RSS

Aylık arşivler: Haziran 2022

BİR YANIM DAĞLARIN KIZI BİR YANIM AMAZON SAVAŞÇISI

29.06.2022- A. Yaşar SARIKAYA

Sinop’un denizini, rüzgarını, güneşinin doğuşunu ve batışını bitimsizce yaşamak özel bir duygudur. Kentin kurulduğu dar boğaz, gece yakamozlar arasında inci bir gerdanlık gibi parlamaktadır. Binlerce yıl süregelen SİN adının gizemine, ay tanıktır gökyüzünde. Bir elim, suyun sinesinde SİNOPE’Yİ duyumsarken, diğer elim bilmem kaçıncı zamanda deniz dalgalarının yaladığı dağların sesini duyar. Bir yanım dağların kızı, bir yanım da Amazon savaşçısıdır.

Gezginliğin en derini, doğanın hafızasında toprakla konuşmak, dağla söyleşmek, su ile fısıldaşmaktır. Adada iyodu, yaylada çayır ve çimen kokusunu içine çekmektir.

 Aklım ve duygularımın bilişsel gezintisinde, doğa hafızasının gizemini deşifre ediyor;  yazılarımı de geleceğin kumaşına dokuyorum.  

Yüz yıllar öncesinde, belgelerde nüfus yerleşiminin olmadığı zamanda, HASANYERİ adını taşıyan bir yer vardı. Bu gün de aynı adı taşıdığını öğrendiğimde, doğanın hafızasının gücünü duydum içimde. İnsanımızın, ad konusundaki hassasiyetini de. Muhtarı aradım, yaşlılarla görüştüm, bilgileri karşılaştırdım. Evet, isim aynıydı yöre insanı, benim kadar etkilendi mi bilmiyorum ama kalıcı olması için kitaplaştırdım. Okur severlere saygılarımla…

İşte bu şelale, kervanları kendisine çeken, nüfus yerleşimi olmadan kervanlara konak yeri olan.

 
 

Etiketler: , , , , , , , , ,

TAYYİP SANDALCI’NIN SON EMANETLERİ

24.06.2022- BİLKE

Paylaşacağım 05. Nisan 2022 tarihli bir fotoğraf, sonlu dünyanın acı gerçekliği ile yüzleştirecek hepimizi. Neden derseniz, hayatının son evrelerini yaşayan bir kişinin, dünyadan göçeceğinin farkındalığıyla, bilinçli bir selfi çekip yazıları ile birlikte bana göndermesi ve “uygun yerlerde kullanırsın” notunu düşmesi. Ailesinin bu fotoğraftan haberi var mı bilmiyorum ama bana yüklediği sorumluluğun, sırtımda kat kat arttığının farkındayım. Yaptığım çalışmaların özünü kavraması, araştırmasına sahip çıkacağımdan emin olması da ayrıca hüzünlendirdi beni.

Gönderdiği 7 dosyanın hepsini açmamıştım, tarih sırasına göre yayınlıyordum. Dünyaya veda etmeden önce yazılarının 3 bölümünü kendisi de okumuştu. Bu gün postanın içindeki son dosyadan çıkan fotoğrafı sanki ” işte gidiyorum kalanlara selam olsun” diyordu sevenlerine. Son 4 postadan biri foto, diğeri kitabe, üçüncüsü kitabenin çevirisi, dördüncüsü de biyografidir. Bu alemden göçse de sözü kendisine bırakıyorum: Ayşe Yaşar SARIKAYA

Tayyip SANDALCI-

Selam sevgi saygılarımla –TAYYIP SANDALCI – 12/01/2022

Cami girişindeki hitabenin okuyamadığım bir iki kelime dışında tercümesini yapamaya çalıştım, küçük eksikler olabilir ama kitabenin özü anlaşılmaktadır .

“Ayasofya hatibi Ebu Bekir Lütfü efendiniğ ulvi himmeti kıldı bu camii inşa

Vekili Azam’ı ecmein Abdülhamit Hana 

Düa ihvan eyledi mü’e minler

Ol amiri minel ilah

Didiler…….ser askeri muhbaresi

Yapıldı cami Lailaheillallh…….

1317 (1901)”

Dudaş Köyü Camii Hitabesi-foto-Tayyip SANDALCI

    BİYOGRAFİSİ            

1947 yılında Dikmen Dudaş köyünde doğdu. 16 yaşına kadar eski Türkçe okuma yazma ve kuran okumayı öğrendi, çobanlık ,çiftçilik, Ramazan imamlığı yaptı. Bu arada yeni Türkçe okuma yazmayı öğrenerek dışardan ilkokul diploması aldı(Dudaş köyünde ilköğretim 1970 den sonra başladı).
16 yaşında köyden ayrılıp Sinop’a geldi. Halk Eğitim Merkezinin düzenlediği, Amerikalı Barış Gönüllüsü , Robert Dankoff’un ingilizce kurslarına katılarak ingilizce öğrendi, gündüzleri iş seçmeden her tür amelelik yaparak harçlığını kazandı.
1965 yılında, Mülkiyeti Sosyal Sigortalar kurumuna ait olan, Türkiye Otel Lokanta ve  Eğlence yerleri işçileri (TOLEYİS) Sendikasının uygulama oteli olarak açtığı , daha sonra el değiştirerek  özel kişiler tarafından işletilen,  halk arasında Turist otel olarak bilinen otelde resepsiyonist olarak işe başladı.
1966 yılında Amerikan üssünde(RADAR) Araç Sevk ve Harekat memuru olarak çalışmaya başladı.
1967-69 yıllarında İzmir ve Ankarada hava muhabere , Mors Operatörü olarak 2 yıllık askerlik görevini yaptı.
Askerlik dönüşü Amerikan üssündeki işine döndü. 1973 yılında Amerikan Üssünde İstihkam mühendisliği bölümüne transfer olarak, Demirbaş malzeme memurluğu, iş programlayıcılığı (scheduler), maliyet muhasebeciliği, plan bütçe yapım ve uygulaması, ve nihayet Üretim Kontrol şefliği (Chief Production Control) yaptı.

Bu arada hiç okula gitmeden (o yıllarda açık öğretim de yoktu), ilk ,orta, lise ve Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsüne bağlı Sevk ve İdare Yüksek okulunu (TODAİE-SİYO)dışardan bitirdi.
1993 yılında Üssün kapanmasıyla Sinop’ta yaşamaya devam etti. 14 Mar 2022- Tayyip SANDALCI

NOT: TAMAMI

https://sinopbilke.com/category/tayyip-sandalci-anilar/

Tayyip SANDALCI ANILAR “KATEGORİSİNDE bulabilirsiniz

 
2 Yorum

Yazan: 24 Haziran 2022 in Tayyip Sandalcı anılar

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

Cumhuriyetin İlk Yıllarında Modern Toplum İnşa Sürecinde Sanayi Tesislerinin Rolü

21.06.2022- Doç. Dr. Mutlu KAYA- Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Turizm Fakültesi, Turizm Rehberliği Bölümü-Öğretim Üyesi

foto: Doç. Dr. Mutlu Kaya ve Prof. Dr Cevdet YILMAZ, Sinop konusunda yaptıkları akademik çalışmalar için kendilerini kutluyoruz. Dernek olarak, bu değerli çalışmaları Sinoplularla paylaşmak istedik. BİLKE HALKBİLİM ÖDÜLLERİ’ne ara verdik. Yeniden başladığımızda, iki akademisyenimiz Akademik Halkbilim Ödülleri adaylarımızdır. Çalışmalarını kutluyor ve Sinoplulara tanıtmaya devam ediyoruz BİLKE

GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, Osmanlı’dan nüfusun beşte dördü doğrudan veya dolaylı
olarak tarımla uğraşan, tarımın ilkel metotlarla ve daha çok köylülerin kendi tüketimi için yapıldığı bir
ülke devralmıştır. 1912 yılından başlayarak on yılı aşkın bir süre boyunca Anadolu, birbirini izleyen bir
dizi savaşın yıkımına uğramıştır. Balkan Savaşları (1912-1913), Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve
Kurtuluş Savaşı’nın (1920-1922) getirdiği yıkım ve ölümler, çok ciddi ve uzun süre etkili olacak
demografik, toplumsal ve iktisadi sonuçlar doğurmuştur. 1913 yılında, daha sonra Türkiye sınırları
içinde kalacak topraklar üzerinde toplam nüfus 17-18 milyon dolayındayken izleyen on yıllık dönemde, gerek askeri gerekse sivil Müslüman halk arasındaki kayıp toplamda yaklaşık 2 milyona ulaşmıştır.
Buna göçler de eklendiğinde 1920’li yılların başında Türkiye’nin nüfusu 13 milyon seviyesine
gerilemiştir. Bu durum on yıl öncesine göre %25 oranında bir nüfus azalması anlamına gelmektedir.
Savaş yılları boyunca üretim düzeylerinde de belirgin bir gerileme yaşanmış, tarım, sanayi ve
madencilik, gerek savaş yıllarında yitirilen insan varlığından gerekse aynı dönemde ekinlerin, yük
hayvanlarının, araç-gereç ve fabrikaların yok edilişinden olumsuz yönde etkilenmiştir (Pamuk ve Owen, 2002; Ünal, 2010).

Çiftçiler tohum, tarım aletleri ve koşumluk hayvan bulamamış, bu nedenle de toprakların büyük bölümü işlenememiştir. Ticaretin gelişimine uygun ulaşım imkanları oluşturulmamış, demiryolu az ve mevcut olanlar da kötü durumda, kara yollarının en iyisi ancak kağnıların geçişine izin verecek şekildedir. Ticaretin neredeyse tamamı azınlıkların elinde, sanayi el sanatlarından ibarettir. Kapitülasyonlar ve serbest ticaret, sanayi gelişimini engellediği gibi mevcutları da ortadan kaldırmıştır.


Fındık, kuru üzüm, incir, tütün gibi tarım ürünleri ile halı gibi el sanatları ürünlerinin dış satımı sonucu
elde edilen gelirle ülkenin ihtiyacı olan sanayi malları karşılanmaya çalışılmaktadır (Aktan, 1998). 1927
yılında yaklaşık 65.000 sanayi şirketi vardır ve bunlarda yaklaşık 250.000 işçi çalışmaktadır. Fakat bu
işletmelerden sadece 2.822’si makine gücüne bağlı olarak faaliyet göstermektedir (Zürcher ve Gönen,
1999) ve sadece 155’inde çalışan sayısı 100 kişinin üzerindedir (Ünal, 2010). Cumhuriyet Türkiye’sinin
ilk sanayileşme hamlesini üç beyazlar (un, şeker ve tekstil) ile simgelemesi aslında sanayileşmenin
durumunu özetlemektedir. Nitekim bunlardan tekstil bir sanayi kolu iken un ve şeker özünde birer
tarımsal üründür (Boratav, 2003).

Bu nedenledir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar zaferden sonra hemen milli kalkınma davasını başarmaya odaklanmıştır (Özel, 2002). Böyle bir ortamda kurulan Cumhuriyet rejiminin ülkede sadece siyasi yaşamda belirleyici olduğunu söylemek eksik olacaktır. Cumhuriyet, toplumsal ilişkilere belli bir biçim veren, bu biçimi yeniden üretmek için gerekli kurumsal ve söylemsel pratikleri toplum üzerine empoze eden aktif bir özne olarak, ulus-devlet, sanayileşme ve modern-laik ulusal kimlik üçgeni üzerine yükselecek bir modern ulus hayali içeren bir modernite projesidir (Keyman ve İçduygu, 1998).
Modernlik, Batı Avrupa toplumunda on altıncı yüzyılda biçimlenmeye başlamış ve onu önceki
dönemlerden ve çağdaşı olan diğer toplumlardan ayırmış olan yapısal özelliklerin ifadesidir. Bu
özellikler endüstriyel genişleme, siyasal iktidarın kullanımı üzerine getirilen anayasal kısıtlamalar, sivil
bürokrasilerin yükselişi, kent merkezlerinin büyümesi, okuryazarlığın ve kitlesel eğitimin
yaygınlaşması, sekülerlik, içsel psikolojik benliğin ortaya çıkışı ve işlevsel farklılaşmayı içermektedir
(Jusdanis, 1998). Modernleşmeyle birlikte toplumun geleceğe yönelik beklentileri, çevrelerine bakış
açıları, çeşitli alanlardaki tutum ve davranışları, gündelik ilişkileri, kendi yaşam deneyimlerini
Mutlu Kaya-406

değerlendirme şekilleri değişime uğrar ve yeni bir biçim ve içerik kazanır. Diğer bir deyişle
modernleşme temeldeki kapitalist gelişmenin toplumsal, siyasal, ideolojik, kültürel, kurumsal ve etik
alanlarda yol açtığı değişimin bütünü olarak tanımlanabilir (Çulhaoğlu, 2007).
Türk modernleşmesinin temelini, teknik ve bilimsel ilerlemenin nimetlerinin, çoğunlukla devlet
yoluyla, her türlü insani faaliyet alanına uygulanması oluşturmaktadır (Bozdoğan, 2001). Cumhuriyet
rejimi, toptan bir toplumsal, ekonomik ve siyasi dönüşüm beklentisi içindedir. Modernleşme, ekonomik
ve toplumsal boyutlarla birlikte siyaseti ve kültürü de içeren geniş bir bütünlük olarak görülmekte,
toplum mühendisliği ve yukarıdan aşağıya modernleşme eğilimiyle gerçekleşecek köklü değişikliklerin
hem çağdaşlığı hem de çağdaşlaşmayı gerçekleştireceğine inanılmaktadır (Ahmad, 2006).

Bu sebeple Cumhuriyet’in siyasi otoritesi, ilke ve kurallarını kendisinin belirlediği, siyasal ve kültürel çağdaşlaşma gereğince kurmak istediği tamamen farklılaşmış yepyeni düzen için aslında bir tezat olarak geçmişteki hiyerarşiye dayalı yönetim geleneğini kullanmıştır (Kaliber, 2007). Bu durum yapılan değişikliklerin tam bir modernleşmeden ziyade imparatorluğun reorganizasyonu olarak görülmesine sebep olmuştur.
Fakat aslında Türk modernleşmesi geç ya da gecikmiş modernleşmenin güzel bir örneğini
oluşturmaktadır. Geç modernleşme, Batı’nın kendine özgü koşulları içerisinde yaşadığı modernleşme
sürecinin aşamalarını bir olağan süreç olarak yani kendiliğinden bir gelişme olarak ortaya çıkmasını
beklemeden bu süreçlerin sonuçlarının bilgisine sahip modernleştirici iradenin tarihin akışını
hızlandırması, önündeki basamakların birkaçını birden atlaması biçiminde tanımlanabilir (Çulhaoğlu,
2007; Livan, 2020). Ademi merkeziyetçi ve feodal toplumlarda modernleşme amacıyla belirli siyasal ve
kültürel kurumların ithal edilmesiyle oluşturulan modeller çoğunlukla dirençle karşılaştıkları için
Avrupa’daki benzerleri gibi işlev görmeleri pek mümkün olmamaktadır. Gecikmiş bir modernleşme
sürecinde modelin özelliklerini elde etmek amacıyla telaşlı bir çaba içine girildiği için bu değişimi
merkezi bir planlamayla yapmak zorunlu hale gelmektedir (Jusdanis, 1998).


Atatürk’e göre, Cumhuriyet ile birlikte bir devlet her şeyiyle yeniden inşa edilecektir. Bu
sebeple üniformasını bir kenara bırakıp sivil bir Cumhurbaşkanı olarak halkının karşısına çıkmış ve bu
yeni imajıyla halkına artık yeni bir döneme girildiği mesajını vermiştir. Acilen ülkeyi kalkındırma ve
halkının hayat düzeyini yükseltmek için başta endüstri olmak üzere her alanda hızlı bir gelişim
gerekmektedir (Lewis, 1993). Bu gelişimin, tarihsel özellikleri, yerel gelenekleri ve bölgesel dengeleri
gözeterek, yabancılaşmadan, taklitçiliğe düşmeden ve bağımlı hale gelmeden, yoksulluktan kurtulup
uygarlaşma olarak gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir (Aydoğan, 1999).

Sanayi alanında meydana gelecek gelişim Cumhuriyet için hayati bir bileşen olarak görülmekte, sanayi ile uygarlığın beraber büyüyeceği düşünülmektedir. Avrupa mallarını ithal etmekten hoşnut olan yerli burjuvazinin tarımsal gelişime sıcak bakmasına rağmen Türkiye’nin uygarlık hedefine ulaşması için, güçlü, dengeli ve bağımsız bir sanayi ekonomisine sahip olması gerektiği temel düşünce olarak belirlenmiştir (Ahmad, 1995; Georgeon, 2000).
Yeni bir ulus devletin oluşturulması ve çağdaşlaştırılması, birbiriyle yakından ilişkili iki hedef
olarak görülmekte ve benimsenen iktisadi politikalara doğrudan doğruya bu bakış açısı kaynaklık
etmektedir (Pamuk ve Owen, 2002). Bu değişim önceleri özel sermaye ya da yabancı sermayeli
şirketlerin yatırımları ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu şirketlerle yapılan antlaşmalara özellikle
yerli hammadde kullanma zorunluluğu getirilmiş böylece yatırımların Anadolu’ya yayılması
Cumhuriyetin İlk Yıllarında Modern Toplum İnşa Sürecinde Sanayi Tesislerinin Rol

Mutlu KAYA- 407

hedeflenmiştir (Kaya ve Yılmaz, 2016). Ülkemize bu dönemde yatırım yapan yabancı sermayeli
şirketlerden olan Ayancık Zingal Kereste Fabrikası genç Cumhuriyet’in sanayiden beklentilerini ilk
ortaya koyan işletmelerden biridir. Şirketle yapılan sözleşme bu doğrultuda hazırlanmış, şirket üretimin
şekli yanında mesleki eğitim ve sosyal konular başta olmak üzere birçok konuda sözleşme ile teminat
vermiştir (Anonim, 1948). Ayancık’ta denenen proje her manada oldukça başarılı olmuş fakat ne yazık
ki ülkedeki sanayileşme özel sektör yoluyla istenen seviyeye ulaşamamıştır.

Lozan Antlaşması’nın gümrük tarifeleri için koyduğu sınırlamalar 1928 yılı içinde son bulmuş,
dolayısıyla 1929’dan itibaren yeni ve yerli üretimi korumacı bir gümrük tarifesi uygulama imkânı
doğmuştur. Dünya ekonomisini derinden etkileyen 1929 ekonomik buhranı, bu sistemin bağımlı ve
azgelişmiş çevresini oluşturan ülkelerde ilk kez kendi dinamikleriyle, ulusal bir sanayileşme fırsatı
yaratmıştır. Bu durumun ortaya çıkardığı sanayileşme fırsatını değerlendiren Türkiye’de devlet ekonomi
alanında doğrudan etkin olmaya başlamıştır (Boratav, 2003).

Atatürk’ün ekonomide devlet, fikrini özel
sektörün varlığı ve gelişimi için gerekli şartların sağlandığı bir ortam yaratma yanında devletin toplum
ihtiyaçlarını göz önüne alarak bazı alanlarda varlık göstermesi olarak tanımlamak mümkündür (Akpınar,
2013).

Diğer bir deyişle Atatürk döneminde uygulanan devletçilik politikası, kapitalizm ve sosyalizm
arasında, her ikisinin de bazı özelliklerini almış, bir iktisadi politika olmanın yanında aynı zamanda
bağımsızlığını yeni elde etmiş bir ülkenin kurduğu toplumsal bir sistemdir (Boratav, 1974).
1930’lu yıllardan itibaren devlet, coğrafi dağılış içinde hammaddelerimizin değerlendirileceği,
ithal edilen ürünleri durduracak ve böylece dışarıya döviz ödenmesini engelleyecek sanayi işletmelerini
kendi kurmaya başlamıştır (Doğan, 2013). İsmet İnönü’nün Karabük’te demir çelik fabrikasının temel
atma töreninde söyledikleri devletin sanayi tesislerinden beklentilerini ortaya koyar niteliktedir (Kiper,
2004: 27):
“Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları ile memleketin her sahada çok kıymetli olan başlıca
ihtiyaçlarına cevap verecek bir müessese kurmakla kalmıyoruz, cumhuriyetçi ve milliyetçi Türkiye’nin
manevi ve içtimai bir medeniyet ve kültür müessesesini de meydana getirmiş oluyoruz.”
Fabrikalar kuruldukları bölgelerde yarattıkları istihdam olanakları sayesinde bu bölgelerin
nüfusunu arttırarak kentleşme sürecini hızlandırmıştır. Halk, tarımsal faaliyetlerden sanayi üretimine
geçmiş, beraberinde sanayi üretiminin gereklerine uygun bir yaşam sürmeye başlamıştır. Sanayi
yerleşmelerinde fabrikalar tarafından organize edilen faaliyetler işçilerin ve halkın sosyalleşmesine,
geleneksel kent dokusundan çıkılarak planlanmış mekanlarda yaşamın başlamasına ve kadınların da iş
hayatına ve sosyal yaşama karışmalarına imkan sağlamıştır. Fabrikaların bünyesinde üretim tesislerinin
yanında lojmanlar, alışveriş birimleri, yüzme havuzu, basketbol-futbol-tenis sahası gibi spor alanları,
sinema, balo salonu-gazino gibi eğlence mekanları ve mesleki kurslar ile ilk ve orta öğretim için
okullardan oluşan sosyal donatılar oluşturulmuştur.

(Şekil 1. Alpullu Şeker Fabrikası yerleşim planında sosyal alanların dağılışı
Kaynak: Durukan Kopuz ve Tetik, 2016.)

Fabrikaların çevresinde yaşayanlar sinema, tiyatro, konser, balo gibi etkinlikleri bu fabrikalar
sayesinde tanımış ve kadın – erkek toplumun tüm kesimi bunlardan faydalanmıştır. Her tesisin
kuruluşundan bir süre sonra çevresi ayrı bir şehir haline gelmeye başlamıştır. Ayancık, Alpullu,
Eskişehir, Nazilli, Ereğli, Malatya, Kayseri, Karabük, Kırıkkale gibi sanayi alanları Şevket Süreyya
AYDEMİR’in tabiriyle tesisleriyle, lojmanlarıyla, parklarıyla, spor alanlarıyla gün ışığında dünyaya
gülen ve geceleri ışıl ışıl parıldayan şehirlere dönüşmüşlerdir (Aydemir, 2003).


Bu çalışmanın amacı, Türkiye Cumhuriyeti’nin sanayileşme sürecinin sadece ekonomik
kalkınma mücadelesi olmadığını, ekonomik boyutunun yanında sosyo-kültürel boyutu olan,
Cumhuriyet’in oluşturmaya çalıştığı kültür devriminin öncüsü olacak bir modernite projesi olduğunu
ortaya koymaktır. Bu anlamda çalışma Türkiye’de sanayileşme hareketine farklı bir bakış açısı
getirmektedir. Çalışmanın konusunu teşkil eden Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde kurulan sanayi
tesislerinin toplumsal etkileri üzerine birçok çalışma yapılmış (Akpınar, 2013; Asiliskender, 2008;
Asiliskender, 2009; Bancı, 2006; Bigat, 2017; Cebecik, 2017; Demirer, 2013; Doğan vd., 2011; Durukan
Kopuz, 2018; Eldeş, 2019; Eren ve Tuna, 2018; Kaya, 2011; Kaya ve Yılmaz, 2016; Kaya ve Yılmaz,
2018; Kiper, 2004; Kiper, 2006; Mülayim ve Kaprol, 2016; Oğur, 2015; Özcan, 2020; Peri, 2006; Semiz
ve Toplu, 2019; Tekeşin, 2012; TOBB, 2016; Yavaşoğlu ve Özgül, 2020; Yücel, 2015) fakat genel
olarak yapılan çalışmalar konuya devlet eliyle kurulan sanayi tesisleri üzerinden yaklaşmıştır. Bu
çalışmada konu, 1925-1945 yılları arasında kurulan yabancı sermaye yatırımları, özel sermaye
yatırımları ve devlet teşekkülleri açısından ele alınmış böylece aslında Cumhuriyeti kuran kadroların
toplumsal değişim için sanayi tesislerinden beklentilerinin devletçi ekonomik uygulamalardan çok daha
önce var olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır. 1925-1945 yılları arasında kurulan sanayi tesisleri
içinden yabancı sermaye yatırımları olarak Sinop Kibrit Fabrikası ve Ayancık Zingal Orman İşletmesi,

Mutlu KAYA- 409

özel sermaye yatırımı olarak Alpullu Şeker Fabrikası, devlet teşekkülleri olarak da Eskişehir Şeker
Fabrikası, Karabük Demir-Çelik Fabrikası ve Sümerbank teşekkülü olan Nazilli, Kayseri, Ereğli
(Konya), Bursa Merinos fabrikaları araştırmaya dahil edilmiştir. Bu tesislerin kuruldukları çevrelerde
yarattıkları istihdam ve ekonomik etkilerle şehirsel gelişime, yarattıkları eğitim, sağlık, spor, sosyokültürel imkanlarla da halkın kültürel gelişimi ve modernleşmesine etkileri açıklanmaya çalışılmıştır.
Çalışmanın ele alındığı 1925-1945 yılları arasında kurulan sanayi tesislerine ait belge, fotoğraf ve arşiv
kayıtların yetersizliği nedeniyle konunun sadece belirli başlıklar (kentleşme, ulaşım, kırsal kalkınma,
sosyal –kültürel değişim) açısından değerlendirilmesi ve sadece 9 fabrika üzerinden ele alınması
çalışmanın sınırlılıklarını oluşturmaktadır.

Makalenin tamamı:

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1552841?fbclid=IwAR1VDuqXXP-9sCABu87yBTyFthjuZGDWUEyn_fxcAzv8fN7T7j4OsJuI_3Y

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

BAHÇEMDEKİ SENFONİ

19.06.2022- Ezgi Fatma AÇIKGÖZ-Eliz Edebiyat Dergisi, Kasım 2019, Sayı 131

“Seher vaktinin en güzel anlarındayım. Bahçe içindeki küçük köy evinin dantel perdeli penceresinden dışarıyı seyrediyorum. Yarı açık pencerenin aralığından içeriye dolan sabah rüzgârı, efil efil, serin serin esiyor. Doğayı daha rahat selâmlayabilmek için üzeri çiçek motifleriyle bezenmiş perdeyi tamamen kenara sıyırıyorum. Tam da o anda sanki olağanüstü bir dünyanın kapısı ruhumdan içeriye doğru açılıyor. Ne tuhaftır ki, bu kez kendimi çocukluğumda zevkle okuduğum ‘Alice Harikalar Diyarında’ adlı romandaki küçük Alice gibi hissediyorum. Tek bir farkla tabii: Benimki hayâl dünyasının değil, gerçek dünyanın içinde saklı olan olağanüstü hâlleri deneyimlemek bir bakıma.

Gözlerimi kapatarak dinginliğe teslim ediyorum ruhumu…

Arada bir hızlanan rüzgâr, insana özünü hatırlatan o muhteşem toprak kokusunu evin içine kadar taşıyor. Gece ne zaman yağmur yağsa, sabahlara sunulan armağanlardan biri oluyor bu koku. Zihnimde uzak diyarlardan gelen ve kanatları arasında taşıdığı gizemli râyihâları yeryüzüne bırakıveren mitolojik bir kuş beliriyor. O kuşun varlığında, kâinatı selâmlıyorum.

Bahçemdeki güller, sabah rüzgârının etkisiyle bir o yana bir bu yana sallanırken ortancalar da onlara eşlik ediyorlar. Küçük bahçemin en nâdide üyelerinden olduklarının farkındalar belli ki. Etraflarına kokularını yaymak için birbirleriyle yarışan lavanta, kekik ve naneler de pek havalılar. Onların biraz ötesinden güne merhaba demeye hazırlanan biberiyelerin sevinci de yabana atılacak gibi değil doğrusu. Her biri suya doymuş olmanın mutluluğuyla uyanmışlar bu sabah. Heyecanları da bu yüzden olsa gerek. Peki ya bahçenin diğer köşesinde sabırsızlıkla güneşin doğmasını bekleyen ayçiçeklerine ne demeli? Onların güne kavuşmak için yaşadıkları heyecanı görmezden gelebilmek mümkün mü sizce? ‘Günebakan’ veya ‘Gündöndü’ olarak da bilinen bu çiçekler, tıpkı yerdeki çimenlere eşlik eden papatyalar gibi, kendi içlerine kapanmış hâlde günü karşılamayı bekliyorlar . Yüzlerini sevinçle güneşe dönecekleri anları ben de onlarla birlikte sabırsızlıkla bekliyorum.

Uzaktaki ormanlarda toplu olarak yaşadıkları söylenen çakalların ulumaları bir an için ürpermeme neden olsa da, hayvanların seslerini duyabilmenin biz insanlar için aslında ne büyük bir lütuf olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar bir çakalı yakından görmesem de, belgesellerde rastladığımda onların da tıpkı tilkiler gibi zarif görünümlü olduklarını düşündüğüm geliyor aklıma. Bir aralar kimi köylerdeki kümeslerden tavuk çaldıklarını işitmiştim. Buna karşılık, ürkek ve vahşi yaratılışları nedeniyle, aç olmadıkça çakalların ormanda yaşayan ailelerini bırakarak insanlara yanaşmadığını da duymuştum. Bugüne kadar bizim köye geldikleri görülmemiş. Fakat özellikle gecenin sabaha kavuştuğu ve günün yerini geceye bıraktığı saatlerde ulumaya benzer sesleriyle hep yanı başımızdalar sanki. Bu canlılar sayesinde, ürpertici olduğu kadar size doğayla bütünleştiğinizi de hissettiren sıra dışı bir senfoni dinliyorsunuz âdeta.

