RSS

Aylık arşivler: Mart 2019

BİR GARİP YOLCU

Sinop yazlık sineması, çocukluk günlerimin unutulmazları arasındadır. Sinop Kalesi surlarını sıkıca sarmış olan sarmaşıklardan aşağıya, sinemanın yanlarına iniyorduk. İnanılması güçtü ama biz, çok yüksek olan bu surlardan aşağıya gerçekten de iniyorduk. Annemi ve arkadaşlarımın annelerini, o sarmaşıklardan aşağıya inerken bizi gördüğünü düşünmek bile istemiyorum.

Sinop’ta, bir zamanlar Nermin ve Melek sinemaları vardı. Yazlık sinema, Sinop Kalesi’nin duvarına yansıtılan dev bir ekranda izlenirdi. Seyirciler ahşap sandalyelere oturur, gazozcudan alınan gazozlar keyifle içilirdi.  Yazın açık havada sinema izlemek ise ayrı bir zevkti. Nermin Sineması için, ellerinde megafon “dikkat, dikkat bu akşam Nermin Sineması’nda şu film var” anonsunu yapan çocukları da, gün gibi hatırlıyorum.

Bu mekana ilişkin, hafızamın derinliklerinde sadece tek bir film kaldı.  O da, “Bir Garip Yolcu” isimli filimdi. Ailece gittiğimiz sinemada biletlerimiz aile bölümünden alınır, heyecanla yerimize otururduk.  Unutamadığım bu filimde Cüneyt Gökçer ve Emel Sayın başrolü paylaşıyordu. Cüneyt Gökçer, filmin sonunda elinde bir kemanla,  yağmurdan ıslanmamak için uğraşırken, gözlerinden hafifçe yaş boşanıyor,  Emel Sayın ise o esnada sahnede “Bir Garip Yolcuyum” şarkısını seslendiriyordu. Tipik hüzünlü bir Yeşilçam filmiydi işte.

Şimdi bile zaman zaman  “Bir garip yolcuyum, hayat yolunda” şarkısı dilime dolanır ve beni o eski günlere götürür.  Şarkının sözlerinden ziyade, acı veren üzüntülü ezgisini içimde hisseder, çok duygulanırım.  Her defasında da, şarkının beni neden etkilediğini düşünür dururum.

Nedenini araştırırken, Sinop’un eski yazlık Nermin Sineması olduğunu anımsadım. Sinop Kalesi olarak adlandırılan bu yer, aslında Sinop şehrini kuşatan kalenin güney burcudur. Kale surları da neredeyse şehrin dört tarafını kuşatır, İstanbul ve Anadolu’da ve hatta Avrupa’da bulunan eski şehirler (old town) gibi. Gerek kale, gerek ilerisindeki Saat Kulesi, bizim gibi çocukların sürekli gittiği uğrak yeriydi ve kalenin iskeleyi gören tarafı açıktı. Yani mazgallar henüz yapılmamıştı. Aşağıya korka korka bakardınız ve kalenin önünde deniz vardı, iskele ve sahil tarafı henüz doldurulmamıştı o yıllarda. Biz, Sinop Kalesi benim, Saat Kulesi senin, yürür, koşar, sarmaşıklardan Nermin Sineması’na inip dururduk. Askeri Gazino’nun arkasındaki Kadınlar Cezaevi’nde kalan birkaç kadın mahkumu bile kaleden seçiyorduk.

Maceracı çocuklarla, bunlarla yetinmeyip bir gün, balıkçıların arka deniz tarafında gördüğü iddia edilen Canavar Kaya’yı bulmaya karar verdik. O zamanlar sadece çok büyük kayaların bulunduğu şimdiki Karakum Tatil Köyü üzerinden, Sis Düdüğü’nü geçip, Canavar Kaya’yı saatlerce aradık ama bulamadık.  Sinop’ta 1950’li ve 1990’lı yıllar arasında faaliyet gösteren Amerikan Üssü’nün yanından karanlıkta geçerken, askerlerin ve havlayan köpeklerin sesi duyulur.  Sülük Gölü’nün balçıklı zemininden koşar adım gidip, neredeyse 10 saatlik bir yürümenin ardından nihayet eve varırdık. Maceracı bu arkadaş grubumuzla, hep anılarımızı yazalım der dururduk. Ama bu düşüncemize hayat koşturmacasından bir türlü fırsat bulamadık. Yaramaz değildik, fakat maceracıydık ve diğer çocuklardan farklıydık.

