RSS

Aylık arşivler: Eylül 2022

ANADOLU’DA BAŞI KESİLEN VE EFSANELEŞEN KAHRAMANLAR

27.09.2022- Doç. Canser KARDAŞ-DOI: 10.7816/idil-06-39-09 idil, 2017, Cilt 6, Sayı 39, Volume 6,

Issue 39

KESİKBAŞ EFSANESİNİN DEĞİŞİMİ ÜZERİNE BİR
DEĞERLENDİRME: CİZRE ÖRNEĞİ

Kesik bir baş ya da başsız bir gövde şeklinde oluşan anlatılar, başta Anadolu
olmak üzere Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyanın
türbeleri etrafında hayat bulmuşlardır. Hikâye konu itibari ile hem mesnevi hem de efsanelerde büyük oranda örtüşmektedir.

foto: efsane görselinden alıntıdır

İslamiyet değil Hristiyanlık dini ve daha eski kültürlerde olduğu tespit edilmiştir (Ocak, 2013). Anadolu’da doğrudan adı Kesikbaş olan efsanelerin yanında adı farklı olmasına rağmen Kesikbaş motifli çok sayıda türbeye bağlı efsane oluşmuştur. Bu tür efsanelerle Türkiye’nin hemen hemen her şehrinde
karşılaşmak mümkündür (Kalafat, 2017).

Türkiye’de Kesikbaş motifi, kentlerin İslam orduları tarafından fethini işleyen anlatılarda yoğun bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca Alevi-Şiilerce Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi/başının kesilmesi de anlatılarda yoğun olarak işlenmektedir.
Anadolu’da İslamiyet öncesi dönemde de bu motifin yoğun olarak bulunduğu Çayönü kazılarında bulunan kafatası odaları ile Harran’da sabiler döneminde kalma kafatası topluluklarından anlaşılmaktadır (Ocak, 2013: 76-78).
Aynı motifin Hıristiyanlar arasında da yoğun olarak işlendiği bilinmekte ve bunun temelinde de Hz. Yahya’nın başının kesilmesi bulunmaktadır. Bu efsanenin Hristiyanların yanında Müslümanlar arasında da kolay kabul görmesinin temelinde Hz. Yahya’nın Peygamber olarak kabul görmesidir. Aynı motif, Balkanlarda hem Müslümanlar arasında hem de Hıristiyanlar arasında yaygın olarak anlatılara konu
olduğu bilinmektedir (Demir, 2011: 79-81). Ancak Balkanlarda bu motife bağlı olarak
oluşan anlatıların nerdeyse tamamı Müslümanlığın bölgeye gelişi ve bu buna bağlı olarak yaşanılan çarpışmalarla ilgilidir.
Anadolu’da bulunan Kesikbaş hikâyelerinin büyük kısmı İslam adına savaşıp yavaş meydanında kellesinin uçmasına rağmen canını teslim etmeyip kellesini koltuğunun altına alarak savaş kazanılana kadar savaşmaya devam edilmesi şeklinde anlatılmaktadır. Ancak her dönemin ekonomik, sosyal ve kültürel koşullarına bağlı olarak anlatıların önemli oranda değişerek zenginleştiği bilinmektedir. Değişimin
fazla olduğu türler arasında efsaneler en başta yer almaktadır. Günümüzde efsane
türünün genel özellikleri tüm yönleriyle tespit edilmiştir. Efsane ile menkıbe arasındaki ayrım pek çok açıdan belirlenmiş ancak kimi metinlerde ise ayrım tam
anlamıyla yapılamamıştır (Sakaoğlu, 2013: 45).

makalenin tamamı:

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

YOK MU BİR ORTAK PAYDA?

25.09.2022-Ayşe Yaşar SARIKAYA

4K -KÖY KENT KÜLTÜR KÖPRÜSÜ PROJESİ – DİKMEN- KADI KÖYÜ-foto: Y.SARIKAYA

Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımı 1927 tarihinde yapılmıştır. Nüfus tablosunda gördüğümüz gibi Sinop kent nüfusu 13. 440, köy nüfusu ise 157. 184′ tür. Orana vurduğumuzda, köy nüfusunun kent nüfusundan 11 kat daha fazla olduğunu görüyoruz. Sonra aradaki fark yavaş yavaş kapanıyor ve 2021 nüfus sayımına göre kent nüfusu 68, 012, ilçeler ve köylerin nüfusu da toplam 150. 396 olarak kaydediliyor.