Bahçemdeki senfoni bunlarla da sınırlı değil elbette. Rüzgârın sesine eşlik eden yaprakların hışırtıları, ağaç dallarının birbirlerine değerken çıkardıkları o gizemli sesler, güneşin karanlığı ışıtmasıyla ve yeryüzünü ısıtmasıyla birlikte yuvalarından çıkan börtü böceğin pıtırtıları, arıların ve sineklerin vızıltıları, cırcır böceklerinin hiç aralıksız ötüşleri, serçelerin cıvıltıları, bahçe sınırlarının dışından da olsa içeriye anlam katan tavuk ve horozların sesleri, yoldan gelip geçen ineklerin boyunlarına asılı çıngıraklardan yayılan melodiler, köpeklerin havlamalarına karışan kedi miyavlamaları.. daha neler neler var bu senfoniye dahil olan.

Aradan geçen dakikaların ardından güneşin yavaş yavaş gülümsemeye başladığı anlarda bu kez Mevlâna’nın içimi huzurla dolduran bir sözünü hatırlıyorum:

‘Kalp bir bahçe gibidir. Onda mutlaka bir şeyler bitecektir. O halde güzel şeyler ekin ki güzel şeyler bitsin.’

Kalplerimizin bahçelerine, açtıklarında etrafa ruhlarımızı hoşnut edecek râyihâlar yayacak çiçek tohumları ekiyor muyuz sahiden? Zihinlerimizin gün aydınlıklarına kavuşması için besliyor muyuz o bahçeleri? Yoksa dünyanın karmaşık ve her şeyi görünenden ibâret sayan hâllerine mi teslim ediyoruz çaresizce?

Sorular, cevaplar, sorgulamalar…

Gecenin gizemi yerini gündüzün şeffaflığına bırakırken, yüzümde tebessüm, aklımda evrenin sonsuzluğuna dair düşüncelerle bahçemdeki o muazzam senfoniyi dinliyorum…”

Ezgi Fatma AÇIKGÖZ

 
Yorum yapın

Yazan: 19 Haziran 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , ,

//ayşe’ce// GÜNAYDINNNN…!!

15.06.2022- Ayşe EKŞİ ELMACI

Serin ve geceden yağmış, pencereyi açtığında bahçeden gelen buram buram toprak kokusu. Yaşam gailesinden ve her tarafın betonlaşmasıyla unuttuğumuz dokular. Kendi ellerimizle yok ettiğimiz doğa ve mutsuz insanlar.

Komşunun bahçesinden gelen çilek kokusu. Annem geliyor aklıma geceden şekerlediği çilekleri biz uyurken sabah erkenden, ayaklarına dolanmayalım diye mutfakta kaynatmaya koyuluyor. Evi mis gibi çilek kokusu sarıyor. Oysa ben reçel sevmem, ama annemin bütün attığı çilekleri reçelin içinden toplar suda yıkar yerdim😅.

Bugün günlerden cumartesi , gemiler geçiyor boğazdan sabahı yaran düdüklerini çalarak. Daha dün çocuk sesleriyle doluyken bu ev, bugün sessiz sedasız. Çay demliyorum , kaynıyor kaynıyor kalkasım yok yerimden. Kahvaltı yapasımda yok. Ben reçel sevmem ama özledim annemin çilek reçelini . Çocukken varlıklarına inandığım periler gelse tutsa elimden o Rum evimize , o yıllara götürse beni . Annemin o güzel sesiyle söylediği şarkı mutfaktan gelen tıkırtılar, kardeşlerimle paylaştığım yer yatağı, yorgan çekiştirmelerimiz.

Bu sabah toprak kokusuyla uyandım. Çok uzun zamandır farkına varamadığım şeyler dans etti usumda. Ah!…biz insanoğlu ne çok şeyi kaçırıyoruz yaşarken. Haziran yağmuru ince ince inerken yeryüzüne, unuttuğum ne varsa hatırlatıyor bana …Bugün de böyle bir yazı çıktı umarım birilerinin yüreğine dokunmuşumdur.

Mutlu haftalar diliyorum.//ayşe’ce// 11. HAZİRAN.2022

 
Yorum yapın

Yazan: 15 Haziran 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

SİNOP ŞEHABEDDİN AĞA ÇEŞMESİ

13.06.2022-BİLKE

BEYLİKLER DÖNEMİNDE SİNOP YÜKSEK LİSANS TEZİ-

DANIŞMANI
Prof. Dr. Abdülhalik BAKIR

HAZIRLAYAN Muhammet BERBEROĞLU

Sinop merkezde aşağı hamamın hemen arkasında bulunan çeşme, 2X2.70cm. Ölçüsünde inşa edilmiştir(Resim-11).

Çeşme kesme taştan inşa edilmiş olup, ön yüzünde bir kemer içerisine alınmış tek musluktan oluşmaktadır.

Çeşmenin kitabesi kemerin iç kısmında musluğun hemen yukarısında bulunan
bölümde 0.46 cm. kutrunda bir daireden oluşmaktadır. Kitabe girift Selçuki neshi ile yazılmış olup, beş satırdan oluşmaktadır.

Kitabe şöyledir:
“ Bu mübarek çeşmenin yapılmasını ve tatlı suyunun çıkarılmasını 833 yılı
Şabanında Şehabüddin Memlük emretti. Allah kabul etsin ve ondan razı
olusun”
demektedir.

Yüksek lisans tezi içinde Beylikler Döneminde Sinop konusunda detaylı bilgiler bulacaksınız. :

II Bayezid döneminde düzenlenen 1487 tarihli tahrir defteridir ki çalışma dönemimize en yakın olanı budur. Bu defter her ne kadar çalışma dönemimizin sonrasını kapsıyorsa da öncesine ait önemli bilgileri
bize sunmaktadır. Bu defter ışığında Sinop’un toplatma 20 mahalleden müteşekkil olduğunu görmekteyiz. Bu mahallelerin 13’ü Türk, 7’si ise Rum mahallelerinden oluşmakta idi.

Detaylı bilgileri çalışmanın tamamında bulacaksınız:

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

SİNOP’TA “YORTANLI” SÖZCÜĞÜ NEDEN YÜRÜK ANLAMINDA KULLANILIYOR?

11.06.2022-BİLKE

Annemin “yortamlı yortamlı konuşmak” deyimini gündeme getirdiğimde, YORTANLI sözcüğü karşıma çıkıverdi. Sinop merkez ve yakın köylerinde yaşayanlar, yüksek köylerden gelen yürüklere kaba- görgüsüz anlamında “YORTANLI “derlermiş. İki sözcüğün aynı anlamda olacağını düşünenler oldu.

Yine kolları sıvamalı ve yortamlı- yortanlı sözcüğünü araştırmalıydım. Vatikan’ın “Dede Korkut Destanı” nüshası sözlüğünde YORTAMLI: işsiz güçsüz dolaşan; durmadan koşan anlamını taşıyor olduğunu buldum.(https://acikerisim.sakarya.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12619/91408/T06039.pdf?sequence=1&isAllowed=ydede)

Vatikan, bizim kültürümüze bizden daha çok mu sahip çıkıyor ne? Kültürümüzle ilgili en eski belgeleri sakladığını görünce gerçekten şaşırdım.

Gelelim YORTANLI sözcüğüne. 1223 tarihinden sonra, SİNOP’A yapılan KIPÇAK(Yortan Boyu) göçü karşıma çıktı. Bildiğimiz gibi, o yıllarda Sinop ve çevresinde fazlaca RUM halkı yaşamakta idi. Sayısını net olarak belgelendiremesek de, 1487 tahrir defterlerinde hane sayısı olarak (M.Ali ÜNAL- Osmanlı Devrinde Sinop) belgelemiştir. (https://sinopbilke.com/2022/01/24/sinop-koylerinde-1487-1600-tarihli-nufus/)

KIPÇAK göçü yapıldığında, Sinop beylikler dönemini yaşamaktadır. O zamanın şehir yaşamı ve görgüsü, göçer yaşama alışmış YORTAN (Kıpçak) boyunu beğenmemiş olmalı ki, boy adını baz alarak YORTANLI ifadesi yakıştırması yapılmıştır. 1223 yıllarından beri bu gelenek bu gün de sürdürülmektedir. Her yüksekten göç edene Yortanlı diyerek.

Aynı topraklarda yaşıyor, aynı havayı soluyor, her birimiz vergimizi ödüyoruz. Toplumda geride kalanlar oldukça, her sorumluluk sahibinin duyarlı olması gerekiyor. Ekonomide, kültürde, görgüde, eğitim ve öğretimde eksikleri gidermek; EŞİTLİK İLKESİNİ yaşatmak iktidarların ve sorumluluk bilinci kazanan tüm bireylerindir. Her basamak atlayan, geride kalanı hor görme geleneğini sürdüreceğine, halkla bağını koparmadan, kent burjuvazisi yaratılmadan, duyarlı olmak düşer bize. Yaşar SARIKAYA

Akademik çalışmadan bölümler ve tamamının linki:

FOTO: Nuray BİLGİLİ -Kıpçak kadın giysisi

KAYNAK:

KIPÇAKLARIN ÇORTAN/ÇORTON/CURTAN/CORDAN/YORTAN/YORDAN BOYU HAKKINDA
Mehmet KILDIROĞLU*

…………… Kıpçak Terakimesi olduğu yönündeki rivayeti daha çok Kırım-Karadeniz-Sinop arasında belli dönemlerde kuzeyden güneye yapılan Kıpçak göçlerini ifade ediyor olmalıdır. Esasen Moğolların Kırım bölgesini istilaya başlamaları ve Kıpçak-Rus ordusunu ağır bir yenilgiye uğratmalarından sonra(1223) Kıpçakların bir kısmı Kırım’a sığınmışlar ancak takip edildiklerini anlayınca Suğdak limanı üzerinden deniz yoluyla Sinop’a çıkarak Karadeniz kıyılarına yayılmaya başlamışlardır.

İkinci göç Kastamonu ve çevresini hâkimiyeti altında bulunduran Çobanoğlu beyi Hüsamettin Çoban’ın Sinop üzerinden Kırım’a geçerek gerçekleştirdiği Suğdak Seferi’nden sonra gerçekleşmiştir. Bu sefer Kıpçak ve Ruslar üzeri ne yapılmıştır. Hüsamettin Çoban Ruslar ve Kıpçakların ordusunu yenmiş, dönüşte azımsanmayacak miktarda Kıpçak boy, oymak ve kabilesini Sinop’a nakletmiş ve sahiller başta olmak üzere bunların yörede iskân edilmelerini sağlamıştır. Sinop-Bartın arasına yerleştirilmiş olan bu Kıpçaklar yakın zamana kadar ağız yapılarını korumuşlardır.

……….

Çortan(yortan) boyu bugün bile Gürcistan’da Cordaniya/Jordaniya denilen bölgede varlığını sürdürmektedir. Ancak bugünkü Gürcistan’da topraklarında kalan Çortan veya Jordan boyunun mensupları Gürcüleşmiştir.

Yortan Köyü Sinop Kazası,

Yortan Köyü Boy-abad nahiyesi,

Yortan-i aluc köyü Boy-abad nahiyesi,

Çalışmanın tamamını okumak isteyenler için:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/495352

 
Yorum yapın

Yazan: 11 Haziran 2022 in eski sinop köyleri

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

TAYYİP SANDALCI “ANILAR-6-7”

TAYYİP SANDALCI ANILAR -7- BİLKE-29.06.2022

KÖYDEN SİNOPA GÖÇSON BÖLÜM

Önceki bölümlerde bahsettiğim gibi 1969 yılı 24 Temmuz’da Terhis olup önce radara gidip askerliğimin bittiğini işe ihtiyacım olduğunu söyledim. Şu an boş pozisyon yok, biz sana haber veririz demişlerdi, ben de doğru köye gitmiştim, çünkü tam olarak zamanı köyde işler çok yoğundu, köye geldiğimde Sofya’nın hastalığı ilerlemiş idi. O rengi sararmış dişlerinin dibi sararmış cansız bir durumda, üstelik Serap’a hamileydi altı aylık , orak işini bırakıp gitmek cenazeyi ortada bırakıp gitmek gibiydi , şu olarak işi biraz Toparlansaydı Sofya‘yı hemen doktora götürmeliydim. Ben askerdeyken 3-4 ay evvel Sofya’nın babası Gürzüvet’te bir kadın var doktordan daha iyi bilgili, sözlerine istinaden Gürzüvet’e getirmiş, o kadında doktora gitmesi gerektiğini söylemişti. daha sonra Dikmen‘deki abisi koca Âli ile Bafra‘ya doktora göndermişler, dönüşte reçeteyi kaybetmişler oda bir işe yaramamıştı .

Askerlik biteli bir hafta geçmişti, köyde orak tarlasında orak biçiyorduk , Sami eniştem köye geldi, o on yıldan fazla radarda çalışıyordu; radardan beni işe çağırmışlardı, gelsin başlasın demişler eniştem bu haberi vermek için kalkmış köye gelmişti, aynı gün eniştemler orak tarlasından çıktık Sinop’a geldik. En kısa zamanda evraklarını bitir işe başla dediler, bir hafta sonra izin alıp köye gittim Oraklar bitmişti , Sofya’yı alıp köyden ayrılıyordum, ömrümün sonuna kadar unutamayacağım bir ayrılık tablosuydu bu,

Karmaşık bir duyguydu bu aslında, anlatması zor, ayrılık acısı, gelecek korkusu, hastalık ,yoksulluk, sefalet ,umutsuzluk her şey vardı. Karanlığa yürüme, nereden baksan kara bir tablo. Anne baba ve İki çocuğumuzdan birini Şenol’u arkamızda bırakıp çıktık yola; atın bir yanına yarım çuval un diğer yanında azık ve bir de tel süpürgeyi sallaya sallaya düştük yola. Köyden şehre gelirken tel süpürgeyi getirmek sanırım o günün şartlarını anlatmaya yeter, ve bu kare hayatımın sonuna kadar zihnime kazınmış olarak kalacaktır. Ekonomi sıfır, askerden geldim işbaşı yaptım ama henüz maaş alamadım cepte bir şey yok. Köyden verebilecekleri yarım çuval un ve bir tel süpürgeden ibaretti. Sorunların hiçbirisi ötelenecek türden değillerdi. Hemen ev tutulmalı, ev için gerekli zaruri ihtiyaç maddeleri alınmalı, hastalık için doktora gitmeli, ilaç almalıydı. Bunların hiçbirini erteleyemezdik.. Ablamların yanına geldik. Balatlar kilisesi yanında iki katlı eski ahşap konak türü bir bina, ekonomik ömrünü tamamlamış hem şehirden uzak hem de dar gelirli insanların oturabileceği türde bir binaydı. Ahşap duvarların arasında parmak girecek boşluklar vardı, her taraftan rüzgâr girip çıkıyordu, deliklere çaput tıkayarak kapatıyorduk 1-2 ay kadar burada birlikte yaşadık. Ev üstünde ev olmaz derler ya, ev aramaya başladık. Cennet ablayla Ahmet abi’nin evi yakınında bir yer kiraladım, küçük bir mozaik mutfak tezgahı vardı.