Daha ilkokulda iken, özellikle gruptan üç kişi Sinop’taki tüm kitapçıları dolaşır,  kitap satın alırdık. Bu kitapçılardan en gözde olanında, Roman bir satıcı çalışırdı. Bu üç kişiyi yani “bizi”, çok iyi tanır ve çocuk olmamıza rağmen bizlere bir yetişkin gibi davranır, daima kibar ve asil bir şekilde karşılardı. Kimi zaman yaşça bizden büyük çocuklara masal, hikaye önerirdi ama çaktırmadan göz kırpar ve kulağımıza müşteriler gidince onlar sizin klasmanınızda değil, bu kitaplar size hafif gelir, derdi. Bizi, bir nev’i teşvik ederdi. Onun varlığı ile sürekli o kitapçıdan kitap almaya giderdik. Kitapları uzun uzun anlatır, tanıtırdı. İyi bir satıçıydı. Bu üç arkadaştan en büyüğümüz ise, işi iyice abartmış evinin bir köşesini kütüphaneye çevirmişti bile. Ben ve diğer arkadaşım, bir kütüphaneci gibi ona yardım eder, kitapları fihristler, numaralandırır, arşivlerdik. O tarihlerde aldığımız kitapların bir kısmı hala bende durur, Alphonse Daudet’in yazdığı, “Hayaletler Sonatı”, Sabahat Emir’in “Büyük Eserleri ” gibi kitaplar. Şimdi bakınca bizim yaşlardaki çocuklar için ağır sayılabilecek tarzda kitaplardı. Kitapçıda çalışan yaşlı adam eğitimsizdi ama ruhunun içinde bir yerlerde saklı kalan ve onu bizim çocuk gözümüzde ulvi bir şahsiyet haline getiren özellikleri yine çocuk gözümüzde nice eğitimli kişilerden üstündü. Benim ilgi alanım zamanla internetin ve cep telefonunun aktif olmadığı bir zaman diliminde, biraz ansiklopedi tarafına kayacak, gazetelerden biriktirdiğim kuponlarla birçok ansiklopedi alıp, bir müddet kitap dünyasından uzaklaşacaktım.

Roman satıcıyı, yıllar sonra Adliye Sarayı’nın karşısında ayakkabı boyarken gördüm, o mu dedim, bir an şaşırdım, o da beni fark etti. Ona doğru yürüyüp konuşmak isterken yüzünü çevirdi, yüzü ağlamaklı oldu. Baktım inciniyor, gururu kırılıyor diye yolumu değiştirdim.

O adamcağız okuma, araştırma konusunda bize hep destek verdi, ayakkabıları fırçalayan ve parlatan her fırça darbesi onu çok üzüyordu besbelli. Gözünün biri bozuktu ve koyu siyah saçları iyice beyazlaşmış, avurtları çökmüştü, biraz kamburlaşmıştı ve esmer teni ile etrafa bakıyor ve geçenlere sesleniyordu, “Parlatalım abiler.”

Ayaklarım zoraki beni Atatürk Caddesi tarafına yöneltti. Kafamda deli sorular ve yine aynı bilindik şarkı takıldı zihnime.

“Bir garip yolcuyum, hayat yolunda. Yolumu kaybetmiş perişanım ben.”

Belki de çocukluğumun asil kahramanı, onu o halde gördüğümden üzüntü duyuyordu belki de kendine kızıyordu bilmiyorum.

Ama ayakkabıların derisine sürdüğü her parlaklıkla kendi üzüntüsünü içine atıyordu,  aslında bizim yüreğimize çocukken sürdüğü parlaklık öyle etkiliydi ki; hala sıcaklığını korumakta ve adını bile bilmediğim yolcu, senin parlattığın bu yolda; bizler, sana hep minnettar olacağız.

