RSS

Kategori arşivi: İz Bırakanlar

ÇOCUKLUK KORKUM

21.08.2021-A.Yaşar SARIKAYA

Yıl 1959, üç buçuk yaşındayım. Annemin başında yumurta kadar ur oluşmuş. Amerikan Radarının doktoru ve babamın da arkadaşı olan Orhan Bey, duruma müdahale etmiş ama tedavi işe yaramamış.

Annemin yanağında, sırtında, kafasında aynı türden urlar çoğalmış ve akıntılı yaralara dönüşmüş. Yüzünde gözünde şişmeler meydana gelmiş.

Durum tehlikeli olmaya başlayınca, doktor annemin hemen İstanbul’a götürülmesini istemiş. Annem daha Sinop’a geleli üç sene olmuş. Annesini erken kaybetmiş, tanıdık yok, akraba yok, köyü ise çok uzakta. Zaten Sinop’a sorunlardan kaçarak gelmişler. Karı koca el birliği ile yuva kurmaya ve ev geçindirmeye çalışıyorlarmış.

 Zorunlu olarak sağlık beklemez demiş ve gitmişler İstanbul’a. Ağabeyim altı, ben üç buçuk, beşikteki küçük kardeşim 1,5 yaşında toplam 3 çocuk İstiklal okulunun yanındaki evde yaşlı Mehmet Dedeme emanet edilmişiz.

Yalı köyünde annemin köyünden Hamdiye Teyze varmış. Annem ona çocuklar yalnız, arada gidip bakar mısın demiş. Sinop’a pazara ürün satmak için gelen Hamdiye Teyze, dedemi ve bizi görmeye gelmiş. Bakmış durum hiç iyi değil, yaşlı adamın haline acımış.  

“Üç çocukla işin zor Mehmet Abi, kızı bana kat annesi gelene kadar bizimle köyde dursun” demiş.

Ben bu olayları hiç hatırlamıyorum.  Ama hafızama kazınan bir kesiti, korku ile öyle net hatırlıyorum ki. Bu gün bile, hala içimi acıtıyor.

Bir hafta kadar Yalı köyünde kalmışım, bilmiyorum belki de daha fazladır. Annem Çapa’da başarılı bir operasyon geçirmiş, Doktor Orhan Bey’de işlemleri takip etmiş. Annemin yanında refakatçi olarak babam kalmış. Annem ameliyat sonrası narkozun etkisinde gördüğü rüyayı bize şöyle anlatır hep:

“ Kızım rüyamda sen göle düşüyorsun, seni kurtarmak için kolumu uzatıyorum ama sana ulaşamıyorum. Ameliyatlı olduğum için neredeyse yataktan düşecekmişim. Ağlayarak uyandım rüyadan”.

Tedavi bitmiş, bizimkiler Yalı köyüne Sinop’a döndük diye haber göndermişler. Bir kamyonun kasasına bindiğimizi net hatırlıyorum. Köylülerin küfelerinde pazara satmaya getirdikleri ürünleri de. Geldik Sinop’a, Hamdiye Teyze, küfelerini ve beni Kaleyazısı camiinin olduğu yerde indirdi. Bana dedi ki:

“Kızım, bu yoldan hiç ayrılma dümdüz git”. Kendisi de küfelerini aldı o zamanın HAL YERİ’ ne gitti.

Haydi, bakalım şimdi yalnız başıma kaldım mı? İçimden “ bu yoldan hiç ayrılma dümdüz git” sözünü tekrarlaya tekrarlaya gidiyorum. Sakarya Caddesi boyunca kıyıdan hiç ayrılmadan dümdüz gittim. Sonunda tanıdığım Dispanser binası önüme çıkıverdi. İşte bildiğim yerdi burası, nasıl sevindim anlatamam. Buraya abimle oynamaya gelirdik. Oradan evi rahatça bulurdum artık.