İki küçük oda mutfak düz ayak bir yer eviydi, büyükçe bahçesi vardı, bahçede incir üzüm ağaçları vardı

İncedayı mahallesi evleri, deniz manzaralı. Bunları rahmetli Sinop milletvekili Cevdet Kerim İncedayı yaptırmış. 1946 yılında büyük yangında mahallenin tamamı yanmış bunların yerine tek tip dar gelirlilere hitap edecek şekilde bir tür barınma konutları yapılmış. O nedenle mahallenin adını da incedayı mahallesi koymuşlar. Ev tutulmuştu ama kış gelmişti odun kömür soba yok, gerekli zaruri maddelerin hiçbirisi yoktu, ne yatak yorgan, ne çatal kaşık ne de çanak çömlek.

1 kg domates bir ekmek aldık Sofya‘yla oturduk karşılıklı birbirimizin yüzüne bakarak yedik. Böylece tabaksız kaşıksız sofrasız karnımızı doyurduk. Allah rahmet eylesin Ahmet abi soba söndürecek mangal, bir miktar odun kömür alıverdi, onları kurduk ısınmaya çalıştık( Mücadelenin babası, eşi Cennet abla ile dedelerimiz amcazade).

Odunlar önce sobada yakılır ateşleri alınıp söndürülür, sönmüş kömürler daha sonra mantızda yemek pişirmede ya da mangalda odayı ısıtmakta kullanılırdı. Tüp yok, ispirto ocakları vardı, pompalayıp üzerinde çay pişirilirdi.

Bu arada Sofyanın tedavisi devam ediyordu, dispansere her gün gidip iğne yaptırıyorduk, köyün işinden kurtulmuş biraz toparlanmıştı, gerekli eşyalar çatal kaşık tabaktan başlayarak yavaş yavaş aldık. Camlar perde istiyor, gerçi 40 x 50 gibi küçük ölçülerde pencereler vardı, altımıza alacak yatak yok üstümüze örtecek yorgan yok, tek yastığı paylaşırdık. Bazen birimiz kolunu başının altına yastık yapardı.

Bitişik komşumuz deli Cemile vardı, onun kökeni de saray köyünden gelmiş, bize hemşeri yakınlığı gösterdi. Eşi Ömer abi iyi bir insandı, kayığı vardı torunu Erol belediyeden emekli, annesi deli Nuran kendi hallerinde dar gelirli bir aileydi, bize üstümüze örtünün diye yorgana benzer bir şey, birkaç parça tabak çanak gibi şeyler vermişti. Her şeye muhtaçtık, Allah rahmet eylesin.

Burası bizim ailenin ilk eviydi, zaman içinde yavaş yavaş eksikleri tamamlayarak ilerliyorduk. Biraz daha büyükçe bir eve çıkılabilirdik ama büyük ev eşya isterdi. Bizde de hiçbir eşya yoktu, çok fazla kira ödeyecek durumumuz da yoktu. Bir sokak arkada benzer bir evde müzenin karşısından deniz kenarına aşağı inerken, solda küçük bir ev tuttuk, uzun zamandır oturulmamıştı bu evde. Aslında onu da ısıtmak zordu, betonarme muntazam binalar hem az hem de pahalıydı. Eşyalarımızı bir el arabasına doldurup bir evden diğerine taşıdık. Arka sokaktaki yeni tutulan ikinci evin kirası uygun, yine bahçeli bir evdi, bahçeyi elden geçirip biber soğan domates ektik. Soner bu evde doğmuştu, Serap ilk evimizde doğmuştu, yine bu evde benim verem ortaya çıkmıştı. Verem olmak için bütün şartlar mevcut idi, yoksulluk, stres, endişe, zaten askerde Ocak ayında Etimesgut’ta çok soğuk bir gecede nöbet tutarken üşütüp zatürree olmuştum. Ankara’da hava hastanesinde on gün kadar yattım taburcu edildim. Bir akşam 16:24 vardiyasından sonra eve geldim, ani başlayan bir öksürükle ağzımdan dolu dolu kan gelmeye başlamıştı. Sabah doktor Bedri’ye, sonraki günlerde Bafra‘da bir doktor varmış aynası varmış, aynaya sokuyormuş dediler. Tam olarak röntgen denemezdi. Karanlık bir odada bir cihazla bakıyordu. yapılacak iş belliydi, Streptomisin iğne, palto düğmesi büyüklüğünde beyaz haplar, bir de iyi besleneceksin. İki ay rapor alıp gittik köye, bu arada tereyağı, bal yemekten bıkmıştım, tosun gibi kilo aldık, peşinden bir ay daha istirahat derken durumu toparlamıştım. Son bahar doğru Sinop’a döndük, Ünal okuluna, ben işime başlamıştım, bu evi ısıtmak çok zordu, rüzgâr estiği zaman alttan gelen rüzgâr tahtaların arasından üstteki kilimleri havaya kaldırıyordu, üzerine ağırlık koyarak kilimlerin havaya kalkmasını önlüyorduk, fakat bahçe güzel olmuştu, kocaman iki tane de dut ağacı vardı, ortasında yazın çocuklara salıncak kurardık.

Bu yeni taşındığımız evde , metruk bir yerdi eski bir yapıydı. Ucuz ve müstakil diye tutmuştuk burayı. Daha sonra buradan büyük caminin arkasına İcracının evine taşınmıştık. Burada eski bir yapıydı ama nispeten öncekilere göre daha iyi durumda idi . 2- 3 tane odası vardı, arkada geniş bir bahçe, burayı Isıtmak da çok kolay değildi. Bir kış sezonunda bir kamyon odun yakmıştık, Beton binalar yeni binalar az bulunuyordu, hem de kiraları pahalı idi. Yıl 1972 hastalıklar atlatılmış yavaş yavaş her şey yoluna giriyordu. 1973 yılında iş yerimde şirket değişmiş, işçiler tazminat almıştı. radarda 5:10 yılda bir Amerikalı işveren şirket değişir işçiler tazminatlarını alıp yine işlerine devam ederlerdi,

25 yıl boyunca ben böyle üç kez tazminat almıştım.. 1973 de Tumpane Comp şirketi kontratı alamamış onun yerine Boeing Services İnt. İnc. Şirketi gelmişti. Bizim tazminatlar ödendi ,herkes yine işine devam etti. Bu parayla bugünkü yüksek kaldırımdaki evin arsasını aldık, aslında paramız yetmiyordu arsayı almak için, köyde ve Sinop’ta ne kadar çevremiz varsa hepsinden borç para aldık, borç aldığımız insanların sayısı 15, 20 kişi vardı.

Büyük caminin arkasında Kuru Sokaktaki bu evde unutulmayan bir anım daha vardı. Onu atlamak mümkün değil. 1973 bir gün bir baktık annem Zülfiye, Şenol karşımıza çıkıverdiler. Babamla tartışmışlar, babamı köyde yalnız bırakıp Sinop’a gelmişlerdi. Fahri İstanbul’daydı, Şenol da köyde okula başlamıştı. Babam köyde yalnız kalmıştı. Okullarda açılmıştı Şenol’u bizimle getirmemiştik, annemleri yalnız bırakmayalım diye köyde bırakmıştık. O yıl köyde okula gidecekti. Ama şimdi Sinop’a gelmişti nasıl olsa, hemen Cumhuriyet okuluna kaydını yaptırdım. Bir hayli zorlanmıştı aslında köyden gelip şehirdeki okula uyum sağlamak kolay olmamıştı. Bu arada birkaç gün geçmiş annemin öfkesi dinmiş biraz kızgınlığı geçmiştir, derken bir gün banyo yaparken banyo kazanından taze kor halinde ateşi alıp ısınma amaçlı mangala koymuşlar. Karbon monoksit zehirlenmesi olmuşlar banyoda. Zülfüye’nin durumu iyiydi fakat annem baya ciddi şekilde zorlanmıştı doktor Bedri Oral’ı yalvar yakar eve getirebilmiştim. Serumlar takıldı kısa bir sürede atlattık ama çok korkmuştum. Annemi erken yaşta kaybetmekten. Birkaç gün sonra annemle Zülfiye’yi köye götürüp bırakmıştım. Bu arada evin arsasını 16 milyon ödeyerek almıştık(1972). Aslında bir hayli zorlanmıştık, ancak farklı bir duyguydu. Sinop’tan arsa almak, ailenin ikameti Dudaş’tan Sinop’a taşınacaktı. Bir adresimiz olacaktı Sinop’ta, bu bir sınıf atlama, sosyal bir aşama idi. Bu değişim İsmail dedemin bir asır Önce Dudaş’tan İstanbul’a gidip Unkapanı’nda ev alması gibi bir şeydi benim için. Hani tarih tekerrürden ibarettir derler ya, ancak dedemin İstanbul’a yerleşme İstanbullu olma planı o günün zor koşullarında savaş ve salgın hastalıklar nedeniyle gerçekleşmemiş hüsranla bitmişti. Bizimkinin ne olacağını kim bilebilir ki, kader ağını nasıl örerse öyle olur, elbette her şeyin bir sonu olacaktır.

Nihayet 1977 yılında İnşaata başladık ve 1978 Mayıs gibi kendi evimize taşındık. Farklı bir duyguydu insanın 30 yaşında dört çocukla kendi evine taşınması, yorgunluk bitkinlik ekonomik sıkıntılar borçlar vardı, ama olsun mutluluktan uyuyamıyorduk geceleri.

İlk orta lise dört çocuğun dördü de çeşitli sınıflarda okuyorlardı. Her biri ayrı bir mutluluk kaynağımız yaşam sevincimizdi. Bazen onu çok seviyorsun, beni az seviyorsun gibi tatlı diyaloglar olurdu çocuklarla aramızda, dengeyi korumak pek kolay olmazdı. Binanın zemin katını iskelet olarak boş bıraktık, birinci katı tamamlayıp oraya taşındık. Altı boş, üstünde çatı yok, böyle bir daireydi, ama olsun sonuçta kendi evimizdi. O zamanlar balkona oturunca iskele ve iskeleye gelen haftada iki gün gemiler vardı yolcu gemileri, onları izlerdik çay eşliğinde. Çok güzel komşuluklarımız olmuştu bu mahallede; mesela sağdaki binada Feridun abimiz İlknur yengemiz vardı, emekli denizci Astsubay Karamürsel‘den gelmiş radarda itfaiye ekip şefi idiler, uzun yıllar bunlarla komşuluk yaptık. Buradaki evler hemen hemen aynı yıllarda yapılmıştır.1975 ile 80 yılları arasında. Doktor Rızanur hatıralarında bu mahallenin Rum mahallesi olduğunu, hiç Türk yaşamadığını anlatır ve devamında tek başımıza bu mahalleden geçemezdik, köpekler yabancılara saldırır, o nedenle bir kaç arkadaş bir araya gelirdik öyle gezmeye giderdik der. Bu mahallelere daha sonra çeşitli tarihlerde toplu mübadele yapılarak Bulgaristan ve Yunanistan’dan gelen muhacirler, giden Rumların yerine yerleştirilmiş bu nedenle asıl adı Kefevi mahallesi fakat pratikte Rum, muhacir mahallesi olarak geçiyor. Ben evin arsasını İhsan Günal’dan aldım, keresteci ihsan derlerdi , demir çimento satardı tuzcular caddesinde. Babalarına ait bir yer olduğunu, yangında evlerinin yandığını, ondan sonra boş kaldığını söylemişti. Binalar ahşap olduğu için en büyük felaket yangın, yangınlarda evler sık sık kaybolur yanar gidermiş. Benim evin bulunduğu yerde ön cepheyle arka cephenin arasında 6 metre kot farkı vardır, bu toprağı o zaman buradan kaldırıp burayı yol seviyesine indirmek hiç de kolay olmadı, o yıllarda kepçe kamyon gibi ekipmanları temin etmek zor ve çok pahalı idi. Ekipmanlardan az da olsa faydalanmıştık. Radardan aldığımız kamyon ve kepçeyle hafriyatı yapmıştık. Evimizin üzerinde çatı yok ama çardak ve üzerinde üzüm asmamız vardı, arka bahçede her türlü sebze yetiştiriyorduk, üzüm çardağı ve ceviz ağaçları vardı, nar ağacı Rumlardan kalmaydı halen yaşatıyoruz onu.

Acı tatlı hayatımızda yer alan önemli olaylar yaşandı bu evde. Soner’in sünnet düğünü , Serap’ın ve şenol un evlenmeleri, hepsi burada , bu binada yaşandı. Ne ayrılıklar ne mutluluklar ne acılar yaşanmıştı bu daire de, sadece mutluluklarla bezenmiş bir hayat olmadığı için acılar kederler de beraberinde yaşandı bu binada.

7 Ocak 1983 saat 17:30 gibi akşamla yatsı arası kaybetmiştim anacığım bu dairede. Temmuz 1982’de hastalanarak köyü bıraktı İstanbul’a götürdük Zülfüye’nin yanına , o zaman Zülfiye eşinden boşanmamıştı. Eşi de kendisi de çok ilgilenmişlerdir annemle, şimdi eşi vefat etti. Allah rahmet eylesin ve daha sonraki yıllarda zülfiye de eşinden ayrıldı. Bir kaç hastaneye götürdük, daha sonra Cerrahpaşa tıp fakültesinde anneme Pankreas kanseri demişlerdi. Kasım 1982’de cerrahi müdahalede bulunuldu bir şey yapılamaz dendi, Kasım veya aralık ayıydı gemiyle Sinop’a getirdim önce Zülfinaz ablamın evine yatırdık, bir hafta sonra benim eve aldım ve nihayet yedi ocak 83’te kaybettik, Allah rahmet eylesin.

Annemin vefatından sonra babam köyü bıraktı, hep bizimle oldu. Altı ay bir yıl kadar İstanbul’da Zülfiye ile Fahrinin yanında kaldı, onun dışında Sinop’ta hep beraber yaşadık.

18 Haz. 2000 de barsak yapışması sonucu 19 mayıs Tıp a kaldırdık orada yapılan cerrahi müdahalede 21 haziranda masada kaybettik. Böylece annem 70 ine girmeden, babamı da 89 yaşında kaybetmiş olduk. Bir başka erken kaybımız Hacer ablam; 1998 de beyindeki tümör ameliyatı için Şişli Etfal hastanesine yatırdık, ameliyat sonrası 16 gün yaşam destek ünitesi ne bağlı kaldıktan sonra beyin ölümü gerçekleşmişti, onu da erken kaybetmiş olduk. Daha sonra 2016 Ağustos ayında büyük ablam Zülfinaz’ı akciğer kanserinden 79 yaşında kaybettik..

ÇALIŞMA YAŞAMIM

Daha önce bahsettiğim gibi Haziran 1966’da oteldeki resepsiyon memurluğundan Amerikan radarına girdim, girişim çok kolay olmuştu. Birkaç ay iki işi bir yürüttüm hem otelde hem de radardaki işime devam ettim, bu arada atladığım bir şeyi hatırladım turist otelden önce birkaç ay Kaptanoğlu Palas‘ta, bugünkü meydan kapıda bankaların bulunduğu binanın olduğu yerdeki kaptan oğluna ait otelde , otel katipliği yapmıştım. Aynı dönemde İngilizce kursu da devam ediyordu. Bu dönemde artık ağır amelelik işleri yoktu. otelde 8-10 odanın kömür sobalarının her sabah külleri alınıp tekrar yakılırdı. Bu otel o zaman Sinop’un en lüks oteliydi , daha turist otel inşaat halindeydi, radarda görevli bir grup İngiliz 15:20 kişi NBC nükleer biyolojik kimyasal Türk İngiliz Amerikan üçlü anlaşması kapsamında görev yapıyorlardı . Bunların adanın sonunda sis düdüğüne yakın bir yerde İngiliz radarı denen siteleri vardı. bu otelde kalıyorlardı. Daha sonra turist TOLEYİS otel açılınca oraya taşındılar. onlarla İngilizce pratik yapmam da iyi oluyordu, gece caddeler boşken bisiklet öğrenmeye çalışıyordum, İngilizler yardım ederdi. Ama o dönem öğrenemedim bisiklet binmeyi. Daha sonra Akliman’da yazlığımızda 2000’li yıllarda öğrendim. Komşulardan biri beni bisiklet çalışırken görünce Tayyip abi acele etme daha yaşın genç öğrenirsin demişti. En sonunda bisiklet binmeyi öğrenmiştim altmışlı yaşlarımda ondan beri de hayatımın sonuna kadar en sevdiğim spor olarak kalacaktı yaşam boyu. Yaz kış fırsat bulduğumda, on kilometrelik bir rotam var, yazlıktan Dibekli altı, Ayancık Yolu, Erfelek kavşağı , Cezaevi, Havaalanının başı, dönüp daireyi kapatıyordum. Yaklaşık45-60 dakikada tamamlardım bu parkuru, ayrıca 2010’lara kadar yazları her sabah sahilde yalı yalı çıplak ayakla beş 6 km koşardım. Biz yine esas konumuza, iş yaşamımıza dönelim. Radardaki askere gitmeden önce ilk yılım öğrenme yılı idi, her ne kadar kurslardan İngilizcemin teorik olarak yazma, cümle kurma ,temelleri iyi olsa da pratiğim, kulak alışkanlığım çok eksikti, ilk gittiğim gün bana burada bir hemşehrin var , o da Tilkilikli demişlerdi. Cafer Sarıkaya abiyle tanışmıştım, bayağı kıdemliydi, Allah rahmet eylesin bu satırları yazarken o doksanlı yaşlarında rahmetli oldu. Bana çok yardımcı olmuştu , aslında onun yaşam çizgisi de benimki gibi bir takım zorluklardan geçerek oralara ulaşmıştı, erken yaşta ceketini alıp çıkmış köyden , amelelik fırıncılık derken radara girebilmişti .

Askerden sonra radara girişimde etken olan güzel bir tesadüf var şöyle:

Askerden izinli geldim izin sonu askere dönüyorum Ağustos 1968 dikmenden Gerzeye , Bafra‘ya sabah erkenden birer minibüs kalkar , onlara yetiştin yetiştin yetişemedin ertesi günün sabahına kadar bir daha araba bulma şansın yok, ya da makasa kadar yürüyüp otostop çekeceksin, o nedenle bizim köyden Dikmene gelmek ayrı bir macera idi. Dolmuşları yakalayabilmek için sabah olmadan karanlıkta yola koyulmuştum , benim izin dönüşü de böyle olmuştu, sabaha bilmem ne kadar kala karanlıkta sevdiklerimle vedalaşıp ayrıldım köyden, henüz sabah olmamıştı alaca karanlıkta dikmene bir 2 km kala ne göreyim küçük bir Amerikan arabası scout yolda mahsur kalmış, içinde iki kişi uyuyor, bu araba benim iyi bildiğim bir arabaydı, gece vardiyalarında bu arabayla direksiyon çalışması yapardım, askere gitmeden ehliyet almaya çalışmış alamamıştım. Yazılıları bir gün bir girişte en yüksek puanla geçmiştim, direksiyona bir kez girdim kazanamadım ondan sonra askere gittim; radarda Çalıştıklarımı bildikleri için viski sigara beklemişlerdi ben de böyle bir eylem içine girmedim , o nedenle ehliyette alamamıştım konuyu değiştirmeyelim, o gün ani bir yaz yağmuru yağmış sel yolu yıkmuş , araba derenin kıyısında kalmıştı, Sinop’tan gelecek kurtarıcı bekliyordu. arabanın camını tıklayarak içindekileri uyandırdım, içindekiler biri Türk biri Amerikalı iki kişiydiler , önce kendimi tanıttım, arabayı tanidigimi, askere gitmeden geçen yıl radarda dispatcher olarak çalıştığımı söyledim. Amerikalı radara benden sonra gelmişti , tanışmıyorduk . Motor pool süpervizörü olarak gelmiş , yani benim çalıştığım yerin amiri pozisyonunda idi. yapabileceğim bir şey var mı diye sordum, sırtımdaki çantadan bir de yufka ekmek katlama çıkardım, bunu bana anam azık yaptı dedim. Ava gelmişlerdi , dönüşte sel yolu almış , mahsur kalmışlardı. İyi bir tesadüf, iyi bir yatırım olmuştu benim adıma. Askerlik dönüşü işe girişimde bu tesadüf çok işe yaramıştı. Mr Inmon beni ofisine daktilografi olarak almıştı. Askerlikte on parmak daktilo öğrenmiştim. O yıllarda her şeyi manuel daktiloyla oluyordu, brother, IBM hatırımda kalan daktilo markaları. Bir yıl kadar daktilografi olarak çalıştıktan sonra ertesi yıl eski işimde pozisyon boşanmıştı, tekrar dispatcher , araç sevk memuru, tercüman olarak olarak başladım ,iki yıl kadar burada çalıştım. Aslında bu vardiya 16:24 vardiyası en çok sevdiğim vardiyaydı, hem sakin olduğu için lise derslerine çalışıyordum , hem de ertesi gün saat 16:00’ya kadar gündüzden de istifade ediyordum, o nedenle Bu vardiya benim favorimdi.

1973 yılında şirket değişikliği olmuştu, Tumpane co inc. Contract ı kaybetmiş, onun yerine Boring serv. İnt. İnc. gelmişti. Bu arada benim iş yerimde değişmişti , motorlu araçlar bölümünden mühendislik bölümüne, servis call Clerk , iş talep kayıt katibi pozisyonuna atadılar, iki yıl sonraReal property demirbaş memuru , 2-3 yıl sonra maliyet muhasebecisi, daha sonra bulunduğum bölümün şefi Hasan Güdükoğlu emekli olmuş, onun yerini almıştım . Peş peşe gelen bu pozisyon değişikliklerinde her defasında zam alarak ücretim iyi bir duruma gelmişti, chief production kontrol ya da iş emirleri amiri benim pozisyonun adı idi, hem ücret olarak hem de pozisyon olarak Türk personelinin yükselebileceği en son pozisyondu. 12 yıl kadar bu pozisyonda çalıştıktan sonra 1993’te radarın kapanması ile ben de emekli olarak Sinop’ta yaşamıma başladım. Annemin vefat ettiği yıla kadar köyün yükü hep sırtımda idi her yıl okul kapanınca Sofya’yı ve çocukları haziran gibi önden gönderirim kendim de 15 Temmuz 15 Ağustos gibi yıllık iznimi alıp köye giderdik. Bu takvim hiç değişmedi, köyden ayrıldığımız 1970’ten başlayıp ta ki annemin vefat yılı olan 1983’e kadar hep böyle devam etti. Zaman zaman Sofya ve çocuklar isyan ederdi, neden hep tatilimizi köyde geçiriyoruz, bizim gezme eğlenme hakkımız yok mu derlerdi. Köyde her yaştaki çocuğa yapacak iş vardı, hayvan otlatmak , sığır için ayrı , manda için ayrı, çoban lazım, ev ve tarla işleri gibi herkesin yaşına göre yapacağı bir iş vardı. Haklıydılar aslında, neden onlarda diğer arkadaşları gibi tatilde ebeveynleri ile birlikte tatile gitmesinler ya da Sinop’un güzel denizinden faydalanmasınlar , ancak bir tarafta okulun kapanmasını iple çeken annem babam, diğer tarafta tatil yapmak isteyen çocuklarım, tam anlamıyla iki ara bir deredeydim. Vicdanım yaşlı anne babadan yana emrediyordu. Başından sonundan çocuklara da hak veriyordum. Sinop’ta geçirecekleri zamanı ayırarak dengeyi korumaya çalışıyordum. Önemli olan gerçekten yardıma ihtiyacı olan anne babamın imdadına koşmaktı, bu konuda eşim ve çocuklarım sonraki yıllarda konu açıldığı zaman yaşam boyu hep beni eleştireceklerdi. Yapacak bir şey yoktu , o günün koşulları onu gerektiriyordu, o insanlar neler yaşamıştı neler, bugünkü çekirdek aileyi meydana getirene kadar açlık , yetimlik , Öksüzlük, salgın hastalıklar vs bizim yaptıklarımızın onların çektikleri yanında lafı bile olamazdı.

Diğer taraftan iş yerinde de her yıl orak zamanı izin almak sıkıntı yaratıyordu; şöyle ki Sinop’un yaz mevsiminin en güzel günleri 15Temmuz 15 Ağustos tarihleri arasıdır, bu tarihler aynı zamanda orak biçme zamanına denk gelmektedir, çalıştığımız bölümde 5-6 kişi idik, yönetmeliğe göre izinler dönerli , ya da anlaşmalı , değiştirilerek yapılırdı. benim iznim de ne yaptığımı bildikleri için, her yıl bana orak zamanı izin verilirdi, ama sitem etmekten de geri kalmazlardı , bıktık senin otundan orağından derlerdi. Haklıydılar ekonomik durumları müsaitti, neden istedikleri gibi tatil yapmasınlar Dudaş’ın otundan uğrağından onlara neydi. Ama, Allah razı olsun ,hep anlayış göstermişlerdi, aynı anlayışı Ankara’ya sınavlara gittiğim yıllarda da göstermişlerdi 2-3 yıl sınav zamanları bazen haftada iki kez Ankara’ya gittiğim olurdu yıllarca idari izinle idare ettiler.

ANILAR 6

07.06.2022-BİLKE

6 gün oldu seni toprağa vereli. Çocukların, torunların, yeğenlerin ve eşin sensiz kaldılar. Anıların, şimdi eskisinden daha çok değer kazandı. Sözcükler, yazarken taşıdığın ruh halini yansıtıyor. Ölmeden önce, anılarını bana bırakarak sorumluluk yükledin Ağabey. İşte dünya hayatı, doğar- büyür- gidersin. Ne mutlu hayatının her anını senin gibi artı değerlerle dolduranlara.

Yeğenin buldu beni, mesajlaştık. “Meslek sahibi oldum, beni dayım okuttu” dedi. Annem, “boylu poslu Tayyip, ablam demeden konuşmazdın, seni de mi toprağa verdik” diye ağladı. Babam yaşasaydı, sanırım o da hüngür hüngür ağlardı. Babamla aynı yollardan geçmişsiniz, askerde o da muhabereci imiş. Yaşamınız tam bir film senaryosu olur.

Yazdıkların, toplum aydınlanmasında, kent- köy kültürleri konusunda gelecek nesillere sosyolojik bir kaynak olacak. Siyaset arenasının, bu gün yaptığı yanlışlarını görebileceği bir ayna.

Saygı değer komşumuz, baba dostu, kıymetli ağabeyim, sen yazılarında yaşayacaksın. Ben de paylaşmaya devam edeceğim. Ruhun ŞAD, mekanın NUR olsun…Yaşar SARIKAYA

Anne tarafından 120-130 yıl (annemin annesinin babası Hasan Kalfa 1850-1880 arası İstanbul’ dan köye 9 katırla zengın bır dönüş yapar.( halen kullandıgımız bakır eşyaların bır cogu Hasan kalfaya aıttı,) kendisi oldukca zengın ama Emıne (annemin nenesi) neneme gore yaslı ama zengın bır adammıs aradaki yaş farkına ragmen evlenmışlerdi. Bu evlılıkten annemın annesı Hacer doğmus, Hacer Azız le evlenmış, kendısı Canakkale savasına gıdıp donmeyecek,esı Hacer de 20yaslarında ılk cocugu olan annemı dogurup verem hastalıgına yakalanarak 20 yaslarında vefat edecekti.

Annemden kucuk bır anekdot: “Annem 2-3 yaslarında ımıs, annesının nerede oldugunu soranlara elıne aldıgı kucuk bır calı parcası ıle yerı kazarak boyle gomduler annemı dermıs.

Annemle babam amca çocuklarıdır. Kuzundayı Mehmetin 3 oğlu, bir kızı vardır: yaş sırasıyle : İsmail(babamın babası),Ahmet (çakır Ahmet dedem,cocuğu yok) ve Aziz dedem(annemin babası. Tek kız olan Havva Pehlivanın Nuri ile evlenir,3 oğul (Rıza,Mevlüt,İsmail) ikide kızı olur(sıdıka,Fatma) Fatma ,halam oğlu Salih Ermişle evlenir.

Annem ve babam her ikisi de yetımdırler. Babamın babası 3-4 yaşındayken vefat eder İstanbulda (1331). Annem ıse hem babadan hem anadan yetimdir. Aziz dedem Çanakkale savaşına gider dönmez.Eşi Hacer anneme hamiledir, annem 2 – 3 yaşındayken annesi Hacer de ince hastalıktan ölür.