 

ŞGS

Şafak Gündüz SARIKAYA- 13.03.2019

 
3 Yorum

Yazan: 13 Mart 2019 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , ,

BİLKE 2019 YILIN KADINI

Emekçi, çalışkan, engellerden yılmayan, onurlu bir kadını yılın kadını seçtik. Genç yaşında eşini kaybeden, hiç bir geliri olmadan 3 çocuğu ile hayata bir başına tutunan bir kadın o. Merdiven temizliği yaparak, çocuk ve hasta bakarak hayatını kazandı ve hala da kazanmaya devam ediyor. 2 çocuğu üniversitede okuyor, biri de sınavlara hazırlanıyor. Yükü çok ağır, bu ağır yükün altında bir de çocuklarından birinin çok özel sağlık sorununu çözmeye uğraşıyor.

Saygıyı hak eden sayın A. KABANOĞLU, “BİLKE 2019 YILIN KADINI”seçildi. Dernek başkanımız,  “KADINLAR GÜNÜ”  hediyesini dernekte kendisine takdim etti.

Derneğimiz kuruluşundan beri,  çalışkan aileler ve çalışkan öğrencilerle yoluna devam ediyor. Bu konuda bize destek olan gönüllüleri anmadan geçemeyiz. BİLKE, atılan her adımda sonuç almayı hedeflemektedir. İşin özüne ulaşmak amacıyla, daha iyiye, daha doğruya başarıyla yürüyeceğiz.

TÜM KADINLARIN KADINLAR GÜNÜNÜ KUTLU OLSUN.

BİLKE- 08 MART 2019

 
Yorum yapın

Yazan: 08 Mart 2019 in Haberler

 

Etiketler: , ,

SANAT İNSAN VE DİN

SANATI SANATÇIYI SEVELİM

İnsan, bilinç düzeyine göre algılar, idrak eder ve yaşar diyebiliriz sanırım. Toplumun daha kaliteli yaşaması için çalışanlar, bu gerçeği göz ardı edemez. İnsanların eksiklerini şamar atarcasına yüzüne haykırmak, çözüm odaklı olmayacaktır. Sanatçı, toplumdaki farklılıkları karikatür, şiir, müzik,  yazı, resimlerde daha sayamadığımız bir çok alanda estetik biçimde yansıtır. Sanat tarihin her diliminde, topluma özgün örnekler verir. Sanatçı, eserleri ile kendini ifade ederken, topluma da mesaj ve yön vermektedir.

Köylerde usta çırak ilişkisi ile öğrenilen ağaç oyma, ahşap mimari, el işlemeleri gibi alanlardaki  sanat eserlerinde, ince ayrıntıları bulmak mümkündür. Bu gün, Mimar Sinan’ın eserleri zamana karşı koyarak yaşamaktadır. Leonardo da Vinci’nin eserleri de insanları hala düşündürmektedir. Kendini keşfeden insan, içindeki cevheri açığa çıkarandır. Yeni nesil, ezber olmayan özgün çalışmalar ortaya koymayı başarabilecek kapasitededir. Çağımızın hastalığı olan, teknolojinin esiri olma, kendimizi keşfetmenin önünde bir engeldir. Teknolojiyi kullanırken esiri olmadan biz de yaratıcı dünyamızı keşfetmeliyiz.

DİN VE SANAT, insanla var olan iki olgudur. Bu nedenle konu hakkında akademik yazılara bakmak yerinde olacaktır:

SANATA İLİŞKİN YARATMA VE DİN İLİŞKİSİ- Yazar: .Dr.Özand Gönülal-Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi-Fotoğraf Anasanat Dalı

Sanat ve din birer olgudur. İnsan varsa vardır, insan yoksa yoktur. Doğrudan insan varlığı ile ilişkili, onunla birlikte var olan iki ayrı olgudur. Zaman zaman her iki olgu da insan varlığının ortaya çıkışı ile ilişkilendirilir. Ancak her iki olguda da gerçek olan bir fark edişin ifadesi olmalarıdır.