Ama iş hiç de öyle olmadı. İşte Bora Fırını orayı görünce daha çok rahatladım. Artık buradan sonrası kolaydı. Ahşap evlerin olduğu sokakta, iki katlı evimizi tanıdım nasıl sevinçle kapıyı çaldım, kalbim pır pır ederek.

O da ne, ikinci katın penceresi açıldı, ev sahibi camdan:

“yörükler, gidin köyünüze” diyerek başımdan aşağı su dökmez mi.

Kafamdan aşağı suyu yiyince aklım başıma geldi. Eyvah, biz bu evden İstiklal Okulunun yanına taşınmıştık. Ağlaya ağlaya, korka korka nasıl koştum anlatamam. Kadın arkamdan geliyor zannediyordum. Yakalanmamak için koşuyor koşuyorum, nefes nefese kaldım. Hafızamdan çıkmayan kısmı burasıydı işte.

Babamın ölümünden sonra yazdığı hatıraları bulduğumda olayın sebebini daha iyi anladım. Ev sahibinin kocasını babam radarda işe yerleştirmiş. Yerleştiği işin süresi dolmuş ve şirket adama çıkış vermiş. Adam babama beni tekrar işe koy, yoksa evden çıkarsın demiş. Babam avukata danışmış, evden çıkarım ama benden sonra kiracı oturtamazsın demiş. Adam da oğlum oturacak demiş. Annem babam, çok sıkıntılı günler yaşamışlar. İş yoğunluğundan kiralık ev arayacak fırsatları bile olmamış.

Bir arkadaş aracılığı ile ev bulup çıkınca adam sözünü tutmamış. Evini kiraya vermiş.  Babam, sıkıntımızın içinde bizi evden çıkardın, hastalık da vardı, nasıl insansın diyerek adamı mahkemeye vermiş. Adam da ceza yemiş mi?

İşte üç buçuk yaşımda, hafızama kazınan bu olay aklıma geldikçe yıllar öncesinin korkusunu bu gün yine aynen yaşıyorum…   

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

EŞEK KAPI YER Mİ? YEDİ VALLAHA

30.04.2021-A.Yaşar SARIKAYA

Dışarıda lapa lapa kar yağıyor, ben de ahşap köy evinden dışarıyı seyrediyordum. Yukarıdan aşağıya inen kar taneleri değil de sanki notalardı. Portenin, arştan yeryüzüne kadar inen beşlisi üzerinde notalar yerleşiyor, melodileri de yüreğime iniyordu. Beni benden alıyor, senfoni orkestrasının konserine götürüyordu.

      “Ayşe Hoca, gız Ayşe Hoca”

Birden bu sesle irkildim, Ümmehan’ın sesiydi bu. Okula en yakın evin bir odasında kalıyordum. Ümmehan evin en büyük kızı idi, Hacer Teyze’nin ineği doğum yapmış ne olur beni de oraya götür demiştim.

“Efendim” dedim.

      “Babam çığır açtı, Hacer Yenge’ye gidiyon, geliyon mu?

       “Biraz bekle, geliyorum” dedim.

Hazırlandım, çıktık. Siyah lastik çizmelerimi giydim. Eğer çığır açılmasa, kar kesinlikle çizmeden içeri dolardı. Neyse ki komşu yakındı ama kar bizi bir hayli oyaladı. 15 dakika sonra eve geldik.

Ümmehan mert yürekli bir kızdı. Açtı kapıyı, daldı içeri. Ben kapıda bekliyorum, Hacer Teyze,

       “ gel hocanım kızım” dedi.

Girdim, sevimli buzağı evin içinde değil mi? Ocak ateşi çıtır, çıtır yanıyor, buzağı da evin içinde dolaşıyordu, sevdim doyasıya. Teyze bu soğukta buzağı üşümesin diye eve getirmişti. Buzağı büyüyecek, inek olacak süt verecek, teyze yoğurt yapacaktı. Ayran yayıp ondan da yağ çıkaracaktı. Köy yerinde kıymetliydi buzağı.

Bizim köy kadınlarımız taşı sıksa suyunu çıkarırlardı. Ne kadar çalışkan, ne kadar dayanıklıydı kadınlarımız.

Ümmehan,

“Hacer Yenge odunu ne ettin” dedi.

“Kızım oduna gidemedik, mısır köklerini edivedim, unları yakıyon” dedi.

Her taraf çam ormanıydı ama çam ağacı kesmek yasaktı. Diğer ağaçlar da her yıl odun ihtiyacı için kesildiğinden, kalın değildi. Köylü dağdan odun diye çalı çırpı getiriyordu. Odunlarını sonbaharda hazırlayanlar, kışın rahat ediyorlardu. Hazırlamayanlar da işte Hacer Teyze gibi mısır köklerin yakıyordu.

Ben buzağıyı seviyordum, birden Ümmehan’ın kahkahası yükseldi.

“Ne diyon Hacer Yenge doğrumu”

Ben anlamadım, kulak kabarttım.

“ Doğru kızım doğru, kar doldurunca eşeğe iki gün yal vemedim. O da acıkmış damın kapısını yemiş” dedi Hacer Teyze.

Eşeğin kapıyı kemire kemire karnını doyurmasına çok üzülmüştüm. Ümmehan bu olayı daha sonra konuşup konuşup gülecekti. O konuştukça gülecek, benim de yüreğime bıçak saplanacaktı.

 

Etiketler: , , ,

6 YAŞINDA KÜÇÜK BİR KIZDI

27. 04.2021-A.Yaşar SARIKAYA

6 yaşında küçük bir kız çocuğuydu. Kimsesi yoktu, uzak akrabalarından biri getirdi yuvaya ve nöbetçi öğretmene teslim etti. Sevimli yavrucuğun ayağında çiçekli Boyabat şalvarı, başında da yazması vardı. Yırtık şalvar, el teyeli ile dikilmiş yama üstüne yama doluydu. Üstünde ise bayağı eskimiş bir kazak.

Elinden hiç bırakmadığı küçük bez torba içinde, salkımlarından ayrılmış, gelene kadar da epeyce ezilmiş üzüm taneleri, birkaç tane ceviz ve bir parça da ekmek vardı.

40 yıl önce, yurt öğretmenliği, biz öğretmenlere unutamayacağımız deneyimler yaşatmıştı. Küçük kızın o sahnesi ne zaman aklıma gelse, küçüklüğün içindeki büyüklüğün gücünde kayboluyordum.

Akrabası bıraktı gitti, nöbetçi öğretmen de çok yakından ilgilendi.

“Yeni giysiler giyelim mi kızım” dedi.

“Giymem” dedi kız.

Öğretmen mümkün değil ikna edemedi. Küçük kız yuvasının, anasının, babasının kokusunu, anılarını taşıyan giysilerini çıkartmak istemiyordu. 6 yaşında bir çocuk, trafik kazasında anasını babasını kaybetmiş, hayatta kimsesi kalmamıştı. Bildiği sevgiler tümüyle yitmiş, yabancı hiç bilmediği bir yere getirilmişti. Tüm sevgiler yüreğinde koskocaman olmuş, onları küçücük bedeninde taşıyor, dışarıya da yansıtıyordu.

Banyo gününde, arkadaşları ile birlikte banyoya girince giysileri çıkarmak zorunda kalmıştı. Artık giysiler de yıkanacaktı. Banyodan çıkınca hemen giysilerini aradı. Banyo annesi,

“yıkadım kızım, kuruyunca buradan alırsın” dedi. 

Yeni giysilerini giydirdi banyo annesi şefkatle, sevgiyle. Artık eski giysilerini unutur diye düşünüyorduk. Hiç de öyle olmadı.

Yuvada yıkanan ve kuruyan çamaşırlar giysi odasına gelir, oradaki görevli anne onları tasnif eder, ütüler, katlar, raflara koyardı. Bizim kız o odaya girip, günlerce kendi eski giysilerini aradı. Katlanmış, raflara konmuş çamaşırları da dağıtarak. Anneler, öğretmenler hepimiz, onun yüreğindeki kocaman sevgiyi eşleştirdiği küçük giysilerine veda edeceği günü saygıyla bekledik.    

 

Etiketler: , , , , , ,

ŞAFAK GÜNDÜZ SARIKAYA SİNOP VE BEN

Yazıda anlatılan yer Kuruçeşme Sokak köşe başı, şimdi yerinde apartman var 

KİRAZ AĞACI

Yağmur damlaları cama değerken,

-Toprağın kokusunu duyuyor musun dedi arkadaşı?

– Evet, yağmurdan sonra topraktan yayılan bu kokuya bayılıyorum. Bana dinginlik ve ferahlık veriyor.

İki arkadaş ne zaman böyle konuşsa, konu geçmişe giderdi. Yağan yağmur şiddetini azaltmıştı ama, toprak kokusu etrafa yayılırken onlar yıllar öncesine yolculuk yapmıştı.

“Yıllar önce Sinop’ta, evimizin önünde bir kavak ağacı vardı. Yaprakları rüzgarla hışırdar, üç katlı evin çatısını aşan uzun boyu ile nazlı nazlı sallanırdı. Ağacın hemen karşısında eski bir Rum evinin kalıntıları vardı. Evin sağlam kalan taş merdivenleri, çocukların oyun alanı haline gelmişti. Çocuklar oynarken, buraların bir zamanlar başka birilerinin yaşam alanı olduğunu düşünmeden bir o yana bir bu yana merdivende koştururlardı. Yakın civarda ağaçlar da vardı; incir, erik, yenidünya, portakal, sarmaşıklar ve otlar arasında kalan bu yıkıntılar çocukların şen kahkahaları ile dolardı.  Çocukların oynadığı merdivenin hemen kenarında köşede kalmış, bodur bir töngel ağacı vardı. (Töngel adı, Karadeniz civarında yaygın bir isimdir. Bazı yerlerde ise döngel veya muşmula ismiyle bilinir.)

Bu çifte merdivenli kalıntı ve biraz ilerisinde eski ahşap evlerin yan yana sıralandığı muhite, Muhacir Mahallesi denirdi.1923’te s mübadele ile Selanik’ten gelen göçmen Türkler, giden Rumların yerine bu mahalleye gelmiş ve buraya yerleşmişlerdi. Mahallenin otantik dokusu zamanla doğal bir film platosu halini almıştı. Rustik bir stille yapılandırılmış gibi, sıra sıra dizilmiş evler, tarihin esintilerini ve gizemini, belki de sitemini bu sessiz sokakta saklıyordu. İlginç ahşap evlerin olduğu bu yer, bazı filmlere set olmuştu. Kıvrıla kıvırıla devam eden bu sokak, Tarzan Kemal’in evinin önüne gelmeden son bulurdu.

Tarzan Kemal’in evinin sırasında olan taş basamaklı bir merdiven, Ada Mahalesi’ne çıkar ve yolun devamında salaç olan bir alana ulaşırdı. O salacın kenarında bir bahçe ve içinde tek katlı bir ev vardı. Evin bahçesi özenle çitlerle çevrilmişti. Evin sahibi, emekliydi sabah akşam toprakla uğraşır, uğraşmak ne kelime toprakla dertleşirdi sanki. İnsanlarla konuşamadığını toprağa anlatır gibiydi. Dostu toprak da, iyi bir dinleyici, iyi bir arkadaştı. Hep yardımseverdi toprak, onca eşelenmesine, dürtülmesine ses çıkarmadığı gibi hep karşılıksız ödüller verirdi ona. Havasından mıdır, suyundan mı, yoksa toprağından mıdır, bu civardaki insanlar toprağı çok severlerdi. Yani toprağın çok arkadaşı vardı.

Bahçeye ahşap küçük bir kapıdan girilirdi. İki adet Kanada kavağı heybeti ile sizi karşılar ve evin balkonunu gören daracık bir yolu, rengarenk çiçekler çevrelerdi. Evin sahibi, o çiçeklere çocuğu gibi bakar, konuşur, sevgisini esirgemezdi. Tıpkı “Kemal Abi”diye seslendiği Tarzan Kemal, gibi. Kanada kavaklarının arkasına gizlenmiş hanımeli, sardunya, kasımpatı, gül, lale gibi rengarenk çiçekler bahçeyi şenlendirirdi. Kahramanımız, kendini bir konçertoyu yöneten maestro gibi hissederdi. Meyve ağaçları da birer enstrüman virtüözüydüler ve orkestrası çok değerliydi onun gözünde. Bu halet-i ruhiyeyi sadece yaşayan anlayacak, diğerleri duymayacak ve hissedemeyecekti.

Bahçedeki tek katlı evin ön tarafa bakan kısımda ise meyve ağaçları vardı. Benim en çok sevdiğim kısım burasıydı. İki dut ağacı yan yana, şeftali tam onların karşısında, hemen yan taraftaki arsaya kaymış ekşimsi bir erik ağacı bulunurdu. Şeftalinin komşusu, Ordu’dan fidesi getirilmiş ve büyümüş fındık ağacıydı. Meyveyi dalından yemek inanılmazdı. Kirazı, dutu, eriği, şeftaliyi ağacında yemek ayrı bir keyif veriyordu insana. Ben, bu bahçeye senelerce gidip geldim ve bu meyvelerden sürekli tattım. Her gidişim bir seremoni olur, ağaçları teker teker ziyaret ederdim. Aralarında en sevdiğim ağaç, kiraz ağacıydı. Dallarından yandaki evin terasına çıkmak mümkündü. Orada zaman dururdu sanki. Aynı hissi, İsviçre’de Lugano gölünü gören San Salvatore Tepesi’nde de hissedersiniz. Kiraz ağacı sizi alıp bugünün gürültüsünden, karmaşasından, stresinden uzaklaştırır farklı bir yere çekerdi ve dallarından yan taraftaki binanın üstüne kolayca çıkılır, zift gibi kapkara çatısından iskeleyi, denizi görmek mümkün olurdu.

Aslında ne manzara ne de ağaçlardı farklı kılan burayı. Buradaki huzurdu belki de farklı gelen ve bana hissettirdikleriydi. Bu görüntüyü sol taraftaki zeytin ağaçları süslerdi. Kiraz ağacının kirazları da lezzetliydi, ne tam kırmızı ne de beyazdı ve bir yerde okumuştum, Gerze’nin adı da kiraz ağaçlarının çokluğundan gelmekteydi.

Ev sahibi, tüm zamanını sabahtan akşama kadar toprakla geçirirdi. Eker, diker, sular hiç boş durmazdı. Diğer emekliler gibi kahveye gitmek, oyun oynamak ona göre değildi. Toprak, evet toprak, iyi bir dinleyiciydi, her daim insanın ihtiyaç duyduğu mineralleri ve organik maddeleri barındırır ve insana güç verirdi, sabırsızlığı törpüler, duygu karmaşasını kontrol ederdi ve bunları karşılıksız ama karşılıksız yapardı. Aşık Veysel’in dediği gibi tam bir sadık yardı kara toprak.

Tarzan Kemal ile iki toprak dostu bir gün beraber bir ağaç dikme töreni için Karakum Tatil Köyü’ne gitmişler ve daha sonra gölet halini alacak o alanda ağaç dikmeye başlamışlardı. Tören bitince herkes alanı koşarcasına terk ederken, Tarzan her zamanki hicvini kullanmış ve ağaç dikerken birdenbire alanı terk edenleri eleştirip:

“ Ağaç dikmeye geldiler,

Hepsi kaçıp gittiler”, demişti.

İnsanlar gitmiş ama onlar kalmış ve beraber ağaç dikmeye devam etmişlerdi. Öyle ya, amaç ağaç dikmekse, sadece ağaç dikmiş gibi görünmek ve şov yapmak için oraya gelinmemeliydi. Protokoller, törenler Tarzan’a göre değildi. O gösterişten hiç hoşlanmazdı. İkisi de her bir fide ile küçük bir bebek gibi ilgilendiler.

Daha sonra Tarzan, orada kaldı ve işine her zamanki gibi titiz ve itina ile devam etti.  Oradan ayrılan en son kişi olmuştu. Göletin civarındaki ağaçların büyümesinde Tarzan Kemal’in imzası vardı. (Sinop’un birçok farklı köşesinde de) Tarzan, her zaman bizi şaşırtırdı. Bir gün yaptığı Fransızca çeviriye bizzat şahit olmuştum. Aniden, Panait Istrati romanından fırlayan bir Mihail karakteri gibi beni çok şaşırtmıştı. Şaşırtmak onun işiydi.

Toprakla uğraşanlar diri kalırlar, enerjik olurlar tıpkı bu iki kişi gibi. Şimdi bakıyorum da ne eski binalar kalmış, ne zeytin ağaçları, geçmişe dair değerler yok olmuş gitmiş. Geçmişe ait kalanların yerinde soğuk, estetiksiz, bahçesiz ruhsuz bina yığınları dolmuş. Belki de insanlar buna duyarsız kalmışlar…

İşte öyle sevgili dostum, galiba çok konuştum arkadaşım dedi ve pencereden baktı:

Yağmur her cama vurduğunda

Kavak ağacı konuşur hışır hışır.

Çocukların sesi yükselir taş merdivenden

Kiraz ağacı hayalimde canlanır.

Ve

Toprak kokusu yayılır havaya

İnsandan toprağa, topraktan insana özlemle

Ne meyveler, ne de eski binalar yok artık.

Ama toprak,

Değmeyin bari toprak kalsın.”

 

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 23 Ocak 2019 in İz Bırakanlar

 

Etiketler: , , , ,

UNUTAMADIM

02. MART.2012- Ayşe Yaşar SARIKAYA

Yaşım 19, Ordu ili Fatsa ilçesi Yeniköy-Sarıyakup Mahallesinde öğretmenim. Okul mevcudu 90, yeni  öğretmen atanana kadar tek öğretmenim. Okul iki derslikli olduğu için, öğrencileri sabahçı öğlenci yaptım. 1-2-3 sabah, 4-5 öğleden sonra devam ediyoruz. Eğitim öğretime sabah 8.30 başlıyoruz ve akşam 17.00′ de bitiriyoruz. Öğle arası da bayram için koro, halkoyunları çalışmaları yapıyoruz.

Gönlümde,  öğretme aşkının ışığı  yanıyor. Bu ışığın sorumluluğu omuzlarımda kendimce çalışıyor, çabalıyorum.  Ev sahibimin kızı Gülsüm evlenecek. O zamanlar köylerde gelinlik adeti yok. Nasıl cesaret ettim bilmiyorum, ona gelinlik diktim. Maaş günü ayda bir Fatsa’ya iniyorum. ÇAMAŞ henüz nahiye, yürüyerek Çamaş’a oradan da jeep ile Fatsa’ya gidiyorum. O zaman bu günün yolcu minibüsleri yok, 5 kişilik jeepe  9- 10 kişi biniyoruz.

gelinlik dikmek için Manifaturacıdan gerekli malzemeleri aldım. Dikiş makinesi buldum, teyel, prova derken makinada diktim.    Köyde ilk defa bir kız, düğününde gelinlik giymiş oldu. İlçeden etamin de almıştım, genç kızlara etamin üzerine kanava işlemesini öğrettim. Sabahtan akşama kadar okuldayım, akşamı da boş geçirmiyorum. Okulda tiyatro, koro, halk oyunları çalışmayı da sürdürüyoruz. Köylünün ilgi ile katılım sağladığı çok güzel 23 Nisan Bayram kutlaması yaptık.

4. sınıfta gözleri şimşek gibi pırıl, pırıl parlayan Ali ve tatlı kız kardeşi Ayşe, bu gün de gözlerimin önünde. Ayşe’ye bayram için prenses giysisi dikmiştim. Ali, sobaların yanmasında, odunların kesilmesinde, okul nöbetlerinde, bir yerden alınması gereken ihtiyaçlarda en yakın yardımcımdı.

Bir gün biz sınıfta ders yaparken, dışarıdan sesler geldi. Dışarı çıktım ve baktım.  Köyün adamları, hep beraber hasta taşıyorlardı. Ali ve Ayşe’nin annesi fındık bahçelerken kaza geçirdiğini öğrendim. Dere tarafında bir tarlada fındık diplerini kazarken, tepeden üstüne kocaman bir kaya yuvarlanmış. Tarladan alınıp dereden köye gelene kadar aradan 2 saat geçmiş. İlçeye götürülecek, köyün ileri gelenleri, sen de bizimle gel dediler. Bindik cipe gidiyoruz. İlk hastaneye gidene kadar 1 saat daha geçti, yani 3 saat zaman kaybedildi. Hastada hareket yok, sadece nefes alıp veriyor. Çocuklar gözümün önüne geliyor, ne yapsam da anneleri kurtulur, kime gitsem ne yapsam diye düşünüyorum. Hastaneye geldik, atladım hemen acili harekete geçirdim, sedye geldi, hastayı içeri aldılar. Hastayı röntgene, gerekli tahlillere hazırladım. Hayatımın ilk deneyimlerini yaşıyordum. Sonra doktor, ameliyata alacağız, üstündekileri çıkar ameliyat giysisini giydir dedi. Ameliyata hazırlarken hastanın yarasını çok yakından gördüm, yüzünde kocaman bir yarık vardı. Giysisini çıkarırken yarık açıldı. Çok etkilendim, daha ok gençtim. İyi olmasını umut  ederek hazırladım. Hastanın eşi, annesi ve ev sahibimle birlikte sonucu bekliyorduk.  15-20 dakika sonra çıkardılar. Bize  tam teşekküllü bir hastaneye götürün dediler.  Artık anlaşılmıştı, hasta beyin kanaması geçiriyordu. Hastayı tekrar giydirdim ve hazırladım.

Eşi hastayı doktorun tavsiyesi üzerine Samsun Hastanesine götürdü, ben akşam köye döndüm. Ali ve Ayşe’ye ne diyecektim. İçim sızlıyor, yüreğim dayanmıyordu. Onlar benden iyi haber bekliyordu. Eve gittim, gözlerimin içine bakıyordu çocuklar.

Çocuklar, anneniz güzel bir hastaneye gitti, baban ilgileniyor, bize haber verecek. Bekleyelim, dua edelim iyi haber gelsin dedim. Hayatımın en zor anıydı.   Sanıyorum hepsi 6 kardeştiler. Çocuklarla göz göze geldikçe içim yanıyordu.

Ertesi günü köye cenaze geldi……….

Ali ve Ayşe ile bu gün karşılaşsam, zaman sıfırlanır ve ben o günlere geri dönerim eminim. Ali şimdi İstanbul’da iyi bir işte çalışıyor. Telefonla bana ulaştı, konuştuk. O beni unutmamış, ben de onu unutmamıştım. Öğretmenim sizi unutmadım dediğinde sesi, eski acı anıları saklayamıyordu. Yaşadığımız olay, ikimizde de derin izler bırakmıştı.

Yaşar SARIKAYA

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,