Çakır Ahmet dedem ailenin tek erkeğidir. Sorumluluğu çoktur tıpkı Atatürk 25 Mayıs1919 da Samsundan Havzaya giderken küçük tarlasında çift süren bir köylüye:

Efendi düşman Samsuna çıkarma yapacak buraları işgal edecek. Sense sakin sakin çift sürüyorsun” der, köylü dönüp“ paşa paşa der sen ne diyorsun biz 2 kardeştik 3 de oğul vardı, Yemen’de Kafkaslar’da Çanakkale’de hepsi gitti bir ben kaldım ben de yarımım. Evde 8 yetim üç dul karı var hepsi bu sabanın ucuna bakar. Şimdi benim vatanımda yurdumda aha bu tarlanın ucu, düşman oraya gelmeyince benden fayda yok” der.

Ben Çakırdedemin durumunu tıpkı bu adama benzetirim. Evde iki dul 4 yetim vardır. Annem babam ve iki halalarım Saide ve Binnaz, dedem bu nedenle zaman zaman askerden kurtulmanın yollarını aramış ama pek basarılı olamamıs. Babasının (kuzundayı) gözleri amadır, hep dua edermiş oğlum gelsin de canımı öyle al diye Saide halam gözleri görmeyen Kuzundayı dedesının ellerınden tutup gezdırırmıs. Duası kabul olmus olacak kı dedem babasının ölümünden cok kısa bir süre once eve gelır ve babası vefat eder.

Bu yıllar Kırım, Balkan, Kafkas Çanakkale ve Kurtuluş Savaşları peş peşe bitmek bilmeyen savaşlardır. Herkes askerlıkten kurtulmanın yollarını arar. Kimse can güvenliği ve sağlık sorunlarından dolayı toprağı işleyemez, Havva nenem öküz ile eşeği eşleyip nasıl çift sürdüğünü kıtlık yıllarını nasıl atlattıklarını ağlayarak anlatırdı. Kısacası bu yıllar Anadolu topraklarının yakın tarihlerde gecırdıgı en kotu gunlerdır.

Burada bıraz Çakır Dedemi tasvir etmeye çalışayım. Çakır dede uzun iri yapılıca, güler yüzlü, neşeli, hoş sohbet kimseyi kırmayan beyaz sakallı noel baba gibi, aynı zamanda pehlivan hem eski hem yeni Türkce bilir. Yeni Türkce’yi askerde öğrenmıştir. Askerliğini jandarma karakol çavuşu olarak yapmıştır. Çok güzel sesi vardır kıraeti kahir denen hüzzama benzer bir makam ile çok iyi kuran okur, dınleyenler ağlardı. Aynı zamanda çok iyi bir dua ve mevlüthan idi. İnsanları kıramazdı gelip muska yazdıranlar ve hastalarına okutanlar çok olurdu. Bir kaç donem muhtarlık yapmıştı. Çalışkandı, hayatı severdi pipo içerdi, yaşamının sonuna kadar da içti. iki evlilik yapmıştı ikisinin adı da Havva idi, hiç birbirlerini kıskanmazlardı çok iyi geçinirlerdi ,birisi şekercinin İzzet’in kızı, Kadir hoca İbrahim’in kız kardeşi yani Şuayıp, Mahmut ve Mevlüt’ün halaları, diğeri ise Usta köyünden amcası bekçinin kızı Havva idi. İkisinden de çocuğu olmamış. O nedenle annemle babama öz evlat, bizlere de öz torunundan daha iyi ilgilendiler.

Baba tarafından Ismaıl dedem ıse Istanbul’da Unkapanın’da evı varmıs daha sonra yanan evın arsasını Kuzuboğ satıp parasını dedeme göndermıs, gelen parayla bir at heybesı alınmış, ayrıca daha sonra elıme gecen bır belgedende anlasıldıgına gore İsmail dedem birinden yer almıs. Bu belgede dedemın ıkametının Unkapanında” beylık ahuru”,meslegı de” arabacı başı” olarak gecıyor. Yıne babamdan ve halamdan dınledıgıme gore : Ismaıl dedem, babam ve halalarımı (saıde ve Bınnaz halalar)3-4 yaslarındayken alıp koye getırıp bırakır kendısı Istanbul’a döner oradan cepheye gider, askerden hastalanıp tebdil hava ile yani hasta raporlu istanbul’a doner ve orada vefat eder.

Takrıben 1915-1916. Yıne babamların Istanbul’dan koye donusu ıle ılgılı bır anektot:”Hayrıye ebem(babamın annesı) 3 cocuk kendısının babam,ve ıkı halalarım bırde annem 4 yetımle yoksul erkeksız savas yıllrında zor yasamını surdururken Bınnaz halamı cocuk yaslarda (10-15) ıken Gerzeye gelıp gıderken yolda konakladıkları bır tanış evı olan Gerdeme köyünden kör Kazımlara bogaz tokluguna bırakır. Halamı buyutup daha sonra evın bekar kör oglu ıle evlendırırler.20-25 yaslarında ıken vereme yakalanıp vefat eder

1972 yılında Kefevi Yüksekkaldırımda bir arsa aldım. Yüksekkaldırım sokaktaki bu arsanın alınmasıyle yaklasık bır asırdır(benim bilebidiğim kadarı) yoksulluk, öksüzlük, öy yaşamına ve eğitimsizliğe mahkum olmuş bir ailenin kaderi değişmeye, çark tersine dönmeye başlayacaktı.

Ailenin şehirli olabilmesi, çocuklarımın şehirde eğitim ve ikametlerini sürdürebilecekleri bir mekanı oluşturacak olan arsa, şehırde okula gıdebılmelerı,benım çalısırken dısardan devam ettığım eğitimim azda olsa bildğim İngilizce, guvenlı olmasada bir işimin oluşu tutunma noktalarını sağlamlaştırmış modern aılenın temellerı atılmıstı.

Ne var ki ailenın tümünü köyden kurtaramadım,annem babam köyde yalnız kalmışlardı.Önce kardeşim Fahri daha sonrada kız kardesim Zülfiye ilerlemiş yaşıyle (28gıbı) 1976 de karşısına çıkan Metin Dogantuğ ıle evlenir. Bu evlılıkten Meral ve Zühal doğar(daha sonra 2005 lerde eşinden ayrılır kızlarıyle yaşamını sürdürür.).

Kardeşlerim Fahri ve Zülfıye’nın evlenerek koyden ayrılmasıyle annem babam köyde yalnızdırlar, Annem gelmek ister, fakat babam köyden ayrılmak istemez taki 1982 de annemin pankreas kanserine yakalanarak köyü bırakması ile babamın da köy mücadelesi bitmiş olur.

Babam annemın vefatı ıle yanıma geldı 2001 de vefat edinceye kadar yanımda kaldı (belki bir yıl İstanbul’da kardeşlerimin yanında (daha çok Zülfiyede) birkaç ayda ablamın yanında kaldı bunun dışında hep birlikte yaşadık, ilerde yeri gelince bahsedeceğim. Yaklaşık 18 yıl babamla birlikte oturduk keşke bir o kadar daha birlikte olabilseydik. Bu arada babam ve annemle ilgili olarak Zülfıye’nin yardımlarını da göz ardı etmek mümkün değil. Özellikle annemin hastalığında bakımı hep onun sırtındaydı.

Babam, hiç ele düşmedi desem yanlış olmaz.3 gün gibi kısa bir sürede hastalanıp vefat etti. Barsak yapışması oldu. Samsun Tıp fakültesine götürdük, acil ameliyata alındı, maalesef masadan kalkamadı.

20 Haziran 2000 de 89 yaşında hakkın rahmetine kavuştu. Babam az konuşan, kimseyi eleştirmeyen oldukça sakin yapılı çok az sinirlenen yediğini içtiğini hesaplı ve sabırlı yapabilen işini yavaş ama iyi yapan bir insandı.

İsmail dedemden az da olsa bahsettik ama onun eşi yani babamın annesi Hayriye hanımdan hiç bahsetmedik. Hayriye hanım evde dikiş diker, kocası İsmail dede Unkapanı beylik ahurda arabacı başı Sandalcıoğlu İsmail Ağa’dır. İsmail Ağa savaşa gitmeden önce 3 çocukla eşi Hayriye hanımı(Kuzalan koyünden Hamitin kızı) köye bırakıp gider. Çanakkale savaşında hastalanıp tebdil-i hava ile İstanbul’da Unkapanı’ndaki 4 katlı evine döner . Kısa süre sonra da vefat eder. Mezarının nerede olduğu bilinmemekle beraber, Ortaköy’de Yahya efendi türbesinin yanındaki mezarlıkta olduğu söylenir (kaynak Salih Ermiş o da pehlivanın Rıza dan duymuş babam oraya gidip mezar ziyareti yaparmış.)

Hayriye hanım bir süre sonra aklını yitirir. Ablamın Havva nenemden duyduğu bir anekdot; “Hayriye hanım aşağı köyden pınardan güğümü doldurup başının üzerinde ezgiler söyleyerek su taşır getirdiği suyu “Ahmet le İsmailim susamış su isterler” deyip suyu yere boşaltır, su taşırken:

“Unkapanı dönüm dönüm

Gelin dostlar halimi görün” diyerek ezgiler söylermiş. Eşi ölmüş, Un kapanındaki 4 katlı evi yanmış, üç çocukla kıtlık ve sefalet içinde Dudaş köyünde yaşam mücadelesi vermiş.

Babamdan duyduğum bir anı: İsmail dedem savaşa giderken Hayriye hanım eşini uğurlamak için çocuklarını da yanına alıp beş çamlara (köyün tepesi yayla) kadar çıkar İsmail ağa bir müddet uzaklaşınca geri dönüp seslenir “ Hayriye, tavanda bir davul gönü vardı çocuklar yalın ayak gezmesin çarık diktir” der. Babam bunu çok iyi hatırlardı ve anasının sırtında olduğunu bu tabloyu hiç unutamadığını kendisinde derin iz bıraktığını söyler ve her anlatışında gözlerinden yaşlar akardı.

Kurs yavaş yavaş yoluna giriyordu. Ancak bu işin bir de ekonomik boyutu vardı, çalışmak para kazanmak gerekiyordu. Ablamlarla birlikte onların yanında kalıyordum ekonomik katkıda bulunmam gerekiyordu. O yıllarda her iş insan gücüyle oluyordu, bütün inşaat ve hafriyat işleri hep kas gücüyle yapılıyordu. Amelelik yapmaya başladım. İş seçmiyordum ne bulursam koşuyordum. Kum çakıl yükleme boşaltma iskeleden gemilerden Çimento, demir boşaltma kosterlere gemilere tomruk yükleme ne bulursan her işi yapıyordum. Gündüzleri pek vaktim yoktu gece tuvalet için uyandığımda baş ucumdaki gaz lambasını açıp kitabıma göz atar bir süre okuyup tekrar uyurdum. Boş vakitlerimde küçük fişlere bir tarafında İngilizce bir tarafını Türkçe yazar cebime koyardım. Kazma kürek çalışırken arada bir cebime elimi atıp bir fiş şifalartır İngilizcesini ve Türkçesini bakıp tekrar diğer cebime atardım böylece hem çalışıyor hem de kelime ezberliyordum. Bu arada kursdaki diğer arkadaşlarla diyaloglarım oluştu. Bazıları yüksek öğrenimini tamamlamış bazıları lise mezunu idi. Bir çoğu gramer biliyor pratik öğrenmek için geliyorlardı. Mesela Özer Gürbüz, hakimlik sıtajı yapıyordu. Özer Gürbüz daha sonra hakim savcılık ve milletvekillik yaptı. Kısa bir süre sonra kursta en başarılı öğrenci oldum. Başarım mecburiyetten kaynaklanıyordu, başka hiçbir tutunacak dalım yok, mutlaka başarmalıydım. Bir başka yolum daha vardı gidip köyün birinde köy imamı olabilirdim. O yıllarda yeterince imam hatip mezunları yoktu. Bizim köyde yetişen hocalar Bafra taraflarına gidip yıllık İmamlık yaparlardı , Bu da çok muteber bir meslekti, ben ise bu işi çok fazla sevmiyordum, onun için ne yapıp yapıp başarmalıydım İngilizce işini..

Kitaplarımızı Robert hoca Amerika’dan Getirtmişti. Let’s learnEnglish diye tamamen ingilizce bir kitaptı. Haziran 1965’te okullar kurslar kapandı ben de köye gittim, hasat orak harman işlerini bitirip Ekim ayında Kurs başladı ben de Sinop’a döndüm. Bu arada Robert hoca ya Kuran okumayı öğrettim ondan sonra kuranın tercümesini yani Arapça öğrenmek istediğini söyledi, ben Arapça bilmediğimi söyledim kendisini müftüyle tanıştırdım, müftü bir süre Arapça dersi verdi. Bazen Robert’in evine gidip Kuran okumayı öğretiyordum o da bana İngilizce öğretiyordu, bazen bana derdi sen çok güzel kuran okuyorsun, melodi li bir oku da dinleyelim derdi, ben de 1 sayfa kuran okurdum dinlerdi ama Müslüman olma gibi bir eğilimi yoktu, kuran okumayı ve Arapçasını öğrenmişti. Colombia Üniversitesi edebiyat bölümü mezunuydu , Amerika’ya dönünce Harvard’da araştırmalar yaptı daha sonra Chicago Üniversitesi’nde Türk ve İslam araştırma profesörü olarak görev yaptı Türk edebiyatına önemli eserler kazandırdı, Kaşgarlı Mahmud’un Divan’ı lugatı Türkü’nü revize etti , Evliya Çelebi sözlüğü ve Seyyah-ı Alem Evliya Çelebi’nin dünyaya bakışı kitaplarını yazdı. Daha sonra emekli olup Philadelphia‘ya yerleşti. Konferans için Türkiye İstanbul’a geldi. Birkaç kez de Sinop’a beni ziyarete geldi; ben Amerika’ya gittiğimde 2014 yılında evini aradım eşi bir konferans için Hollanda’ya gittiğini söyledi, görüşemedik .

Yıl 1965 son baharı idi başlangıç için pek fena sayılamayacak kadar Çat pat İngilizce konuşabiliyordum , TOLEYİS Türkiye otel lokanta eğlence yerleri işletmesi Sendikası pilot uygulama olarak sigortanın inşa ettiği lüks oteli, turistik otel de denir, Amerikalılar yeni otel derlerdi, işletmeye açıldı, TOLEYİS Sendikasının turizm okulu da vardı, okuldan mevzun olan öğrenciler bu otelde uygulama yapıyorlardı, denize sıfır, şehir kulübünün ve Atatürk Anıtı’nın karşısında beş yıldızlı oteli aratmayan donanımı vardı. Yeni açılmıştı 1965 yılında; otele müracaat ettim İngilizcemden dolayı beni resepsiyona aldılar ama yeterli deneyimim olmadığı için önce gece vardiyesina verdiler daha sonra birkaç ay sonra gündüze geçebildim. Otele gireli 5-6 ay olmuştu 1966Haziran‘da her şey iyi gidiyordu, işimi de sevmeye başlamıştım , bir gün otelde kalan fotör şapkalı Teksaslı bir Amerikalı resepsiyona gelip bana good morning how are you‘den sonra do you want to work radar dedi ben de düşünmeden evet dedim, o zaman hadi gidelim dedi aldı götürdü beni. iş için gerekli evrakları yaptırıp gel dediler, motorlu araçlar bölümünde Dispatcher yani araç sevk memuru pozisyonu boşmuş, orada çalışanın askere gitmesi ile boşanan pozisyona aldılar beni. Şimdi geriye doğru bakınca şöyle düşünüyorum: dede ile torun farklı zaman ve mekanda benzer bir kaderi yaşıyorlardı, 1905 tarihli Osmanlıca Türkçe yazılmış bir noter senedinde İsmail dedemden(babamın babası) bahsederken, kapan-i dakıyk da mükim arabacıbaşı Sandalcıoğlu İsmail ağa diye bahseder(kapani dakik=unkapanı demektir). Bu belgeleri tercüme etmek için Osmanlıca Türkçe sözlük aldım biraz uğraşmıştım. Yani demek istediğim dedem o dönemde bir tür arabacılık yapmış 60 yıl sonra torunun da yaptığı benzer bir işti. Tabi Amerika’nın gelişmiş sistematiği uygulanarak. Araç istemeye yetkisi olan Amerikalı telefon edip araba istiyor ben de görev kağıdını imzalayıp şoföre verip arabayı sevk ediyordum, bu pozisyonun İngilizcesi dispatcher pratikte tercüman derlerdi. İngilizce okuma yazma iyiydi fakat pratik kulak dolgunluğu yoktu, bu yüzden bazen ilginç şeyler yaşıyordum .

Bir anekdot : Amerikalı postanenin önünden telefon etti : I have a dead battery dedi bunun türkçesi arabanın aküsü bitmiş arabanın aküsü ölmüş demek ti, ben bunu arabada bir ölü var şeklinde anladım, bu iki cümlenin söylenişi birbirine çok benziyordu. şoförlere böyle tercüme ettim; bekleme salonunda ne kadar şoför varsa hepsi postanenin önüne gitti, döndüklerinde bana : “senin bileceğin İngilizce diye saydırdılar” bu tür olaylar beni motive ediyordu aslında, daha çok çalışmalı bir an evvel İngilizce öğrenmeliydim sadece kulak alışkanlığı kazanmam gerekiyordu. 1966 Haziran 1967 Haziran 1 yıl böyle geçti, bir yıl sonra Temmuz 67’de askere gittim

69 Temmuz’da askerlik bitti Sinop’a geldim, radara iş yerime çıkıp askerliğimin bittiğini işe ihtiyacım olduğunu söyledim. Şu anda boş pozisyon yok dediler biz sana haber veririz dediler. Orak zamanı idi orak biçiyorduk köyde daha orak bitmemişti askerlik biteli henüz biray olmamıştı. Sami eniştem Sinop’tan bana haber vermek için köye geldi, telefon yok mektup yazsan 10-15 günde ulaşır başka yolu yoktu. Radardan işe çağırdılar seni dedi, tarlada orağı bıraktım aynı gün çıkıp geldim Sinop’a , evrakları tamamlayıp işe basladım. Aynı bölümde farklı bir pozisyondu o bir tür katiplik idi.

70 – 71 yılları ailenin zor yıllarıydı, ben de Sofya da, karı koca ikimiz vereme yakalanmıştık, Sofia köyde üşütme ve zor şartlar sonucu zatürreye vereme çevirmiş ben de aynı şekilde askerde Etimesut da nöbette üşütmüş on gün Ankara’da hava hastanesinde zatürree tedavisi görmüştüm daha sonra Sinop’a gelince buna bir de sefalet ve üzüntü eklenince ben de vereme dönmüştü .

Dört çocukla 6 nüfuslu bir ailenin sorumluluğu vardı sırtımda , köydeki anne baba da işin cabasıydı , Bir akşam gece yarısı nöbetten eve geldim bir öksürükle beraber boğazımdan bol miktarda kan gelmeye başladı. Sofya ile birlikte moralimiz dibe vurmuştu. O yıllarda devlet hastanesinde iki veya üç doktor vardı, dahiliye hariciye belki bir de doğum. Rahmetli deli Bedri dahiliyeciydi evinde özel muayene yapardı, ancak dürbünden bakar, seni tanırsa o gün de iyi günü ise kapıyı açar, muayene esnasında bir şey söylersen hemen kızar muayeneyi yarıda bırakır ya da reçete yazmazdı . Eşimle ikimiz gittik muayene olduk, bizi Kastamonu’ya verem Senatoryumuna göndermek istedi. Biz gidemeyiz dört tane çocuğumuz var dedik, reçete yazdı verem savaş dispanserinden İlaçları iğneleri aldık, ben de hastalık iznini yani rapor alıp köye gittik. iki üç ay kadar köyde kaldık düzelmeye başladık, aylarca hap kullandık biraz toparlandım .

Askerden kalan sadece kötü hatıralar değildi, iyi şeyler de olmuştu o asker ocağında. İngilizce bildiğim için şubeden askere gitmeden sınıfım belirlenmişti telsiz Tanol mors öğrenip telsiz operatörü olacaktım . Telsiz oparatörlüğü iyi geçerli meslekti , aslında gemilerde iş bulunabilirdi , deniz yollarında devlet demir yollarında iş imkanları vardı. 1967 yılının 20 Haziranı gibi iş yeri ile ilişkimi kesip ayrıldım, bir ay sonra askere gidecektim, askere giderken gidene kadar köyde işlere yardım etmeliydim, yakında Temmuz başı gibi orak dere kışlada başlar sonra köyün çevresi daha sonra yayla, en zoru da Derekışla’dan sap taşımak, hasat edilen ekinleri taşımak. Derekışla ile köyün arasındaki yol oldukça dik %50 eğimli , belki daha fazla, bu yüzden kağnı arabası Çalışmaz at eşek ve sırtınızda taşıyacaksınız Bazıları harmanı Derekışla da döver Samanlığa samanı koyar mahsülü köye getirir, samanı gerektikçe köye taşır, fakat bizim Derekışla da harmanımız ve samanlığımız yoktu.

Askere gitmeden bir ay önce iş yerinden ayrıldım Amacım köyde ota orağa yardım etmek idi. Askere gitmeden önce bu sapları köye taşımalıydım. Temmuz ayı dere kışlanın dik yokuş yolu at ve sırtıma yüklenerek iki gün gel git sapları köye çıkardım. Hayatımda yaptığım en zor işlerden biri idi, köydeki tanıdıklar anneme kızmışlardı ertesi gün askere gidecek çocuğa bu iş yaptırılır mı dediler. Başka seçenek yoktu. Herneyse sülüsümü gidiş biletimi şubeden aldım Samsun’dan trene bindik Kütahya ya gideceğiz , tren Sivas da arıza yaptı, oradan bazıları bekledi biz bir kaç arkadaş otobüsle gitmeyi tercih ettik Kütahya’ya, O gece Kütahya’da bir otelde konakladık ertesi gün saçları kestirip birliğe gidip teslim olacaktık , berberde saçları kestirirken iki inzibat geldi kapıya dayandı, bizi götürüp birliğe kurbanlık koç gibi teslim ettiler, böylece askerliğe başlamış olduk. Bir hafta eğitim yapmıştık ki, bir gün bölük komutanımız Üsteğmen, aranızda İngilizce bilen var mı dedi Ben ve bir kişi daha çıktık, bizim geçmişimizi sordu, Amerikan üssünde alıştım dedim sen dedi her şeyi techizatı nöbetçi çavuşuna teslim et bölükte postam olacaksın dedi. Çok iyi bir haberdi bu benim için, bir gün eğitimden yırtmak nelere değmezdi , İki ay kalacaktık burada. bölük Komutanı Kurmay sınavlarına hazırlanıyormuş İngilizcesi de yetersizdi. Sinop dan İngilizce kitaplarımı istedim boş zamanlarında İngilizce çalışıyorduk, askerlik kolaylaşmıştı benim için, yaklaşık bir ay geçmişti, bir gün bütün birlikleri alayın önünde topladılar, önemli bir açıklama yapıldı, İngilizce bilen varsa ayrılsın şöyle geçsin. Bütün bölüklerden İngilizce bilenler ayrıldılar ben de ayrıldım. 100 150 kişi vardık, daha sonra bizi hızlı bir şekilde ön elemeye tabi tuttular, 7 kişi seçildi ben de vardım bunların içinde , bize bölüğünüzle ilişkinizi kesin en kısa zamanda ilk trenle Ankara’ya gidin dediler. Aynı akşam trene bindik ertesi gün Ankara’da idik, nereye gittiğimizi niçin gittiğimizi bilmiyorduk, Hava Kuvvetleri Komutanlığına teslim olduk.

Brüksel’e her birlikten bir kişi gidecekmiş kara deniz ve hava birliklerinden birer kişi, kısa süre sonra genelkurmay karargah binasında hava deniz kara birliklerinden gelen yaklaşık 20 kişi sınava tabi tutulduk, birkaç gün sonra sınava giren subaylardan birini gördüm komutanım ne oldu sonuçlar belli oldu mu dedim; bana senin İngilizcen iyi ama tahsilin yok ilkokul mezunusun, kolej mezunu birini göndereceğiz Brüksel’e Nato karargahına dedi. Ne yapalım dedim içimden Dudaş’ da kolej vardı da gitmedik mi, kısmet değilmiş dedik. 10-15 gün hava kuvvetleri Komutanlığı nda kaldık, daha sonra , Sinop askerlik şubesinin belirlediği telsiz kursuna katılmam için İzmir Gaziemir muhabere eğitim tugayına gönderildim.

1967’nin son baharı Eylül sonu Ekim başı gibi İzmir’e ilk gelişimdir, Basmane’de otogarda otobüsten inip Gaziemiri buldum Devrelerime yetiştim, henüz kurs başlamamıştı kısa süre içinde mors kursu başladı. 20 kişiydik kursta. Tam dört ay mors kursu gördük, kurs sonunda sınav yapıldı, sınavı geçemeyenler geri hizmetlerde kullanılacak telsizci olamayacaktı , kurs birincisine Çavuş rütbesi takıldı, o bendim , ikinci de onbaşı oldu. Gaziemir‘de işimiz bitmiş bizi Etimesgut’a gönderdiler, dört ay da orada on parmak daktilo öğrettiler, klavyeye bakmadan kulağına gelen mors harflerini daktiloyla ortalama dakika 100 harf veya rakam olarak kaydedebilir duruma geldik, telsiz operatörü olmuştuk sonunda biz sekiz on kişi, Ankara Gölbaşında o günlerde Amerikalılardan yeni devir alınan bayrak garnizonuna gönderdiler bizi.

Bayrak Garnizonu Haymana ovasının ortasında yüksekçe bir mevkide kurulmuş küçük pırıl pırıl bir küçük Amerikan şehri gibiydi, Sinop’taki radarın benzeriydi, biraz daha büyük ve teşkilatlı idi, üssün kuruluş amacı dinleme yapmaktı, bir tane bina vardı adına operasyon binası denirdi, orada bir sürü birimler vardı morskripto telem Teleks faks vs . biz telsizcilere nöbet yoktu sadece 8 saat operasyon binasında çalışıyorduk . Ekibin yarısı Astsubay yarısı biz erlerden oluşuyordu , aramızda as üs ayırımı yoktu arkadaş gibiydik onlarla. Hep beraber Çevrim istasyonlarını dinliyorduk. GES genelkurmay elektronik Servis Komutanlığına bağlı bir birlik, diğer birliklerinden ayrıcalıklı, yemekhanemiz koğuşumuz ayrı idi. operasyon binasındaki bilgiler kimseyle paylaşılmayacaktır. Bu bilgileri paylaşmak askeri suç sayılırdı telsizciler operasyon binasına girmeden önce memleketinde güvenlik tahkikatı yapıldıktan sonra GES kartı çıkarılıp ondan sonra operasyon binasındaki göreve başlayabiliyorduk. Arkadaşımızın bir tanesi İzmirli Melih, güvenlik soruşturma raporu bozuk geldi , anneannesi Rum imiş , çocuk boşuna kurs görmüş oldu, görev vermediler, geri hizmetlerde görevlendirildi. Ben Yunanistan’da Kavala diye bilinen bir yerde bulunan Yunanlılara ait telsiz istasyonunu dinliyordum; bazen şifreli beşli gruplar halinde rakamlar, bazen İngilizce açık metin ama gerçek anlamından farklı, 8 saatte kaydettiklerimizi toparlayıp kripto odasına teslim edip nöbeti devredip çıkardık ertesi gün nöbet saatine kadar uyku istirahat gazinoda çay kahve kibrit kutusu Çevirme oyunu, güzel geçiyordu günlerimiz. Sekiz on kişilik bir grubumuz vardı, kurs başından İzmir’den beri beraberdik. Hepsi de lise mezunu veya yüksek okul terk idi, hukuk iktisadi ticari ilimler akademisi işletme vs . İçlerinde bir tek ilkokul mezunu ben vardım ve çavuş rütbem vardı. Bu grupla birlikte olmam benim hayatımda çok olumlu etkiler yaptı. Bana, senin gibi adam nasıl ilkokul mezunu kalır, sen orta liseyi rahat bitirirsin sen de o kapasite var, burada zamanda var biz sana yardım ederiz dediler. Bu teşvik üzerine Ankara’ya şehir iznine çıkıp ortaokul kitapları aldım, doğru söylemişti arkadaşlarım, onların da yardımıyla bir yılda askerlik bitmeden Mamak ortaokulundan ortaokul diploması almıştım. Askerlik sonrası yakalandığımız verem hastalığı ve Sinop’ta sıfırdan yuva kurma mücadeleleri biraz yoluna girmişti. Kesintiye uğrayan lise bitirme derslerine başlamanın zamanı gelmişti artık. Ortaokula göre biraz daha zordu geometri üslü kemiyetler vs. bunlar benim için yeni kavramlardı, yardım almak gerekiyordu. Liseye giden arkadaşlar edindim, çoğu Gürcü idi. Meydan kapı. Kıbrıs caddesinin köşede terzi Ekrem Ercan’ın dükkanı vardı Gürcü öğrenciler çok gelirdi dükkana, hepsi liseye gidiyorlardı, onlarla tanışıp onlardan yardım alıyordum. Terzi Ekrem’in abisi Eyüp’ün oğlu Ali Ercan benim asker arkadaşımdı, bu vesileyle Ekrem’i tanımıştım, devamında ömrümüzün sonuna dek arkadaşlık ve diyaloğumuz devam etti onlarla.

1975 yılı baharında liseyi bitirmiş aynı yıl üniversite sınavlarına girmiştim. 417 puan almıştım iyi bir puandı, Ankara hukuk dahil bir çok üniversitelere girilebilirdi bu puanla. Ama hepsinde devam mecburiyeti vardı, yaşım henüz 29 idi, ama dört çocukla altı nüfuslu bir ailenin sorumluluğu vardı. Ayrıca iyi de bir işim vardı kaybedemezdim , bırakamazdım işimi Yoksa ailenin geleceği karanlık olurdu. Çocukların hepsi de okula gidiyordu , bu koşullarda işi gücü bırakıp okula gitmek mümkün değildi benim için. Devam mecburiyeti olmayan okul yoktu o yıllarda. O zamanlar açık öğretim diye bir kavram yoktu. Bir tek Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstütüsü bünyesinde Ecevit Hükümeti’nin 1974 yılında kurduğu sevk ve idare Yüksekokulu vardı. kaymakam müdür gibi mahalli idare yöneticileri burada kursa tabii tutulup görevlendiriyorlardı. Müfredat çok geniş yelpazeli idi anayasa hukuk psİkoloji iş idaresi büro yönetimi ekonomi ,iktisat ,Türkiye’nin toplumsal yapısı, olasılık matematik gibi daha hatırlayamadığım bir çok dersler vardı. Matematik hariç hepsini sevmiştim her birini okurken heyecan duyuyor, sanki yeni bir dünya ile tanışıyordum. Matematik sevmeyişim de temelim olmadığındandı. Yazışmalı öğrenciydi bizim adımız, bir eğitim döneminde 3-4 mektup gelirdi okuldan, kitapları ve kaynakları anlatır sınav tarihleri, yerleri ve sınav sonuçları, bunun dışında okulla aramızda bir iletişimimiz yoktu.

Üçüncü yılın sonunda sınav hakkım dolmuş ve yüksek matematik içeren olasılık dersini verememiştim. Böylece okulla ilişkim kesilmiş oldu. Aradan beş yıl geçti 1983’te parlamentodan bir af çıktı tekrar müracaat ettim ama, yine geçemezdim bu dersi. Yüksek matematik gerektiriyordu, bende hiç birisi yoktu. Tevfik Çavdar hoca giriyordu bu derse, sınavdan iki gün önce Ankara’ya gidip hocanın Yenimahalle’deki bir sitede bulunan evinin kapısını çaldım. Sağ olsun, beni içeri aldılar. Anlattım kısaca hayat hikayemi; Dudaş’tan Ankara’ya uzanan yolda neler yaşayıp neler başardığımı. hikayemden etkilenmiş olmalı ki , hoca üç soru soracağım dostum dedi, ikisini çözümleri ile birlikte verdi. Böylece teşekkür edip ayrıldım. iki yıllık önlisans bölümünü bitirmiştim. Benim yüksek okul macerası da böyle sonlanmış oldu.

DEVAMI VAR………..

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

ANADOLU KÜLTÜRÜNDEN DÜNYA KÜLTÜRÜNE AMBARLAR-Doç. Dr. Mutlu KAYA

05.06.2022-BİLKE

Doç.Dr. Sayın Mutlu Kaya’nın çalışmasına geçmeden önce, Sinop köylerinde kaybolmaya yüz tutan ambarlarımız hakkında bir kaç cümle yazmak istiyorum. Dikmen Kadı köyünde, derleme çalışmaları yaparken görüntülediğim ambar, yörenin yüzünü ağartan özellik taşıyordu.

Ağaç ambarları da diğer kaybolan kültürlerimiz gibi koruyamadık. Sinop ambarları başlığında fotoğraflanıp sergilenmeliydi. İstanbul’da o kadar çok sayıda köy dernekleri olmasına rağmen, kültür alanında çok az çalışma yapıldığını görmek gerçekten üzücü. Kulağa kar suyu kaçırıp, dikkat çekme çalışmalarımdan hiç vaz geçmeyeceğim. Yaptıkları toplantılar, birliktelikler arasında köylerinin değerleri korumak da olmalı. Elindeki değerleri koruyanlar, yurdunu, milletini, doğasını, insanını, canlı cansız her şeyini koruma hassasiyetine sahiptirler.

Parmak ucuna baksa da insan, dünyada ne kadar özel olduğunu fark etse. Köyünün kentinin hafızasına sahip çıksa ve değerlerini korusa.

Mutlu KAYA, Sinop konulu bir çok çalışmaya imza atmış akademisyenlerimizden. Şimdi sunacağımız çalışmayı bana gönderdiği için kendisine çok teşekkür ediyorum. Dünya üzerinde ambarlar konusunu bilimsel olarak mercek altına almış, okumanızı tavsiye ediyorum.

Her zaman söylediğim gibi, insan hangi coğrafyada olursa olsun, hangi koşullarda yaşarsa yaşasın iradesi hep aynı adımları izliyor. Yaşar SARIKAYA-BİLKE

İşte çalışmanın GİRİŞ bölümü, tamamının linki de aşağıdadır:

Mutlu KAYA -Ege Coğrafya Dergisi 29 (2), 2020, 321-344, İzmir-TÜRKİYE
Aegean Geographical Journal, 29 (2), 2020, 321-344, İzmir-TURKEY

Foto 11- İspanya’da çatı örtüsü olarak taş malzeme kullanılan bir ambar (Caxigalinas, 2020).

GİRİŞ

Amerikan coğrafyasının önemli isimlerinden Ellen Semple, “Influences of Geographical
Environment” isimli eserinde insanı yeryüzünün sunduğu bir ürün olarak görmektedir. Bu, insanın
yeryüzünün sadece bir çocuğu olduğu anlamında değil aynı zamanda yerin ona bir annelik yaptığı, onu beslediği, ona görevler verdiği, düşüncelerini yönlendirdiği, ona vücudunu ve aklını güçlendirecek zorluklar verdiği, ona denizlerde seyahat ve yeryüzünde sulama gibi problemleri ve zaman zaman da bunların çözümü için ipuçları verdiği anlamındadır. (Holt-Jensen, 2017).

Nitekim insan, doğada birçok zorlukla mücadele etmiş ve bunlara çözümler üretmiştir. Bu sorunlardan biri ve belki de en önemlisi yiyeceklerin daha sonra kullanabilmek için depolanması ve korunmasıdır. Bu çözümler, saklanacak ürüne göre değişiklik gösterirken saklanacak bölgenin doğal özellikleri de yöntem
üzerinde belirleyici olmuştur.
İnsanlar yiyeceklerini saklamak üzere salamura, turşu, tuzlama, kurutma gibi yöntemleri
kullanırken bunların yanında kuyular kazarak, varsa çevrelerindeki mağaraların serin havasından
yararlanarak gıda ürünlerini depolamaya çalışmışlardır. Tarım ürünlerini saklama araçlarından
birini de ambarlar oluşturmaktadır. Bahsi geçen bu ambarların küçük olanları evlerin içlerinde
bulunurken bunların daha fazla ürün saklama kapasitesine sahip olanları evlerin dışında ayrı bir
birim olarak kendilerine yer bulmuşlardır. Evler ve ekili alanlar arasında ara konumda yapı olan
ambarlar, farklı dönemlerdeki geleneksel yaşam tarzlarının ve insanlar ile üretim araçları arasındaki
ilişkilerin bir yansımasıdır.
Ambarların şekli ve kullanılan malzemeler, depolanacak tahıllara (pirinç, buğday, arpa, mısır,
vb.), bölgenin iklimine, tahıl miktarına, inşaatçının fantezisine ve ekonomik araçlara göre değişkenlik
göstermektedir. Pirinç, buğday, arpa, darı, vb. ürünlerin depolandığı ambarlar (Foto 1), Amerika
kıtasının keşfi ile mısır bitkisinin dünyaya yayılması sonucu mısır ekim alanlarında şekil değiştirmiştir.
Kuzey Amerika kökenli bir tahıl çeşidi olan mısır, klimatik şartların yetişmesine izin verdiği bölgelerde
temel gıda maddesi haline gelmiş ve ambarların ona özel sakama koşullarına uygun hale getirilmesini
sağlamıştır (Ozcan, 1970).

Her ülke ya da bölgede farklı isim kullanılan tahıl depolama yapıları için çalışmada hepsini kapsayacak şekilde ambar kelimesi kullanılacaktır.

İnsanoğlu nerede yaşarsa yaşasın, ihtiyaçları benzerdir. Yıl boyunca beslenmeye ihtiyacı vardır ve
bu nedenle yılın belirli zamanlarında daha fazla miktarda üretmeyi başardığı yiyecekleri saklayarak
yıl içine dağıtmaktadır. İşte bu koruma güdüsü tüm dünyada benzer yapıları ortaya çıkarmıştır (Ribeiro,
2016).

Temel gıda maddesi olan tahılların saklanabilmesi için yerden yükseltilerek nemden ve
kemirgenlerden uzaklaştırılan ambarlar bunun en güzel örneklerindendir. Türkiye’de, Karadeniz
Bölgesi’nde rastlanan serender, seren, serenti, sergen, nalya, tekir gibi isimlerle anılan yapının benzerlerine
İspanya’da horreo, Portekiz’de espigueiros, Slovenya’da Cabazo, Norveç’te loft, İngiltere’de
staddle, Yeni Zelanda’da Pataka gibi isimlerle rastlanmaktadır.

Bu çalışmada dünyanın farklı bölgelerinde dağılış gösteren bu ambarların özellikleri ortaya konularak benzer coğrafi şartlarda insanların birbiriyle iletişim içinde ya da olmadan
buldukları benzer çözümler açıklanmaya çalışılacaktır. Konunun daha iyi ortaya konulabilmesi
için sadece direkler üzerinde yerden yükseltilerek inşa edilen ambarlar çalışmaya dahil edilmiştir.

Çalışmanın tamamını aşağıdaki linkte bulabilirsiniz, dünya üzerindeki ambar fotoları ile birlikte:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1251483

Sinop- Dikmen Kadı Köyü ambarı izlemek isteyenler için:

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

Çocukluğumun Geçtiği Yer ‘AYANCIK’

02.06.2022- Fikriye Öztürk Boyacı

Karadeniz’in şirin bir ilçesiydi. Bir tarafında dalgalı denizi, karşı tarafta yemyeşil bir tepesi vardı. Eskiden batmış olan gemi enkazı sahilde hoş bir dekor meydana getirirdi. Dağlarında kırlarında, menekşeler, yabani sümbüller, bin bir çeşit çiçekler, mersin ağaçları etrafa mis gibi koku saçardı…

Ben burayı çok seviyordum. Çocukluğumun geçtiği yeri anlatmak kolay değil. Her şey, her yer o kadar güzeldi ki, ben bu güzelliklerin hepsini yazsam sayfalar yetmez. Ayancık’ın tarihi, örf ve adetleri mecmualarda, kitaplarda yazıldı. Ben kendi duygularımdan Ayancık’a olan sevgimden bahsedeceğim.

Ayancık çok güzel bir yer. Eskiden de öyleydi. Ben bu güzellikleri 1940’lı yıllarında yaşadım Ayancık’ta. Oturduğumuz evin iki bahçesi vardı, çeşit çeşit meyve ağaçları, çiçekler ve rengârenk güllerle bezeliydi. Evimizin penceresinden o unutamadığım dalgalı denizi seyrederdim. Arkadaşlarımla denize girerdik. Bir gün arkadaşımla denizin kenarında kalın bir tahta bulduk. Çok iyi yüzme bilmiyoruz, ona tutunarak ilerliyoruz, çok açılmışız, korktuk. Tahtayı sahile çevirdik kendimizi kumların üzerinde bulduğumuz zaman dünyalar bizim oldu.

Cerrah dedenin dükkanından elma ve horoz şekeri alırdım. Elmalar, boyalı şekerden yeni çıktığı zaman kıpkırmızı yemeğe bayılırdım. Babamla çarşıya çıkmayı çok severdim. Babam burada gezici başöğretmendi. Arkadaşlarımla halkevinin bahçesinde otururduk. Bahçedeki mimozalar gözümün önünden gitmez.

Mahallemizde nur yüzlü bir teyze vardı. Herkes şişman nine derdi ona. Şişman nineyi çok seviyordum, bazen bize gelirdi akşam koluna girer evine götürürdüm. Bahçeli küçük bir evi vardı. Buğulu kara erikler evinin damına sarkarlardı. Bir gün okul dönüşü şişman ninenin evinin önü kalabalıktı. İçeri girdim, onu bir tahtanın üzerine yatırmış yıkıyorlardı, ölmüştü. Ben çok üzülmüş günlerce ağlamıştım. İlk ölüm acısını o zaman tatmıştım, şimdi ölümün en acısını biliyorum en sevdiğim iki insanı kaybettim. Anamı, babamı… Ayancık’a gittiğim zaman hep onlarla beraber geçtiğim sokaklardan geçerek o günleri anımsıyorum. Bazen iskelenin karşısında oturarak denizi seyrediyorum.

Orta çarşı da yokuş başı derdik, denize kadar inen bir sokak vardı, bu yamaçtan koşarak evime gitmeyi çok severdim. Evim sokağın bitimindeydi. Vapur gelince deniz kenarına giderdik, çok hareketli olurdu o saatler, seyrederdik. Orada balık denizin kenarında satılırdı taze taze.

İlçede kereste fabrikası vardı. Orası da çok güzeldi. Bazı arkadaşlarım fabrika evlerinde otururlardı, onlara oturmaya giderdik. Köylere, ormana tren yolcu taşırdı, geliş gidiş saatlerinde siren sesleri bambaşka bir hava verirdi ilçeye. Fabrikada ecnebi aileler vardı, madamlar çocuklar renk katardı Ayancık’a. Sınıfımızda Buruno isimli bir arkadaşımız vardı, giderken hepimizle vedalaştı, nasıl da duygulanmıştık.

Fabrikanın Türklere geçtiği zaman merasim yapılmıştı. Trenler çiçeklerle bayraklarla süslenmiş sirenlerini öttürerek geçtiler. Ben de arkadaşlarımla gitmiştim seyretmeye.

Ayancık’ın halkı çok iyiydi. Komşularımız çok iyi kalpli insaniyetli güzel insanlardı. Aradan seneler geçti, bazı evler bozulmuş yenisi yapılmış, bazısı da eski haliyle boş duruyor. Ben eskiden o evlerde kimlerin oturduğunu hatırlıyor, burası Makbule teyzenin evi, işte burada Fatma hanım teyzeler otururdu, diyorum. Şimdi oraya kilometrelerce uzaktayım. Dalgalı deniziyle, şişman ninesiyle, renk renk çiçekleriyle çocukluğumun geçtiği yer aklıma geldıği zaman içim acı acı burkulur. Orayı ve iyi kalpli insanlarını unutamam…

http://www.ayancikgazetesi.com/

 
1 Yorum

Yazan: 02 Haziran 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , ,