf etmeyi severdi”, ama “kovu”dan hoşlanmazdı. “İlenmeyi” sevmezdi ama bazen de ilenirdi; en kötü “ilenci” “odun ocağın sönsün”, “ciğerinin sapından bul” olurdu. Çerçiden “arpayına, buğdayına barabara “kırıntı” alırdı”. Fazla para aldığını düşünürse “üttü beni çerçi” derdi. Çerci de ütücü çerçi olurdu. Balta duvarın “kırağında” durur, keser “yamacına” konurdu.Yerleri belli olurdu, dolay dolay aramak zorunda kalmazdı. Orak ile arpa “orardı”. “Aşanesinde” un çuvalları, en başında yük çuvalı olurdu. Yük çuvalında “deve boncuğu” işliydi. Hamur yoğurur, “ekmek atardı”. “İtesi” dokuma kilimdi. Ekmeğini kocası çevirirdi. Ekmekleri üst üste yığar, ekmek yapma işi bitince ekmekleri teklerlerdi…Görsel: Geçen yıl kaybettiğim bir yörük kızı olan Annem.

 
 

Etiketler: , , , , , , , ,

KILIÇLI KÖYÜNDE ABD VİRGİNİA ÜNİVERSİTESİ MEZUNU KOOPERATİF KURDU

12.12.2023- A. Yaşa SARIKAYA

Büyük emeklerle var edilen Kılıçlı Köyü SİNABELİ KOOPERATİFİ atölyesini, 11. 12. 2023 günü ziyaret ettik. Denetleme Kurulu Başkanı Günsel DİRİ, Yönetim Kurulu Başkanı Y. SARIKAYA ve üyesi Ayfer SALCIER derneğimizin ödüllerini sunmak üzere atölyeye geldik.

Açılış konuşmam : Köylerde KADIN HAREKETİ ve İSTİHDAMI konusunda bu güzel proje model olmalıdır. Kadınlarımız, anaçtır, üretendir, atalar sözünün dediği gibi, ” yuvayı kuran dişi kuştur”. Tüketim toplumu olmak yerine, üretim toplumu olmamız için atılan her adım kıymetlidir. Halk kültürümüzün aynası olan bu projeyi başından beri destekliyoruz. İlk aşamalardan beri karşılaşılan zorluklara, engellere, nasıl göğüs gerdiklerine dernek olarak tanığız.

Ödeneksiz, desteksiz, katkısız bu atölyeyi kuran ve kotaran köy kadınlarımızı yürekten kutluyoruz. Onlara öncülük eden Aylin ve Yücel DEMİRHAN’ın diğer köylerimizdeki kadınlara öncü olmasını diliyoruz” .

Ödül töreninde, her dokumacıya derneğimizin teşekkür belgelerini sunduk. Önce kurucu olarak çok emek veren Y. DEMİRHAN ve ABD Virginia Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı, Ekonomi çift ana dal mezunu olan ve Kılıclı Köyü Sinabeli Kooperatifi Baskanlığını yürüten Aylin Demirhan’a belgesini takdim ettik.

2023 Bilke Halk Kültürü Ödülünü sunduk. Ayrica İspanya Madrid Complutense Üniversitesi, İspanyolca ögretmenliği master programıni da tamamlayan Aylin Demirhan’ı, bu birikimi ile gençlere örnek olduğu ve Köyde Kadın Üretim Hareketini başlattığı için kutluyoruz.

Kurucu Başkan Yücel Demirhan Konuştu:

Yürekli, yılmayan, azimli kadınlara ihtiyacımız var. Dokuma tezgahlarında ritim tutarak Sinop türküsü söyledik birlikte. Türkü dinletisi ardından, her tezgahta dokunan örnekleri inceledik ve kendilerine başarılar diledik.

PROJENİN HİKAYESİ:

PROJE 1. AŞAMA: Aylin DEMİRHAN kolej öğrenci velileri, öğretmenleri ve köylü halk ile birlikte eski okul binası restore edildi.  Kütüphane kuruldu, bilgisayar alındı. SEV Koleji öğretmen ve öğrencileri köyde kamp yaptı köy yaşamını gördü.  Kamp boyunca öğrenciler, öğretmenleri Aylin Demirhan, Rachel Litwak, Mehmet Cemil ve James Farley liderliğinde etkinliklere katıldı.

Grup tarlada çalıştı, inek sağdı, ormanda yürüyüş yaptı. Köy çocuklarıyla tanışıldı oyunlar oynandı, sohbet edildi, okul binasının restorasyonunda çalışıldı. Tarladan sebze toplandı, yemekler pişirildi; armut toplayıp pekmez yapıldı, hamur açıldı mantı yapıldı, kümesten yumurta alıp haşlandı, sofralar kuruldu, toplandı, bulaşıklar yıkandı. Bazı öğrenciler toprağı sürdü, diğerleri doğal tarım amaçlandığı için ilaçlama yapılmadığından otları temizledi, kimisi karık açtı, kimi ekti, kimi de fidelere can suyu verdi.

Tarla aletleri kullanıldı, çiftlik hayvanları tanındı, köydeki börtü böcekle yaşama deneyimlendi. Organik atıklar toprağa geri kazandırıldı.  Yıldızların yoğunluğu, gecelerin sessizliği yaşandı. Güneşin doğuşuyla kalkıldı, batışıyla tavuklar kümese kondu, öğrenciler Karadeniz’in yeşiline, Sinop şivesine ayak uydurdu.

PROJE 2. AŞAMA: Yücel DEMİRHAN, Kılıçlı Köyü Kültür Merkezine dokuma atölyesi kurdu. Köylüden geleneksel dokuma tezgahı buldu, Halk Eğitimi Merkezi ile işbirliği yapıldı. Köydeki genç ev hanımlarına el dokuma kurs açıldı. Kurs belgesi alanların, öğrendikleri sanat ve dokuma kurs belgesi ile istihdamları hedeflendi.

Kursiyerler kursta dokuma eğitimi alırken, çocukların başıboş olmaması için, merkezde Halk Eğitimi Merkezi ve Akşam Sanat Okulu işbirliği ile ana sınıfı açıldı. Kültür Merkezine Ana sınıfı öğretmeni ve geleneksel dokuma öğretmeni atandı.

PROJE 3. AŞAMA: KOOPERATİF kuruldu, adı SİNABELİ oldu ve başkan Aylin DEMİRHAN ile birlikte, üretim ve pazarlama adımlarına geçtiler.

KOOPERATİF Sinop LAVERDA FESTİVALİNDE

Dokumacı kadınlar ödül aldılar:

 
Yorum yapın

Yazan: 12 Aralık 2023 in Etkinlik, Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

Tarihin Akışını Değiştiren Kadın 

11.11.2023- Anadolu Tarihi/anadoluyugeziyorum

Tarihte kadınların dünyayı nasıl şekillendirdiğiyle ilgili pekçok örnek verilebilir. Tarih kitaplarında yer yer kadınların yeri ve önemi üzerinde durulmuştur. Kadınlar, dün, bugün ve yarın ailenin ve toplumun şekillenmesinde çok  büyük etkiye sahip olmarına karşın ne yazık ki,  tarihin altın sayfalarında yeterince yer alamamışlardır. İşte tarihin akışını değiştiren, şekillendiren sıradışı kadınlardan biri: Hatice Hüma Hatun!

Hüma Hatun; çağ açıp çağ kapatabilecek bir kahraman olarak Fatih Sultan Mehmet’i doğurup, başarıyla yetiştirmiştir.  21 yaşında İstanbul’u fetheden Sultan Mehmet’in yetişmesinde en çok emek verenlerin başında eşi Sultan Murat’la birlikte Hatice Hüma Hatun gelmektedir.

Büyük cihan hükümdarı, İstanbul’un fatihi, Sultan Mehmet’in annesi hakkında neler biliyoruz? Edirne Sarayı’nda 1432 yılında doğan şehzade Mehmet’i büyük bir özenle  yetiştirdi. Özellikle Anadolu’nun büyük evliyalarından birisi olan Hacı Bayram Veli’nin Sultan II. Murat’a verdiği  “Bu şehri ve fethini sen de ben de göremeyeceğiz,  ama beşikteki  çocuk “Mehmet” görecek …” müjdesi annesi Hüma Hatun’un gayretini bir kat daha arttırır. Annesi  geleceğin Fatih’inin  üstüne titrer, tahsil ve terbiyesini  aşkla nakış nakış işler.

Cihan hükümdarı Fatih Sultan Mehmet’in  annesi, Fatih’in ilk terbiyecisi, ilk hocasıdır. 

Şehzade Mehmet’in eğitiminin en üstün şekilde olması için, devrin en büyük alimlerinin onun yetiştirilmesinde rol almasını sağlar. Mehmet’ini, başta Akşemseddin olmak üzere Molla GüraniMolla Fenari ve Şeyh Sinan gibi mümtaz alimlere emanet eder. Hocalarından, disiplinin elden bırakılmamasını, onu cesaretli ve fetih ruhuyla yetiştirmelerini ister. Ahlaki açıdan da  en güçlü, en değerli  olarak hazırlanmasında titizlik gösterir.

Hüma Hatun; Osmanlı padişahlarından II. Murat’ın eşi ve Fatih Sultan Mehmet’in annesidir. Kastamonu’nun Devrekani ilçesinde yaşayan Hüma Hatun, Candaroğlu  Beyliği’nin en güçlü hükümdarlarından İbrahim Bey’in kızı, İsfendiyar Bey’in torunudur.

Tarihi kaynaklara göre, II. Murat, tahta geçtikten sonra  Kuzey Anadolu topraklarını fethetmek amacıyla 1424 yılında Bolu yakınlarında Candaroğulları beyliği ile bir mücadeleye girişir. Savaşı kaybeden  Candaroğlu İsfendiyar Bey,  yaralanır ve Sinop kalesine sığınır.

İsfendiyar Bey, küçük oğlunu Sultan II. Murat’a elçi olarak göndererek affını ister ve torunu Hatice Âlime Hüma Hatun’u nikahla Sultan Murat’la  evlendirmek istediğini belirtir. II. Murat bu teklifi kabul eder ve düğün hazırlıkları başlar. Düğün vasıtasıyla oluşan  barış  ortamında 1424 yılında bir heyet Osmanlı başkenti Bursa sarayından  hediyelerle birlikte Kastamonu’ya gelir. Kastamonu’nun Devrekani ilçesinin Çayırcık Köyü’nde Sultan Murad ile Hüma Hatun’un düğünü yapılır. 1432 yılında bu evlilikten Fatih Sultan Mehmet dünyaya gelir.

Hüma Hatun’un kabri, Bursa Muradiye Külliyesinde yer almaktadır. Huma Hatun’un eşi  Sultan 2. Murat ve pekçok Osmanlı şehzedesinin yattığı Muradiye Külliyesi Bursa’nın en önemli  dini tarihi mekanları arasında yer almaktadır. Hüma Hatun ya da Hatuniye Kümbeti adıyla anılmaktadır.

Hüma Hatun’un 1449 yıliında vefat ettiğinde çok sevgili oğlu şehzade Mehmet, şehzadeler şehri Manisa’da valilik yapmaktadır.  Bu sırada annesi İstanbul’un fethini göremeden Osmanlı başkenti Bursa’da vefat etmiştir.

Günümüzde Hatice Hüma Hatun’un ismi memleketi, Kastamonu’da yaşatılıyor. Adına açılmış okullar, yurtların yanında her sene mayıs ayında Devrekani ilçesinde geleneksel olarak şenlikler organize ediliyor.

***Farklı görüşlere yer verelim:

Yazar:Ahmet ŞİMŞİRGİL, Aslında Fatih’in annesinin kim olduğu meselesi türbesindeki bilgilerde gizlidir. Zira o¸ 1449 yılında vefat etmiş ve Bursa’da defnedilmiştir.

Buradan hareketle II. İbrahim Bey’in kızının olması mümkün değildir. Zira Hatice Halime Hatun’un II. Bayezid Han devrine kadar yaşadığı ve 1500 tarihinden sonra vefat ettiği bilinmektedir. Bu durumda Fatih’in annesi olması imkân dışıdır.

Diğer taraftan Sırp kralının kızı olan Mara Hatun’un da Fatih’in annesi olma ihtimali yoktur. Çünkü II. Murad Han’ın¸ Mara Hatun ile evliliği 1435 veya 1437 yılında olmuştur. Bu durumda 1432 doğumlu olan Fatih’in bu hanımdan doğmuş olması düşünülemez. Hatta Fatih babasının vefatından sonra ana diye hitap ettiği Mara Hatun’u devlet adamlarından biri ile evlendirmek istemiş ancak o Serez’de bir manastıra çekilmeyi tercih etmiştir. Şayet öz annesi olsa Fatih¸ böyle bir teşebbüse girişmezdi. Keza Mara Hatun da İstanbul’dan ayrılmazdı.

Bu durumda gerek Bursa mahkeme sicillerinden gerekse Peçevi Tarihi gibi kaynaklardan elde edilen bilgiler ışığında Fatih’in annesinin Hüma Hatun olduğu anlaşılır. Babasının adının Abdullah olarak kaydedilmesinden Hüma Hatun’un cariyelikten gelme olup muhtemelen Kafkas asıllı olduğu tahmin edilmektedir.

BİLKE YORUM: Hüma Hatun, Candaroğlu  İbrahim Bey’in kızı, İsfendiyar Bey’in torunudur. Baba ve dedesinin mezarları Sinop’tadır. Fatih’in annesi Hüma Hatun’un Sinop’a ziyarete geldiği anlatılmaktadır. Kastamonu Devrekhaneli olan Hatun, Sinop’a mezar ziyareti için gelmiş olmalı fikri mezarların Sinop’ta oluşundan olmalıdır.

 
Yorum yapın

Yazan: 11 Kasım 2023 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , ,