RSS

YENİ LAWRENCE’LER Mİ?

28.04.2024- Taner BİLGİN – THOMAS EDWARD LAWRENCE’İN ÖLÜMÜNÜN
BASINDAKİ YANSIMALARINA DAİR BAZI GÖZLEMLER

BİLKE: Eğitim sistemimiz, casusluk yapılanmalarına, cehalete kapı aralamamalı. Matbaanın gelişine izin verilmemesi, bize nelere mal oldu. 1000 yılından önceye ait sözlüğümüz var mı? Yazılı kaynaklara göre, ulaşılan en eski alfabeler 400- 500 yıllarını işaret ediyor. O yıllara ait söz varlığı çalışmalarımız var mı? Selçuklu yazışmaları Farsça. Kendi dilimizi, kendi değerlerimizi değersizleştirmemeliyiz.

Casuslar boş durmuyor, LAWRENCE dikkat çekmek istiyoruz yeniden yine. Eğitim sistemimizi bu saldırılardan korumamız gerekiyor. Bu saldırılar, DİN kaynaklı olarak halkın içine içine nasıl da organize olarak sızıyor.

Taner BİLGİN’İN AKADEMİK ÇALIŞMASI:

ÖZET
I. Dünya Harbi’nde İngiliz Askeri İstihbarat Şubesi’nde görev yapan Thomas Edward Lawrence, özellikle Arap Yarımadası’nda yürüttüğü istihbarat faaliyetleri ile ün kazanmıştır. Bölgede Osmanlı Devleti’ne karşı başlatılan Arap isyanının siyasi, taktik ve lojistik açıdan daha sistemli bir hal almasında önemli bir rol oynamıştır. Böylece İngilizlerin Arap Yarımadası’ndaki nüfuzunu pekiştirmiştir. “Arabistan’ın Lawrence’i” yakıştırması yapılan ve Osmanlı Devleti’nin parçalanmasında önemli bir rol üstlenen bu casus, İngiltere’de geçirdiği bir trafik kazası sonucu 19 Mayıs 1935 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Ölümü dönemin basınında geniş yankı bulmasına rağmen, tarih literatüründe yeterince ilgi görmemiştir. Lawrence’in ölümünün dönemin Türk ve Avrupa basınındaki yansımaları bu çalışmada ele alınmaktadır.

15 Ağustos 1888 yılında Galler’de (Tremadoc kasabasında) doğan Thomas Edward Lawrence,
beş çocuklu bir ailenin ikinci evladıydı (The Times, 1988: 7; Kurun Gazetesi, 1935: 10). Eğitimi
için ailesiyle birlikte on yaşında Kuzey İskoçya’ya, üç yıl sonra da Fransa’ya gitmiş ancak kısa
bir süre sonra İngiltere’ye dönmüştü (New-York Times, 1935: 34). Ailesinin geliri fazla
olmadığı için üniversiteye çok geç giren Lawrence, arkeoloji ve mimarlık tarihine küçük
yaşlardan itibaren ilgi duyuyordu.1 Ortaçağ ve haçlı zırhları üzerine yaptığı çalışmalarıyla
Oxford Üniversitesi’nin dikkatini çekti (Ulus Gazetesi, 1935: 4). 1910 yılında Oxford
Üniversitesi’nde okurken sayılı insanın aldığı bursla kazı çalışmaları yapmak üzere Sicilya ve
Kuzey Afrika’ya gitti (The Times, 1910: 10). Ayrıca Suriye ve Filistin’de haçlı devri mimarisi hakkında çalışmalar yapmak için bir yıl geçirdi.2 Daha sonra İngiltere’ye dönen Lawrence, 1912 yılında British Museum’un bir heyeti ile birlikte Fırat nehri üzerindeki antik yapıları incelemek
için yeniden bölgeye geldi. 1914 yılına kadar bu coğrafyada kalan Lawrence, Suriye ve Irak
halkını ve bölgenin kültürünü yakından tanıma fırsatı buldu (Kurun Gazetesi, 1935: 10). Bu
sayede bir Arap kadar Arap dili ve adetlerini, bir Müslüman kadar da Müslümanlığın şartlarını
ve inceliklerini öğrenmişti (Karabekir, 2004: 109).3 Mezopotamya’da edindiği bu bilgi birikimi
I. Dünya Savaşı esnasında Kahire’de görevlendirildiğinde dikkat çekti (Lawrence, 1991: 62).
Bölge hakkındaki geniş bilgisi dolayısıyla İstihbarat Servisine alındı (Le Figaro, 1935: 1).
Lawrence, dünya çapında ün kazanmasını sağlayacak istihbarat faaliyetlerine bu tayinden sonra
başlayacaktı (Karabekir, 2004: 109).

İngiliz Askeri İstihbarat Şubesi’nde çalışmaya başlayan Lawrence, Arap yarımadasında
Osmanlı Devleti’ne karşı muhtemel bir isyanda Şerif Hüseyin’in önemli bir figür olabileceğini
düşünüyordu (La Croix, 1935: 5; Gower, 2007: 22). Bu nedenle 1915’te Mekke’ye giderek Şerif
Hüseyin’le görüştü. İstikbale dair vaatleri ve teklif ettiği altınlarla seksen yaşındaki Şerif
Hüseyin’i istediği gibi yönlendirmeyi başardı (Albany evening News, 1935). Vaat ettiği “Büyük
Arabistan Krallığı” ihtiyar şerifi büyülemiş gibiydi (Karabekir, 2004: 109). Nitekim
Lawrence’in rehberliğinde, Şerif Hüseyin’in ve oğlu Faysal’ın komutasındaki Araplar
Osmanlıya karşı isyan hareketine katıldı (Gower, 2007: 8). Lawrence, Arap yarımadasında
İngiliz emelleri için savaşacak insanları bulmuş ve sonuçta Büyük Harp boyunca Hicaz-YemenIrak-Filistin-Suriye cephelerinde yapılan savaşlarda Osmanlı Devletine ağır kayıplar verdirerek
İngiltere’nin bölgeye hâkim olmasını sağlamıştı (Lawrence, 1991: 111).
Savaş bittikten sonra hizmetlerinin karşılığı olarak, İngiltere Kraliyeti tarafından birçok nişanla
ödüllendirilen Lawrence, akabinde Araplarla ilgili meselelerin çözümü için toplanan Paris Barış
Konferansında görevlendirildi (New-York Times, 1935: 23).

Çalışmanın tamamı:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/383137

BİLKE: Koruma duvarları delinen bir banka sistemi çöker. EĞİTİM SİSTEMİMİZİN koruyucu duvarları LAİK EĞİTİMDİR. Eğitimimize sahip çıkalım.

 
1 Yorum

Yazan: 28 Nisan 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , ,

ÇAL EVLAT ÇAL

18.04.2024-Murat DEMİROCAK

Çal evlat çal …

Trabzon’u henüz Ruslar işgal etmeden önce 1912 yılında Maçka’da dünyaya geldi. Çocukken o zor işgalci dönemleri geçirdi. Daha sonra her Maçkalı’nın yaptığı gibi İstanbul’a, gurbete çalışmaya gitti. Kendi başına kemençe çalmayı öğrendi. Ancak çaldığı kemençe diğer kemençelerden başka bir ses çıkarıyordu.

Trabzon kültürünün ses haritası olan bu değerini bilmediğimiz insanın bazı türkülerinden örnekler vereyim size:

*Ben seni sevdiğimi

Dertliyim Kederliyim

*Asker ettiler beni

*Divane aşık gibi

*Menşure dedikleri

Hamiyet Yüceses bir gün İstanbul’daki evinden çıkar ve cadde boyu yürümeye başlar. Bir yorgancı dükkanının önünden geçerken kemençe sesi duyar; ancak bu, şimdiye kadar duyduğu kemençe seslerine hiç benzememektedir. Bu seste ayrı bir hava ve gizem vardır. Dükkanın önünde durur ve bir süre dinler. Daha sonra kapıyı açarak içeri girer; bir gencin elindedir kemençe. Genç onu görünce çalmayı sonlandırır ve ayağa kalkar.

“Buyurun; ne bakmıştınız?” der.

“Sizi dinlemek için içeri girdim. Rica etsem biraz daha çalar mısınız?”

Genç bu istek üzerine iskemleye oturur ve çalmaya devam eder.

“Böyle çalmayı kimden öğrendiniz?”

“Kimseden öğrenmedim. Kemençe çalmayı kendi kendime öğrendim.”

“Ama çok farklı çalıyorsun. Kemençeni radyoda çalmayı ister misin?”

“Tabii ki isterim; ama beni oraya alırlar mı?”

“Alırlar, alırlar!” deyip çantasından çıkardığı kağıda bir isim yazar ve ardından:

“Adını yazdığım bu beyefendiye git! O sana yardımcı olacaktır!” deyip dükkandan çıkar.

İşte bu adımla Türkiye’de ilk defa Türk halkı radyoda kemençe dinlemeye başlamıştır. Bunu başaran sanatçının ne yazık ki Maçka’da ne adı geçer ne de Maçkalılar bu sanatçıyı tanımak için çaba sarfeder!

Bu olay, sanatçı ve Türkiye için bir ilk olmuştu. Maçkalılar kıymetini bilmesek de “Maçkalı sanatçı” diye radyoda anons edildiğinden o zamanlar kıymetini bilenleri onurlandırmıştır..

Artık radyoda haftada bir gün yirmi dakikalık canlı yayına çıkıyor, daha sonra dükkanına geri dönüyordu. Bir gün dükkandayken iki görevli dükkandan içeri girerek:

“Maçkalı kemençe sanatçısına baktık; burada mı?” diye sorarlar.

“Evet benim! Buyurun, ne vardı?”

“Akşam sizi bir yere götürmek için görevlendirildik. Onun haberini vermeye geldik.”

“Nereye gideceğiz?”

“Onu şimdi söyleye”Bugün çok önemli bir gün! Ata’nın huzurunda horon oynayacağız! Bizim için çok önemli bir gece olacak!” dediğinde heyecanı biraz olsun yatışmıştı.meyiz; akşam sizi almaya geldiğimizde söyleriz. Ha unutmadan kemençeniz yanınızda olsun!” deyip dükkandan çıktılar.

Dedikleri gibi de oldu. Akşam onu alarak Beylerbeyi Sarayı’na doğru yola çıktılar. Saraydan içeri salona geldiklerinde karşılarındaki masada Mustafa Kemal Atatürk oturuyordu. Maçkalı sanatçı o manzara karşısında çok heyecanlandı; ne yapacağını şaşırmıştı! Ancak salonda bulunan Soldoy horon ekibini görünce biraz rahatlamıştı. Soldoy horon ekibinin şefi onu tanıyordu. Yanına gelerek:

“Bugün çok önemli bir gün! Ata’nın huzurunda horon oynayacağız! Bizim için çok önemli bir gece olacak!” dediğinde heyecanı biraz olsun yatışmıştı.

Artık bütün hazırlıklar bitmiş, kemençeden çıkan sesle horon başlamıştı. Salonda bulunan herkes Soldoy ekibini pür dikkat izliyordu. Horon sona erdiğinde salon alkışla inliyordu. Ekip yavaşça salondan çıkmış, Maçkalı sanatçı olduğu yerde kalmıştı. O da çıkmak için hazırlanırken görevlilerden biri “Sen otur!” anlamına gelen el işareti yapınca sandalyesine oturdu.

Artık gözü, ona el işareti yapan görevlideydi. Salon alkış seslerini sessizliğe bırakınca görevli “Çalabilirsin!” işaretini verdi. Üstat kemençenin teline dokununca konuşmalar susmuş, dikkatler onun üzerine dönmüştü. Birkaç Karadeniz türküsünden sonra o anda mısraların aklında sıraya girdiği ve kalben okuduğu dörtlüğü söyledi.

“Çal evlat çal! Karadeniz havaları, bizim milli havalarımızdır!” diye seslendi.

İşte bu tarihi olay, 1933 yılında gerçekleşti. Biz kendisini unuttuğumuz, hatırlamak için bir çaba içinde dahi olmadığımız, ancak Atatürk’ün bu sözlerle onurlandırdığı sanatçı, Maçka’nın yediveren güllerinden biri olan Maçkalı Hasan Tunç idi!

Bu sözler, Maçkalı Hasan Tunç’un sanat hayatı boyunca unutamadığı anıların başında gelmiştir. Bu olayla ilgili yazı, İstanbul radyosu arşivlerinde mevcuttur.

Kaynak: Yılmaz Tunç (Hasan Tunç’un oğlu)

 
Yorum yapın

Yazan: 18 Nisan 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

SONSUZA KADAR AŞK

11.04.2024- Cem SİPAHİ

“Delikanlı, Askeri Deniz Lisesini kazanır ve Heybeliadada okula başlar… Bu arada tanıştığı o Çanakkaleli kıza aşık olmuştur. Okulla beraber aşkını büyüterek geliştirir. Arada mektuplaşmalar yazışmalar ve gün gelir okul biter. Deniz Harp Okulunu da bitiren delikanlı artık Teğmen olmuştur.

Yine her zaman buluştukları kır kahvesinde buluşmak için randevulaşırlar. Önce delikanlı gelir sonra da genç kız. Genç kız geldiğinde delikanlının yüzü düşmüş,suratı asık onu beklemektedir. Genç kız bu suratı hiç beğenmemiştir. Ayrılık vakti geldi diye düşünerek hazırlamıştır kendini. Önceki buluşmalarda ki o heyecan o sevinç artık yoktur delikanlıda…

Usulca yanına yaklaşır ve “Hoş geldin” der. Kuru bir “sen de hoş geldin” diye aldığı cevap iyice hüzne boğmuştur genç kızı. Artık bu aşkın sonuna geldiğini düşünerek sorar;

– Senin bir sıkıntın mı var?