Fabrikalaşma kentlere göçü artırınca, 11 kat fazla olan köy nüfusu yavaş yavaş kente kayıyor. Ardından düzensiz yapılaşma ve kültür karmaşası yaşanıyor. Kente göçen o kadar insan, hem kente uyum sağlayamıyor hem de kentli tarafından hor görülüyor. Veri tabanındaki bu gerçeği yok saydığımızda, günün problemlerini aşamıyor, üst üste katlanan sorunlar yumağı içinde çözümsüzlük girdabına yakalanıyoruz.

Tarım ülkesiydik, tahıl ambarıydık. Şimdi, köylerde domuz saldırısından ne buğday ne mısır hiç bir şey yapılamıyor. Sadece evlerin yanında kontrol edilen bahçeler dışında. Ya da tarlasını çelik tellerle çevirip domuzdan koruyup ekip biçebilenler dışında.

Kente göçmeyecek de ne yapacak bu insanlar. Tahsil yapanlar kendini kurtarıyor, tahsil yapamayanlar ise ülkenin düşük maaşlı işçisi olmak zorunda kalıyor. Bir iş, küçük bir maaş, bir ev alabilmek, tek gözlü bir odaya sığınabilmek için kimlere eğiliyor ve nelere mecbur kalıyor bu insanlar.

Matematikte paydalar eşitlenirken, iki değer aynı sayı ile çarpılır. Bu sorunlar karşısında neden paydayı eşitlemek yerine konuyu siyasi malzeme haline getiriyoruz. Köylü kentli, işçi memur, patron çalışan arasındaki paydayı eşitleyen siyasilere ihtiyacımız var. Ne kent saltanatı ne de siyasilerin saltanatı. Ülkemizde misafir değiliz, bu vatanın sahibi olarak bilinçlenmek zorundayız.

 
 

Etiketler: , , , , , , ,

SİNOP’UN MEŞHUR SEYYİD AİLELERİ

21.09.2022- Ayhan IŞIK- Dr. Öğr. Üyesi, Karabük Üniversitesi

Adanın tepesinde tek başına Seyyid Bilal Türbesi ve camii. En tepedeki de zaviye. Makalenin girişi ile konu hakkında öz bilgi veriyoruz. Sinop’a atanan NAKİB ÜL EŞRAF isimleri makalenin sayfalarından kopyalanmıştır. Tamamına yazının sonundaki link ile ulaşılabilir. (BİLKE)

ÖZ
Sinop Sancağı seyyid ve şeriflerin rağbet ettiği bölgelerden biridir. Ayrıca Sinop Sancağı’nda medfûn Hz. Peygamber’in soyuna mensup Seyyid Bilâl ve Çeçe Sultan bölgenin manevî mimarlarıdır. Zamanla
Alevî ve sünnî toplumun adeta ortak paydası olmuştur.
Makalemizde “Sinop Nakîbü’l-eşrâf Kaymakamlarının Görev ve Etkileri”, “Sinop Ulemâsı: Sinop’ta Görev Yapan Nakîbü’l-eşrâf Kaymakamları ve Müftüler”, “Sinop’un Meşhûr Seyyid Aileleri:
Hz. Peygamber Soyuna Mensup Seyyid Bilâl”, “Sinop’ta Medfûn Seyyid Bilâl Neslinden
Seyyid Mehmed Sâbit Efendi’nin Hayatı ve İlmi Serüveni”, “Sinop-Gerze’deMedf ûn Seyyid Mehmed Çeçe Sultan” ve “Sinop Seyyidlerinin Hüccetleri” başlıkları Meşîhat Arşivi’ndeki Nakîbü’l-eşrâf defterleri,
Sicill-i Ahvâl Dosyaları ve Sinop Şeriyye Sicilleri ekseninde ayrıntılı bir şekilde izah edilecektir. Böylelikle Seyyid İbrahim Bilâl ve Çeçe Sultan’ın seyyidlikleri ile Sinop’taki diğer seyyidler hakkında önemli
bilgiler sunulacaktır.

Makale geliş tarihi: 02.08.2018, Makale kabul tarihi: 26.11.2018
1 Dr. Öğr. Üyesi, Karabük Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi,
Kelam ve İslam Mezhepleri Anabilim Dalı,
ORCID ID: https://orcid.org/0000-0002-7017-2583.

Makalenin tamamı:
 

Etiketler: , , , , , , , ,

PSİKOCOĞRAFYA “monograf”

FOTO KAYNAK :İFSAK BLOG

16.09.2022- Sinem ŞAHİN YEŞİL

Psikocoğrafya ve Bir Şehir Gezgininin Anıları

Giriş
Kent, insanların üzerinde yaşadığı, her gün evlerinden okullarına, iş yerlerine ve oradan tekrar evlerine döndükleri rutin istikametlerle örülmüş, suskun bir mekân değildir. Modern, kapitalist yaşamın dayattığı rutinler, alışkanlıklar, düşünmeden, körcesine yapılan gelgitler kırılmalı, çevrenin farkına varılmalıdır.

Acaba kent bize neler anlatmakta, neleri göstermektedir ve onun içinde yaşayan “Ben”, sürekli soluduğum havanın farkına vardığımda neler hissetmekteyim? Psikocoğrafya işte bu soru ve itirazlardan yola çıkarak
oluşturulmuş bir inceleme alanıdır. Georg Simmel, Henri Lefebvre ya da Michel De Certeau gibi
önemli kent düşünürlerinin hemfikir oldukları bir konu vardır: Modern kent, insanların davranışlarını, alışkanlıklarını, ilişkilerini, giyinişlerini, zihinsel yapıları ve duygusal yönelimlerini güçlü bir şekilde
etkiler. Metropol insanı üzerinde duran Simmel’e göre (2004) bu etkiler, düşünce biçimimizden sosyal ilişkilerimize kadar pek çoko lguyu belirler güçtedir (s.13-19). Bir psikocoğrafyacı olarak kabul
edilen düşünür De Certeau (1984), kente, sakinleri tarafından yazılan bir “metin” olarak bakar ve onun semiotik açılımlarını okumaya çalışır. Ona göre kentin mekânları “yürüyen” insanların sayısız eylemleri
tarafından yaratılan retorik alanlardır (s.92-93).

Durumculara (Situasyonistler) bir zamanlar yakınlığıyla bilinen Henri Lefebvre (1991) ise uzamın zihinsel, fiziksel, sosyal olarak nasıl kurulduğu, tarihsel olarak nasıl koşullandığı ve bunların “gündelik hayat” üzerindeki etkilerini araştıran artsüremli bir uzam teorisi geliştirir.

Tüm bu düşünceler, modern psikocoğrafya için önemli verilerdir. Kentin insan, insanın kent üzerindeki etkisi pek çok araştırmanın, yazının hatta romanın konusu olsa da bunun “psikocoğrafya”
adı altında özel bir bilgi edinme pratiği olarak terimleştirilmesi, 1950’lerde gerçekleşir. İsim babası Guy Debord’un Les Lévres Nues adlı dergide sıkça belirttiği gibi, psikocoğrafya, coğrafya ve psikolojinin
karşılıklı etkileşimini araştırır.

Son zamanlarda duymaya başladığımız mekânın insan üzerindeki etkisini inceleyen bir çalışma ve düşünme yöntemi olan “psikocoğrafya”yı tanıtmak, bu yazının ilk basamağını oluşturuyor.
Bunun için terimin geçmişine, Batı’da modern kent yaşantısının başladığı zamanlara kadar uzanmak gerekmektedir. Nitekim modernleşen kentin sorunlarını, yerlerin, bölgelerin insanlara hissettirdiklerini,
düşündürdüklerini fark etmek ve bunları anlatıya dönüştürmek, psikocoğrafyanın temel meselelerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle ilk kısımda yöntemin düşünsel ve tarihsel olarak
beslendiği damarları, günümüzde ve geçmişte ilgilendiği konuları, terimin değişen şartlar altında kendi içinde geçirdiği dönüşümü ve kendilerini “psikocoğrafyacı” olarak nitelendiren kişilerin kimler olduğunu,
savundukları ilkeleri kısaca anlatmaya çalışacağım.
Yazının öncelikli amacı ise psikocoğrafya ile edebiyat arasında bir ilişki kurmaktır. Bu amaçla psikocoğrafi bir okuma denemesinde bulunacağım. Ancak psikocoğrafya, henüz edebi metinlere yönelik bir
eleştirel okuma yöntemi olarak geliştirilmiş değil. Kenti okumaktan ve onu anlatmaktan söz edebilir ya da anlatı mekânlarının karakterler ve okuyucular üzerindeki etkilerini inceleyebiliriz. Ancak yine de psikocoğrafi bir okuma gerçekleştirmiş olur muyuz? Öyleyse bu yöntem doğrultusunda bir okumanın kriterleri neler olmalıdır ki onu diğer kent anlatılarından, anlatılardaki mekân analizlerinden ayırt edebilelim.
Bir başka deyişle psikocoğrafi bir anlatının belirleyici özellikleri neler olmalıdır? Öte yandan metinlere bu doğrultuda bakmak ne işimize yarayacak? Psikocoğrafya, edebiyat metni hakkında bize farklı
olarak ne söyleyebilir? Yazımda bu soruları elimden geldiğince göstermeye çalışacak, örnek metin üzerinden değerlendirmelerde bulunacağım.
Ancak bu yazı, psikocoğrafi okuma üzerine bir ilk denemedir ve elbette yöntem sorunları daha derinlikli incelenmelidir.-Sinem Şahin YeşilMonograf-Edebiyat Eleştirisi Dergisi ISSN 2148-3442 …

YAZININ TAMAMININA AŞAĞIDAKİ LİNKTEN ULAŞABİLİRSİNİZ

 

Sinop’ta Köçeklik Geleneği-Berna KURT- Yüksek Lisans Tezi

03.09.2022-BİLKE

Sinop’ta yaşayan bu gelenek, tüm ilçe ve köylerde yaygın değildir. iki üç köy ve akraba bir kaç aile ile sürdürülmektedir. Kastamonu, Bartın, Zonguldak, Bolu, Sinop illerinde yaşatılır. Tezin tamamı okunduğunda detayları bulacaksınız. Halk Dansları dünyada öyle bir seviye kat etmiştir ki, davul zurna ekiplerinin bu standartları yakalaması dileğimizdir. Tezin Sinop ile ilgili bölümü:

T.C. İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ YÜKSEK LİSANS TEZİ- BERNA KURT

Berna KURT

Görüşülen kişiler ve cevapları:
Araştırma için, ikisi İstanbul’da Kadıköy Meydanı’nda, ikisi Sinop’un pazar meydanındaki
bir erkek berberinde, biri de Sinop’un Şerefiye köyündeki bir kahvede olmak üzere toplam
beş görüşme gerçekleştirilmiştir.
Görüşülen kişilerden biri İstanbul’da yaşayan davulcu Ömer Terzi’dir. Terzi’yle İstanbul-
Kadıköy’de Eylül 2006’da düzenlenen Karadenizliler Haftası etkinliklerindeki Sinop gecesinde görüşülmüştür. Gecede, Sinop’un geleneksel köçek ekibinin geleceği söylenmiş ancak organizasyon son anda iptal edilmiştir. Canlı yayın olacağı, çekim yapılacağı için köçek çıkarılması istenmediği söylenmiştir. Ayrıca Terzi’den edinilen bilgiye göre de, son dönemde televizyonda yayınlanan bir klip, içinde oynayan bir köçek bulunduğu için yasaklanmıştır.
Gaziosmanpaşa’da oturan Terzi, davul-zurna-köçek ekibiyle ilgili ayrıntılı bilgi vermiştir.
Mesleğin babadan oğula geçtiğini söyleyen Terzi, köçeklerin yaklaşık 25 yaşına kadar dans
ettiğini, sonra davulculuğa başladıklarını söylemiştir. Bunun nedeni sorulduğunda cevabı:
“Öyle yakıştırılıyor, yaşlı köçek olmaz”dır. Belli bir yaştan sonra dansçılık yeteneğinin düştüğünü eklemiştir.
Sinop’ta pazar kurulduğu günlerden birinde bir berber dükkânında Fazlı Şentürk ve Bülent
Taşlık ile görüşülmüştür. Erfelekli olan ve Kabalı’da oturan Fazlı Şentürk 12-13 yaşında
başladığı köçekliği 20 yaşında askere gidene kadar sürdürmüştür. Baba mesleği olarak
başladığı köçekliği bıraktıktan sonra davul ve zurna çalmaya başlamıştır. Köçekliği neden
bıraktığı sorulduğunda ise şöyle cevap vermiştir: “Yani belli bir yaştan sonra olmuyor…
Şekilsiz oluyor. Küçük olursa köçek daha iyi oluyor”.
Bülent Taşlık, belli bir yaşı geçip de köçekliği sürdüren ender kişilerdendir; 43 yaşındadır.
Görüşmeciler arasında da profesyonel olarak bu mesleği devam ettiren tek kişidir. Sadece bu
işi yapması ve ek iş yapmamasıyla da çoğu köçekten ayrışır. Gerzeli Taşlık, köçeklik mesleği,
köçek dansları, kostümleri…vs. hakkında ayrıntılı bilgi vermiştir.