Mağaraların kuytu köşelerinde bulunan resimler dinsel nitelikle açıklanmaya çalışılmıştır. Ön Asya ve Mezopotamya’dan Mısır’a, Yunanistan’dan Orta Çağ Avrupa’sına ve İslam kültürüne kadar insan varlığının dine ilişkin gereklilikleri, onu resim, heykel ya da mimari eserler vermeye yönlendirmiştir.

Bu ilişki çerçevesinde, insan varlığının yaşamsal süreci içerisinde farklı dönem ve dinsel yaşantıların doğrudan yaratı sürecine etkisi söz konusudur.

Mısır freskolarına baktığımızda, kompozisyonların içinde yer alan figürlerin farklı duruşta (3/4) ve iki boyutlu betimlendiklerini görürüz. Ancak tüm Mısır dönemi resimleri incelendiğinde mısırlı ressamların, hacimsel niteliklerini sergiledikleri figürleri yapabildiklerini görürüz. Tapınaklarda ve mezar yapılarında yapılan freskolarda figürlerin (3/4) duruş ve iki boyutlu betimlemelerinin dinsel ritüelin bir gerekliliği olduğunu düşündürmektedir.

Antik Yunan döneminde, klasik üslupta dinsel niteliğin yaratma süreçleri üzerinde etkisinin yoğun bir şekilde hissedildiği görülmektedir. Antik Yunan toplumu, tanrılarına insan biçimini değer görmüşlerdir. Özellikle on iki büyük tanrının resim ya da heykel olarak yapılan betimlemeleri insan formundadır. Dolayısıyla yunanlı heykeltıraşlar tanrılarına layık gördükleri insan biçiminin ideal formunu yapmak zorunluluğu hissetmişler ve altın oran adıyla anılan sistemi ortaya koymuşlardır. Bu buluş, akademik sanat eğitiminin temelini oluşturmuştur.

Diğer yandan Hristiyanlık ilk ortaya çıktığı andan itibaren resim, dinsel öğretileri aktarmak için araç olarak seçilmiştir. Roma İmparatorluğu içinde gelişen Hristiyanlığın ilk toplanma ve ibadet mekanlarından katakomblarda bulunan resimlerde İncil’den alınan konular betimlenmiştir. Bu uygulama Bizans Döneminde de devam etmiştir. Bizans İmparatorluğu içinde 8.yüzyılda İkonoklasmus dönemi yaşanmıştır. Bunun nedeni Hristiyan halkının ikonalara verdiği aşırı önemden kaynaklanmıştır. Hristiyan halkı, ikonalarda betimlenen aziz ve azizeleri dinin temel değerlerinin önüne geçirmiş, bunun sonucunda da İmparator III.Leon çok tanrılı dine yönelme tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarının korkusunu yaşamış ve bunun üzerine ikonalar, dolayısıyla tasvir yasaklanmıştır. Bu süre içerisinde ikonalar kırılmış, resimler yok edilmiştir. Bu durum Hristiyan dünyası içindeki resimsel gelişimin bir yüzyıl boyunca engellenmesine neden olmuştur.

Ortaçağ Avrupa’sında skolastik felsefe etkisinde biçimlenmiş Hristiyanlık dini, bu dönemde inşa edilmiş katedraller, ve mimariye bağımlı olarak yapılan resimler ve heykel uygulamalarında etkili olmuştur. Tanrıya ulaşma isteği yapıların gökyüzüne doğru yükselmesine neden olurken, geliştirilen mimari teknikler sayesinde cephelere açılan pencerelerin sayısının artmasıyla mekan içinde artan ışık, yine ritüelin gereksinimi sonucunda pencerelerin vitraylarla kaplanarak mistik bir ortamın yaratılması sağlanmıştır. Yapılan yüksek yapıların yanı sıra yükseklik vurgusu, yapı cephelerine yapılan kabartma figürlerin oranlarının farklılaşmasında da önemli bir etken olmuştur.

İslam kültüründe ise, dine ilişkin söylemler suret yapmayı yasaklamıştır. Bu nedenle İslam’da tasvir yasaklanmış ve bunun etkisiyle İslam ülkelerinde batılı anlamda resim uygulaması gelişememiştir. Ancak tasvir yasağı insanoğlunun yaratma süreçleri üzerinde yeterince etkili olamamıştır. İnsanoğlu yüksek benliğini farklı boyutlarda yaratmaya çalışarak; minyatür, halı, çini gibi alanlarda üretimlerde bulunmuştur. Tasvir yasağı sayesinde “el sanatları” olarak anılan alanda yoğun çalışmalar sergilenmiştir.

***Sanatçının temelde iki ayrı boyutta değerlendirilebilecek, iki ayrı görevi vardır.Bunlardan ilki, onun kendi içsel eğiliminden kaynaklanan duygusudur. Ancak bu durum, onun ikinci görevini, yani toplumun kendine yüklediği sorumluluk bilincini ortadan kaldırmaz(Ernst Fischer, Sanatın Grekliliği, çev. Cevat Çapan, Payel Yayınevi, İstanbul,2003, s.47.)

Sanat, evrenselliği pek çok alandan daha fazla olan bir alan olarak görülmelidir. Bu bağlamda, sanatsal ürünlerin herhangi bir ideolojik yaklaşım ve “izm” çerçevesinde ele alınması ve bu şekilde sınıfsal bir kategoriye göre değerlendirilmesi, doğru sonucu yansıtmaktan uzak kalacaktır(.Mengüşoğlu, a.g.e., s.223.)

Günümüzde, sanat ile din arasında aşılamaz bir engel bulunduğu ve din ile sanatın birbirinden ayrıldığı şeklinde ifade edilen kimi yargılar dikkat çekmektedir(Fischer, a.g.e., s.42.)

 Ancak hemen bütün dinlerde yer alan estetik figürler, böyle bir yargının ciddi bir temelden uzak olduğunu ve bu kanaatlerin, yanlışlanamaz gerçeklikler olduğu zannını yansıtan arzulardan ibaret kaldığını göstermektedir. “…Yaşantı olarak ele alındığında dinle sanatın birbirinden ayrılmayacağı görülmektedir. Yaşantısız sanat kuru, yüzeysel ve coşkusuz olur… Sanatsız din, hayattan kopuk, kuru birtakım ahlâkî manzumeler yığını olur; dogmatizmin kendisi olur. Batı Ortaçağı, Skolâstik düşünce işte böyledir. Ortaçağ, sanatın içinde olmadığı dinî bir çağdır.”)İhsan Turgut, Sanat Felsefesi, Üniversite Kitabevi, İzmir, 1993, s.171.)

Tarih içerisinde sanat ile dinin özdeş alanlarmış gibi incelenmesine yönelik bazı değerlendirmelerin de yapıldığı görülmektedir. Bu değerlendirme her şeyden önce, sanatın dine indirgenmesi sonucunu doğuracaktır. Hâlbuki “sanatın ölçütü insan, dinin ölçütü Tanrı‟dır”. Dindarlık, her şeyden önce Tanrı‟nın gizemliliğine bağlılığa dayanır ve kutsal olanın insanî anlayışın kapasitesini aştığını ifade eder(Fritz Kauffman, “Art and Religion”, Philosophy and Phenomenological Research, Vol. 1, No. 4 (Jun., 1941), pp. 463-469, 465)

Din sanat ilişkisini ifade etmek, dinin bilim ve ahlâk gibi alanlarla olan ilişkisini açıklamaktan çok daha zordur. Ahlâk ve bilim vb. alanların objektif nitelikte veriler ortaya koyması, bunun en temel gerekçesi olarak gösterilebilir. Sanat, her ne kadar somut eserlerle ifade edilen bir alan olsa da, sübjektif yönü çok fazla olan bir yapıya sahiptir(Aydın, a.g.e., s.296.).***

***( Yukarıdaki 6 paragrafın kaynağı: DİN-SANAT İLİŞKİSİ-Hüsnü AYDENİZ)

BİLKE 02. 03. 2019

 
Yorum yapın

Yazan: 03 Mart 2019 in Kültür Arşivi

 

Etiketler: , , ,