– Evet!

– Hadi söyle o zaman, her şeye hazırlıklıyım.

– Yaa beni bir denizaltıya verdiler, der genç kızgınca…

Genç kız artık rahatlamıştır. Sorunun kendisi değil denizaltı olduğunu duyunca içinden bir ohh çeker.

– Ne var bunda? diye sorar genç kız.

– Yaa öyle deme, biz denizciler gemideyken sevdiklerimizle haberleşemiyoruz, denizaltıdan nasıl haberleşeceğiz? Ve delikanlı üzgün bir sesle sorar genç kıza;

– İstersen ayrılalım!

– Hayır asla. Ben seni bırakmam, diye cevaplar genç kız.

Delikanlı beklediği bu cevabı alır almaz heyecanlanır ve elinde tuttuğu paketi kıza uzatır.

– Sana armağan getirdim al.

Kızın kalbi hızla atmaya başlar. Neredeyse duracak gibi olur ve içinde yüzük olduğunu tahmin ettiği paketi heyecanla açar ama şaşkınlıktan duraklar. Paketin içinde bir fener ve mors kitabı bulunmaktadır. Kız şaşkınlıkla yine sorar ;

-Bunlar da ne?

– Yaa biz Çanakkale boğazından denizaltı ile çok geçeceğiz ve geçişlerimiz hep yüzeyden olur. Sen de fenerle mors alfabesini kullanarak sana haber verdiğim zamanlarda yazışırız. Olmaz mı?

– Bunlarla mı yazışacağız? diye sorar genç kız yeniden.

– İstemiyorsan ayrılalım, der delikanlı.

– Yok hayır, der gençkız, Ayrılık yok,yaşasın mors, diye yineler delikanlıya.

Genç kız mors alfabesi üzerinde çalışmaya başlar. Tüm detayıyla öğrenir ve kullanabilir hale gelir artık. Bir kaç gün sonra haber gelir delikanlıdan. Gelen mesaja göre 5 gün sonra gece saat 01:00 de geçeceğini ve kendisine mesaj yazmasını kendisinin de ona mesaj yazacağını iletir. Gençkız söylenen zaman ve saatte pencerede hazır bekler. Geliboluda denizaltı denizden süzülerek geçerken,çevrenin zifiri karanlığında, uzaklardan bir yerden yanan ışık pırıltılarını fark eder güvertedeki komutan ve diğer subaylar…İçlerinden birisi ;

– Bakın bakın ilerden bir yerden ışık yanıp sönüyor, diye dikkat çeker.

– Çabuk okuyun bakalım ne diyorlarmış diye emir verir komutan. Subaylardan biri heceleyerek okur ;

– Se- ni -se- vi -yo -rum….

– ”Bu ne lan” der komutan.

Hemen yanında duran delikanlı Teğmen ;

– Efendim, o benim sevgilim, der en şirin haliyle.

– ”Ne iş oğlum bu?”

– Efendim mors alfabesi hediye etmiştim ve ben geçince bana yazarsın demiştim işte o, diye cevaplar delikanlı Teğmen.

– ”Vayy be aferin lan! Desene biz bunca zaman boğazları hep boş geçmişiz.”

– İzin verir misiniz komutanım ben de bir mesaj yazayım ?

-Neyle?

– Cep fenerim var komutanım, der delikanlı teğmen.

Projektörü açan teğmen yanıp söndürürken, sanki Gelibolu’yu yakıp tutuşturuyordu aşkından…. İlk kez böyle bir şeyle karşılaşan Gelibolu halkı ise,sanki uzaylılar istila etmiş gibi heyecan yapmışlardı teğmen ile gençkızın aşkından.

Gelen mesajları heceleyerek kağıda dökmeye çalışan gençkız denizaltı geçtikten sonra elindeki kağıdı okudu. “Sonsuza kadar” yazılıydı delikanlıdan gelen mesajda.

Bu olay tüm denizaltıcılar arasında duyulmuştu. Artık herkes delikanlı Teğmen ile gençkızın aşkını anlatıyordu…

Birkaç gün sonra bir haber daha gelir. ” Bir hafta sonra gece saat 02:45 de pencerede ol, ben geçiyorum bana mesaj yaz. Ama dikkat et, konvoy halinde geliyoruz ve ilk denizaltıda ben varım sakın sırayı şaşırma. “

Genç kız yine söylenen saatte pencerede bekliyordu…

Gecenin karanlığında Ege denizinden Çanakkale boğazına giren denizaltılar süzülerek ilerliyorlardı. Genç kız fenerini yakıp söndürerek mesajını vermeye başladı. Mesajı gören denizaltındaki denizciler;

– Bakın bakın ışık yanıp sönüyor okuyun ; “se- ni- se- vi -yo- rum”

– ”Vay be, duyduğumuz doğruymuş,gerçekten böyle bir aşk varmış” der denizaltının kaptanı Bahri Kunt.

– ”İyi de bu kızın sevgilisinin denizaltısı öndeydi,ilk denizaltıydı,niye bize mesaj yazdı ki? ”diye kendi kendine seslice sormadan edemez kaptan.

– Efendim herhalde uyuyakaldı ya da sırayı aşaırmıştır diye cevaplar subaylardan biri.

”Yahu geçip gideceğiz, şimdi kız haber almazsa yanlış anlayacak rahat uyuyamaz… Nasılsa gecenin karanlığı,kimse anlamaz açın şu projektörü” emrini verir kaptan Bahri Kunt.

Ve mesajı gönderir…

“SONSUZA KADAR…..”

Tarih 4 Nisan 1953 dü…

O konvoyun 1. denizaltısının ismi ise ”Dumlupınar” dı…..

Çanakkalenin Nara burnu açıklarında, İsveç Bandıralı ve buzkıran donanımlı Naboland gemisinin çarpması sonucu Çanakkale Boğazının derin sularına az önce gömülmüştü…

Konvoydaki 2. denizaltı ise,bunu hiç fark etmeden devam etmişti ve boğazdan ilk geçen denizaltı olmuştu….

81 Denizcimiz ile beraber o genç delikanlı teğmen…..

”Sonsuza kadar” sürecek olan son uykularına dalıyorlardı.

Anılarına saygıyla…Mekanları cennet olsun…”

Alıntı : Cem Sipahi

 
Yorum yapın

Yazan: 16 Nisan 2024 in Uncategorized

 

Etiketler: , , , ,

ESKİ TÜRKÇE KAÇAN VE ZAMAN

14.04.2024-A. Yaşar SARIKAYA

Zaman, felsefecileri bilim insanlarını tarih boyu ilgilendirmiş ve ilgilendirmeye devam etmektedir. Son yıllarda, anı yaşamak, anda kalmak yaşam koçları ve psikologların önerdiği yaşam biçimi olmuştur. İMDİ sözcüğü, an olarak Kaşgarlı Mahmut’un DLT eserinde karşımıza çıkar. İmdi, günlük kullanımda ŞİMDİ olarak kullandığımız bir sözcük ve “an” karşılığındadır. TÜN, KÜN, BILDIR ve daha bir çok sözcük eski dilden günümüze değin yaşamaktadır.

Aynı sözlükte KAÇAN sözünün, zaman olarak kullanıldığını görmek, maddenin 4. hali- kara delik- ak delikleri, proton ve nötronun parçalanarak birbirinden kaçma eylemini anımsattı. Zamanı hangimiz tutabiliyoruz ki, onu yaşıyor ve kaçırıyoruz. Atalarımız, bu gerçeği ayırt ederek KAÇAN sözüne eskimeyen bir anlam yüklediler diye düşünüyor insan. Yine günümüzde kullandığımız HAÇAN sözü, KAÇAN yerini almış olabilir de. Ezel, ebed, sonsuzluk, geniş zaman, gelecek, şimdiki zaman sözcüklerinin tümünün anlamlarını KAÇAN sözcüğünde buluyor olabilir miyiz?

KAÇAN sözü DLT: Ne vakit, vaktaki, ne zaman (Atalay IV 2006)

KAÇAN DLT: Ne zaman, eğer, ne zaman ki (Ercilasun- Akkoyunlu 2014)

Nişanyan sözlük: Eski Türkçe Kacan ne zaman, nasıl(soru zarfı) sözcüğünden evrilmiştir. Eski Türkçe KAÇ soru sıfatı sözcüğünden “an” ekiyle türetilmiştir diyor.

Zaman konusunda, dünya dilleri arasında sürdürülen KAÇAN eylemini anlatan başka söz olabilir belki. Yine de dilimizin ince ustalıklarına hayran olmamak elde değil.

İnsan kendi iç dünyasını bilmeden, dış dünyayı ezberler, karmaşık çokluğun gölgesinde yaşarsa kendine yararı olur mu? Dilimizi doğru kullanarak çağdaş yaşam ortamına taşıyabiliriz. Ne Ortadoğulu olmak ne de başka özentilere gerek kalmaz.

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

fink nedir bilir misiniz?

13.04.2024-Mine Dönmez ÖLÇER

1950’lerin başıydı. Anamur’un dağ köylerinde ormanlardan geçimini sağlayan köylülere yasaklar getirilmişti. Orman alanı ve köylülerin kullanım alanları arasında belirsiz bir sınır vardı. Yıllardır geçimini orman ekonomisine bağlayan köylüler, artık keçilerini ormana sokamıyor, kıraç topraklarda tarıma zorlanıyordu.

Not: Aşağıdaki resim Fikret Otyam’ın Kara Çukur köyünde 1966 baharında çektiği bir fotoğraftır.

Ama onlara verilen topraklarda ne buğday, ne de arpa ekimi yapılabiliyordu.

Bu topraklarda sadece fink denilen yabanıl bir bitki ekilebiliyor, köylüler bolca bulunan bu ekini, hem kendileri hem de hayvanları için kullanıyorlardı.

Aç kalmamak için yıllarca topraklarına fink ekmek zorunda kaldılar. Aslında fink, öldürmeyen ama sakat bırakan siyah bir tohumdu. Ancak hayatta kalmak için insanlarının fink ile beslenmekten başka çareleri yoktu.

Fink ayak damarlarında çekilmeye, zaman içinde ayaklarda deformasyon ve sakatlanmalara yol açıyordu. Köylerde zamanla sakatlar çoğaldı ve topalların çoğunlukta olduğu köyler oluştu. Finkin etkisi genellikle kadınlarda görülmüyordu. Bu nedenle yıllarca kadınlar finkli yemekler pişirdi, erkekler de bu yemekleri yedi.

Sonraları insanlar finkin farkına vardı. Kadınlar yemek yaparken finki yemeklere sakatlık dozunu ayarlayarak daha az katmaya başladılar ama dozlar gene tutturulamadı, sakatlar çoğaldı. Hem hayvanlar hem de insanlar sakat kalıyordu.

İnsanlar finkle yaşamaya alışmış, zaman içinde kaderlerine boyun eğmişlerdi. Kendilerince faydalı bir yönünü de bulmuşlardı, sakat kalan erkekler iki yıllık askerlik görevine çürük çıkıp gitmiyor böylelikle köyde kalıyorlardı.

Finke direnenler içinse tek çare Anamur’a gidip zor şartlarda yeni bir hayat kurmak, ya da alınan fitrelerle geçinmeye çalışmaktı.

Bu durum ta ki, bir gazetecinin (Fikret Otyam) 1966 yılında Kara Çukur köyüne gelip, köylülerle ilgili bir yazı dizisi yapana dek devam etti.

Bazen insanlar içinde yaşadıkları duruma alışırlar ve onu hayatın vazgeçilmez bir parçası olarak kabul edip, onunla yaşamaya devam ederler.

Çevrelerine olağanüstü kötü şeyler oluyordur ama kanıksadıklarından farkına bile varmazlar. Tepki gösterenleri zorla sustururlar. Önce alay ederler, sonra kızarlar, sonra da gerekirse cezalandırırlar.

Durumun farkında olanlar için iki yol vardır. Birincisi çekip gitmek, tıpkı Kara Çukur köylüleri gibi başka yurtlarda dilenmek ve mutsuz yaşamlar edinmek, ikincisi ise kalıp mücadele etmek.

Ta ki diğerlerinin de yaşadıklarının kaderleri olmadığına inandırana dek.

Mine Dönmez Ölçer

 
Yorum yapın

Yazan: 13 Nisan 2024 in Bilinmeyenler, Haberler

 

Etiketler: , , , , , , ,

1960’LAR SİNOP VE ÇOCUK

12.04.2024- Tufan BİLGİLİ

Önündeki iki inek bir buzağıyı Zeytinlik Sokak’tan Helvacı Sokağa sürerken, Ada’lı Kadınların yeni süpürülmüş evlerinin önünün henüz taze pislemiş hayvan pislikleriyle kirlendiğini gördü.

Sabah serinliğine rağmen, sağa sola sapan hayvanları yolda tutma çabası, Helvacı Sokağı geçtikten sonra Kayalık sokağın dik yamacı ile birleşince yavaştan terlemeye de başlamıştı. Sağdan, soldan birer ikişer hayvanla kendisi gibi hayvan sürenlerin yönü hep Seyit Bilal’a dönüktü.

Kayalık Sokakla Okullar Caddesinin birleştiği meydana vardığında yaklaşık kırk elli hayvanı bir arada tutma çabasındaki eşek üzerinde sağa sola koşturan Süleyman ile Göynük Salih’i gördü. Sürüdeki hayvanların bazıları evlerine dönmek için çaba gösteriyor, bazıları birbirleriyle boynuzlaşıyor, bazıları birlikte geldiği yavrularını kaybetmenin telaşı ise sağa, sola saldırıyorlardı.

Hayvanlarını götürenler sürüye kattıkları hayvanlarını bırakıp evlerine dönüyordu. Sonunda saat yedi buçuk gibi sürüye katılmak için getirilen hayvanlar nihayete erince hayvanların önünü tutan Göynük Salih önü açtı. Sürünün az önceki hengamesi azalmış, Süleyman’ın harekete geçmeyen bir, iki hayvanı da kovalamasıyla sürü Seyit Bilal’dan Radar Yoluyla adaya doğru akıp gözden yitti.

Hengame bitince çocuk yönünü aşağıya çevirdi. Elindeki sopayı bacaklarının arasına alıp at yaptı. Mustafa Amcası’nın aldığı mantar tabancasını cebinden çıkardı. Son mantarını namlunun ucuna taktı. Çok zor çekilen horozunu kalırdı. Tetiği çekti. Tetik yavaşça düştü. Mantar patlamadı. Tekrar horozu kalırdı. Bu sefer gözünü kapadı, tetiği daha hızlı çekti. Mantar ‘fıst’ diye patladı. Daha seri atan ‘şeritli tabancadan’ olsaydı! Ecza kokusu gene de çocuğu mutlu etti. Atına ‘dehhh’ dedi. Başka eğlenceye gideceği düşüncesiyle dört nala eve doğru koştu.

Bugün Savraklar’ın Kemal’in iki gündür kağnısı ile çekip harmanda yığın yapılan üç yığından buğday olan iki yığını dövülecekti.

Bulutsuz, rüzgârsız, açık, sakin ve güneşli bir günün kuşluk vaktiydi.

Evde telaş ile yaptığı kahvaltıdan sonra harman yerine indiğinde bir yığının harman yerine serildiğini, Kemal Amcanın boyunduruklayıp dövene koştuğu öküzlerin ağızlarına sepet takma telaşında olduğunu gördü.

Harman yerinden beş yüz metre aşağıda görülen atlas gibi serili duran denizin maviliği güneşin ışınlarını yansıtırken manzara gözleri kamaştırıyordu.

Kemal Amca öküzlerin kafalarına harmandaki ekinleri yememeleri için sepet takmaya çalışırken Aslan isimli öküz, harmanda serili ekinleri yemek için boynu yerde giderken aniden kaldırdığı kafası Kemal Amca’nın çenesine çarptı. Canı yanan Kemal Amca hırsla üvendireyi öküze dürttü. Nodulun öküzün kalçasına değdiği yer kanayınca Kemal Amca’nın hırsı biraz gider gibi oldu. Bu arada mahallenin çocukları harman yerinde eşinip, yatıp yuvarlanıyorlardı. Öküzler üvendirenin korkusuyla harmanda hızla dönmeye başlayınca bağırarak çocukların dışarıya çıkmasını sağladı.

Biraz sonra öküzler sakinleşmiş, ortalık yatışmıştı. Kemal Amca son olarak döveni kaldırıp taşlarını kontrol etti. Tekrar harmana dalan çocuklara bağırarak kenara çekilmelerini söyledi. Büyük ağabeyinin oğlu Komiser Süleyman’ın tatil için Sinop’a gelen çocuklarından yeğenleri Hasan ile Müjgan’ı ve yanlarına da oğlu Ahmet’i dövene bindirdi. Müjğan’ın kucağına da henüz bebek olan en küçük kuzen Yakup’u tutuşturdu. Diğer çocuklara onları da sırayla bindireceğini söyledikten sonra, kendisi boyunduruğun önüne geçip ‘hast’ diyerek döveni çevirmeye başladı. Öküzlerin önünde iki tur attıktan sonra elindeki yuları boyunduruğa attı. Artık öküzlerin kumandası dövenin üzerideki Hasan’da idi. Döven üzerindekiler keyifle dönerken kenardaki çocuklar özlemle onları izliyorlardı.

***

Harman ile ilgili bir başka şenlik daha bekliyordu çocukları.

Zeytinlik Sokağı Okulak Sokağa bağlayan köşedeki taş dibekte keşkek dövülmesi de bir başka farklılıktı.

Artık pek sık olmasa da yaz sonuna doğru, harman dövüldükten sonra buğday sahipleri kışlık ‘keşkek’ dövmek için yakın çevredeki tek dibek olan mahallenin dibeğinden yararlanırlardı.

Önce kadınlar su dolu kovalarla dibeğin başına gelir, dibek bu su ile güzelce yıkanırdı. Daha sonra dibek dövülürken tokaç’tan sıçrayabilecek ekinlerin zayi olmaması için dibeğin etrafına geniş bezler serilirdi. Sonra dibeğin hemen yanındaki Tüfekçiler’in evinde saklanılan sokular (tokaçlar) dibeğin yanına getirilir. Önceden kaynatılıp kurutulmuş, buğday tavını alması için hafifçe ıslatılır, dibeğe yeterince dolduruldu. Sonra etraftaki gençler sıra ile tokacı omuzlarının üzerinden şarkı, türkü söyleyerek dibekteki buğdaya vurarak, buğdayı kabuğundan ayırırlardı.

Harmandan sonraki bu etkinlik mahallenin başka bir ritüeliydi ve sıra ondaydı.

Sinop/Tufan BİLGİLİ

 
Yorum yapın

Yazan: 12 Nisan 2024 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

“BAYRAM” KELİMESİ ÜZERİNE

09.04.2024-Prof.Dr. Osman Fikri Sertkaya-TÜRK DİLİ MAYIS 2021 Yıl: 70 Sayı: 833

İslamlıktan Önceki Türklerde (Göktürk ve Uygurlarda) Bayram:
Göktürk ve Uygur metinlerinde “bayram mefhumu” Hint-İran dillerinden alınma rāma kelimesi ile karşılanmıştır. Sanskritçe rāma’nın anlamı “sevinç, neş’e, huzur, mutluluk, sükûn”dur.1

Bu kelime Sanskritçeden İran dillerine de geçmiştir. Sanskritçe rāma kelimesinin
sonundaki -a ünlüsü artikel ekidir. Kelime Türkçeye geçince bu -a eki düşer. Çünkü Türkçede artikelin karşılığı yoktur. Böylece kelime Türkçede rām şeklini alır. Daha sonraki Türkçe metinlerde baz-ram
veya bez-rem > bad-ram, d > y gelişmesi ile de bayram şekillerinde de görülecek olan kelimenin ikinci hecesi olan rām bu Sanskritçe kelimedir. Ancak Türkçede r- ünsüzü ile kelime de başlamadığı için rām
kelimesi Türkçede önüne a- protezini alarak arām şeklinde Türkçeleşmiştir.

Kelime, Göktürk metinlerinde görülmez. Eski Uygur Türkçesi metinlerine de çeviri metinler ile girer ve rām şeklinin yanında genellikle tarih kayıtlarında yıl adından sonra Türkçeleşmiş arām şekli ile kullanılır. arām ay / rām ay “yılın ilk ayı demektir”. 2

Örnekler: rām ay iki şık bugday, ikinti ay iki şık bugday. (Ch/U 7470 + Ch/U 6058, 4. satır); tavışgan yıl arām ay bir yangıka (USp 87/1); bu tavarnıng satıgı elig tas bözni arām ay içinde birür men (U 5264/4.-6. satırlar).
Eski Uygur Türkçesi metinlerinde takvimin ilk ayı olarak karşımıza çıkan arām /rām ayından önceki ayın, yani tamamlanmakta olan yılın 12. ayının Eski Uygur Türkçesi metinlerindeki adı ise “oruç ayı” anlamına
gelen çakşapat ay ~ çahşapat ay ~ çakşaput ay ~ çahşaput ay şekilleridir. Çakşapat kelimesinin kökü Sanskritçe şikşâpada kelimesine dayanıyor.
Budist olan eski Uygur Türkleri genellikle bugünkü şubat ayının son haftası ile mart ayının üç haftasında ay takvimine göre 28 gün güneşin doğması ile batması arasında herhangi bir şey yememiş ve içmemiştir. Bu eylemin adı İran dillerinde rōçag şeklindedir. Bu İranca kelimenin sonundaki -g ünsüzü
de Türkçe kelimelerin sonundaki -g ünsüzü gibi düşünce geriye kalan rōça şekli Farsçada kelime içerisindeki içerisinde ç sesinin z olması ile rōza şeklini olmıştır. Farsçadan geçerek Türkçenin edebî metinlerinde kullanılan rûze kelimesinin kökeni budur.
Farsça rōçag kelimesi Türkçeye geçerken Türkçede r- ünsüzü ile kelime başlamadığı için o- protezini (ön sesini) almış ve Oğuz Türkleri arasında *o-rûçag *o-ruça > o-ruç şeklinde gelişmiş ve bin yıldan beri de halk arasında oruç şeklinde kullanılmıştır.3

Müslüman Araplarda Bayram:
Türkçede kullanılan bayram kelimesinin karşılığı Arapçada عید ayn-ye-dal
harfleriyle yazılan ‘îd = ‘ıyd kelimesidir. Bu kelime Osmanlı Türkçesinde bu
şekilde kullanılmıştır. Ali Nihâd Tarlan hocamızın Eski Türk Edebiyatı derslerinde meşhur şairimiz Fuzuli’den zikrettiği aşağıdaki beyit şaheserdir:
Yılda bir kurbân keserler halk-ı âlem ‘ıyd üçün
Dem-be-dem sâat-be-sâat men senün kurbânınam

Ancak kelimenin Özbek ve Uygur Türkçeleri başta olmak üzere Türk dünyasında ‘îd yanında ‘ıyd / ‘ıyt, ‘ayt, hayt, hayit gibi şekillerde telaffuz edildiği, kişi adı ve soyadı olarak kullanıldığı görülmektedir. İki örnek verelim. 20. yüzyılın meşhur Özbek âlimi Baymirza Bey’in soyadı Hayit idi. 21. yüzyılın meşhur Uygur saz sanatkârının adı da Abdürahim Hayit’dir. 20. yüzyılda Türk dünyasının en meşhur yazarı Kırgız Türkü Çinggiz Aytmatov’un soyadının açılımını “Ayt (Bayram) – Mat (Muhammed) – Ov (oğlu)” yani “Cengiz Bayram Muhammed Oğlu” şeklinde yapanlar da vardır.
Bize Farsça üzerinden geçen iki İslami bayram vardır. Bunlardan şevval ayının ilk gününden başlayan ‘îdü’l-fıtr = ‘ıydü’l-fıtr adlı bayram ki Türkler bu bayrama Ramazan Bayramı, Şeker Bayramı, Şükr (?) Bayramı demişlerdir.
İkincisi ise kökeni Hazret-i İbrahim’e dayanan ‘îdü’l-adnâ = ‘ıydü’l-adnâ adlı bayramdır ki Türk halkı bu bayrama Kurban Bayramı adını vermiştir.

Sözlüklerdeki Değerlendirmeler

  1. “Bayram” kelimesi hakkında ilk beyan Wilhelm Radloff (1911)’a aittir. Versuch eines Wörterbuches der Türk-Dialecte, IV, 1119’da kelimenin Farsçadan
    Türkçeye geçtiğini söylemiştir. (Bk. Gerhard Doerfer, TMEN II, 813’deki bayram maddesinin sonu, s. 385).
  2. Artturi Kannisto (1925) FUF, 17, s. 1-264’te yayımladığı “Die tatarischen
    Lehnwörter im Wogulischen” adlı çalışmasında kelimenin Arapçadan Türkçeye geçtiğini söylemiştir. (bk. s. 236).
  3. Gerhard Doerfer (1965) Türkische und mongolische Elemente im Neupersischen, II, s. 823’de kelimenin Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lugati’t-Türk’ünde
    baḏram ve bayram şeklinde geçmesi dolayısıyla Türkçe saymış ve kelimenin
    Türkçeden Farsçaya geçtiğini ileri sürmüştür
 

Etiketler: , , , , , , ,

SİNOP SARI SALTUK- BİZANSLI GENERAL KASTA VE OĞLU MONİ

07.04.2024- Prof. Dr. Cevdet YAKUPOĞLU

Bugün halkın anlattığı “Kastın Ne İdi Moni’ye” hikâyesi ile günümüzden 550 yıl önce kaleme alınmış Saltuknâme adlı eserde geçen Moni, oğlu Kasta ile güzel ve savaşçı kız Kide Banu ve Türk komutanı Atabey Gazi çerçevesinde anlatılan “Türklerin Kastamonu’yu Fethi” hadiseleri arasında çok çarpıcı ilişkiler ortaya çıkarılabilmektedir.

Sadece bu irtibata dayanarak Kastamonu adının, Saltukname’de geçen hadiselerde de görüleceği üzere, Moni ve Kasta’nın adından ortaya çıktığına dair kesin bir hüküm vermek niyetinde değiliz. Burada önemini vurgulamak istediğimiz şey, bundan tam beş buçuk asır önce Candaroğulları zamanında ve Fatih devrinde Kastamonu insanının ve Osmanlı yazarlarının, bu vilayetin adının Türk- Bizans mücadeleleri esnasında zikri geçen bazı şahıs adlarıyla veya o dönemde yaşanan vakalarla alakalandırılması gerektiğini bize anlatmaya çalışmış olmalarıdır.
Aşağıda Sarı Saltuk’un kimliği ve faaliyetleri, Kastamonu’da Türk- Bizans mücadelelerinin Saltuknâme’de geçen destansı anlatımı önce özet olarak verilmiş, akabinde Kastamonu’nun Bizanslı general Moni ve oğlu Kasta’nın elinden nasıl alındığı ve bu isimler çerçevesinde Kastamonu isminin doğuşuna nasıl atıf yapılmak istendiği vb. mevzular üzerine değerlendirmeler yapılmıştır.

GÖRSEL: Arnavutluk’ta Sarı Saltuk büstü

Saltuknâme’ye Göre Sarı Saltuk’un Kimliği
Saltuknâme’ye göre Sarı Saltuk (Şerif Hızır), Seyyid Battal Gazi neslindendir. Seyyid Battal Gazi devrinde Malatya beyi Emir Ömer’di. Onun neslinden gelmiş olan Emir Ali, Sinop (Ceziretü’l-Uşşâk) yöresi hâkimi veya fatihi idi. Emir Ali, Sinop’ta Sarı Saltuk’un dedesi Seyyid Hüseyin’e “hatiplik” görevi vermişti. Seyyid Hüseyin’den sonra oğlu Seyyid Hasan’a “hitabet” verilmişti. Seyyid Hasan, Kastamonu’da otururdu ve yaptığı gaza hareketleri ile çevredeki düşmana korku salmıştı. Ancak o, Kastamonu’da bulunduğu bir sırada, Harcenevân (Amasya) hükümdarı tarafından hile ile zehirletilip şehit edildi. Bölge halkı Seyyid Hasan’ı gizlice yüksek bir dağ üzerine çıkarıp orada defn ettiler.
Seyyid Hasan öldürüldüğünde oğlu Şerif Hızır yani Sarı Saltuk üç yaşında bulunmakta idi. Sarı Saltuk’un Sinop yakınlarındaki Haynup kalesi çevresinde dünyaya gelmiş olduğu söylenmiştir. Doğum tarihi ihtilaflıdır (Saltıknâme, 2013: 24; Yüce,1987: 81-82; 1988: 375-381; Sarıkaya vd., 2014; Kiel, 2009: 147-150).

Sarı Saltuk, annesi Rebi de ölünce iyice yalnız kaldı. Abdülaziz adlı âlim Sinop yöresinde ona ilim öğretti. Sarı Saltuk’un lalası Seravil onunla ilgilendi ve Sarı Saltuk’u, Sinop yöneticisi Emir Ali’nin katına çıkardı. Ancak Emir Ali, Sarı Saltuk’a iltifat etmedi. Bunun üzerine Seravil onu Sebük Tegin neslinden olan Sultan Süleyman’a götürdü. Sultan Süleyman, o sırada Gazne’den Azerbaycan’a gelmişti ve buradan Anadolu’ya geçme niyetinde idi. Bu günlerde İslam padişahı Sultan Süleyman ve Selçuklu sultanı ise Gıyâseddin Keyhüsrev idi.
Burada zikri geçen sultanların XII. yüzyıl sonları ile XIII. yüzyıl başlarında faaliyet göstermiş Türkiye Selçuklu sultanları II. Rükneddin Süleymanşah ile I. Gıyâseddin Keyhüsrev olduğu tahmin olunabilir (Saltıknâme, 2013: 25-26; Ebû’l-Hayr-ı Rûmî I, 1988: 1-4; Turan, 1993: 254-259). Dolayısıyla Sarı Saltuk’un doğumu ve çocukluk yılları, XII. yüzyıl sonlarına tekabül etmektedir.

Giriş Bölümünden:Saltuknâme, Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmed’in oğlu Şehzade Cem Sultan’ın emriyle, maiyetinden Ebu’l-Hayr-ı Rûmî (Akalın,1994: 360-362) adlı/lakaplı şahıs tarafından 1473-1480 yılları arasında kaleme alınmıştır. Üç ciltten oluşan Saltuknâme’deki konular, Fatih’in İstanbul’u fethi hadisesiyle son bulmaktadır.

Eserin kaleme alınış hikâyesi, yine eserin içinde mevcut olup, özet olarak şu şekilde verilebilir: Sultan Fatih, Akkoyunlu Uzun Hasan üzerine yürüdüğü sırada, eski başkent Edirne’de yerine oğlu Cem Sultan’ı vekil bırakmıştı. Cem Sultan, Tuna Baba’ya indi… Baba’yı (Sarı Saltuk’un kabrini) ziyaret etti. Onunla ilgili menkıbeleri, müritlerinden dinledi. Ebu’l-Hayr-ı Rûmî diye bilinen adamına bu zatın kıssalarını toplamasını emretti. Bu şahıs, Cem Sultan’ın emriyle Anadolu ve Rumeli’de yedi yıl dolaşarak, Sarı Saltuk’a ait birçok gaza hikâyelerini âşıklardan ve âriflerden dinleyerek derlemek suretiyle vücuda getirdi, kitap haline koyup Cem Sultan’a sundu. O da, bu eseri beğendi (Saltıknâme, 2013: 661-663).

Tamamı:

KAYNAK: ULUSLARARASI AVRASYA SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
Yıl/Year: 5, Cilt/Vol:5, Sayı/Issue: 16 Prof. Dr. Refik TURAN Özel Sayısı

438 Numaralı Muhasebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri (937/1530) II. (1994). Haz. Ahmet Özkılıç, Ali Coşkun vd. Ankara: BDAGM Yayını.
Akalın, Ş. H. (1994). “Ebü’l-Hayr Rûmî”, TDV. İA., C.10, s.360-362.
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Tapu-Tahrir Defteri (BOA. TD.), Nr. 51.
Demir, Necati (1999). “Anadolu’da Teşekkül Etmiş Destani Halk Hikâyelerinde Haçlı Seferlerinin İzleri”, Uluslar arası Haçlı Seferleri Sempozyumu Bildirileri, İstanbul: TTK Yayını.
Ebû’l-Hayr-ı Rûmî (1988-90). Saltuknâme, C.I-III, Haz. Ş. Haluk Akalın, Ankara.
Ebû’l-Hayr-ı Rûmî (2013). Saltuknâme (Saltık Gazi Destanı), Yay. Necati Demir, M. Dursun Erdem, İstanbul: Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Derneği (UKİD) Yayını.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı Muallim Cevdet Yazmaları (İBK. MCO.), Nr. 15.
Kiel, Machiel (2009). “Sarı Saltuk”, TDV. İA., C.36, s.147-150.
Köprülü, M. F. (1925). “Oğuz Etnolojisine Dair Tarihî Notlar”, TM., C.I.
Köprülü M. F. (1943). “Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten XXVII.
Köprülü, M. F. (2000). Anadolu’da İslâmiyet, İstanbul.
Ocak, A. Yaşar (2002). Sarı Saltuk, Popüler İslâm’ın Balkanlardaki Destanî Öncüsü, Ankara: TTK Yayınları.
Ocak, A. Yaşar (1979). “Sarı Saltuk ve Saltuknâme”, Türk Kültürü, S.197, Yıl:17, s.266-275.
Özgül, V. (2013). “Sytzigan- Baba Syrgiannes- Baba Saruca, Saltuk Et-Türkî ya da Nam-ı Diğer Sarı Saltık Hakkında”, Alevilik Bektaşilik Araştırmaları Dergisi, 8, s.133-176.
Sakaoğlu, N. (1966). Çeşmi Cihan Amasra, İstanbul.
Sarıkaya, M. Saffet vd. (2014): “715/1315’te Yazılan Tuffâhu’l-Ervâh’a Göre Sarı Saltuk”, “İbnu’s-Serrâc’ın Eserleri Çerçevesinde XIII. yüzyılda Güneydoğu Anadolu’da Dinî-Tasavvufî Hayat” adlı 110K317 numaralı Tübitak projesi. http://www.msaffets.com/wp-content/uploads/SaffetNecmNecdet_Saltuk_Trakya.pdf.
Turan, O. (1993). Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul: Boğaziçi Yay., s.254-259.

Yakupoğlu, C. (2009). Kuzeybatı Anadolu’nun Sosyo-Ekonomik Tarihi, Kastamonu-Sinop- Çankırı-Bolu (XIII-XV. Yüzyıllar). Ankara: Gazi Kitabevi.
Yüce, K. (1987). Saltukname’de Tarihî-Dinî-Efsanevî Unsurlar, Ankara.
Yüce, K. (1988). “İslâmî Destanlarda Batı Karadeniz Bölgesine Ait Bazı Kayıtlar”, I. Tarih Boyu Karadeniz Kongresi, Ekim,1986 (Samsun), s.375-381.

 

Etiketler: , , , , , , ,

GEÇMİŞİ BİL VE GELECEĞE ÜRET

05.04.2024- ÜRDÜN’LÜ BİR DOKTORUN FACEBOOK’TA YAZDIĞI İBRETLİK BİR YAZI.!

İngiliz bir arkadaşıyla başkent Amman’ın Kavaysime bölgesinde gezerken İngiliz arkadaşı köprülere hayran olmuş ve bu hayranlığını şöyle dile getirmiş ;

– “Ecdadınız gerçekten çok çalışmış, çok harika mühendislermiş, çok güzel köprü yapmışlar. Bravo atalarınıza…” demiş…

Ürdün’lü doktor :

– “Hayır , bizim ecdadımız değil , o köprüleri Türkler yapmış.” demiş…

El Sahravi bölgesine varınca, tarihî demir yollarını görmüş ve şaşkın bir şekilde ;

– “Ecdadınız gerçekten çok büyük insanlarmış ki, demiryolunun önemini o zamanlarda anlamışlar ve bu bölgede demiryolu inşa etmişler. Medeniyet ulaşımla başlar üstadım…” demiş.

Ürdün’lü doktor :

– “Hayır bizim ecdadımız değil, onları da Türkler yapmış…” demiş…

Yola devam etmişler,

El Katrane Kalesine varınca, kale önünde durarak , hem kalenin güzelliğine hayran kalmış, hem de kente hayat veren su kanallarını ve su deposunu görünce çok beğenmiş, ve

– ” Gerçekten ecdadınız müthiş zekâya sahipmiş, şu su kanallarının güzelliğine bir bakın, şu su deposuna bakın, şu kalenin güzelliğine bakın üstadım… ” demiş…

Ürdün’lü doktor :

– “Hayır bizim ecdadımız değil, onları da Türkler yaptı…” demiş…

İngiliz, biraz susmuş ve derin bir nefes aldıktan sonra,

– ” Peki , sizin ecdadınız ne yapmış?” diye sormuş.

Ürdün’lü doktor demiş ki :

– “Sizin ecdadınızla işbirliği yaparak, Türkleri bölgeden kovmuşlar…”

– ” … ??? … “

BİLKE YORUM: Ürdün, Roma uygarlığının hakim olduğu dönemlerden kalan tarihi eserlerle dolu. Gezilecek çok yer var. Osmanlı izlerini anlatan doktor, bize güzel bir ders veriyor. Geçmiş, dillerde sadece övünç kaynağı olarak kalırsa, geleceğe katkısı olur mu? Şimdiki zamanda bilim, kültür ve sanatı yaşatmak, geleceğe üreten uygarlıkların işidir.

 
Yorum yapın

Yazan: 05 Nisan 2024 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , ,

18. YÜZYILDA SİNOP – SAMSUN İLİŞKİLERİNE AİT BAZI GÖZLEMLER

04.04.2024- Prof. Dr. İbrahim GÜLER

Samsun ve Sinop’un Ortak Sosyal (İletişim-İlişkiler) ve Ekonomik (İktisadî
Malî) Özellikleri

Sinop ve Samsun’un ortak özelliklerinden bir diğeri de Kuzey Afrika’daki Türk ocaklarında hizmet edecek, asker adaylarını bölgeden ocaklara göndermekti.
Buralardan giden gençler, söz konusu ocaklarda önemli işlevler görmüşlerdi. Aralarında çok yüksek mevkileri elde eden hatta yönetimi eline geçirenler bulunuyordu.24 Bu gençler, asıl vatanlarının adını, kültürünü ve medeniyetini gittikleri bu coğrafyalara taşımışlardı. 25

Bunlardan başka bu iki şehrin, başka devletlerin şehzadeleri ve yakınlarına ev sahipliği yapma gibi özellikleri de vardı. Osmanlı Devleti tarafından muhtelif Osmanlı şehir ve adalarında ikamete tabi tutulmuş, bir ara İran Şahı ilân edilip İran’a karşı bir koz olarak da kullanılmış 1730’da Osmanlı Devleti’ne sığınan İranlı şehzade Mirza Safi ve eşi Karıcıbaşı Kızı, kalebend olarak Samsun ve Sinop’ta ikamete tabi tutulmuşlardı.
Bunlara, Sinop İskelesi Gümrüğü Mukataası ve Tevabii’nden maaş veya yevmiye tahsis edilmişti. Bunlardan Mirza Safi Samsun’da eşi Karıcıbaşı Kızı ise Sinop’ta ikamet ettirilmişlerdi.26 Böylece Osmanlı Devleti’nin komşularıyla olan dış siyasetinde bu iki Karadeniz iskele şehrinin katkısı olmuştu.

***

24 Bk. Güler, “Sinop’da Tunus Dayısı Vakfına Dair 1744-1746 Tarihli Bir Dava Dosyası”,
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 5 (Samsun 1990), s. 65-78.
25 Bu konuda bk. Güler, “XVII. ve XVIII. Yüzyılda Tunus Anadolu İlişkilerinde Karadeniz Bölgesi
ve Trabzon’un İşlevi”, Trabzon ve Çevresi Uluslar Arası Tarih‐Dil‐Edebiyat Sempozyumu (3‐5
Mayıs 2001, Trabzon), Bildiriler, Cilt: 1 (Tarih), Trabzon 2002, s.173-199; Aynı müellif, “unemosaïque culture dans les Odjaks de l’Ouest en Afrique du nord à l’époque de l’Empire ottomane XVIIIe siècle: Exemple de la Tunisie”, 10th International Congress of Economic and Social History of Turkey (28‐30 September ‐ 1 October 2005, Venice), [International Association of Otoman Social and Economic History (IOSEH)], Dipartimento di Studi Eurasiatici
of University of Venice, 1-8 s.; Aynı müellif, “Türk Kültürünün Tunus’taki Yaşayan İzleri”,
Başbakanlık Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı ‘VI.
Uluslararası Türk Kültürü Kongresi’, 21-26 Kasım 2005, Ankara, 1-15 s.

 

Etiketler: , , , , , , , ,