Taşlık, bu mesleği nasıl bu kadar uzun zamandır sürdürdüğü sorulunca “Köçekliğin ilerledi
mi davula geçiliyor, ben davula geçmedim, devam ettim.” demiştir. Yaş ilerledikçe dans
etmenin zorlaştığını ancak kendisinin devam ettirmek istediğini söylemiştir: “… Benim
yaşımda çoğu yapamıyor figürleri.”
Taşlık’a, köçekliğin neden erken yaşta bırakıldığı sorulduğunda da cevabı: “Bilemiyorum ki;
kimisi bırakıyor, kimisi devam ediyor. Ben devam ettim yani.” olmuştur. Taşlık, “Etek giydiği
için kendisine karşı olumsuz bir tutum geliştiren oluyor mu?” sorusuna “Türkiye’de neredeyse
gitmediğim yer kalmadı, bana hiç böyle bir şey denk gelmedi.” şeklinde cevap vermiştir.

Taşlık’ın İstanbul’da Eminönü Belediyesi’nde çalışan bir oğlu vardır. Kendisine “Burada olsa
ister miydiniz köçeklik yapmasını?” diye sorulduğunda cevabı “hayır” olmuş, bunu da maddi
imkânların kısıtlılığıyla açıklamıştır. İşinden memnun olup olmadığı sorulduğunda ise cevabı:
“…Biz memnun olmasak 43 yaşımıza kadar gelmezdik de; şimdi yeni nesil okuduğu için
yapmak istemiyor” olmuştur.
Sinop’un Şerefiye köyünün kahvesinde görüşülen zurnacı Mustafa Kalyoncu ise görüşülen
kişilerin en yaşlısıdır. Köylerde erkeğin kadın gibi oynamasının doğru karşılanmadığını, bu
yüzden ailelerin çocuklarının köçek olmasına hatta davulcu-zurnacı olmasına bile pek izin
vermediğini söylemiştir. 60’lı yıllarda köçek oynatmanın yasaklandığını söyleyen Kalyoncu,
yine de gizli gizli düğünlere gidildiğini eklemiştir. Köçeklerin hâlâ şehrin sokaklarında çalıp
oynamadığını, gelini salona kadar getirdikten sonra salonun kapısında oynadıklarını
söylemiştir.
Köçekliğin neden belli bir yaştan sonra bırakıldığı sorulduğunda, cevabı “…Belli bir yaştan
sonra yakışmaz” olmuştur. O da kendi çocuğunun bu mesleği seçmesini istemediğini
söylemiş, bunu Bülent Taşlık gibi maddi zorluklarla açıklamış ve yıllardır bu işi yaptığı halde
elinde hiçbir şey kalmadığını eklemiştir.

Uzun bir süredir İstanbul’da yaşayan, Sinop derneklerinde çalışan ve köçeklerle ilgili
araştırma yapan Türkelili avukat Fikret Özdemir’le yapılan görüşmelerin temel ekseni
Kastamonu ve Sinop derneklerinin köçeklere karşı yaklaşımı olmuştur. Özdemir’in
aktardığına göre, Kastamonu dernekleri bu geleneği reddetme eğilimindedir, yavaş yavaş aynı
eğilim Sinop derneklerinde de görülmeye başlanmaktadır. Özdemir, reddetme eğiliminin daha
çok sağ eğilimli ya da memleketlerinden tamamen kopmuş kişilerde olduğunu da belirtmiştir.
Erkeğin etek giymesi kabul edilmediği, bu durum hazmedilmediği için bu geleneğin ekinin bir
unsuru olduğu yadsınmaktadır. 2000’li yılların başlarında Kastamonulu bir milletvekilinin
Kastamonu köçeklerini programa çıkaran bir televizyona telefon açarak bu geleneğin
kendilerine ait olmadığını söylediğini, bunun üzerine kamuoyunda bir tartışma başladığını,
hatta aynı televizyon kanalında bunun üzerine Kastamonuluların katıldığı bir panel
düzenlendiğini söylemiştir. İstanbul’daki bir Sinop derneği başkanının da aynı dönemlerde da
bir Sinoplular gecesinde dans eden köçekleri kovaladığını belirtmiştir. Günümüzde de
özellikle il derneklerinin gecelerinde köçek oynatılmadığını bunun ancak köy
derneklerinkinde olabildiğini belirtmiştir.

https://docplayer.biz.tr/32761647-Kadin-kiyafeti-icindeki-kocek-ve-ailesi-1.html

 

Etiketler: , , , ,