RSS

Kategori arşivi: Bilinmeyenler

İNGİLİZ CASUSU REŞİT EFENDİ(Arminius Vambery)

05.05.2024- Sinan ACARTÜRK-Derleyen

“1860’lı yıllarda önce kılığını, ardından dinini, en sonunda da adını değiştirdi.”

Almanya’dan Macaristan’a göç etmiş, bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak 19 Mart 1832 günü Budapeşte’de doğan Prof. Arminius Vambery, 1857’de 25 yaşındayken İstanbul’a yerleşir. Vambery, yine Macar asıllı İsmail Paşa’nın (Kmetty) aracılığıyla Hüseyin Dâim Paşa’nın köşküne yerleşerek paşa çocuklarına Fransızca öğretmeye başlar. Bu dönemde de paşanın kendisine verdiği iddia edilen “Reşid Efendi” adını kullanır.

Tam 4 yıl Osmanlı topraklarında kalan Reşit Efendi, İstanbul’a ilk geldiğinde Osmanlı kahvelerinde meddahlık yapıp özel dersler vermiş ve bu süre içinde Osmanlı kültürüne de vakıf olmuştur. Dil bilmesi ve ilişki ağları vesilesiyle Hariciye Nezaretine tercümanlığa başlamış hattâ Macaristan’a gidip Osmanlı coğrafyası ve insanları hakkında konferanslar verecek kadar konuya da hâkim olmuştur.

1861-1864 yılları arasında Vambery “Raşid” takma adıyla İngiltere Jeoloji Enstitüsü’nün hizmetinde ve Britanya Krallığının emrinde “Sünnî bir Müslüman derviş kılığında” önce İstanbul’dan gemiyle Trabzon’a, oradan katır üstünde kervanlarla bir casus olarak Tebriz seyahat etmiştir.

İngiliz hükümeti için Ruslar’ın aleyhine casusluk faaliyetinde bulunan Vambery, Tahran’da bir süre Osmanlı elçiliğinde kaldıktan sonra hacdan gelen bir Türk kafilesine katılıp Hîve, Buhara, Semerkant ve Herat’ı ziyaret etmiştir. Bu dönem içinde Osmanlıcayı mükemmel denebilecek kadar iyi konuşan Reşid Efendi unvanlı Vambery, geniş dil ve din bilgisi nedeniyle hiç kimsenin şüphesini çekmemiş; çok inandırıcı olduğu derviş kılığındaki yaptığı seyahatlerinde de herkes tarafından büyük bir saygı ve ilgi görmüştür. Seyahatini başarıyla tamamladığı yılın Kasım ayında Herat ve Tahran üzerinden Osmanlı Devletine, buradan da İstanbul üzerinden memleketine geri dönmüştür.

1900 yılının Haziran ayında Osmanlı padişahı Sultan Abdülhamid’in huzuruna çıkmayı da başaran Vambery, Sultan Abdülhamid’in de güvenini kazanmış ve 1901 yılında siyonizmin kurucusu Theodor Herzl’e Abdülhamid’in görüşebilmesi için bir randevu bile ayarlamıştır. Vambery kendi yazdığı günlüklerinde padişahın dostu olduğu için övünmektedir.

Arminius Vambery ya da Reşit Efendi, seferler sırasındaki deneyimlerine ilişkin paylaştıkları arasında ilginç bilgiler bulunmaktadır. Ona göre Ruslar, Türkleri afyona alıştırmışlar, alıştırdıktan sonra da yaptıkları savaşları kazanmışlardır. Vambery, Osmanlı ile ilgili gözlemlerinde ise: “Abdülhamid döneminde ülkede ekonomik anlamda iyi bir ilerleme olmadığına, Türklerin çağdaş kültüre ayak uyduramadığına, Rumların ve Ermenilerin ekonomik ve siyasal anlamda hayatlarından memnun olduğuna, halkın önemli bir kısmının padişahı çok sevdiğine ama ondan izinsiz nefes alamadığına, istibdat rejimini kabul ettiğine, Türk aydınlarının da İngiltere’ye karşı öfkeli olduğuna ama Osmanlı’nın büyük bir savaşla yıkılacağına” değinmiş ve bütün doğu halkının muhafazakâr olduğundan yeniliğe karşı olduğunu, üst tabakada olanların kıyafet, lisan ve eğitim hususunda ilerlemiş olduklarını fakat diğerlerinin eski adetlerinde ısrarcı olduklarını belirtmiştir.

Vambery Türklerin Rum, Ermeni, Slav, Türkmen, Arab, Ekrad (Kürt) ve Çerkeslerden oluştuğunu inançlarının da Avrupa medeniyetine muhalif olmadığını, Türklerin Asya halkları arasında en çok ilerlemiş millet olduğunun, tavır ve hareketleri ve dış görünümlerinin tamamen Avrupalılara benzediğini de yine notlarında belirtmiştir. Vambery, Abdülhamid’e yazdığı mektuplarından birinde açıkça şunları söylüyor: “Avrupa’nın imparatorluğunuzun şu ya da bu parçasını kapmak için sabırsızlandığı acı gerçeğini inkâr etmek gereksizdir. Fakat düşmandan düşmana fark vardır. Ehven-i şer prensibini temel alarak, bütün Avrupa güçleri arasında bir seçim yapmak zorunda kalsanız, inanıyorum ki size en az tehlikeli ve en fazla yararlı İngiltere olacaktır.”

Vambery, İngilizlerin doğrultusunda hareket ederek Müslüman toplumların içine sızarak onları provoke etmeye çalışmış, bunda da başarılı olmuştur. Nitekim Osmanlı yıkılmış, toprakları parçalanmış, millete de pranga vurulmuştur. Bu prangadan kurtulmak ise yüzbinlerce cana ve neticesinde kurtuluş savaşı verilmesine neden olmuştur.

Arminius Vambery yani İngiliz casus Reşit Efendi, 15 Eylül 1913 tarihinde Budapeşte, Macaristan’da 81 yaşında ölmüştür.

 
Yorum yapın

Yazan: 05 Mayıs 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , ,

YENİ LAWRENCE’LER Mİ?

28.04.2024- Taner BİLGİN – THOMAS EDWARD LAWRENCE’İN ÖLÜMÜNÜN
BASINDAKİ YANSIMALARINA DAİR BAZI GÖZLEMLER

BİLKE: Eğitim sistemimiz, casusluk yapılanmalarına, cehalete kapı aralamamalı. Matbaanın gelişine izin verilmemesi, bize nelere mal oldu. 1000 yılından önceye ait sözlüğümüz var mı? Yazılı kaynaklara göre, ulaşılan en eski alfabeler 400- 500 yıllarını işaret ediyor. O yıllara ait söz varlığı çalışmalarımız var mı? Selçuklu yazışmaları Farsça. Kendi dilimizi, kendi değerlerimizi değersizleştirmemeliyiz.

Casuslar boş durmuyor, LAWRENCE dikkat çekmek istiyoruz yeniden yine. Eğitim sistemimizi bu saldırılardan korumamız gerekiyor. Bu saldırılar, DİN kaynaklı olarak halkın içine içine nasıl da organize olarak sızıyor.

Taner BİLGİN’İN AKADEMİK ÇALIŞMASI:

ÖZET
I. Dünya Harbi’nde İngiliz Askeri İstihbarat Şubesi’nde görev yapan Thomas Edward Lawrence, özellikle Arap Yarımadası’nda yürüttüğü istihbarat faaliyetleri ile ün kazanmıştır. Bölgede Osmanlı Devleti’ne karşı başlatılan Arap isyanının siyasi, taktik ve lojistik açıdan daha sistemli bir hal almasında önemli bir rol oynamıştır. Böylece İngilizlerin Arap Yarımadası’ndaki nüfuzunu pekiştirmiştir. “Arabistan’ın Lawrence’i” yakıştırması yapılan ve Osmanlı Devleti’nin parçalanmasında önemli bir rol üstlenen bu casus, İngiltere’de geçirdiği bir trafik kazası sonucu 19 Mayıs 1935 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Ölümü dönemin basınında geniş yankı bulmasına rağmen, tarih literatüründe yeterince ilgi görmemiştir. Lawrence’in ölümünün dönemin Türk ve Avrupa basınındaki yansımaları bu çalışmada ele alınmaktadır.

15 Ağustos 1888 yılında Galler’de (Tremadoc kasabasında) doğan Thomas Edward Lawrence,
beş çocuklu bir ailenin ikinci evladıydı (The Times, 1988: 7; Kurun Gazetesi, 1935: 10). Eğitimi
için ailesiyle birlikte on yaşında Kuzey İskoçya’ya, üç yıl sonra da Fransa’ya gitmiş ancak kısa
bir süre sonra İngiltere’ye dönmüştü (New-York Times, 1935: 34). Ailesinin geliri fazla
olmadığı için üniversiteye çok geç giren Lawrence, arkeoloji ve mimarlık tarihine küçük
yaşlardan itibaren ilgi duyuyordu.1 Ortaçağ ve haçlı zırhları üzerine yaptığı çalışmalarıyla
Oxford Üniversitesi’nin dikkatini çekti (Ulus Gazetesi, 1935: 4). 1910 yılında Oxford
Üniversitesi’nde okurken sayılı insanın aldığı bursla kazı çalışmaları yapmak üzere Sicilya ve
Kuzey Afrika’ya gitti (The Times, 1910: 10). Ayrıca Suriye ve Filistin’de haçlı devri mimarisi hakkında çalışmalar yapmak için bir yıl geçirdi.2 Daha sonra İngiltere’ye dönen Lawrence, 1912 yılında British Museum’un bir heyeti ile birlikte Fırat nehri üzerindeki antik yapıları incelemek
için yeniden bölgeye geldi. 1914 yılına kadar bu coğrafyada kalan Lawrence, Suriye ve Irak
halkını ve bölgenin kültürünü yakından tanıma fırsatı buldu (Kurun Gazetesi, 1935: 10). Bu
sayede bir Arap kadar Arap dili ve adetlerini, bir Müslüman kadar da Müslümanlığın şartlarını
ve inceliklerini öğrenmişti (Karabekir, 2004: 109).3 Mezopotamya’da edindiği bu bilgi birikimi
I. Dünya Savaşı esnasında Kahire’de görevlendirildiğinde dikkat çekti (Lawrence, 1991: 62).
Bölge hakkındaki geniş bilgisi dolayısıyla İstihbarat Servisine alındı (Le Figaro, 1935: 1).
Lawrence, dünya çapında ün kazanmasını sağlayacak istihbarat faaliyetlerine bu tayinden sonra
başlayacaktı (Karabekir, 2004: 109).

İngiliz Askeri İstihbarat Şubesi’nde çalışmaya başlayan Lawrence, Arap yarımadasında
Osmanlı Devleti’ne karşı muhtemel bir isyanda Şerif Hüseyin’in önemli bir figür olabileceğini
düşünüyordu (La Croix, 1935: 5; Gower, 2007: 22). Bu nedenle 1915’te Mekke’ye giderek Şerif
Hüseyin’le görüştü. İstikbale dair vaatleri ve teklif ettiği altınlarla seksen yaşındaki Şerif
Hüseyin’i istediği gibi yönlendirmeyi başardı (Albany evening News, 1935). Vaat ettiği “Büyük
Arabistan Krallığı” ihtiyar şerifi büyülemiş gibiydi (Karabekir, 2004: 109). Nitekim
Lawrence’in rehberliğinde, Şerif Hüseyin’in ve oğlu Faysal’ın komutasındaki Araplar
Osmanlıya karşı isyan hareketine katıldı (Gower, 2007: 8). Lawrence, Arap yarımadasında
İngiliz emelleri için savaşacak insanları bulmuş ve sonuçta Büyük Harp boyunca Hicaz-YemenIrak-Filistin-Suriye cephelerinde yapılan savaşlarda Osmanlı Devletine ağır kayıplar verdirerek
İngiltere’nin bölgeye hâkim olmasını sağlamıştı (Lawrence, 1991: 111).
Savaş bittikten sonra hizmetlerinin karşılığı olarak, İngiltere Kraliyeti tarafından birçok nişanla
ödüllendirilen Lawrence, akabinde Araplarla ilgili meselelerin çözümü için toplanan Paris Barış
Konferansında görevlendirildi (New-York Times, 1935: 23).

Çalışmanın tamamı:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/383137

BİLKE: Koruma duvarları delinen bir banka sistemi çöker. EĞİTİM SİSTEMİMİZİN koruyucu duvarları LAİK EĞİTİMDİR. Eğitimimize sahip çıkalım.

 
1 Yorum

Yazan: 28 Nisan 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , ,

ÇAL EVLAT ÇAL

18.04.2024-Murat DEMİROCAK

Çal evlat çal …

Trabzon’u henüz Ruslar işgal etmeden önce 1912 yılında Maçka’da dünyaya geldi. Çocukken o zor işgalci dönemleri geçirdi. Daha sonra her Maçkalı’nın yaptığı gibi İstanbul’a, gurbete çalışmaya gitti. Kendi başına kemençe çalmayı öğrendi. Ancak çaldığı kemençe diğer kemençelerden başka bir ses çıkarıyordu.

Trabzon kültürünün ses haritası olan bu değerini bilmediğimiz insanın bazı türkülerinden örnekler vereyim size:

*Ben seni sevdiğimi

Dertliyim Kederliyim

*Asker ettiler beni

*Divane aşık gibi

*Menşure dedikleri

Hamiyet Yüceses bir gün İstanbul’daki evinden çıkar ve cadde boyu yürümeye başlar. Bir yorgancı dükkanının önünden geçerken kemençe sesi duyar; ancak bu, şimdiye kadar duyduğu kemençe seslerine hiç benzememektedir. Bu seste ayrı bir hava ve gizem vardır. Dükkanın önünde durur ve bir süre dinler. Daha sonra kapıyı açarak içeri girer; bir gencin elindedir kemençe. Genç onu görünce çalmayı sonlandırır ve ayağa kalkar.

“Buyurun; ne bakmıştınız?” der.

“Sizi dinlemek için içeri girdim. Rica etsem biraz daha çalar mısınız?”

Genç bu istek üzerine iskemleye oturur ve çalmaya devam eder.

“Böyle çalmayı kimden öğrendiniz?”

“Kimseden öğrenmedim. Kemençe çalmayı kendi kendime öğrendim.”

“Ama çok farklı çalıyorsun. Kemençeni radyoda çalmayı ister misin?”

“Tabii ki isterim; ama beni oraya alırlar mı?”

“Alırlar, alırlar!” deyip çantasından çıkardığı kağıda bir isim yazar ve ardından:

“Adını yazdığım bu beyefendiye git! O sana yardımcı olacaktır!” deyip dükkandan çıkar.

İşte bu adımla Türkiye’de ilk defa Türk halkı radyoda kemençe dinlemeye başlamıştır. Bunu başaran sanatçının ne yazık ki Maçka’da ne adı geçer ne de Maçkalılar bu sanatçıyı tanımak için çaba sarfeder!

Bu olay, sanatçı ve Türkiye için bir ilk olmuştu. Maçkalılar kıymetini bilmesek de “Maçkalı sanatçı” diye radyoda anons edildiğinden o zamanlar kıymetini bilenleri onurlandırmıştır..

Artık radyoda haftada bir gün yirmi dakikalık canlı yayına çıkıyor, daha sonra dükkanına geri dönüyordu. Bir gün dükkandayken iki görevli dükkandan içeri girerek:

“Maçkalı kemençe sanatçısına baktık; burada mı?” diye sorarlar.

“Evet benim! Buyurun, ne vardı?”

“Akşam sizi bir yere götürmek için görevlendirildik. Onun haberini vermeye geldik.”

“Nereye gideceğiz?”

“Onu şimdi söyleye”Bugün çok önemli bir gün! Ata’nın huzurunda horon oynayacağız! Bizim için çok önemli bir gece olacak!” dediğinde heyecanı biraz olsun yatışmıştı.meyiz; akşam sizi almaya geldiğimizde söyleriz. Ha unutmadan kemençeniz yanınızda olsun!” deyip dükkandan çıktılar.

Dedikleri gibi de oldu. Akşam onu alarak Beylerbeyi Sarayı’na doğru yola çıktılar. Saraydan içeri salona geldiklerinde karşılarındaki masada Mustafa Kemal Atatürk oturuyordu. Maçkalı sanatçı o manzara karşısında çok heyecanlandı; ne yapacağını şaşırmıştı! Ancak salonda bulunan Soldoy horon ekibini görünce biraz rahatlamıştı. Soldoy horon ekibinin şefi onu tanıyordu. Yanına gelerek:

“Bugün çok önemli bir gün! Ata’nın huzurunda horon oynayacağız! Bizim için çok önemli bir gece olacak!” dediğinde heyecanı biraz olsun yatışmıştı.

Artık bütün hazırlıklar bitmiş, kemençeden çıkan sesle horon başlamıştı. Salonda bulunan herkes Soldoy ekibini pür dikkat izliyordu. Horon sona erdiğinde salon alkışla inliyordu. Ekip yavaşça salondan çıkmış, Maçkalı sanatçı olduğu yerde kalmıştı. O da çıkmak için hazırlanırken görevlilerden biri “Sen otur!” anlamına gelen el işareti yapınca sandalyesine oturdu.

Artık gözü, ona el işareti yapan görevlideydi. Salon alkış seslerini sessizliğe bırakınca görevli “Çalabilirsin!” işaretini verdi. Üstat kemençenin teline dokununca konuşmalar susmuş, dikkatler onun üzerine dönmüştü. Birkaç Karadeniz türküsünden sonra o anda mısraların aklında sıraya girdiği ve kalben okuduğu dörtlüğü söyledi.

“Çal evlat çal! Karadeniz havaları, bizim milli havalarımızdır!” diye seslendi.

İşte bu tarihi olay, 1933 yılında gerçekleşti. Biz kendisini unuttuğumuz, hatırlamak için bir çaba içinde dahi olmadığımız, ancak Atatürk’ün bu sözlerle onurlandırdığı sanatçı, Maçka’nın yediveren güllerinden biri olan Maçkalı Hasan Tunç idi!

Bu sözler, Maçkalı Hasan Tunç’un sanat hayatı boyunca unutamadığı anıların başında gelmiştir. Bu olayla ilgili yazı, İstanbul radyosu arşivlerinde mevcuttur.

Kaynak: Yılmaz Tunç (Hasan Tunç’un oğlu)

 
Yorum yapın

Yazan: 18 Nisan 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

fink nedir bilir misiniz?

13.04.2024-Mine Dönmez ÖLÇER

1950’lerin başıydı. Anamur’un dağ köylerinde ormanlardan geçimini sağlayan köylülere yasaklar getirilmişti. Orman alanı ve köylülerin kullanım alanları arasında belirsiz bir sınır vardı. Yıllardır geçimini orman ekonomisine bağlayan köylüler, artık keçilerini ormana sokamıyor, kıraç topraklarda tarıma zorlanıyordu.

Not: Aşağıdaki resim Fikret Otyam’ın Kara Çukur köyünde 1966 baharında çektiği bir fotoğraftır.

Ama onlara verilen topraklarda ne buğday, ne de arpa ekimi yapılabiliyordu.

Bu topraklarda sadece fink denilen yabanıl bir bitki ekilebiliyor, köylüler bolca bulunan bu ekini, hem kendileri hem de hayvanları için kullanıyorlardı.

Aç kalmamak için yıllarca topraklarına fink ekmek zorunda kaldılar. Aslında fink, öldürmeyen ama sakat bırakan siyah bir tohumdu. Ancak hayatta kalmak için insanlarının fink ile beslenmekten başka çareleri yoktu.

Fink ayak damarlarında çekilmeye, zaman içinde ayaklarda deformasyon ve sakatlanmalara yol açıyordu. Köylerde zamanla sakatlar çoğaldı ve topalların çoğunlukta olduğu köyler oluştu. Finkin etkisi genellikle kadınlarda görülmüyordu. Bu nedenle yıllarca kadınlar finkli yemekler pişirdi, erkekler de bu yemekleri yedi.

Sonraları insanlar finkin farkına vardı. Kadınlar yemek yaparken finki yemeklere sakatlık dozunu ayarlayarak daha az katmaya başladılar ama dozlar gene tutturulamadı, sakatlar çoğaldı. Hem hayvanlar hem de insanlar sakat kalıyordu.

İnsanlar finkle yaşamaya alışmış, zaman içinde kaderlerine boyun eğmişlerdi. Kendilerince faydalı bir yönünü de bulmuşlardı, sakat kalan erkekler iki yıllık askerlik görevine çürük çıkıp gitmiyor böylelikle köyde kalıyorlardı.

Finke direnenler içinse tek çare Anamur’a gidip zor şartlarda yeni bir hayat kurmak, ya da alınan fitrelerle geçinmeye çalışmaktı.

Bu durum ta ki, bir gazetecinin (Fikret Otyam) 1966 yılında Kara Çukur köyüne gelip, köylülerle ilgili bir yazı dizisi yapana dek devam etti.

Bazen insanlar içinde yaşadıkları duruma alışırlar ve onu hayatın vazgeçilmez bir parçası olarak kabul edip, onunla yaşamaya devam ederler.

Çevrelerine olağanüstü kötü şeyler oluyordur ama kanıksadıklarından farkına bile varmazlar. Tepki gösterenleri zorla sustururlar. Önce alay ederler, sonra kızarlar, sonra da gerekirse cezalandırırlar.

Durumun farkında olanlar için iki yol vardır. Birincisi çekip gitmek, tıpkı Kara Çukur köylüleri gibi başka yurtlarda dilenmek ve mutsuz yaşamlar edinmek, ikincisi ise kalıp mücadele etmek.

Ta ki diğerlerinin de yaşadıklarının kaderleri olmadığına inandırana dek.

Mine Dönmez Ölçer

 
Yorum yapın

Yazan: 13 Nisan 2024 in Bilinmeyenler, Haberler

 

Etiketler: , , , , , , ,

HELADAN KAÇIŞ

24.03.2024-Muhammet ŞAKİR

HELADAN KAÇIŞ (1)

İnsanoğlu ilk lokmayı yediğinde onun tadını ve kokusunu sevdi. O sevdiği şeyin adını koydu. Elma dedi ona, buğday dedi, ekmek dedi.

Elmayı yedikten sonra insanın karnı şişti. Sıkıntıya düştü. Sıkıntıyı gidermeye hacet duydu.

Hacetini görüp sıkıntıyı içinden çıkardığında, o çıkan şeyi beğenmedi. Ondan iğrendi ve onun da adını koydu.

Elmaya elma dedikten sonra onun adını hiç değiştirmedi. Buğdayın ve ekmeğin adını da öyle. Ama hacet anlarında içinden çıkan o kötü şeyin adını her ne koysa o kelime bir süre sonra ona kötü koktu. Kelimenin biri koktuğunda yenisine geçti. Kötü kokan kelimeden kaçışı hep sürdü.

Ancak insan o kötü şeye ilk koyduğu ismi de hiç unutmadı. Çünkü çirkinliğin adını çirkin koymak ve onun yerini unutmamak gerekir. Şunun üstüne basma, kendine bulaştırma, demek için…

Sen akıllısındır, onun üstüne basmazsın. Ama bu yetmez, neslini ve çevreni de ondan sakındırırsın. O yüzden çirkinliğin adını da, yerini de hem bilir hem bildirirsin. O yüzden insan o kötü şeyin ilk adını hiç unutmadı. Ama onun ilk adıyla da yetinmedi. Tarif üstüne tarif, isim üstüne isim ekledi. Kimini sırf tarif için ekledi, kimini ima, kimini şaka, kimini de nefretinin ifadesi olsun diye…

İnsanoğlu hacetinde dışarı çıkan şeyin adını anmaktan kaçındığı kadar, hacet anlarını da hep gözlerden sakladı. Her seferinde ortaya çıkan çirkinlikten arındı ve onu ortadan kaldırdı. Tamam canım, ben insandan söz ediyorum, herkesten değil.

İnsan, hacet anlarını saklayabilmek için, diğer insanlardan uzaklaşıp boş bir yer aradı. O boş yere helâ dedi. Zaten helâ, tenha demek, boş yer demek.

İnsan hacetini görmek için gittiği o tenha yere helâ dediğinde, derdini kibarca anlatmış oldu. Ancak bir süre sonra o yere herkes helâ demeye başladı. Oraya herkes helâ dediğinde insana o kelime de kötü kokmaya başladı. İnsanoğlu, kedi gibi, o kelimeyi de saklayıp örtmeye girişti. Yerine de hemen yeni ve temiz bir kelime aradı, buldu.

Ancak insanoğlunun kaçışları ve arayışları bir türlü sona ermedi. Çünkü onun eski kelimeyi atmak suretiyle kaçtığı koku, her seferinde peşinden gelip yeni koyduğu cici kelimenin üstüne bulaştı.

Elmayı yiyene heladan kaçış yok idi.

HELADAN KAÇIŞ (2)

Helaya ad olsun diye kullanılan kelimeler tüm dünya dillerinin en talihsiz kelimeleridir.

Ömürleri bence ortalama elli senedir. Kimi yüz yaşını gördü. Kimi otuzunda kaldı. Eninde sonunda hepsi kötü koktu ve çirkefe atıldı. Yerine yenisi bulundu.

Neden öyledir? Çünkü insan hacet anlarında içinden çıkan şeyin adını imalar ve şakalarla çoğalttı. Mesela Türkçede (b) ve (k) harflerinin arasına sıkıştırdığımız şu ilk kelime asıldır, dümdüzdür, imasızdır. Bu kötü kokulu kelimeyi kullanmayalım diye onun yerine koyduğumuz kelimeler ise, o nesnenin aslına bir dokunur, bir kaçar. Kırk naz ile kömbenin etrafında dolanır. Çünkü mevzuya doğrudan girmek ayıptır bu mevzuda.

Oysa insanoğlu elmanın, buğdayın, ekmeğin ve suyun adlarını bir kere koymuş ve sonra bir daha kurcalamamıştı. Helanın adını ise çok kurcaladı.

Dörtyüz sene geriden başlayarak, Türklerin helâ için kullandıkları kelimeleri de biz kurcalayalım. Aşağıdaki kelimelerin bazıları eski mimarîde de kullanılan teknik kavramlar.

AYAK YOLU: İnsanlar helâya Ayak Yolu dediler meselâ… Ne haceti anlatır bu söz, ne şu yaramaz nesneyi. İlgisizdir, alâkasızdır. Cemiyette aklına saygı duyulan bir kişi bir ara minderinden kalkarken ne için kalktığını bildirmek için “Kızanlar, ben bi ayak yoluna gidip geleyim” diye şaka yollu bu lafı etmiş olmalı. Onun bu şık buluşu, duyanlara gayet sevimli ve samimi gelmiştir. Her duyan artık o işi öyle söyler olmuştur. Aslı ima ya da şakadır.

KADEMGÂH: Türkoğlu “ayak yolu” demeyi eskittiği zaman aynı lafın bir de Farsçasını bulup söyledi, kademgâh dedi. Bunu söyleyince de kendini çok kibar hissetti. Çünkü bin yıl kadar önce büyük şehirlerin yüksek sosyetesi arasında Farsça konuşmak yaygın idi. Farsça konuşmak değilse bile, cümlenin içine Farsça kelimeler serpiştirmek kofultuyordu o zamanki adamları. Bugünkü kolej çocuklarının Amerikalıların kemik geven ağzıyla konuşmaktan kofulması gibi.

Hemen de başkasına kızmayın. Önce kendinize bakın. Siz televizyonunuzun sinyal alıcısına risivır demekten, elektrikli çaydanlık yerine ketıl, rendeye bilendır demekten nasıl hoşlanıyorsanız, bu tatsız tuzsuz gevintileri kendi ağzınıza nasıl yakıştırıyorsanız, eskiden de aynı ezik duyguların etkisiyle, Farisi ağzından çıkan kelimeler öyle güzel görünüyordu kibarlığın düşkünlerine. Çünkü bir memlekette ipek giysili ve sabun kokulu kadınlar hangi dili konuşuyorlarsa, o ülkede o dil makbul olur. O sıra onlar pek Türkçe konuşmuyorlardı demek ki. Farsça şiirler okuyorlar, gazeller dinliyorlardı.

ÂBHÂNE: Bu kelime de Farsçada su odası demek. İçinde (s) ve (ç) sesleri bulunan şu meşhur Türkçe hecemiz ile hiç ilgisi yokmuş gibi. Ama başka ciddi bir anlamı da yok gibi ya, o sebepten, bu imayı duyan kişi hemen anlıyor o lafı edenin karnının şişkinliğini.

MEMŞÂ: Bu kelime ise Arapça. Yürüme yeri ya da yürümelik demek. Kısacası ayak yolu işte. Bizim elmayı yedikten sonraki derdimiz ile Arabın hurmayı yedikten sonraki derdi aynı. Onlar da (s) ve (ç) seslerinden kurduğumuz şu sert heceyi söylemekten kaçıp böyle imalara sığınıyorlar. Muzip Türkler bunu memişâneye çevirmişler. Muhtemelen âbhâneden ilhamla icat etmişlerdir. Anlamsız bir kelime. Fakat bu işlerde attığın nesne hedefi vurduysa başka anlam aranmaz.

KENEF: Aslı kenîf olan bu kelime de Arapça. Kanat altı, koltuk altı, kucak, bağır, sîne gibi, civcivin, yavrunun, eniğin saklanıp sığındığı yer. Korunak, sığınak. Bu kelimeyi hela anlamında kullanan ilk kişinin, Türk kafasına göre gerelti, saklantı, gölgelik gibi bir şey demek istediğini sanıyorum.

HALÂ: Kitaplarımızda helâ diye inceltilen bu kelimenin aslı da Arapçadır ve tenha, ıssız, boş yer demektir. Hacet için en uygun yer. Bunu bizim yöreden birine tercüme ettirseler, tehne ya da tehnelik derdi. Yani tenha ya da tenhalık…

DÂR UL FERAĞ: Boşaltım odası demek. Çok düz, çok teknik bir tarif. İması ve şakası az. Doktor lafı gibi. Ama yine de “saçmak” kelimesinin sözlükteki şu çirkin komşusundan uzak durmaya özen gösterilmiş. Bu kelime de Arapça.

ABDESTHANE: Eğer bu kelimeyi pinçiklersek, el yıkama yeri olur ki, lavabo ile aynı anlamda. Ama abdestin dini anlamını ihmal etmememiz gerekir. Yani yine imalı bir kelime. Helaya gidişinizi “Ben kötü bir şey yapmayacağım, namaza hazırlanacağım” diye güzellemenize ya da yutturmanıza yarıyor bundaki ima.

GEZENLEMEK: Gezenneyip gelmek dedi bir de insanoğlu. Bunu bizim yöreden bir insanoğlu söyledi. Fazla uzağa gitmeden, yakın civarda gezinmek anlamındaki bu sözlerle helaya gitmeyi ima etti.

ÇİÇEK TOPLAMAK: Liseli ve üniversiteli bazı kızlar arasında, helâ ihtiyacı için, çömelmekten kinaye ile çiçek toplamak tabiri de kullanılırdı bizim gençliğimizde. Halâ yaşıyor mu bilmem.

TELEFON ETMEK: Otuz yıl kadar önce “bir telefon edip gelmek” ya da “bir özel görüşme yapmak” aynı anlamda kullanılan birer ima idi. Cep telefonlarından önce sokaklarda telefon kulübeleri yaygındı. O kabine giren kişinin durumu ile şu öteki kabine giren kişinin durumu arasındaki benzerlik bu nükteli deyime ilham vermiş.

Benim gençliğimde bizim arkadaşlar Corç Buş’a telefon ederlerdi.

Helâ için Batı’dan aldığımız kelimeler var bir de. Ama onları ayrı yazı konusu yapalım.

Şimdilik kabinden çıkıp temiz havada biraz gezenleyelim.

Azcık arımlanalım. Ârâm olalım.

HELADAN KAÇIŞ (3)

Yüz Numaraya Terfi

Elmayı yedikten sonraki şişkinliğimizi gidermek için gidip çömeldiğimiz tenha ve kapalı sokuntuya ad olsun diye Avrupa’dan aldığımız ilk kelime Yüznumara. Kelime Türkçe tabii. Ama anlamını Fransızlardan almışız.

Fransızlara, siz bu helâya neden yüz numara diyorsunuz kardeşim diye sorarsan adamlar, vallahi billahi biz öyle bir şey demedik, diyorlarmış. Aslında onlar helâya yüznumara dememişler. Ama bizim oğlanlar öyle anlamışlar. Anlatalım.

Otel, pansiyon, iş hanı, hastane, kışla ve bunlara benzer büyük binalarda, uzun yol trenlerinde ve yolcu gemilerinde odaları tarif etmek bir sorundur. Bunun için bulunan en kolay çözüm, odalara numara vermektir.

Bu numaralandırma için iki basamaklı sayılar yetiyor çoğunlukla. Bir kattaki oda sayısı yüzü aşar mı? Eski tip yığma yapılarda pek aşmaz. Buna rağmen bu tür yapılarda üç basamaklı oda numaraları da görebiliyoruz; 113, 213, 313 gibi. O zaman baştaki numara katları gösteriyor. Şimdi modern mimaride oda sayısı zibil gibi çoğaltılabiliyor. O yüzden dört basamaklı oda numaralarına da rastlıyoruz.

Bu tür binaların her katının bir köşesinde helâlar olur. İşte bu helâlar diğer numaralı odalarla karıştırılmasın diye Fransızlar bir akıl bulmuşlar; Helaların giriş kapısına 00 yazmışlar. Bunu San Numero diye okurlarmış. Numarasız demek. Yazılışı Sans Numero. Sans kendi dillerinden, numero İtalyancadan. İngilizce, “without number” demekle aynı şey.

Fakat Fransızcanın bir cilvesi varmış… San Numero dediğiniz zaman bunun, ses olarak, iki ayrı anlamı olurmuş. “On davar” demekle “onda var” demenin arasındaki sesteşlik cilvesi gibi. İki lafın anlamları farklı mı? Farklı. Ama kulağın duyduğu ses aynı.

Kafanız karıştı mı şimdi? Üzülmeyin. Sultan Abdülhamid’in Paris’e gönderdiği Jön Türklerin kafaları da karışmış o konuda.

Birinin yazılışı, yukarıda dediğimiz gibi Sans Numero. Numarasız demek. Diğerinin yazılışı ise Cent Numero. 100 Numara demek. Ama ikisi de aynı okunuyor.

Fakat Fransızlar helâların kapısına 00 yazarken 100 numara demek istememişler. Onlar, “Bu odanın satışı yok, bunu hesaba katmayın” demek istemişler.

Gördüğünüz gibi, ben bu Fransızların derdini anlıyorum.

Ama Sultan Abdülhamid’in Matematik, Fizik, Kimya, Tıp, Ziraat, Coğrafya ve Madencilik okuyup öğrensinler de sonra dönüp memleketimizi kalkındırsınlar diye Paris’e gönderdiği zehir oğlanlar, bu benim anladıklarımı o vakit anlayamamışlar:

– San numero?

– Vi, mösyö!

– Ha, iyi, yani cent numero… (Neden 100 diye sormayayım şimdi. Sonra mösyö kızar.)

San numeroyu 100 numara diye anlayan bizim oğlanlar o bilgiyle Türkiye’ye döndüklerinde, evlerindeki, okullarındaki, işyerlerindeki helânın adını da Yüz Numara yapmışlar. Öylece daha kibar olmuşlar.

Bu kelime 1900 yılı civarında ortaya çıkmış. Gördüğünüz gibi, aslında 100 ile hiçbir ilgisi yok. Bunu 100 diye okumak bir Türk bönlüğü imiş ki, bu bönlüğe düşenlere tarihte Jön Türkler deniyor. Ya da biz hüsnüzan edelim; belki de Jön Türkler “san numero”nun anlamını gayet doğru anlamışlardı da sırf espri olsun diye onu “yüz numara” diye çevirmişlerdi. Hangisi doğru bilmem. Ama ben Necip Fazıl’ın bir kitabında bu işi böyle okumuştum.

Kısacası Jön Türkler sayesinde milletimiz Ayak Yolu’na seferber olmaktan kurtulup Yüz Numara’ya terfi etmişler.

HELADAN KAÇIŞ (4)

Yüz Numaraya Tuvalet Densin Gari

Ben küçükken benim memleketimde hacet odasının harbî adı halee idi, helâdan bozma. Ama ağır misafir yanında yüz numara demek daha uygun görülürdü.

İlkokula başladığımızda, öğretmenimiz İbrahim Koç yüznumaraya da, haleeye de gitmeyi bize yasakladı. Sadece tuvalete gitmemize izin verdi. Demek ki öğretmenimiz de hem haleeden, hem helâdan, hem ayak yolundan, hem de yüznumaradan kaçıyordu.

Eğitimli insanların helâya tuvalet demeleri gerekiyormuş. O gün onu anladık.

Peki, nedir bu tuvalet?

Yine ben küçükken kasabamızın az dışındaki Karagöz Çayırı’nda iki günlüğüne güreş meydanı kurulmuştu. Oraya gelecek kalabalığın iki günlük ihtiyacı için bir ayak yolu hazırlamışlardı. Kırk beş elli yıl önce öylesi gelgeç bir ayak yolu nasıl hazırlanır? Modern malzemeler henüz yok. Oluklu saç filan pahalı. O zaman yapacağın iş şudur: Çayırın kıyısını tarlalardan ayıran hendeğin üstüne çuldan çaputtan bir kabin gerersin. O gereltinin tabanına dört taş koyar, üstüne de üç dört tahta dizer, ortayı açık bırakırsın, işte bu. Tuvalet denen şeyin aslı da zaten çuldan çaputtan öyle bir gerelti. Yani aslında senin sandığın gibi, fayanslı, sifonlu, lavabolu, sabunlu, öyle çok modern bir köşe değil.

Bu çuldan çaputtan helâ, meselâ inşaat ameleleri için de kurulur, arsanın uzak bir kenarına. Eski obaların da herhalde böyle gereltileri oluyormuştur. Belki Ertuğrul Bey’in otağının bitişiğinde de vardır aynısından. Ama bey çadırının bitişiğindeki koku ağır olmaz mı? Hani çadırında toy verdiği zaman rüzgârın getireceği haberi ne’tcek Beyimiz? Öyleyse belki biraz uzakta, söğütlerin altına doğru bir yerdedir o gerelti. Fakat obanınkilerden de ayrıdır bence. Yoksa Ertuğrul Bey orada kuyruğa girip Bamsı’nın kabinden çıkmasını mı beklesin?

Şimdi gelelim tuvaletin kelime manasına. Tuvalet, aslında seyrek dokunmuş çul, çaput veya bezden kesilen parça demek. Yani işin başında helâ ile hiçbir ilgisi yok. Nasıl olmuş da helâ anlamına gelmiş peki bu çul çaput? Şimdi de ona bakalım.

Buldan bezi ya da Şile bezi görmüşsünüzdür. Beziyle ünlü başka yerler de vardır. Nasıl da ince dokurlar o bezi, sanki gül yaprağı gibi. Nasıl da tiril tiril olur gömleği. Ama her dokunan bez öyle midir? Yok, değildir. Çuval bezi var bir de. Sanki ben dokumuşum gibi. Benden kötüsü dokursa o da harar olur.

İşte, benim bile dokuyabileceğim kaba çuval bezine eski Romalılar tela demişler. Terziyle işi olanlar bunu bilir. Fransızlar bu lafı “tuval” diye söylemişler. Herhalde ağızları lokma doluyken söylemişlerdir de telanın tuval olması ondandır.

Bir çerçeveye o çuval bezinden bir parça gerip üstüne de fırçayla resim çiziyorlar ya… İşte, o da tuval.

Bu çul, çuval, çaput, bez gibi şeyleri küçümsediğimizde çulcuk, çuvalcık, çaputçuk, bezcik filan deriz hani. Fransızlar da tuvali küçümsediklerinde tuvalet diyorlar.

17. yüzyılda kadınların giyim kuşam malzemelerinin topuna tuvalet deyip geçmişler. Herhalde, “Amaan be, hepsi çul çaput işte…” manasına öyle denmiştir.

18. yüzyılda ise tiyatro ve müzik sahnelerinde kadınlar görülmeye başlıyor. Bu kadınlar sahnenin arkasında soyunup giyinecekler, makyaj yapacaklar. Bunun için bir köşeye çuldan, çaputtan, bezden bir perde gerilip kapatılıyor. Bu gereltinin adına da tuvalet diyorlar. Çuldan, çaputtan, bezden diye hani.

Çulla bezle gerip perdelediğimiz yerin arkası mahrem bir yerdir, öyle değil mi? Bakmak ayıp. Kem gözlere şiş. 19. yüzyılda helâ ihtiyacı için çevrilen her türlü odacığa da tuvalet demeye başlamışlar. Sahne arkasındaki soyunma odasına benzediği içindir herhalde. Helâya çömelenin mahremiyet ihtiyacı ile sahne arkasında makyaj yapan kadının mahremiyet ihtiyacı birbirine benziyor ya. Ondan da olabilir. İki yerde de kem gözlere şiş.

Fransızın çul çuvaldan iki günlüğüne gerediği tuvaletin adı, eskiden bizim evlerimizdeki, konaklarımızdaki, köşklerimizdeki taştan, tuğladan yapılmış bin yıllık helâyı şimdi öte yana kaktırıp onun yerine geçti.

Konaktaki paşa kızının üstüne sahne arkalarından bulunup getirilen bir kuma gibi.

HELADAN KAÇIŞ (5)

Düşün Kaşın Klozettir Taşın

Kırk elli seneden beri Türklerin hemen hemen tamamı klozeti tanıyor olmalı. Ama Türklerin tamamı onun keyfini tecrübe etmiş midir, emin değilim. Kimi evlerin banyosunda fiskos masası gibi kendine bir misafir bekler durur. Ya da yenge hanım kirliler sepetini onun üstüne koyuyordur.

Yalnız, hastalık düşkünlük zamanlarında fikirler değişecek. Önce bir iki deneme sürüşü yapılacak. Yav, aslında fena da değilmiş denecek. Yaşlılıkta oraya adamakıllı tünenecek.

Klozet dediğin, işte o tünek taşıdır diyorsunuz, değil mi? Ama aslında öyle değil işte.

Kentlerde doğup büyümüş olanlarınız bilmeyecektir; Yığma tarzda inşa edilen eski nesil evlerimizin bayramlık/misafirlik bir odası vardır hani. Evin çocuklarına ve misafire bayramlık. Ama haneye bebek getiren leyleklerin kalkış ve teslim adresi de çoğu kere o odadır.

İşte o odada kapı arkasına rastlayan duvarın içinde bir musandıra vardır. İçine yorgan döşek koyduğumuz sabit dolap. Yüklük de denir. Musandıranın uzak köşesinde boş bir kabin bulunur. O da bir çeşit dolap. Duvar içinde bir kapantı… Zemini kille kaplı ve eğer o evde halen eğleniliyorsa nemlidir. Ama eğlenenler dedeniz ile ninenizse son yıllarda orayı artık fazla ıslatmıyor olabilirler.

İşte oranın adına yünmelik denir. Klozet dediğin de işte o dolap gibi, yünmelik gibi kapalı yerlerin Avrupa dillerindeki adı oluyor. Aslında buna kapantı desen yeri. Bunu da ben uydurdum. Ama “Cek iz on dı bilekbort” zamanlarından kalma bilgimize göre “kloz” demek kapatmak demek zaten, onu biliyorsunuz.

Klozetin duvara gömülmüş küçük bir oda ya da bir dolap kapantısı olduğunu anladık hadi… Peki nasıl helâ olmuş bu kapantı?

O da belli ki şöyle olmuş; Betonarme çağından önce Batılılar evlerinin bir köşesini su dökmeye müsait şekilde düzenleyip döşemişler. Bizim musandıralı evlerdeki gibi… Duvarları ve zemini killi toprakla sıvayıp su geçirmez hale getirmişler. Şöyle musandıradan biraz daha geniş bir odacığa dönüştürüp orayı kendilerine helâ edinmişler. Ama bu yeni dolaba yeni bir ad aramamışlar. Onun yerine eskiden bildikleri klozet lafını buna da yamayıp devam etmişler.

Öyle olunca, eskiden duvardaki gömme dolabın adı olan klozet, zamanla artık helânın adı olmuş. Dikkat ettiyseniz klozetin adı helânın içindeki delikli taşın şekline dayanmıyor. İster çömelme taşı koysunlar ister tünek taşı… Ya da istemezlerse delikli taş koymasınlar da, eski Fransızlar gibi, silbinç ya da leğen koyup, hünerlerini onun içine arz etsinler… Sonra eserlerini hürmetle kucaklayıp aşağıya ahıra taşısınlar… Her durumda o odacığın adı klozet.

Şimdi bu musandıra, yüklük ve klozetten/kapantıdan oluşan gardrop görünüşlü sistemin bir otel odasında olduğunu düşünelim. Müşteri ani bir ihtiyaç üzerine kendine bir kapantı aradığında yanlış kapağı açıp takım elbiseler için ayrılmış yere tünemeye kalkarsa… Ertesi gün büyük sorun.

Aman öyle bir şey olmasın!

Öyleyse ne yapmak lazım? Garanti olsun diye, klozetin başına bir kelime daha ekleyip Wotır Klozet demişler. Yani Su Odası veya Su Dolabı. Ee hani Osmanlı da aynı odaya Âbhâne dememiş miydi? Tıpkı o işte… Su Odası… Mantık aynı.

Elmayı doğuda yesen de aynı, batıda yesen de aynı. Sonucu hiçbir yerde değişmiyor. Hacet aynı hacet.

WC ne demektir, artık onu da anlamışsınızdır; Wotır Klozet lafının baş harfleri oluyor.

Hayır efendim, Winston Churchill’in parafı değil. Water Closet… Su kapantısı… Yünmelik kapantısı.

HELADAN KAÇIŞ (6)

Lavaboya Ne İş İçin Gidecektiniz?

Helaya hela demeyelim diye çok kaçtık bu kelimeden. Yalnız ondan da değil, onun yerine koyduğumuz her yeni kelimeyi eskitip sonra da ondan kaçtık.

Aslında hela kelimesi kötü bir kelime değildi. Onun yerine kullandığımız diğer kelimeler de kötü kelimeler değildi. Ama kendi zihnimiz kirlendikçe biz o kiri o masum kelimelerin üstünde gördük.

Bir gün birkaç arkadaş, bir masanın etrafında toplanmış çalışıyorduk. Biri müsaade istedi. “Ben bi lavaboya gideyim müsaadenizle,” dedi. Ben de “Hadi git, ama lavaboya etme, tuvalete et,” dedim. Arkadaş önce anlamadı, dönüp yüzüme baktı. İki üç saniye sonra anladı, dizinin birini karnına kaldırıp gülmeye başladı, sonra kıvrana kıvrana kaçtı gitti. Aklına neler geldiyse…

Şimdi böyle bir akım var. Yirmi otuz yıl önce başladı. İnsanlar cemiyet içinde tuvalet kelimesini kullanmak istemiyorlar. Oysa 1973 yılında ilkokul öğretmenimiz İbrahim Koç bize tuvalet dedirtmek için uğraşıp didiniyordu. O kelime gayet ciciydi, cilloptu o vakit.

İnsanlar şimdi tuvalet yerine lavabo derlerken, “Benim tuvalete gittiğimi düşünmeyin, sadece el yıkamaya gittiğimi düşünün” demek istiyorlar. Ama bu utangaçlık insanlarda hep vardı. Üç yüz sene önce de bir hacı amca ya da bir hacı teyze ayak yoluna çıktığında, abdest almaya gittiğini düşünmemizi istiyordu. Onun için oraya abdesthane diyordu.

Helaya kelime aramanın sonu yok. Bu uğurda kaç kelime tedavülden kalktı, yerine kaç kelime kuma geldi. Ama hiçbiri kalıcı olamadı. Şimdi lavabo kalır mı? Kalmaz, onun da tahttan ineceği gün gelir.

Peki bu lavabo nedir?

İncil’in Latincesinde geçiyor. Havarilerden Pontiyus Pilatus diyor ki: “Ellerimi günahtan yıkayacağım…” Yani, “Lavabo inter innocentes manus meas.”

Öyleyse, lavabo ne demek oluyor? “Yıkayacağım” demek oluyor. Eski dille, yüyeceğim, yuyacağım. Yalnız bundan ibaret. Yani işin içinde musluk yok, sabun yok, fayans yok… Tuvalet hiç yok.

Filmlerde görüyoruz, papaz kilisede ayine başlayacağı zaman ona bir tas su uzatılıyor. Ellerini o tasa sokup günahını yıkıyor. Kendi günahlarını değil canım, anca bizimkileri. Su bir tas. Anca bizimkine yeter.

Lavabo inter innocentes manus meas, diye diye ellerini yüyor. Ama onunkiler zaten bembeyaz. Adam öyle bir iyi adam. Abdestsiz yere basmıyor.

Papaz elini tasa sokup, lavabo ileri lavabo geri derken, Latinceden anlamayan Fransızlar “La bu lavabo dedikleri, papazın elini yıkadığı su tası belli ki…” diye düşünmüşler. O tasın adı böylece olmuş lavabo. On altıncı yüzyılda oluyor bu iş.

On dokuzuncu yüzyılda ise Fransızlar artık kendi el yıkama leğenlerine de lavabo demeye başlamışlar. İlle papazın leğeni olması şart değil. Laik vatandaşların ellerinin kiri de kutsallaşmış artık. Onların dilinde de aynı zikir: “Lavabo inter innocentes…”

Ben küçükken evlerimizde bakırdan birer leğen ile ibrik olurdu. Misafirin elini yıkaması için leğeni önüne koyar, eline sabun verir, su dökerdik. “Eline su dökebilmek” oradan gelir herhalde. Hizmet etmeye layık olabilmek anlamında. El yıkama bitince omzundaki temiz havluyu uzatırsın konuğa.

Amcam bizde oturup bir şeyler yediğinde, onun eline ben su dökerdim. Takma dişlerini evire çevire yıkardı.

Oralardan bugünlere geldik. Şimdi helalarımızın önünde bir odacık var. Orada duvara çakılıp sabitlenmiş bir el yıkama teknesi oluyor; taştan, mermerden veya sacdan. Üstünde de bir musluk bağlı. Havlu ise duvarda asılı. Omzunda peşkir tutan uşağa gerek kalmıyor. Günümüzde lavabo artık burası.

İncil’in Latincesinde geçen lavabo sohbeti 16. yüzyılda papazın el yıkama törenine dönüştüğünde iş orada dursa iyiydi ama durmadı. Durmadı da bak, ne oldu? Yirmi, otuz seneden beri, darda kalan her Türk, dedesinin helâsını bırakıp papazın su tasına koşuyor. Koşsun… Ne var bunda?

İyi de adam el yıkamaya koşmuyor ki!

Her sıkıştığında lavaboya koşan Türklerin “Ellerimi günahlardan yıkayacağım” diye dua etmek yerine, “Önce altımı, sonra ellerimi yıkacağım” demeleri gerekiyor, ama bizimkiler Latince bilmiyorlar.

Gördünüz mü bak, şimdi lavabo da kirlendi. Yeni bir şey arayıp bulacaksınız artık. Hadi bakalım.

HELADAN KAÇIŞ (7)

(Orada pis-su-mu-var)

İnsanoğlunun elmayı yedikten ve soğuk suya kandıktan sonra içinde büyüyen sıkıntıdan kurtulmak için düştüğü halleri altı bölümdür inceliyorduk. Tek bölüm kalmıştı. Şimdi onu da inceleyip bitirelim. Aleme hizmetimiz tamam olsun.

Bir arkadaşım var, pisuvar denen hacet kayığına pis-su-var der. Ama şaka olsun diye değil. Onun doğrusunun o olduğuna inanmış. Halk etimolojisi dedikleri bu oluyor işte. Ben de düzeltmem. Pis-su-var ileri, pis-su-var geri. Kendinden aşırı emin insanları düzeltmek yararsız çabadır, yorgunluktur.

Şimdi bu kibar arkadaşı pis-su-varın yanında bırakalım da başka bir hikayeye geçelim.

Mahallede bir cami inşaatı vardı. Bodrum kat tamamlanmış ve geçici olarak namaza açılmıştı. Bahçeye bir hela ve abdesthane de yapılmış, bahçe düzene sokulmuş, cemaat için oturaklar konmuştu.

Bir ikindi vakti cemaat namaza hazırlanıyordu. Kimileri abdest alıyor, kimileri oturaklara oturmuş, ezanı bekliyorlardı.

Bahçeye birkaç genç geldi. Birinin sırtında evrak çantası, birinin elinde fotoğraf makinası vardı. Ötekiler de telefonlarını çıkarmış, caminin sağından solundan fotoğraf çekiyorlardı. Cemaatin, bu gelenleri tanıdığı belliydi. İnşaatı denetlemeye gelen mimar ve mühendisler imiş. İçlerinden biri kadındı ve onun, bu ekibin amiri olduğu anlaşılıyordu.

Kadın helaya yöneldi. İki genç erkek de erkekler helasına… Cemaatin yaşlılarından Vasfi Amca içeriden çıkıyordu. Gençlerle kapıda karşılaştılar. Yaşlı adamın bir diyeceği varmış, hemen söyledi:

– Gençler, şu işemeliklerin dip tarafındaki bölgü mermerlerinden birinin üst bağlantısı kopmuş, yandaki bölgünün üstüne devrilmiş. Şimdi ona dayanıp duru. O da olmadık zamanda kırılırsa birini sakatlar bu.

– Ne? Neresi?

– Yav, içeride işemelikler yok mu? Hah! Onların arasında da birer gergi, bölgü yok mu? Git içeri, dip köşeye bi bak. Devrileni görcen sen orda.

– Tamam, amca, bakalım biz ona.

Gençler gülüşüyorlardı. Aslında Vasfi amcanın neyi anlattığını daha baştan çok iyi anlamışlardı. Ama şu “işemelik” lafını ona tekrarlatıp keyiflenmek istiyorlardı. Amirleri olan kadın da az ötedeki kapının önünde bu konuşmayı duydu, az durup dinledi, sonra içeri girdi.

Gençler heladan çıkınca bahçedeki diğer arkadaşlarının yanına vardılar. “İşemeliklerde arıza varmış” diye lafı sündürüp kikirdemeye devam ettiler. Konuyu henüz bilmeyen arkadaşlarına anlatıp aynı kikirtiden pay dağıttılar.

Amirleri olan kadın da az sonra heladan çıktı geldi. Sonra inşaatın yüklenicisi Akif Bey geldi. Misafirlere selam verip ellerini sıktı. Gençlerden biri heladaki bozukluğu yükleniciye aktardı.

– Akif Bey, erkekler helasında köşedeki pisuvar bölgüsünün üst bağlantısı kopmuş. Bölgü boşalıp beridekinin üstüne devrilmiş. Bir sakatlık çıkmadan onu tamir edin.

Hikayemiz bu kadar. Şimdi sorulara ve sorgulara gelelim.

Yaşlı amca pisuvarlara neden işemelik diyor? Cahilliğinden mi, kabalığından mı? Hem cahilliğinden hem kabalığındandır herhalde, değil mi? Biz şimdi, öyledir diyelim. Hem cahilliğindendir hem kabalığından…

Genç adam işemeliklere neden pisuvar diyor? Okumuşluğundan mı, inceliğinden mi? Hem okumuşluğundan hem inceliğindendir herhalde, değil mi? Bunu da şimdi, öyledir diyelim. Hem okumuşluğundandır hem inceliğinden…

Şimdi, kardeşim… Biz, bu işemelik ne demektir, onu anlıyoruz, biliyoruz. Tarife hacet yok. Öyle değil mi? Haceti olan önden buyursun. Fakat bizim bilmediğimiz, pisuvar. Pisuvar ne demek? Çok kibar bir laf herhalde. Bonsuvar gibi, orövuar gibi.

Sizce ne olabilir? Acaba bunun aslı leğen, lenger, ne bileyim, tas çanak filandı da şimdiki lâzımlık anlamını sonradan mı kazandı?

Ama ne olursa olsun, aslı kibar olmalı. Nö dö olsa Fransözce bi laf lö! Bizi modern dünyaya götüren devrimlerin şahı oradan şarladıydı ya… Silvuple! Yeşilçam’ın köşklerinde bıyık buran Hulusi Kentmen entari giymiyordu, hatırlayın, rob-dö-şambr giyiyordu. Sİlvuplee! Silvuple!

Pisuar ya da pisuvar deyip de, kelimenin sesine şöyle bir kulak verdiğimizde, bu nadide parça Fransızca bir şarkının bir yerinden kopmuşa benziyor be! Öyle değil mi bizim oğlan? Çok asil bir kelime olduğu kılıfından belli.

Gerçi mermerin kovuğuna küçük su dökerken, köpüklerin içinden çıkan horultulu sese de benziyor ama işe o taraftan bakarsak, ona pis-su-var diyen arkadaş haklı olur. Oysa o arkadaşın haklı olmadığını baştan belli etmiştik.

O yüzden biz şimdiden kalbimizi bozmayalım. Siz de bu kelime hakkında iyi şeyler düşünün… Fuar, fluar, kulvar, rezervuar gibi şirin ve kardeş kelimeler mırıldanın. Meselâ adam caddede sıkışmış, umumi helaya koşmuş, pisuvara içini dökmüş, rahatlamış… Ondan sonra mutlu mesut gülümseyip, helâda gördüğü herkese “bonsuvar! bonsuvar!” diye coşkuyla selam veriyormuş gibi düşünün meselâ… Ne bileyim işte, öyle güzel şeyler düşünün. Ben de bu arada bir sözlük açıp sayfa karıştırayım. Sonra dönüp bulduklarımı size okuyayım.

Hah, buldum işte. Kelimenin kökeni pisser. Vay be! İşemek demekmiş ama bu. Düpedüz işemek. Bu kelimenin sonuna -torium diye bir ek koyuyorsun, sonra bu eki başından sonundan kısaltıyorsun, elde pisuvar kalıyor. O da, fiilin bildirdiği işi yaptığın yer demek oluyor. Yani işeme yeri. Daha Türkçesi işemelik.

Anşante! Anşante!

Çıka çıka bu mu çıktı yav? Hani kibar bir laf çıkacaktı?

Bizim Vasfi Dede de yekten işemelik diyordu zaten. La bu pisuvarın aslı buyduysa bizim dedeye neden güldük biz o kadar?

Neden gülelim? Vasfi Dede bizim dededir de ondan güldük. Pisuvar ise dükün, kontun, baronun hacet yeridir, ciddiye alırız. Ona gülemeyiz.

Anşante!

O pis kovuğa pisuvar demeyi matah iş sanan kibarlara söyleyin, Vasfi Dede’ye gülmesinler. Dönüp de kendilerinde gülecek bir kovukluk arasınlar…

Akıl kovukluğu.

Vasfi amcayı bir daha görürsem ona şöyle diyeceğim:

Bundan sonra işemeliklere işemelik demeycez Vasfi Dede. Öyle çok ayıp oluyo. Bundan sonra onlara bonsuvar deycez gari.

Bonsuvar!

ETİMOLOJİ-SÖZCÜKLERİN KÖKENİ GRUBUNDA YAYINLANAN YAZIDAN ALINTI

 
Yorum yapın

Yazan: 24 Mart 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , ,

MİLLİ MÜCADELEDE TBMM’YE SİNOP’TAN ÇEKİLEN TELGRAFLAR

18.07.2023- Prof. Dr. Haluk SELVİ- Doç. Dr. Bülent CIRIK

Sinop Milli Mücadeleye bütün gücüyle katılmıştır. Sinop sancağının Ayancık- Boyabat ve merkez kazaları İstiklal Harbinde en çok şehit veren bölgelerden kabul edilir. 13 Eylül 1921’de büyük kutlamalarla Sakarya zaferi kutlanmış Sinop’ta yapılan Terazi Çeşmesine Sakarya ismi verilmiştir.

ADINI Sakarya meydan Muharebesinden alan eski adı TERAZİ ÇEŞMESİ OLAN bu günün SAKARYA CADDESİ foto-Ziya DENİZOĞLU

Büyük Sakarya Meydan muharebesinde muhterem ordumuzun harp yeteneklerini ve faziletlerini bütün âleme göstererek hain düşmanı mağlup ettiğini pek büyük sevinç ve iftiharla muttali olarak köylü ve kasabalı bütün ahali hükümet konağı önünde toplanarak sevinçlerini ilan ve ordunun zaferlerinin devam etmesi için dualar ettiler.

Mülk ve milletin kurtuluşu uğrunda sarf edilen fevkalade mesailerinden dolayı elli bin nüfusu ihtiva eden kaza ahalisi namına şükranlarımızı arz ve tebrikler eyleriz.
Muhterem ordunun büyük ve küçük bütün mensuplarına selamlar ve din ve vatan uğruna şehit düşen eşsiz ve mukaddes evlatlarına Fatihalar ithaf ile başarılarınızın devamını yüce Mevla’dan dileriz.
Kaymakam Salih Cemal, Müftü Ömer Lütfü, Müdafaa-i Milliye Reisi Mehmet
Necip, Mahalle İdare Azası Hasan, Aza Hacı Hüseyin, Aza İlyas Hulusi, Belediye Reisi
Halil, Eşraftan İsmail Hakkı, Eşraftan Tahsin.”775
( SAYFA : 331)

 

Etiketler: , , , , , ,

ÇOBAN KALDİ VE KAHVENİN BULUNUŞU

30.06.2023- BİLKE

Efsaneye göre; 3. yy veya 9. yüzyılda Etiyopya’da çobanlık yapan Kaldi, keçilerin belirli bir ağacın meyvelerini yedikten sonra aşırı enerjik olduklarını fark eder. Keçilerin o kadar enerji doludur ki geceler uyumazlar. Bunun üzerine keçilerin yediği kırmızı meyvenin tadına Kaldi de bakar ve çok daha enerjik olduğunu görür.
Efsaneye göre, bundan sonra Kaldi keçileriyle birlikte mutlu bir şekilde oynamaya başladı. Ondan şiirler ve şarkılar saçıldı. Bir daha hiç yorgun ve sinirli olmayacakmış gibi hissetti. Kaldi babasına sihirli ağaçlardan bahsetti. Dedikodu yayıldı ve sonunda kahve Etiyopya kültürünün bir parçası oldu.

Daha sonra keşişler denemiş bu gizemli meyveyi; ancak acı tadını beğenmediklerinden hepsini ateşe atmışlar. Kısa süre sonra lezzetli aroma burun deliklerine dolunca keşişler çok meraklanmışlar ve kavrulmuş meyvelerden bir içecek demlemişler. Bütün gece ayık kalmışlar kahveyi içtikten sonra. Böylece kahve tohumunun ünü, kısa süre içinde bölgede yayılmış. M.S. 1000 yıllarında kahve Yemen’de üretilmeye başlanmış.

Bugünkü Yemen’de bulunan Mokka şehrinden taşınan kahveler İslam dünyasına yayılır Ortadoğu’yu çeşitli sebeplerle ziyaret eden Avrupalılar, ülkelerine döndüklerinde alışılmadık koyuluktaki bir içecekten bahsediyorlardı. 17. yüzyıla gelindiğinde ise kahve, Avrupa’da tanınmaya başlamış ve popülerleşmişti. Avrupa’da tanınmaya başladığı ilk dönemlerde halkın bir kısmı, kahvenin “Şeytan’ın acı icadı” olduğunu söyleyerek reddetti. 1615 yılında Venedik’teki rahipler, kahve kullanımını kınamışlardı. Tartışma o kadar büyüktü ki, dönemin papası 8.Clement’ten müdahale etmesi istendi. İçeceği denemeden herhangi bir açıklama yapmak istemeyen 8.Clement, kahveden oldukça etkilenmişti. Ve bunun üzerine kahve, papalığın onayını almayı başardı.

17. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Londra’daki 300’ün üzerinde kahve evi, tüccarların ve sanatçıların buluşma noktası haline dönüştü.

Kahve, 1600’lü yılların ortalarında günümüzde New York olarak bilinen New Amsterdam’a ulaşır. Dünya’da yaygın şekilde tüketilmeye başlanan kahvenin, sadece Arap yarımadasında üretilmesi talebi karşılamaya yetmiyordu. 17.yüzyılın ikinci yarısında kahve tohumları elde eden Hollandalılar, bu tohumları Hindistan’da yetiştirmeye çalışmış ve başarısız olmuşlardı. Daha sonra günümüzde Endonezya toprakları içinde yer alan Java adasında yapılan ekim çalışmaları başarıya ulaştı. 1714 tarihinde Amsterdam valisi, Fransız Kralı 14.Louis’e hediye olarak küçük bir kahve bitkisi armağan etti. Karayiplerdeki adaya dikilen tohum, 50 yıl içerisinde adada toplam 18 milyon kahve ağacı yetiştirilmesini sağladı. Kahve tarihi, çeşitli dönemlerde ve bölgelerdeki yasaklar ile de bilinir. Bu yasaklardan ilki, 1511 yılında Mekke’de uygulanmak istenmiş. Mekke valisi, kahvenin radikal düşünceleri ve halkın sokaklarda toplanmasını tetiklediğini düşünüyordu. Aynı zamanda uyarıcı olarak kullanılması da, kahveye kötü bir ün sağlıyordu.

Kahvenin Osmanlı döneminde yasaklanmak istendiği de bilinenler arasında. 4.Murad 1623 yılında tahta çıktıktan sonra kahve yasakları uygulanmaya başlanmış ve bir dizi ceza yürürlüğe alınmıştı. Bu cezalara göre ilk defa kahve ile yakalanan kişilere dayak atılıyordu. İkinci kez yakalanan kişilerin ise deri bir kılıf içerisine hapsedilerek Boğaz’ın sularına atıldıkları söylenir.

alıntı: dünya medeniyetler tarihi

 
Yorum yapın

Yazan: 30 Haziran 2023 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

Hz. İbrahim’in Hikayesi Hangi Mitolojik Hikayeye Benziyor?

26.06.2023- Leman ALTUNTAŞ- https://arkeonews.com

Mitolojik hikayelerdeki genel karakterlerin bir çoğu günümüz dinsel hikayelere de kaynaklık etmektedir. Hatta o kadar fazla benzeyenler vardır ki insanlarda şüphe ve şaşkınlık uyandırmaktadır.

Hurri kökenli olan mitoslardan biri olan Appu ve İki Oğlunun hikayesi de bunlardan biridir. Hitit tabletlerinden okunan kısmı ile anlatacağımız hikayedeki benzerliklere sizlerde şaşıracaksınız.

APPU VE İKİ OĞLU

Lulluwa ülkesinde Şudul isimli bir şehir vardır. Orada Appu isminde çok sengin bir adam yaşardı. Onun çok fazla sığırı ve koyunları sayılamayacak kadar çok altını vardı. Onun hiçbir şeye ihtiyacı yoktu, fakat tek bir  şeye ihtiyacı vardı Onun ne erkek ne de kız çocuğu vardı. Appu’nun hizmetçileri kendi aralarında konuşuyorlardı “O daha önce hiç başarılı olamadı! Şimdi mi olacağını düşünüyorsunuz?

Appu konuşulanları işitmişti. Kendi kendine söylenmeye başladı Tanrılar bana sığırlar verdi bir sürü altın verdi ama neden bir çocuğu esirgedi benden? Bunu duyan Güneş Tanrısı cevap verdi ona “şimdi git ve eşinle birlikte yat “Tanrılar sana bir erkek çocuk verecek”

Appu denileni yaptı. Karısı hamile kalmıştı ve aylar sonra ona bir erkek çocuk verdi. O’na uygun bir isim koydu. O’nun ismi “Kötü” oldu. Çoktan beri baba Tanrılar O’nu doğru yolda tutmadılar, fakat kötü bir yolu seçtiler. O’nun ismi “Kötü” olsun!

Tekrar ikinci defa Appu’nun karısı gebe kalmaya başladı. [Onuncu] ay geldi ve kadın bir erkek çocuk doğurdu. Dadı çocuğu kaldırdı ve O na “İyi” ismini koydu. O’nu “İyi” olarak çağırsınlar.

Çocuklar büyüyüp yiğit bir erkek haline gelince baba evinden ayrılmaya karar verirler. Bundan Kötü’nün ‘dağların ayrı ayrı yerlerde bulunduğu, şehirlerin ayrı ayrı yerlere aktığı ve pek çok tanrının ayrı yerlerde oturduğu gibi biz de farklı yerlerde oturalım,’ telkinleri etkili olur. Bu arada iki kardeş malı da kendi aralarında bölüşmeye başlar.

Ancak malın iyisini Kötü alır, tüm kötü malı ise İyi’ye verir. Bu mal paylaşımının adaletsiz olduğuna inanan İyi durumu mahkemeye taşır.” Ancak tabletin bundan sonraki bölümü kırık olduğundan mahkemenin sonucunu öğrenemiyoruz.

Hz. İbrahim ile eşinin hikayesini de Tevrat’ta yazan haliyle bir hatırlayalım.

Hz. İBRAHİM VE EŞİ

Abram ve Nahor kendilerine karılar aldılar. Abram’ın karısının adı Sara, … idi. Ve Sara kısır idi. (Tekvin, 11: 29,30)

Ve Abram dedi: Ya RAB Yehova, bana ne vereceksin? Ben çocuksuz gidiyorum, ve evimin sahibi bu Şamlı Eliezer olacaktır. Ve Abram dedi: İşte bana zürriyet vermedin; ve işte, evimde doğan (Eliezer) benim (mirasçım) olacaktır. … Ve kendisine RABBİN şu sözü geldi: Bu senin mirasçın olmayacak; ancak senin sulbünden çıkacak olan senin mirasçın olacaktır. (Tekvin, 15:2, 4) Ve dedi: Ya RAB Yehova, onu mirasçı alacağımı ne ile bileceğim? (karşılığı ne olacak?) Ve ona dedi: Bana üç yıllık bir inek, ve üç yıllık bir keçi, ve üç yıllık bir koç, ve bir kumru, ve bir güvercin yavrusu al. Ve bütün bunları ona aldı, ve onları ortadan yardı, … fakat kuşları yarmadı. (Tekvin, 15: 8,10)

KURAN ayetlerinde Hz İbrahim:

“Biz İbrâhîm’e daha önce rüşdünü vermiştik…” (el-Enbiyâ, 51) 

İbrâhîm -aleyhisselâm- “Allâh’tan başka ilâh yoktur, O benim Rabbimdir, O her şeyin Rabbidir.” dedikçe annesi ve babası Nemrûd’dan korkarak ağlarlar ve İbrâhîm’i ihtâr ederlerdi. Onların bu endişelerine karşılık Hazret-i İbrâhîm:

“Gecenin karanlığı O’nu (İbrâhîm’i) kaplayınca O bir yıldız gördü. «Rabbim budur!» dedi. Yıldız batınca «Ben batanları sevmem!» dedi. (Daha sonra) Ay’ı doğarken görünce (yine) «Rabbim budur!” dedi. O da ba­tınca «Rabbim bana doğru yolu göstermezse, elbette yoldan sapanlardan olurum.» dedi. Güneş’i doğarken görünce de «Rabbim budur! Zîrâ bu daha büyük.» dedi. O da batınca dedi ki: «Ey kavmim! Ben sizin (Allâh’a) ortak koştuğunuz şey­lerden uzağım! Benim Rabbim, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allâh’tır! Ben hanîf[2] olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allâh’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.»” (el-En’âm, 76-79)

“–Babacığım! İşitemeyen, göremeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere ni­çin tapıyorsun? Babacığım! Bana, sana verilmeyen bir ilim verildi. Bana tâbî ol; seni sırat-ı müstakîme ulaştırayım. Babacığım, şeytana tapma! Çünkü şeytan, Rahmân’a isyân etmiştir. Ey babacığım! Doğrusu ben sana Rahmân’dan bir azap dokunup da şeytana dost olmandan korkuyorum!” (Meryem, 42-45)

Âzer ise kızarak:

“«–Ey İbrâhîm! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (onlara dil uzatmaktan) vazgeçmezsen, and olsun seni taşlarım. Uzun süre benden ayrıl; git!» dedi.” (Meryem, 46)

Fakat İbrâhîm -aleyhisselâm-, Âzer’e yine yumuşak bir üslûbla mukâbele etti:

“İbrâhîm: «Sana selâm olsun! Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lutufkârdır.» dedi.” (Meryem, 47)

Ve babasının affı için duâ etti. Ancak duâsı kabûl edilmedi. Çünkü babası Allâh düşmanıydı. İbrâhîm -aleyhisselâm- bunu iyice anladığında duâ etmekten hemen vazgeçti. Zîrâ kâfirlerin affı için değil, ancak hidâyetleri için duâ edilirdi. Kur’ân-ı Kerîm bu husûsu şöyle bildirir:

“Cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, akrabâ dahî olsalar, (Allâh’a) ortak koşanlar için af dilemek, ne peygambere yaraşır, ne de mü’min­lere! İbrâhîm’in babası için af dilemesi (ise), sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Onun Allâh düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan (hemen) uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhîm, çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi. (et-Tevbe, 113-114)

“O, babasına ve kavmine: «–Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?» dedi. Onlar: «–Biz, babalarımızı bunlara tapan kimseler olarak bulduk.» dediler. (İbrâhîm:) «–Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesi­niz.» dedi. Kavmi ise: «–Bize gerçeği mi getirdin, yoksa oyunbazlardan biri misin?» dediler. (Bunun üzerine İbrâhîm): «–Hayır, sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhidlik edenlerdenim.» dedi.” (el-Enbiyâ, 52-56)

“O (İbrâhîm), gizlice onların tanrılarına sokuldu: «Yemez misiniz?» dedi. (Cevap gelmeyince) «Neyiniz var ki konuşmuyorsunuz?» dedi ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe indirdi.” (es-Sâffât, 91-93)

“Sonunda (İbrâhîm) onları paramparça etti. Yalnız en büyüğünü, belki ona mürâcaat ederler diye bıraktı. (Putları kırılmış gören halk:) «–Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak ki o, zâlimlerden biridir.» dediler. (Bir kısmı:) «–Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhîm denilirmiş.» dediler. «–O hâlde O’nu hemen insanların gözü önüne getirin; belki şâhidlik ederler.» dediler. (Sonra İbrâhîm’i oraya getirtip:) «–Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhîm?» dediler. (O da:) «–Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi eğer konuşuyorlarsa onlara sorun!» dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) «–Zâlimler, siz­lersiniz sizler!»[3] dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: «–Sen bunların konuş­madığını pek âlâ biliyorsun!» dediler. İbrâhîm: «–Öyleyse, Allâh’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar veremeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız?» dedi. Size de, Allâh’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıl­lanmaz mısınız?” (el-Enbiyâ, 58-67)

“Allâh’ın kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) vermesi sebebiyle şıma­rıp Rabbi hakkında İbrâhîm ile tartışmaya gireni (Nemrûd’u) görmedin mi! İşte o zaman İbrâhîm: «Rabbim hayat veren ve öldürendir!» demişti. O da: «Ben de hayat ve­rir ve öldürürüm.» demişti. İbrâhîm: «Allâh güneşi doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir!» dedi. Bunun üzerine kâfir şaşırıp cevap veremez hâle geldi. Allâh zâ­limler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (el-Bakara, 258)

“İşte o zaman, biz O’na hilim sâhibi bir oğul müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince (babası): «Yavrucuğum, rüyâda seni kurban ettiğimi görüyorum; bir düşün, ne dersin?» dedi. O da cevâben: «Babacığım, sen emrolunduğun şeyi yap! İnşâallâh beni sabredenlerden bulur­sun!» dedi. Her ikisi de teslîm olup, (İbrâhîm) onu alnı üzerine yatırınca: «Ey İbrâhîm, rüyâyı gerçekleştirdin. Biz ihsân sâhiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok ağır bir imtihandır.» diye seslendik. Biz oğluna bedel O’na büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında O’na (iyi bir nam) bıraktık: «İbrâhîm’e selâm olsun!» dedik. (İşte) Biz ihsân sâhiplerini böyle mükâ­fâtlandırırız. Çünkü O, bizim mü’min kullarımızdandı.” (es-Sâffât, 101-111)

NOT: Okumak, yazılı kaynaklardan faydalanmak, bilgilerimizi güçlendirir. Sebep sonuç ilişkileri konusunda ufkumuzu açar, netleştirir.

İYİ BAYRAMLAR-BİLKE

 
Yorum yapın

Yazan: 26 Haziran 2023 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

ARDIÇ KUŞU VE ARDIÇ AĞACI HİKAYESİ

30.04.2023- Sinem HIZARCI

Varlıklarını Birbirine Borçlu Olan Ardıç Kuşu ve Ardıç Ağacının Hikayesi

Ardıç kuşuyla ardıç ağacı arasında sadece isim benzerliği mi vardır? Yoksa aralarındaki bağ bundan çok daha öte bir yardımlaşmaya mı dayanıyor?

Aynı isme sahip doğanın iki parçası; bir kuş ve bir ağaç. Aralarındaki ilişki ise isim benzerliğinden çok daha fazlası. Merak edenler için iki ardıçın öyküsünü anlatmaya çalıştık, keyifli okumalar dileriz.

Önce geniş repertuvarlarıyla ünlü ardıç kuşunu tanıyalım:

Onları tanımamanın kolay bir yolu var; o da tekrar eden bir ritimle şarkı söyler gibi ötmeleri. Özellikle erkek olanlarının 100’den fazla müzikal dizi içeren repertuvara sahip olduğu biliniyor. Yani karşımızda müzik kulağı oldukça gelişmiş bir tür var. Ötüşlerini dinlemek isterseniz onları ormanlarda, bahçelerde ya da parklarda, yani her türlü yeşil alanda görebilirsiniz. Ağaçlara duvarları çamurla kaplı kase şeklinde yuva yapan bu kuşlara ev sahipliği yapan en önemli ağaç türü ise adından da anlaşıldığı üzere ardıç ağacı.

Ardıç kuşlarına ev sahipliği yapan ardıç ağaçları aslında bu kuşlar sayesinde varlıklarını sürdürebiliyorlar

Ardıç ağaçları da her ağaç gibi tohumlara sahip; ancak bu tohumlar ancak ardıç kuşunun varlığında üremeyi sağlıyor. Ağaçtan dökülen tohumları önce kuşlar yiyor. Onların sindirim sisteminde kabukları açılan tohumlar bu sayede işlerlik kazanıyor. Kuşların dışkılarıyla yeniden toprağa karışan tohumlar kolayca çimlenebiliyor.

Doğanın bu muhteşem uyumu sayesinde neslini devam ettiren ardıç ağacı çok eskiden beri kutsal kabul edilmektedir

Özellikle Şaman Türklerinde ve Alevi-Bektaşiler’de ardıç ağacına özel bir önem verilmektedir. Dallarına bez bağlanarak dilek tutulur ve ayrıca bu dalların yakılmasıyla elde edilen tütsüler tekkelerde kullanılır. Dallarını tütsü elde etmek için kullanan bir başka medeniyet ise Yunanlılar. Onlar da bu kokunun ruhsal hastalıklara iyi geldiğini düşünüyorlarmış.

Dallarından tohumuna her yönüyle şifa için kullanılagelen bir ağaç

Görünüm olarak çam ağacını andıran ardıç ağaçları 2-5 metre arasında büyüyebilir ve oldukça güzel kokulu, dikenli yaprakları vardır. Bunun yanında üzüme benzer, küçük, parlak ve mor-siyah renklerde meyveleri vardır ve bu meyveler büyüdükçe kozalak şeklini alır. Meyvesi, kozalakları, dalları ve yaprakları farklı şekillerde ve farklı amaçlarla tüketildiği için yüzyıllardır halk arasında şifa kaynağı olarak bilinir.

Ardıç ağacı en çok bitki çayı olarak tüketiliyor

Hem yaprakları hem dalları hem de meyvesi, bunların hepsini bitki çayı gibi demleyebilirsiniz. Bu çay, kokusu ve yatıştırıcı özellikleriyle ruhsal yönden size rahatlatır. Ayrıca sindirimi hızlandırarak hazımsızlığı önler, adet sancılarına iyi gelir ve boğaz enfeksiyonlarını hafifletir. Hücre yenilenmesini hızlandırarak daha genç bir cilde sahip olmanızı sağlar çünkü güçlü bir antioksidandır. Ancak tüm bunların birer alternatif tıp yöntemi olduğunu bilmenizde fayda var. Bu tarz yöntemler kalıcı çözüm sağlamayacağı gibi fazla miktarda ve kontrolsüz tüketmek zararlı olabilir. SİNEM HIZARCI- GÜLÜMSE’DEN ALINTI

 
1 Yorum

Yazan: 30 Nisan 2023 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , ,

MİTHRİDATES ARSENİK VE ÖLÜMSÜZLİK İKSİRİ

05.04.2022- Ayşe Yaşar SARIKAYA

SİNOP VE ÖLÜMSÜZLÜK İKSİRİ

Mithridates VI LOUVRE

Sinop, tarihin her döneminde önemli insanların yetiştiği bir kenttir. Nasıl sevmem bu kenti, çocukluğumun sınırsız hayalleridir Sinop. Zeytinlikte semaya uçmak sanılı koşmalarım, Rum çocuklarından kalma SAAT KAÇ oyunu oynadığım mahallem, bahar bayramında komşularla zeytinlikte top oynarken kolumu bacağımı, çokça da ayak bileğimi burktuğum Sinop’um.

Boztepe adı, birçok ilde vardır biliriz ama bizim Sinop öyle mi? İki burun, birbirinden uzaklaşarak süzülür Karadeniz’in içine, içine ve de hava atarlar birbirlerine. Gece, önü ardı denizle sarılan boğazın en dar kıstağında; inci gerdanlık gibi parlayan başka bir şehir var mıdır? Bu doğada yaşamak, her yönden esen rüzgarı içine çekmek, kısacası Sinoplu olmak bir ayrıcalıktır.   

Bağımsız koloni dönemlerinden bu güne dek süregelen SİNOPLU özelliği, kentin coğrafyası ile beslendiğini her dem yansıtır. Eşsiz doğası, zengin tarihi ile ilimizin turizm potansiyeli çok yüksektir. Doğru değerlendirilmelidir ve zenginliklerini dünyaya duyurmalıdır.

Ölümsüzlük iksiri ve Sinop ne alaka der misiniz bilmiyorum ama geçmişin verilerini ilişkilendirelim mi ne dersiniz? M.Ö 132-63 yıllarında Sinop’ta yaşamış olan, BÜYÜK MİTHRİDATES diye de anılan Pontus Kralı, M.Ö 120-63 yıllarında hüküm sürmüştür. Arsenik deyince, çoğumuzun aklına mutlaka Mithridates gelecektir. VI. Mithritdates ömrü boyunca geliştirdiği ve adını verdiği zehre karşı bağışıklık kazanma yöntemi olan Misriditüzmin ustasıdır.

Mesir macunu ve MİSRİDİTÜZM konusuna yer veren Tıp Tarihi Kitabı 148. sayfadan bir bölümü paylaşıyorum:  

“Mesir macununun geçmişi 2000 yıl öncesine dayanır. Pontus kralı VI.Mithridates’in [M.Ö. 132-63] zehirlenmekten korunmak amacıyla hazırladığı terkip, daha sonra Roma’da Neron [37-68] zamanında, Andromaque tarafından thériaque adıyla geliştirilmiş ve popüler olmuştur. Başta zehirlenmelere karşı kullanılan bu terkip, daha sonra her derde deva bir ilaç durumuna gelmiştir. (TIP TARİHİ- PROF. DR ALİ HAYDAR BAYATs,148)”

Sinoplu Ömer Şifai Dede’nin 18. Yüzyılda yazdığı kitaplar da aynı konularla ilgilidir.

“Ömer Şifaî, XVIII. yüzyılda Sinop’ta doğmuş bir hekimdir. Çocuk yaşta yetim kaldıktan sonra Sinop’u terk ederek Kahire, Konya ve başka pek çok yer gezmiştir. 1746 yılında vefat etmiştir. Değersiz metallerden altın yapılabileceğinin ve ölümsüz yaşam sağlayan el-iksir elde edilebileceğinin ipuçlarını verir. Simyaya olan inançlarını da, altın ve el-eksirin elde edilebilmesi için en önemli koşulun, bu işlere niyetlenen birinin, öncelikle ruhu ve bedeninde ulaşılabilecek en üst düzeyde arınma ve olgunlaşmaya ulaşması gerektiğini ifade ederek ortaya koyar.(Ayten Koç,18. yüzyılda Osmanlılarda İatrokimya çalışmaları(Avrupa ile Mukayeseli ve Ömer Şifaî’ninÇalışmaları Esas Alınarak),Yüksek Lisans Tezi(Ankara Üniversitesi-basılmamış), Ankara199, s.71.)”

Sinop’ta arsenik bulgusunu paylaşıyorum:

“2010 yılında Durağan (Sinop)ilçesinin 6 km doğusunda yer alan Çayağzı köyü güneyinde izlenen arsenik mineralizasyonu incelenmiş ve aynı yıl MTA adına ruhsatlandırılmıştır. Doğal Kaynaklar ve Ekonomi Bülteni (2018) 26: 41-43”

TIP TARİHİ 148. SAYFA TAMAMI:

MİTHRİDATES’TEN MESİR MACUNUNA

Mesir macununun geçmişi 2000 yıl öncesine dayanır. Pontus kralı VI. Mithridates’in [M.Ö. 132-63] zehirlenmekten korunmak amacıyla hazırladığı terkip, daha sonra Roma’da Neron [37-68] zamanında, Andromaque tarafından thériaque adıyla geliştirilmiş ve popüler olmuştur. Başta zehirlenmelere karşı

kullanılan bu terkip, daha sonra her derde deva bir ilaç durumuna gelmiştir.

İslam dünyasında, 750-950 yılları arasında, Antik Yunan dünyasının bütün eserleri Arapça’ya tercüme edilmiştir. Bu tercümelerde, Arapça karşılıkları olmayan bazı Yunanca kelimeler, okunuşları Arapça’ya uydurularak, tahrif edilerek kullanılmıştır. Mitridates’in terkibi de tıbbi eserlere Misridates/misiridates/misroditus/misrûditûs/misriditus olarak girmiştir. Bunun en açık delili, Huneyn bin

İshâk’ın, Hippokrates ile Galenus arasındaki hekimleri sayarken Mithridates’ten “misriditûs sâhibü’l-akâkîr” (bitki kaynaklı ilaç yapıcısı, eczacı) olarak bahsetmesidir. İslam hekimleri, mesela Taberî, Mecûsî, İbn Hubel ve Antakî de ufak değişikliklerle terkipten aynı isimle bahsetmişlerdir. Bazı eserlerde mejdikos/

mısr-ı taytis olarak da yazılmıştır.

Klasik Osmanlı tıbbının temel kaynakları, başta İbn Sînâ olmak üzere İslam hekimlerinin yazdığı eserlerdir. Misrûditûs, Hacı Paşa’dan itibaren İbn Şerîf, Kahvecizâde, Sâlih bin Nasrullah gibi birçok Osmanlı tıp yazarının kitaplarında yeralmıştır. Ayrıca, İmâmeddîn Ebi Abdullah Muhammed ibnü’l-Abbâs’ın [ö.

1287] Kitâbu’l-Misrûditûs adlı müstakil bir eseri vardır.

Antikiteden gelen ve İslam medeniyetinin geliştirdiği hekimliğin zirvesinde olan İbn Sînâ’nın en muhteşem tıbbi eseri el-Kânûn-ı fi’t-Tıb, Yunan tıbbının tamamını sistematik olarak ihtiva etmektedir. Onun muhtelif tıbbi eserlerinde, bilhassa Kânûn’unda misrûditûs’un tarihçesi, terkibi ve kullanıldığı hastalıklar

detaylı olarak verilmiştir. Kânûn’daki ilgili bölümü aynen aktarıyoruz:

“el-Misrûditûs: Misrûditûs’un icat ettiği bir macundur. İsmi de kendi adıyla anılır. Misrûditûs özellikle zehirlenmeler konusunda faydası denenmiş bir ilaç olup başka hastalıklarda da kullanılırdı. Daha sonra Andromah, yılan eti ve diğer bazı nesneler katarak veya eksilterek tiryak adını verdi. Andromah’ın ilacı yalnız yılan zehrine karşı Misrûditûs’tan daha etkilidir.

TIP TARİHİ

PROF. DR. ALİ HAYDAR BAYAT-TIP TARİHİ

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,