RSS

MAKALELER

TASARIM: Yaşar SARIKAYA, Dokuma-Aynur DEMİRKOL

Yaşar SARIKAYA- 2007 

MAHRAMA

Anadolu, doğallığının muhteşemliği ile herkesi büyülemektedir. Bu güzel diyarın her bir köşesinde, özenle hazırlanmış bir o kadar da el sanatı ürünleri vardır. Suskunluğun dillendiği, nasırlı ellerin ipekle inceldiği, toprak kokusunun renklerle birleştiği anaların, genç kızların işleri…  Mahrama onlardan biridir. Genel olarak, örtü saçakları ve çeşitli iplerin düğüm ile bağlanma tekniğine “Mahrama” denilmektedir. Günümüzde yaygın olarak makreme diye kullanılır. Fakat tanıtacağım mahrama bulunduğu yöreye has, özel renk ve desenlerle el tezgahında üretilen bir dokuma türüdür. Desen ve renklerindeki özgün tasarımları ile diğer örneklerden ayrılır.

Mahrama, eskiden ipek yolunun geçtiği güzergah üzerinde kurulan, küçük bir ilçede yapılmaktadır. Çevre illerin ve Anadolu’nun dokuma tezgahı olan yörelerinde yapılan ürünlerde, mahrama örneklerine rastlanmamaktadır. Durağan ilçesi, 1085 yılında ilk Oğuz boylarının yerleştirildiği tarihi bir yerleşim yeridir. O zamanlar İpek yolunun geçtiği bu yerde, kervan yolcuları duraklar, istirahat edermiş. 1265 yılında Pervaneoğulları zamanında konaklamak için han yapılmış ve ismi Durakhan olmuş. Bu gün ise Durağan…

 

Han ve kervansaraylar, ıssız yollar üzerinde kaleyi andıran görünümleri, gelişmiş mekan tasarımlarıyla, hedeflenen ulaşım programı ve izlenen yol politikası açısından önemle inşa edilmişlerdir. Anadolu Selçukluları tarafından inşa edilenlerin, devlet büyükleri ve hayır sahipleri tarafından yaptırılmış olanlarına “HAN”, sultanlar tarafından yaptırılan ve diğerlerine göre daha büyük ve görkemli olanlarına ise “SULTAN HAN” denilmiştir.

 

Orta Çağda, Doğunun zengin ürünlerinin Anadolu üzerinden batıya güvenli bir şekilde sevkini sağlayan Selçuklular, aldıkları önlemlerle ticari hareketi canlı tutarak devlete de gelir sağlamışlardır. Yabancılarla ticari anlaşmalar yapılmış, Müslüman tacirlere tanınan ticaret özgürlüğü Hıristiyan tacirlere de tanınmıştır. Yolcuların karşılaşabilecekleri her türlü zarara karşı devlet güvencesi sağlanmıştır. ”Devlet sigorta sistemi”ni ilk kullanarak, gümrük vergilerinde de indirimler uygulayarak ticari yaşamı geliştirmeyi hedeflemişlerdir.

 Durağan, Sinop’un tarihi ve kültürel değerleri saklı kalan ilçesidir. Bu gün, Dura deresi, Dura tepesi yer isimlerinin varlığı, ilçenin adının çok önceden Durağ, Durak, Dura ya da Dur olma ihtimalini güçlendiriyor. Burası, mahrama ve çember dokumanın merkezidir. Çember, Boyabat, Taşköprü, Saraydüzü ilçelerinde de yaygındır.Tarihi yerleşimi ve ipek yolu üzerinde oluşu sebebiyle, birçok kültür geçişlerine sahne olduğu ortadadır.

 

İpek Yolları Orta Çağda, Çin’den başlayıp Orta Asya’da birden fazla güzergahı izleyerek köprü niteliği taşıyan Anadolu’yu geçip, Trakya üzerinden Avrupa’ya uzanmıştır. Ege kıyılarında Efes ve Milet, Karadeniz’de Trabzon ve Sinop, Akdeniz’de Alanya ve Antalya gibi limanlar kullanılarak deniz yolu ile Avrupa’ya ulaşılmıştır. Karada ise İpek Yolu Kuzeyde Trabzon, Gümüşhane, Erzurum, Sivas, Tokat, Amasya, Kastamonu, Adapazarı, İzmit, İstanbul, Edirne; Güneyde Mardin, Diyarbakır, Adıyaman, Malatya, Kahramanmaraş, Kayseri, Nevşehir, Aksaray, Konya, Isparta, Antalya, Denizli merkezlerini izlemektedir. Ayrıca, Erzurum, Malatya, Kayseri, Ankara, Bilecik, Bursa, İznik, İzmit, İstanbul güzergahının da kullanıldığı bilinmektedir. Kuzey ve Güney güzergahlarında bulunan Sivas ile Kayseri bağlantısıyla oluşan Antalya-Erzurum güzergahının uzantısı, Anadolu’yu İran ve Türkmenistan’a bağlamaktadır. Bu ticaret akışında, karayolunun yanı sıra deniz yolu da kullanılmış olup, Karadeniz’de Kuzeyden gelip Batum üzerinden Trabzon, Samsun, Sinop, İstanbul, Bursa, Gelibolu, Venedik; Akdeniz’de, Suriye üzerinden Antakya, Antalya, İzmir (Foça), Avrupa hattını izlemektedir.

Durağan eskiden İstanbul Trabzon, Kastamonu, Çorum, Samsun yollarına ulaşımın uğrak yeri olduğundan, Anadolu’nun doğu ve batısına olduğu gibi, güneyine de geçerken konaklanan bir yerdir. Bu özelliği zengin kültürünü ve özgün mahrama motiflerinin sebebini kanıtlıyor. İpek böcekçiliğinin yapılması da, ipek yolunun bu kültürü taşıdığını gösteriyor. Selik Teyze (68), gökçe dalları ile ipek ürettiğini ve bu ipliklerle mahramayı nasıl yaptığını anlattı. Çok eskiden ipek üretildiğini de bu anlatımlardan tespit edebiliyoruz.

 

            Mahrama[1] el tezgahlarında, pamuk ipliğinden dokunan 45×100 cm boyutunda örtülerdir. Bu örtüler Türkiye genelinde çeşitli adlarda, düz ve ince çizgili dokunmaktadır. Kimi yöre üzerine Türk işi işler, kimi hesap işi. Kimi Maraş işi, kimi tel kırma. Ama burada dokunan örtülere, tezgahlarda desen elle atılarak yapılır. Atkı iplikleri ve çözgü iplikleri sayılarak usta eller, tel tel, sıra takip ederek motifi oturtur. Bolu, Safranbolu ve Sinop yöresinde peşgir adı ile anılan bu örtüler, birbirine benzer özellikler taşırlar. Mahrama ise desenleri ve renk tasarımı ile bu örneklerden çok farklıdır. Bu el sanatı ürünü eskiden, diz örtüsü, elbise, havlu, heybe, torba olarak kullanılmıştır.

 Tasarımcıların çeşitli amaçlar için kullanabilecekleri önemli bir malzemedir mahrama. Çünkü el tezgahlarında ağır desenlerin dokunuşu, pek rastlanan bir çalışma tekniği değildir. Bu çalışmaların ipek ile yapılanları daha ince ve parlaktır. Uzun elbisenin önüne ve arkasına uygulanan motifler, 45×60 cm özel mahrama parçası olarak dokunup elbise üstüne uygulanmıştır.   

Mahrem, Arapça bir kelimedir. Gizli olan, herkese açılmayan sır anlamında dilimizde de kullanılır. Mahremiyet, sır olarak saklanıp, herkese açılmayan şeyin hali, gizliliktir. Makrama sözcüğü ise eskiden, sofrada kullanılan işlemeli el havlusu, eski tarzda peçete el bezi, bazı köylü kadınların başlarına sardıkları nakışlı örtü olarak kullanılmıştır. Arapça bir kelimedir, Osmanlıca-Türkçe Sözlükte bu kullanımın, mikreme kelimesinden geldiği belirtiliyor. Mikreme de, ekrem sözcüğünden geliyor. Ekrem, birine hürmet ve tazim göstermektir; cömertlik ve iyilik bağışta bulunmak, yardımseverlik yapmaktır. Mahrama da bu eylemlerin sergilendiği bir örtü oluyor. Atkı ipi parmaklarla resimlerde görülen motifleri sabırla hazırlıyor. Yaptığı işin sırrını el emeğinde saklıyor, büyük desenleri özenle çıkarıyor ve yaptığı örtüyü çömertce erkeğinin dizine örtü olarak hediye ediyor.

Mahrama, bu anlatımlarla kendini buluyor. Özgün gelişen renk ve desen tasarımlarının sırrını yapan biliyor, başkaları için sır anlamında. Mahrama örneklerini gördüğümüzde, işin inceliğini ve sırrını ürünün kendinde gizlediğini görüyoruz. Hem yapılması zor bir iş, renkler ile oynamak ise cesaret işi. Yapılmasının zorluğu, bu kültürün yaygınlaşamadığını gösteriyor.

 

Yedi rengin ışıkla ortaya çıkan nüanslarını yakalayan kadınlarımız, hünerlerini ne güzel ortaya koyuyor. Kök boya ile renkleri keşfediyor, ipeğe emek verip ipini oluşturuyor. Sevdası ve özlemini ipliklerin içine dokuyor, dokuyor. Kültürünü yaşatma çabası veren kadınlarımızı, kızlarımızı kutluyorum.

 

                                                                           Yaşar SARIKAYA

                                                                            Halk Bilimi Araştırma Çalışmaları

******         **********          ***********          *************         ***********         ***********

 

GELENEKSEL MOTİFLER-YANIŞLARIMIZ

 

                         

            Giysilerimizi, örtülerimizi, halı ve kilimlerimizi süsleyen geleneksel motifler, renkleri ve çizimleri ile geçmişin gizemli izlerini taşırlar.  Araştırmalar bu kültürün, önce Anadolu ve Mezopotamya’dan yayıldığını belgeler. Desen ya da motiflerin, tarihin hangi döneminde başladığını araştırdığımızda, eski çağlara doğru bir gezinti yapmamız gerekir.

 

            Motif ve desen kelimesi dilimize Fransızcadan yerleşmiştir. Motif bu dilde tema anlamına gelir. Anadolu köylerinde ise süs, nakış, işleme yerine yanış/yaneş/yanğış sözcüğü kullanılmış, günümüzde de hala bazı yörelerde kullanılmaktadır.[1] YAN hecesi, taraf anlamını ifade eder.  At-atış, kaç -kaçış, dur-duruş sözcüklerinin atmak, kaçmak, durmak eylemini anlattığı gibi, “yanış” sözcüğü de bir eşyanın herhangi bir yönüne (kenarına, sağına, soluna, ucuna…) işlenen, süslenen, dokunan, boyanan ya da damgalanan işi ifade eder.

 

Sinop’un dağlık köylerinde yaptığım araştırmalarda, entarinin kol altına veya altta giyilen keten şalvarın ağ kısmına konan ek parçaya, YEN denilir. Bu sözcük esvap ve çamaşır kolu anlamında da kullanılmıştır. Giysinin kolu yan tarafındadır, yan sözcüğünü yen olarak benimsemiş ve kullanmışlardır. Ayancık ilçemizde de tepelik olarak işlenen nezgepe sağ ve sol tarafından ( tepeliğin iki kulak tarafından çene altına geçer) takılıp çeneden geçirilen 1 cm enindeki işlemeye YENGİL adı verilir. İki yandan geçtiğini ifade ederken YEN kökü kullanılmıştır..

 

Anadolu köylerinin bazılarında ise, toplulukların işaretlerini bildiren ev eşyası ile el dokumalarının üzerine yapılan işleme, nakış, dokuma temalarına da “ im “denilir. “İM” sözcüğünde ise, aidiyet belirtilmiştir. Topluluğa ait damga, ya da arma, işaret anlamındadır.[2]   

 

            Bu işaretlerin, insanın yaşamına ok ile yayın kullanmasıyla girdiği bulgularla doğrulanıyor. Araştırmalar, kökü çok eskilere uzanan ok-yay, yaba şeklindeki işaretlerin, duvar kabartmalarında, çanak-çömlek, madeni eşyada, hiyerogliflerde, çeşitli el sanatlarında, giysilerde ve parada hayvan ve insan figürleri ile birlikte kullanıldığını gösteriyor. Asya’dan Anadolu ve Avrupa’ya kadar mağaralar, kayalar, mezar taşları, hanlar, kervansaraylar, dinsel mekanlara işlenen damga ve işaretler, bu geleneğin yaygın olduğunu göstermektedir.  Çember, ok-yay şekillerinin örneklerini, Anadolu Medeniyetler Müzesinde sergilenen Hititlere ait eserlerde görmek mümkün.

           

            İnsan toplulukları binlerce yıl avcılık ve toplayıcılıkla geçimini sağlamıştır. Dünyanın çeşitli yerlerinde eski dönem mağaralarının duvarlarında, hayvan ve insan figürleri bulunmuştur (kabataş devri 60- 70. bin ). Bu dönem kabartmalarında insanüstünde tanımlanan giysilerde motif anlamında işlemelere rastlanmamaktadır. Konu av sahneleri, savaşlar, doğadan kopyalanan figürlerdir Elde edilen arkeolojik verilere göre, neolitik devrim (cilalı taş devri) ilk kez Ortadoğu’da M.Ö. 9000- 7000 yılları arasında uzun bir süreç sonunda gerçekleşmiştir. Bu tarih, 2006 yılı son arkeolojik araştırmalara göre Anadolu topraklarında M.Ö. 11 bin olarak verilmiştir ( Bilim Teknik Dergisi- Ağustos sayısı).

 

Anadolu’nun güney kesimlerinin uygun coğrafyası, bitki ve hayvan türlerinin doğal yaşam alanı olması nedeniyle, Neolitik Çağın ilk kez burada başladığı düşünülmekte ve bu düşünce de arkeolojik verilerle desteklenmektedir. Bu dönemde göçebelikten yerleşik düzene geçilerek, tarım ve hayvancılık başlamıştır. Güneşte kuruyan çamurun sertleşmesinin öğrenilmesiyle ilk evler, daha sonra da kilin pişirilmesiyle çanak çömlek yapımı gelişmiştir. Bu döneme ait eserler üzerinde çizgisel şekil hakimdir. Kronolojik sıra ile Anadolu ve Mezopotamya’da M.Ö. kurulan en eski uygarlıklar Sümerler, Akadlar, Hurriler, Hititler, Urartulardır. Bu medeniyetlere ait eserler arkeolojik kazılarla araştırılmış, hala da araştırılmaktadır. Dünya üzerindeki medeniyetlerde neolotik devrim aynı zamanda yaşanmamıştır. Cilalı taş devrinden sonra(neolitik dönem),  maden kullanımını öğrenen insanoğlu, medeniyete büyük adımlar atmaya başlamıştır. Tarih bu alanda atılan ilk adımların Anadolu ve Mezopotamya’da olduğunu gösteriyor.

 

            Anadolu’da neolitik dönem M.Ö.9.000 de Çatalhöyük’te başlatılır. Anadolu’daki ilk bulgularda, geometrik şekil ve simgelerin belli bir motif haline gelmesine, Çatalhöyük ve Alacahöyük kazılarında çıkarılan küp, çanak, çömlek üzerinde rastlanır. Bu döneme ait kumaş kültürünün varlığı karbonlaşmış bulgularla tespit edilmektedir. Arkeologlar Çatalhöyük’te çıkarılan eserlerin, M.Ö. 6.250- 5400 yıllarına ait olduğunu tespit ediyorlar. Bulunan duvar resimleri paleolitik (taş devri) insanın mağara duvarlarına yaptığı resimlerin bir gelenek olarak devamıdır. Bu duvar resimlerinde av sahnelerinin azaldığı ve kuş motifleri ile geometrik desenlerin ortaya çıktığı görülür. Yine bu yapılarda Ana tanrıçanın doğa üzerindeki egemenliğini simgeleyen aslan, boğa, geyik gibi vahşi hayvan figürleri ve kabartmalarına da rastlanıyor. Alacahöyük’te çıkarılan Hitit-uygarlığına ait( M.Ö.3000 )altın kaplar üzerinde geometrik şekilleri net olarak görüyoruz.

Üzerin

             MÖ 4. binde ise Mezopotamya’da Sümerler tarafından resimyazısı olarak icat olunan ve zamanla gelişerek basitleşip, resim biçimlerini kaybederek, dış görünüşü bakımından çiviye benzedikleri için zamanımızda çiviyazısı adı takılan, hece işaretlerinden kurulu bir yazı sistemi tabletlerde karşımıza çıkıyor. Yaşadıkları olayları anlatmak için kullanılan bu yazı sistemi, el sanatlarında daha da geliştiriliyor ve yerini alıyor.

            Asur medeniyetine ait (M.Ö.2.bin) duvar kabartmaları, yazıtlar, tabletler; çanak-çömlek, madeni araçlar ve pişmiş toprak heykelcikleri üzerinde geometrik şekiller insan ve hayvan figürleri bulunmuştur. Asur döneminde dokumacılık gelişmiş olmasına rağmen ilk dönemlerindeki heykel figürlerinin giysileri üzerinde, işleme nitelikli motifler bulunmamaktadır. Bu bulgular motiflerin ya da geometrik şekillerin kumaşa yapılmadan önce kabartma, çanak-çömlek gibi eşyalara uygulandığını gösteriyor. Bu dönem tarih devirlerinden Kabataş ve yontmataş devrine karşılık geliyor. Yerleşik düzen kültürü olgunlaştıkça dokumacılık gelişiyor el sanatlarında ilerleme dönemi başlıyor. Bu da neolitik dönem yani taş devrinin sonlarına denk geliyor.             

                                   

            Eski Mısır kültüründe papirus üzerine yapılan şekiller de motif niteliği taşımamakla birlikte, hayvan figürleri ve çizimlerin işlendiği önemli bulgulardır. Yakın tarihte Mısır’ın nakış sanatında usta olduğu bilinmektedir. Doğu uygarlıkları da, yıllar boyu ince el işleri yapmışlar, el sanatlarının gelişmesinde önemli rol oynamışlardır. Japon ve Çin ipekleri üzerine ince el nakışları yapılmış, parlak renkli ipliklerle insan ve ejderha motifleri işlenmiştir.  Bu gün Kuzey Afrika el sanatları ürünlerinde renk ve motif bakımından zengin sayılabilecek örnekler vardır. Afrika yerlilerinin de eşya ve giysilerinde motif kullandıkları görülür. Amerika kıtasının Meksika bölgesinde uygarlık kuran Aztekler, süslemelerde motif zenginliğine sahiptirler. Aztek medeniyetinin tarihi de 12.-16. yüzyıldır, yani yakın bir tarihtir. Amerika yerli halkı olarak bilinen Kızılderililer ise çadırlarında, giysilerinde ve eşyalarında kullandıkları canlı renkleri ve çarpıcı desenleri ile dikkati çekerler. Asya’dan Amerika’ya geldikleri düşünülen Kızılderililerin 17 bin yıllık geçmişi olduğunu savunan görüşler vardır. Arkeolojik bulgular Amerika Yerlilerinin M.Ö.2. binde kumaş dokuyup, pamuk yetiştirdiklerini vurguluyor. Ancak arkeolojik araştırmalar bu gelişmeleri Anadolu ve Mezopotamya’da başlayan neolotik devrimden daha sonraki dönemlere tarihliyor.

 

            Kumaş üzerinde rastlanan çok eski motif çalışmasının tarihini Sergei I. RUDENKO M.Ö. V. yüzyıla tarihlendirmiştir.[3] 3 500 m. Yüksekliğindeki Altay Yaylalarında, kurganlar (höyükler) buzul altında kaldıklarından, içindeki eşya donarak bozulmadan günümüze kadar gelmiştir.  Doğu Altay Yaylalarında Pazırık Kurganlarından çıkan eşya arasında, yanışın işlendiği bir çocuk önlüğü bulunmuştur. Rudenko, yaba yanışlarını at nalına benzetmiş ve bu eşyayı M.Ö. V. Yüzyıla tarihlendirmiştir. Keçeden yapılmış bu önlüğün üzerinde, deri aplike ile işlenmiş bir hayat ağacı yer almıştır. Hayat ağacının gövdesinde boydan boya, altın kaplama yaba yanışları sıralanmış, yanlarını ve ağacın dallarını altın kaplama kabaralar süslemiştir. Önlüğün çevresi de altın kaplamadan yapılmış ceylan kafaları ve kabaralarla çevrilmiştir.

           

            Güney Sibir’de bulunan ve Karasuk Kültürü’ne ( M.Ö. 1200- 1800) atfedilen bir dikili taşta, büyük yay “  “ ile ok-yay” ”olduğunu bildiğimiz tarzda, bir küçük yay ile oktan meydana gelen bir damga tespit edilmiştir.  Burada küçük ok-yay bir büyük yayın içine yerleştirilmiştir””. [4] İlerleyen yıllarda Oğuzlar, boy damgalarında bu temanın değişik biçimlerini geliştirerek uygulamışlardır. Anadolu’ya göçen boylar, kendilerine ait damgaları geliştirerek, dokumalarda ve diğer el sanatlarında kullanmışlar ve kimi peşkir, kimi im, kimi de yanış diye isimlendirmişlerdir. Eskiden Anadolu’da yaygın olan bu kültür günümüzde teknolojiye yenik düşmüştür. El sanatlarımız modern makinelerde üretilmekte ama otantik yapısını koruyamamaktadır.

           

            Anadolu’nun neresine giderseniz gidin YANIŞLARIN olduğu bir nesne mutlaka bulacaksınız. Kilim, halı olup ayağınızın altına serilecek, havlu olup elinizi silecek, örtü olup eşyanızı, giysi olup sizi giydirecek. Renkleri ve şekilleri ile sarıp, sarmalayarak içinizi ısıtıp, gönlünüzü ışıtacak.  Kültürlere ANA olan bu coğrafyada araştırılmayı bekleyen o kadar çok değer var ki.        

 

                                                                                                                  Yaşar SARIKAYA

 

[1] Prf. Dr Neriman GÖRGÜNAY – Oğuz Damgaları ve Göktürk Harflerinin El Sanatlarımızdaki İzleri, s: 2

[2] Prf. Dr Neriman GÖRGÜNAY –     “           “                   “                 “           “          “                   “       “

[3] Sergei I RUDENKO ( Rusçadan çeviri M. W. THOMPSON ), Frozen Tombs of Siberia The Pazırık

[4] Neriman GÖRGÜNAY- O. Damgaları Ve G. Harf. El San. S: 5, 6

 

***KAYBOLAN DEĞERLERİMİZ***KAYBOLAN DEĞERLERİMİZ***KAYBOLAN DEĞERLERİMİZ***

 

 

                    KETENDEN COTONA                          

                                                                                                                            Yaşar SARIKAYA

 

Karadeniz’in kıyı şeridinden içerilere doğru giderseniz, dağların ötelerinde zor koşullarla karşılaşırsınız. Halkımız, bu zor koşullarda, günün teknolojisinden uzaklarda yaşar, Aynı zaman diliminde yaşamın bu zıtlığı, insanı gerçekten hayretlere düşürüyor. Yolunuz bir gün oralara düşerse, sizleri içten karşılayan, elindeki lokmasını paylaşan dost yüzler bulursunuz. Karşılık beklemeden, tanrı misafiri diye içten konuk ederler. Yoksuldurlar ama, gönülleri zengin.

Yaşamlarının içindeki her ayrıntı, ayrı bir inceleme ve araştırma konusudur. Türküleri, oyunları, ritimleri; giyimleri, kuşamları, konuşmaları….tüm folklorik özellikleri  ile, eski zamanlardan günümüze değin Anadolu kültürlerinin izlerini taşımaktadırlar. Zengin kültür birikimi, araştırma, inceleme ve derleme çalışmalarının, bilimsel olarak yapılması gereğini doğuruyor. Kültür değerlerimizi korumak için, ciddi ve kalıcı çözümlere ihtiyacımız var.  Yıllardır, her ilimizin geniş bir halk kültürü arşivine sahip olacağını hayal eder, dururum. Bilgilerin yıllara göre tasnif edildiği, ses ve görüntü kayıtlarının olan, çok geniş kültür bilgi bankası. Buna ihtiyacımız var. Artık kaynak kişilerimiz yaşamamakta, sorularımızın cevaplarını alamamaktayız.  Değerlerimiz, kaybolmakta, yok olmakta, sandıklarda eser bulamamaktayız. Anadolu coğrafyası, eski çağlardan beri kültür yatağıdır. Halk kültürlerimiz korunmalı ve yaşatılmalıdır.

Sinop ili ve ilçelerinde 1970li yıllardan beri araştırmalar ve derlemeler yapıyorum. Araştırmalarımdan, keten üzerine yaptığım çalışmaları anlatacağım. Eskiden, yöremizde giysi için kullanılan ana malzeme ketendir. Keten tarımı, Sinop köylerinde 1940lı yıllara kadar yapılmıştır. Artık bu tarım yapılmamaktadır. Köylü keteni önce tohum olarak tarlaya eker, uzun işlemlerden sonra da keten bezi haline getirir. Kumaş kelimesi yerine, bez kelimesi kullanılır. Çok uzak köylerde yaşlılar, hala keten dokumasından olan giysilerini giyerler.   Keten dokumadan çarşaf, örtü, giysi, heybe, peşkir, havlu; liflerinden ise ip, urgan yapılır. En ince eğirilmiş keten ipinden dokunanları, gelin çeyizi olarak kullanılır. Ata yadigarı eski giysiler, sandıklarda saklıdır. Şimdi keten tarımı yapılmadığı için, yeni üretilen ürünler yoktur.  Kültür Müdürlüğü, Halk Eğitimi Merkezleri ve Kız Meslek Liseleri, köylerde olan keten kumaşlarını veya iplerini toplayarak, el sanatlarımızı yaşatmaya çalışmaktadırlar. Modernize edilerek tasarlanmış kıyafetler, otantik desenlerin kullanıldığı pano, heybe, terlik gb ürünler bu çalışmalardandır. Ayancık ilçe Belediyesi KETEN FESTİVALİ düzenleyerek, keten dokumalarımızı canlandırmaya çalışmıştır. Ama bu çabalar, Sinop ketenini ekonomik pazarlara çekememektedir.

Şimdi bir köy sandığını açalım. Sandık kokusu, bizim bildiğimiz parfüm kokularına benzemez.  Her sandık açıldığında, geniş bir zamansal yoğunluğun içine girip, zamanlar arası kokuyu duyduğumu hissederim. Sandıklardaki eserlerin değeri kadar, onu açan kişinin yüzündeki ifade de çok değerlidir. Sandığın kapağını değil de, sanki yüreğindeki sırların kapısını açar. Birer, birer tanıtır. Sandıkta yıllarca saklanmış keten eserler, kimlerin emeğidir kim bilir? Keten tohumundan tarlaya, tarladan hasada, hasattan dokuma tezgahına kadar, hangi eller değmiş, emeği ile bezemiştir. Kökboyaları ile boyayıp, tel, tel sayarak işlemiştir. Onları, dikişi ve moda tasarımı ile ayrı; el nakışı, deseni, renkleri ve boyama tekniği ile ayrı incelemek gerekir. Özenle işlenen nakışlarda, yıllar öncesinin umutlarını, sevdalarını buluruz Teninde toprak kokan nasırlı ellerin,  hünerlerini işin aritmetiğini bilircesine hesapla keten bezine yerleştirdiğini görmek, insanı düşündürür.

Kadınların iç entari olarak kullandıkları giysinin adı göynektir. Göynek[3] kelimesini incelediğimizde, kökünün GİY olduğunu buluruz. Giyinilen anlamında yani giyinek, göynek olarak yerini almıştır. Etekleri diz altına kadar uzanan, uzun kollu bu entarinin önü 20- 25 cm açıktır. Sağ ve sol tarafı nakışlarla işlemelidir[4]. Bu nakış zaman, zaman yanlarda yırtmaç bırakılıp yırtmacın kenarlarına işlenmiştir. Çok ender olmasına rağmen arkada, sırt ortasına da işlendiği tespit edilmiştir..

Türkiye’nin dört bir yanını dolaşalım, dokuma tezgahlarına, keten, ipek veya pamuk dokumasına mutlaka rastlarız. İpinin kalınlığı, kalitesinde işlenen desenlerin çeşidi ve renklerin kullanımında farklılıklar göze çarpar. Sinop ilimizin ulaşım sorunu olan  köylerinin bazılarında, el dokuması giysiler hala kullanılmaktadır.  Kadın ve erkek iç giysisi olarak hazırlanan kumaşlar, el nakışı ile süslenmiştir.   1981 yılında Gerze- Küplüce köyünde öğretmenlik yaptığım zaman, okul öğrencilerim, adına POÇA denilen dokuma bezinden başörtüsü kullanıyorlardı. Bu gün de keten çarşaf, peşkirler, çemberler sünnet yatakları hazırlığında aranan  malzemelerdir.

 

                                   KETENİN ANAVATANI

 

Çok eski çağlarda Asya’nın batı kesimlerinde kendiliğinden yetişen keten bitkisi, daha sonra Anadolu ve Mezopotamya’da, Mısır’da tarımı yapılarak, Asya,Avrupa,Amerika kıtalarına yayılmıştır. Her yöre, tohuma coğrafyasından özellikler, insanından yenilikler katmış ve keten günümüzde çok değişik amaçlarla kullanılan bir bitki olmuştur.

Latince ismi’’Linum usitatissimum olan keten, Latince’de çok faydalı bitki anlamına gelmektedir. Orhunca’da ‘KUUTY’ kelimesi kumaş anlamında kullanılmıştır. Bu kelime, zamanla Anadolu’da kadınlarımızın kullandığı üçeteğe kutni olarak verilmiştir. Kutninin, sözlük anlamı, pamuktan yapılmış, pamuk cinsinden olan, pamuk gibi demektir. İngilizce’de ise, cotton(koton)pamuklu, pamuklu bez anlamına gelmektedir

İnsanın yaşamına çok eski çağlarda giren keten, sağlıklı kumaş olma özelliği ile tüm dünyaya yayılmıştır. Kumaş, ip, halat olma özelliğinden başka,ketenin tohumu da sağlığımızı ilgilendiren özellikler içermektedir. Vücudumuzun kendisinin üretemediği yağ asitlerini, keten tohumu yağı içermektedir. Keten tohumunun içerdiği bu yağ asitleri ( omega 3-6-9),vücut sıcaklığının korunması, sinir kılıflarının yapılması(miyelin kılıfı),dokuların korunması ve enerji üretimi için hayati önem taşımaktadır.  Kalp hastalıklarına karşı koruyucu, kolesterol ve tansiyon düşürücü etkiye sahiptir. Yakın zamanda yapılan araştırmalarda, keten tohumunun kabuklarında lignan isimli çok önemli ve faydalı özellikleri olan bir madde bulunmuştur.  İşin bu boyutu başlı başına yeni bir araştırma konusudur. Bu araştırmalardan habersiz olan köylümüz, keten tohumunun sırrını kendi yöntemleri ile keşfetmiş ve şifa için kullanmıştır. Keten tohumunu toz haline getirip, ağrılı hastalar için, kaynatarak kullanmışlardır.

KETEN TARIMI

Keten bir yıllık bir bitkidir. Sap uzunluğu çeşidine, yetiştiği toprağa ve iklim koşullarına göre 30 cm. den 1,5 m. ye kadar değişir. Kökleri derine gittiğinden, kuraklığa dayanıklıdır. Keten tohumu, susam tohumuna benzer, rengi koyu kahverengidir.

Tohumlar sonbaharda, tarla nadas yapıldıktan sonra tarlaya buğday gibi serpilir. Yaprakları küçüktür, dallarının ucunda koyu mavi renkli çiçekler açar. Hasat, temmuz ve ağustos aylarında yapılır.  Topraktan tutam, tutam yolunur; kökleri ayak burnuna vurularak topraktan temizlenir, düzenlenir ve kurumak üzere tarlaya serilir. Nemli halde tarlaya serilen ketenler, demet halinde bağlanır. Demetler çatı şeklinde birbirine dayandırılarak dikilir ve kurutmaya bırakılır.

Kurutulmuş keten saplarındaki kapsüller, tokmakla dövülerek tohumları alınır. Lifleri alınacak saplar,  havuzlamaya tabi tutulur.  Havuzlama 10- 15 gün civarındadır.  Keten sapları, durgun veya akarsuya bırakılır ve lifler saplardan kolayca ayrılacak duruma gelir. Havuzlama suyu sıcaklığı içilecek su gibi olmalıdır. Demetler su içinden çıkarılır, suyu süzülür veya yayılarak kurutulur. Kurutulan ketenler lif çıkarılacak yere taşınır.  Mengenez denen alet ile keten sapları dövülür, kaba kısmı dökülür, geriye lifleri kalmıştır. Lifler çırpılarak geri kalan artıklardan, sap parçalarından temizlenir. Temizlenen lifler, demir taraktan geçirilerek sarma yapılır.  İplik haline getirme işlemi, çıkrık veya elle yapılır. Çıkrıkla ince pamuk ipliği gibi işlenen keten ipleri dokumada kullanılır. Elde eğirme işlemi de, orcuk denilen aletle yapılır. Bu şekilde hazırlanan ipler yular, urgan ve tütün ipi yapımında kullanılır.

Çıkrıkta işlenen ipler ılgırdı ile çile yapılır. Çile yapılan ipler bir hafta kül suyu ile kaynatılarak beyazlatılır, kurutulur. Bu ipler elemüt  ( kargı) ile kalemlere sarılır. Kalemlere sarılan ipler,  özel dolaplarda çözülür. Çözgü ipleri tel, tel tarak ve kücülere geçirilir. Kücüler arkada, tarak önde olmak üzere tefenin içine yerleştirilir. Çözgü ipleri taraktan geçirilip, tezgah boyu ilerleyip yukarıda toplanır. Fazla ipler, dokumayı yapan kişinin sol yanında zincir halinde bekler.

Dokuma tezgahını halk kendisi yapar. Tezgah 45cm eninde bez dokur. Tezgahın kullanımı, eskiden yaygın ve gerekli bir iş olmasına rağmen, bu gün kullanılmamaktadır. Tezgahta hem ayaklar, hem de eller kullanılır. Ayakçıklar kücülere bağlıdır. Kumaşın boyuna olan ipler, tel tel kücülerin içinden geçer. Her ayak basışta, bu iplerin arasından mekik ve keten ipinin geçmesi için boşluk açılır. Sağ el mekiği geçirir, mekik sola geçer, sonra sol ayak basılır bu defa sol kücü aşağı iner, iplerin arasındaki boşluklardan sol elle mekik geçirilir.  Sıra tarakla sıkıştırma işlemine gelmiştir. Tarak sağ ve sol elle tutularak kuvvetlice vurulur ve geçirilen iplikler muntazam sıkıştırılmış olur. İstenilen uzunlukta dokunur.

Dokuma tezgahına ben de oturdum, bu işi öğrenmeye çalıştım. İnce keten iplerini, bir sağdan, bir soldan geçirerek kumaş topunu oluşturmak uzun ve zorlu bir iş.  Bütün dokuma tezgahlarında ve makinelerinde kumaşın bir ucundan öbür ucuna kadar boydan boya uzanan çözgü iplikleri vardır.  Bu çözgü ipliklerinin yarısı bir kücüden, yarısı diğer kücüden geçer. Mekik arada gider gelir ve kumaş dokunmuş olur. Halkımızın uyguladığı yöntem ilkel yöntemdir ama, otomatik dokuma makinelerinde de iş aynı temel ilkelere dayanmaktadır.

Yaşar SARIKAYA

 

 

 

 

 

 

 

Yorum bırakın