RSS

Kategori arşivi: BİLİMSEL MAKALELER VE YAZILAR

BİLKE bilimsel çalışmalara değer veriyor. Bu kategoride yayınlanan yazı ve makaleler, toplumsal kalkınmada baş vurulacak akademik verilerdir. Kurum ve kuruluşların, gerçek ve tüzel kişilerin faydalanacağı kaynak niteliği taşımaktadır.

EBLA’NIN KEŞFİNİ POLİTİKAYA ALET ETMEK

02.05.2024- Ahmet SARBAY

Ebla, bugünkü Suriye topraklarında bir zamanların en zengin ticaret devletiydi. Mısır ve Babil imparatorluklarıyla eşdeğer görülüyordu. Özellikle MÖ 2400-2250 yılları arasında en güçlü dönemini yaşamışlardı.

Ebla, 2250 yıllarında Akad kralı Karam-Sin tarafından istila edilir. Başşehir ve kraliyet sarayı ateşe verilir. Daha sonraları harabeleri üzerine şehir yeniden inşa edilirse de MÖ 1650 yılında henüz bilinmeyen düşmanları tarafından tümüyle yok edilir. Ebla binlerce yıllık uykusuna dalarak unutulup gider.

Mezopotamyada yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen Sümer, Akad ve Babil tabletlerinde Ebla adı geçmekle birlikte nerede olduğu anlaşılamamıştı. Kimi Suriye’nin kuzeyinde kimi de yukarı Fırat da olduğunu ileri sürmüştü.

1975 yılında Tel Madrih adında ufak bir köyün hemen güneyinde olduğu tespit edilir. Harabelerin bulunduğu yer Halep’in yaklaşık 55 km güneybatısında, Halep ve Şam’ı birbirine bağlayan ve tüm ülke karayolu şebekesinin omurgasını oluşturan noktadadır.

Arkeologlar sevinç içindedir. Sadece Ebla keşfedilmemiş, saray arşivine ait olduğu sanılan 15 bin kadar çivi yazılı tablet de bulunmuştur. Bu kil tabletler 40 × 40 cm çapındadır ve sarayın bir odasında muntazam olarak istif edilmiş iken sarayın yanması sırasında çivi yazılı tabletler sağlam olarak küller arasında kalmıştır.

Bunlar değer bakımından daha önce Boğazköy‘de, Ebla’nın 100 km batısındaki Ugarit‘te ve 400 km güney doğusundaki Mari‘de bulunmuş olan arşivlerle eşdeğerdeydi.

Ancak ortada bir problem vardı. Kullanılan dil ne Asurca, ne Babilce ne de Sümerce’ye benzememekteydi.

Arkeologlar büyük bir sabırla tabletleri tasnif ederken Sümerce-Eblaca sözlük bulurlar ki, Sümer dili daha önce çözüldüğünden Ebla dili de kolayca deşifre edilir.

Kralın katibi Dub-zu-zu‘nun imzasını taşıyan tabletlerin içeriği çok zengindir. Krala verilen hediyeler hatta dağıtılan un miktarı dahi yazılmış olanları vardır. Büyük bir kısım ticaret ve idare ile ilgili konular olmakla beraber, tabletler arasında çok değerli hatta bazı eşi bulunmayan hukuksal, tarihsel, matematiksel belgeler bulunmaktadır.

Tabletler tercüme edildikçe kamuoyunun dikkati buraya yönelir. Zira o güne kadar kutsal kitaplarda geçen ve efsane olduğu sanılan Sodom, Gomore, İbrahim, İsmail, Davut, Cebrail gibi adlar Tevrat’tan 1500 yıl önce yazılmış tabletlerde okununca bilim dünyası heyecanlanır.

İsimleri deşifre eden İtalyan Prof. Giovanni Pettinato, Amerikalı Tevrat uzmanı Noel Freedman‘a bunlardan bahseder. O da Amerikan ve İngiliz gazetelerini kullanarak ortalığı ayağa kaldırır.

Noel Freedman ilginç bir adamdır. Yahudilikten hıristiyanlığa geçmiştir.

Sansasyonel haber, yahudilerin çıkardığı bir Amerikan Tevrat dergisinde geniş bir araştırma yazısına dönüşür. Tevrat’ta adı geçen Hazreti İbrahim’in gerçekten yaşadığı, İbrahim’in yahudilerin atası olduğunu ve dolayısıyla Suriye’nin yahudi toprakları olduğunu ileri sürülür. İsrail buna dört elle sarılır ve çeşitli haklar talep eder. Bilim politikaya kurban edilmiş olur.

Bu haberler Suriye’de büyük tepki ve kızgınlığa sebep olur. Suriye eski eserleri müzesi müdürü Dr. Afif bin Masi Şam’da çıkan Teşrin gazetesinde yayınlanan bir ropörtajında iddiaları şiddetle reddeder. Ancak bu tepki bilimsel olmaktan ziyade slogan atmaktan öte geçmez.

Arkeolojik ve tarihsel bir araştırma bu tartışmalarla yanlış yöne itilir. Prof. Pettinato istemiyerek neden olduğu bu gelişme karşısında telaşa düşer. Sadece İtalyan arkeologlara verilmiş bulunan kazı izninin geri alınmasından korkar. Hemen bir açıklama yaparak Ebla buluntularının hiçbir surette İsrailoğulların atalarıyla bir ilişkisi bulunmadığını söyler. Ancak bu sefer de New York Times ve Wall Street gibi yahudi sermayeli gazeteler karşı saldırıya geçerler. Suriyelilere ağır suçlamalarda bulunurlar. Çivi yazılarını okuyan uzmanların Suriye devletince baskı altına alındıklarını, Tevrat’ta adı geçen isimlerin bulunduğu tabletlerin ortadan kaldırıldığını iddia ederler. “Malum” medya daha da ileri giderek milletler arası Ebla tercüme komitesinden bir Amerikalı üyenin öldürüldüğünü bile iddia eder.

Kısa bir süre sonra bunların tümünün yalan olduğu anlaşılır.

Olur böyle vakalar, Ahmet Sarbay-Ebla’nın keşfini politikaya alet etmek tarafından- asarbay · Published 16 Temmuz 2021 · Updated 13 Kasım 2021

BİLKE YORUM: Zaman sıfır noktasından eksi sonsuza, yine sıfır noktasından artı sonsuza doğru gerçeklere ulaştıkça eski tezler yerini yeni belgelere bırakır. Dünya siyaseti, küreselleşme ve tek elden dünyayı yönetme isteği göz ardı edilmemeli. Biz görmemekte ısrar ettikçe, bizi yok etmeye çalışanların ekmeğine yağ sürüldüğü unutulmamalı.

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

“BAYRAM” KELİMESİ ÜZERİNE

09.04.2024-Prof.Dr. Osman Fikri Sertkaya-TÜRK DİLİ MAYIS 2021 Yıl: 70 Sayı: 833

İslamlıktan Önceki Türklerde (Göktürk ve Uygurlarda) Bayram:
Göktürk ve Uygur metinlerinde “bayram mefhumu” Hint-İran dillerinden alınma rāma kelimesi ile karşılanmıştır. Sanskritçe rāma’nın anlamı “sevinç, neş’e, huzur, mutluluk, sükûn”dur.1

Bu kelime Sanskritçeden İran dillerine de geçmiştir. Sanskritçe rāma kelimesinin
sonundaki -a ünlüsü artikel ekidir. Kelime Türkçeye geçince bu -a eki düşer. Çünkü Türkçede artikelin karşılığı yoktur. Böylece kelime Türkçede rām şeklini alır. Daha sonraki Türkçe metinlerde baz-ram
veya bez-rem > bad-ram, d > y gelişmesi ile de bayram şekillerinde de görülecek olan kelimenin ikinci hecesi olan rām bu Sanskritçe kelimedir. Ancak Türkçede r- ünsüzü ile kelime de başlamadığı için rām
kelimesi Türkçede önüne a- protezini alarak arām şeklinde Türkçeleşmiştir.

Kelime, Göktürk metinlerinde görülmez. Eski Uygur Türkçesi metinlerine de çeviri metinler ile girer ve rām şeklinin yanında genellikle tarih kayıtlarında yıl adından sonra Türkçeleşmiş arām şekli ile kullanılır. arām ay / rām ay “yılın ilk ayı demektir”. 2

Örnekler: rām ay iki şık bugday, ikinti ay iki şık bugday. (Ch/U 7470 + Ch/U 6058, 4. satır); tavışgan yıl arām ay bir yangıka (USp 87/1); bu tavarnıng satıgı elig tas bözni arām ay içinde birür men (U 5264/4.-6. satırlar).
Eski Uygur Türkçesi metinlerinde takvimin ilk ayı olarak karşımıza çıkan arām /rām ayından önceki ayın, yani tamamlanmakta olan yılın 12. ayının Eski Uygur Türkçesi metinlerindeki adı ise “oruç ayı” anlamına
gelen çakşapat ay ~ çahşapat ay ~ çakşaput ay ~ çahşaput ay şekilleridir. Çakşapat kelimesinin kökü Sanskritçe şikşâpada kelimesine dayanıyor.
Budist olan eski Uygur Türkleri genellikle bugünkü şubat ayının son haftası ile mart ayının üç haftasında ay takvimine göre 28 gün güneşin doğması ile batması arasında herhangi bir şey yememiş ve içmemiştir. Bu eylemin adı İran dillerinde rōçag şeklindedir. Bu İranca kelimenin sonundaki -g ünsüzü
de Türkçe kelimelerin sonundaki -g ünsüzü gibi düşünce geriye kalan rōça şekli Farsçada kelime içerisindeki içerisinde ç sesinin z olması ile rōza şeklini olmıştır. Farsçadan geçerek Türkçenin edebî metinlerinde kullanılan rûze kelimesinin kökeni budur.
Farsça rōçag kelimesi Türkçeye geçerken Türkçede r- ünsüzü ile kelime başlamadığı için o- protezini (ön sesini) almış ve Oğuz Türkleri arasında *o-rûçag *o-ruça > o-ruç şeklinde gelişmiş ve bin yıldan beri de halk arasında oruç şeklinde kullanılmıştır.3

Müslüman Araplarda Bayram:
Türkçede kullanılan bayram kelimesinin karşılığı Arapçada عید ayn-ye-dal
harfleriyle yazılan ‘îd = ‘ıyd kelimesidir. Bu kelime Osmanlı Türkçesinde bu
şekilde kullanılmıştır. Ali Nihâd Tarlan hocamızın Eski Türk Edebiyatı derslerinde meşhur şairimiz Fuzuli’den zikrettiği aşağıdaki beyit şaheserdir:
Yılda bir kurbân keserler halk-ı âlem ‘ıyd üçün
Dem-be-dem sâat-be-sâat men senün kurbânınam

Ancak kelimenin Özbek ve Uygur Türkçeleri başta olmak üzere Türk dünyasında ‘îd yanında ‘ıyd / ‘ıyt, ‘ayt, hayt, hayit gibi şekillerde telaffuz edildiği, kişi adı ve soyadı olarak kullanıldığı görülmektedir. İki örnek verelim. 20. yüzyılın meşhur Özbek âlimi Baymirza Bey’in soyadı Hayit idi. 21. yüzyılın meşhur Uygur saz sanatkârının adı da Abdürahim Hayit’dir. 20. yüzyılda Türk dünyasının en meşhur yazarı Kırgız Türkü Çinggiz Aytmatov’un soyadının açılımını “Ayt (Bayram) – Mat (Muhammed) – Ov (oğlu)” yani “Cengiz Bayram Muhammed Oğlu” şeklinde yapanlar da vardır.
Bize Farsça üzerinden geçen iki İslami bayram vardır. Bunlardan şevval ayının ilk gününden başlayan ‘îdü’l-fıtr = ‘ıydü’l-fıtr adlı bayram ki Türkler bu bayrama Ramazan Bayramı, Şeker Bayramı, Şükr (?) Bayramı demişlerdir.
İkincisi ise kökeni Hazret-i İbrahim’e dayanan ‘îdü’l-adnâ = ‘ıydü’l-adnâ adlı bayramdır ki Türk halkı bu bayrama Kurban Bayramı adını vermiştir.

Sözlüklerdeki Değerlendirmeler

  1. “Bayram” kelimesi hakkında ilk beyan Wilhelm Radloff (1911)’a aittir. Versuch eines Wörterbuches der Türk-Dialecte, IV, 1119’da kelimenin Farsçadan
    Türkçeye geçtiğini söylemiştir. (Bk. Gerhard Doerfer, TMEN II, 813’deki bayram maddesinin sonu, s. 385).
  2. Artturi Kannisto (1925) FUF, 17, s. 1-264’te yayımladığı “Die tatarischen
    Lehnwörter im Wogulischen” adlı çalışmasında kelimenin Arapçadan Türkçeye geçtiğini söylemiştir. (bk. s. 236).
  3. Gerhard Doerfer (1965) Türkische und mongolische Elemente im Neupersischen, II, s. 823’de kelimenin Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lugati’t-Türk’ünde
    baḏram ve bayram şeklinde geçmesi dolayısıyla Türkçe saymış ve kelimenin
    Türkçeden Farsçaya geçtiğini ileri sürmüştür
 

Etiketler: , , , , , , ,

SİNOP SARI SALTUK- BİZANSLI GENERAL KASTA VE OĞLU MONİ

07.04.2024- Prof. Dr. Cevdet YAKUPOĞLU

Bugün halkın anlattığı “Kastın Ne İdi Moni’ye” hikâyesi ile günümüzden 550 yıl önce kaleme alınmış Saltuknâme adlı eserde geçen Moni, oğlu Kasta ile güzel ve savaşçı kız Kide Banu ve Türk komutanı Atabey Gazi çerçevesinde anlatılan “Türklerin Kastamonu’yu Fethi” hadiseleri arasında çok çarpıcı ilişkiler ortaya çıkarılabilmektedir.

Sadece bu irtibata dayanarak Kastamonu adının, Saltukname’de geçen hadiselerde de görüleceği üzere, Moni ve Kasta’nın adından ortaya çıktığına dair kesin bir hüküm vermek niyetinde değiliz. Burada önemini vurgulamak istediğimiz şey, bundan tam beş buçuk asır önce Candaroğulları zamanında ve Fatih devrinde Kastamonu insanının ve Osmanlı yazarlarının, bu vilayetin adının Türk- Bizans mücadeleleri esnasında zikri geçen bazı şahıs adlarıyla veya o dönemde yaşanan vakalarla alakalandırılması gerektiğini bize anlatmaya çalışmış olmalarıdır.
Aşağıda Sarı Saltuk’un kimliği ve faaliyetleri, Kastamonu’da Türk- Bizans mücadelelerinin Saltuknâme’de geçen destansı anlatımı önce özet olarak verilmiş, akabinde Kastamonu’nun Bizanslı general Moni ve oğlu Kasta’nın elinden nasıl alındığı ve bu isimler çerçevesinde Kastamonu isminin doğuşuna nasıl atıf yapılmak istendiği vb. mevzular üzerine değerlendirmeler yapılmıştır.

GÖRSEL: Arnavutluk’ta Sarı Saltuk büstü

Saltuknâme’ye Göre Sarı Saltuk’un Kimliği
Saltuknâme’ye göre Sarı Saltuk (Şerif Hızır), Seyyid Battal Gazi neslindendir. Seyyid Battal Gazi devrinde Malatya beyi Emir Ömer’di. Onun neslinden gelmiş olan Emir Ali, Sinop (Ceziretü’l-Uşşâk) yöresi hâkimi veya fatihi idi. Emir Ali, Sinop’ta Sarı Saltuk’un dedesi Seyyid Hüseyin’e “hatiplik” görevi vermişti. Seyyid Hüseyin’den sonra oğlu Seyyid Hasan’a “hitabet” verilmişti. Seyyid Hasan, Kastamonu’da otururdu ve yaptığı gaza hareketleri ile çevredeki düşmana korku salmıştı. Ancak o, Kastamonu’da bulunduğu bir sırada, Harcenevân (Amasya) hükümdarı tarafından hile ile zehirletilip şehit edildi. Bölge halkı Seyyid Hasan’ı gizlice yüksek bir dağ üzerine çıkarıp orada defn ettiler.
Seyyid Hasan öldürüldüğünde oğlu Şerif Hızır yani Sarı Saltuk üç yaşında bulunmakta idi. Sarı Saltuk’un Sinop yakınlarındaki Haynup kalesi çevresinde dünyaya gelmiş olduğu söylenmiştir. Doğum tarihi ihtilaflıdır (Saltıknâme, 2013: 24; Yüce,1987: 81-82; 1988: 375-381; Sarıkaya vd., 2014; Kiel, 2009: 147-150).

Sarı Saltuk, annesi Rebi de ölünce iyice yalnız kaldı. Abdülaziz adlı âlim Sinop yöresinde ona ilim öğretti. Sarı Saltuk’un lalası Seravil onunla ilgilendi ve Sarı Saltuk’u, Sinop yöneticisi Emir Ali’nin katına çıkardı. Ancak Emir Ali, Sarı Saltuk’a iltifat etmedi. Bunun üzerine Seravil onu Sebük Tegin neslinden olan Sultan Süleyman’a götürdü. Sultan Süleyman, o sırada Gazne’den Azerbaycan’a gelmişti ve buradan Anadolu’ya geçme niyetinde idi. Bu günlerde İslam padişahı Sultan Süleyman ve Selçuklu sultanı ise Gıyâseddin Keyhüsrev idi.
Burada zikri geçen sultanların XII. yüzyıl sonları ile XIII. yüzyıl başlarında faaliyet göstermiş Türkiye Selçuklu sultanları II. Rükneddin Süleymanşah ile I. Gıyâseddin Keyhüsrev olduğu tahmin olunabilir (Saltıknâme, 2013: 25-26; Ebû’l-Hayr-ı Rûmî I, 1988: 1-4; Turan, 1993: 254-259). Dolayısıyla Sarı Saltuk’un doğumu ve çocukluk yılları, XII. yüzyıl sonlarına tekabül etmektedir.

Giriş Bölümünden:Saltuknâme, Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmed’in oğlu Şehzade Cem Sultan’ın emriyle, maiyetinden Ebu’l-Hayr-ı Rûmî (Akalın,1994: 360-362) adlı/lakaplı şahıs tarafından 1473-1480 yılları arasında kaleme alınmıştır. Üç ciltten oluşan Saltuknâme’deki konular, Fatih’in İstanbul’u fethi hadisesiyle son bulmaktadır.

Eserin kaleme alınış hikâyesi, yine eserin içinde mevcut olup, özet olarak şu şekilde verilebilir: Sultan Fatih, Akkoyunlu Uzun Hasan üzerine yürüdüğü sırada, eski başkent Edirne’de yerine oğlu Cem Sultan’ı vekil bırakmıştı. Cem Sultan, Tuna Baba’ya indi… Baba’yı (Sarı Saltuk’un kabrini) ziyaret etti. Onunla ilgili menkıbeleri, müritlerinden dinledi. Ebu’l-Hayr-ı Rûmî diye bilinen adamına bu zatın kıssalarını toplamasını emretti. Bu şahıs, Cem Sultan’ın emriyle Anadolu ve Rumeli’de yedi yıl dolaşarak, Sarı Saltuk’a ait birçok gaza hikâyelerini âşıklardan ve âriflerden dinleyerek derlemek suretiyle vücuda getirdi, kitap haline koyup Cem Sultan’a sundu. O da, bu eseri beğendi (Saltıknâme, 2013: 661-663).

Tamamı:

KAYNAK: ULUSLARARASI AVRASYA SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
Yıl/Year: 5, Cilt/Vol:5, Sayı/Issue: 16 Prof. Dr. Refik TURAN Özel Sayısı

438 Numaralı Muhasebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri (937/1530) II. (1994). Haz. Ahmet Özkılıç, Ali Coşkun vd. Ankara: BDAGM Yayını.
Akalın, Ş. H. (1994). “Ebü’l-Hayr Rûmî”, TDV. İA., C.10, s.360-362.
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Tapu-Tahrir Defteri (BOA. TD.), Nr. 51.
Demir, Necati (1999). “Anadolu’da Teşekkül Etmiş Destani Halk Hikâyelerinde Haçlı Seferlerinin İzleri”, Uluslar arası Haçlı Seferleri Sempozyumu Bildirileri, İstanbul: TTK Yayını.
Ebû’l-Hayr-ı Rûmî (1988-90). Saltuknâme, C.I-III, Haz. Ş. Haluk Akalın, Ankara.
Ebû’l-Hayr-ı Rûmî (2013). Saltuknâme (Saltık Gazi Destanı), Yay. Necati Demir, M. Dursun Erdem, İstanbul: Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Derneği (UKİD) Yayını.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı Muallim Cevdet Yazmaları (İBK. MCO.), Nr. 15.
Kiel, Machiel (2009). “Sarı Saltuk”, TDV. İA., C.36, s.147-150.
Köprülü, M. F. (1925). “Oğuz Etnolojisine Dair Tarihî Notlar”, TM., C.I.
Köprülü M. F. (1943). “Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten XXVII.
Köprülü, M. F. (2000). Anadolu’da İslâmiyet, İstanbul.
Ocak, A. Yaşar (2002). Sarı Saltuk, Popüler İslâm’ın Balkanlardaki Destanî Öncüsü, Ankara: TTK Yayınları.
Ocak, A. Yaşar (1979). “Sarı Saltuk ve Saltuknâme”, Türk Kültürü, S.197, Yıl:17, s.266-275.
Özgül, V. (2013). “Sytzigan- Baba Syrgiannes- Baba Saruca, Saltuk Et-Türkî ya da Nam-ı Diğer Sarı Saltık Hakkında”, Alevilik Bektaşilik Araştırmaları Dergisi, 8, s.133-176.
Sakaoğlu, N. (1966). Çeşmi Cihan Amasra, İstanbul.
Sarıkaya, M. Saffet vd. (2014): “715/1315’te Yazılan Tuffâhu’l-Ervâh’a Göre Sarı Saltuk”, “İbnu’s-Serrâc’ın Eserleri Çerçevesinde XIII. yüzyılda Güneydoğu Anadolu’da Dinî-Tasavvufî Hayat” adlı 110K317 numaralı Tübitak projesi. http://www.msaffets.com/wp-content/uploads/SaffetNecmNecdet_Saltuk_Trakya.pdf.
Turan, O. (1993). Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul: Boğaziçi Yay., s.254-259.

Yakupoğlu, C. (2009). Kuzeybatı Anadolu’nun Sosyo-Ekonomik Tarihi, Kastamonu-Sinop- Çankırı-Bolu (XIII-XV. Yüzyıllar). Ankara: Gazi Kitabevi.
Yüce, K. (1987). Saltukname’de Tarihî-Dinî-Efsanevî Unsurlar, Ankara.
Yüce, K. (1988). “İslâmî Destanlarda Batı Karadeniz Bölgesine Ait Bazı Kayıtlar”, I. Tarih Boyu Karadeniz Kongresi, Ekim,1986 (Samsun), s.375-381.

 

Etiketler: , , , , , , ,

18. YÜZYILDA SİNOP – SAMSUN İLİŞKİLERİNE AİT BAZI GÖZLEMLER

04.04.2024- Prof. Dr. İbrahim GÜLER

Samsun ve Sinop’un Ortak Sosyal (İletişim-İlişkiler) ve Ekonomik (İktisadî
Malî) Özellikleri

Sinop ve Samsun’un ortak özelliklerinden bir diğeri de Kuzey Afrika’daki Türk ocaklarında hizmet edecek, asker adaylarını bölgeden ocaklara göndermekti.
Buralardan giden gençler, söz konusu ocaklarda önemli işlevler görmüşlerdi. Aralarında çok yüksek mevkileri elde eden hatta yönetimi eline geçirenler bulunuyordu.24 Bu gençler, asıl vatanlarının adını, kültürünü ve medeniyetini gittikleri bu coğrafyalara taşımışlardı. 25

Bunlardan başka bu iki şehrin, başka devletlerin şehzadeleri ve yakınlarına ev sahipliği yapma gibi özellikleri de vardı. Osmanlı Devleti tarafından muhtelif Osmanlı şehir ve adalarında ikamete tabi tutulmuş, bir ara İran Şahı ilân edilip İran’a karşı bir koz olarak da kullanılmış 1730’da Osmanlı Devleti’ne sığınan İranlı şehzade Mirza Safi ve eşi Karıcıbaşı Kızı, kalebend olarak Samsun ve Sinop’ta ikamete tabi tutulmuşlardı.
Bunlara, Sinop İskelesi Gümrüğü Mukataası ve Tevabii’nden maaş veya yevmiye tahsis edilmişti. Bunlardan Mirza Safi Samsun’da eşi Karıcıbaşı Kızı ise Sinop’ta ikamet ettirilmişlerdi.26 Böylece Osmanlı Devleti’nin komşularıyla olan dış siyasetinde bu iki Karadeniz iskele şehrinin katkısı olmuştu.

***

24 Bk. Güler, “Sinop’da Tunus Dayısı Vakfına Dair 1744-1746 Tarihli Bir Dava Dosyası”,
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 5 (Samsun 1990), s. 65-78.
25 Bu konuda bk. Güler, “XVII. ve XVIII. Yüzyılda Tunus Anadolu İlişkilerinde Karadeniz Bölgesi
ve Trabzon’un İşlevi”, Trabzon ve Çevresi Uluslar Arası Tarih‐Dil‐Edebiyat Sempozyumu (3‐5
Mayıs 2001, Trabzon), Bildiriler, Cilt: 1 (Tarih), Trabzon 2002, s.173-199; Aynı müellif, “unemosaïque culture dans les Odjaks de l’Ouest en Afrique du nord à l’époque de l’Empire ottomane XVIIIe siècle: Exemple de la Tunisie”, 10th International Congress of Economic and Social History of Turkey (28‐30 September ‐ 1 October 2005, Venice), [International Association of Otoman Social and Economic History (IOSEH)], Dipartimento di Studi Eurasiatici
of University of Venice, 1-8 s.; Aynı müellif, “Türk Kültürünün Tunus’taki Yaşayan İzleri”,
Başbakanlık Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı ‘VI.
Uluslararası Türk Kültürü Kongresi’, 21-26 Kasım 2005, Ankara, 1-15 s.

 

Etiketler: , , , , , , , ,

DESTAN KAHRAMANLARI VE ANTİK DÖNEM TANRILARI

03.04.2024- Dr. İbrahim ONAY

TÜRK KÜLTÜR TARİHİ BAKIMINDAN OĞUZ KAĞAN DESTANI VE ÖNEMİ

ÖZET
Türk kültür tarihi bakımından Oğuz Kağan Destanı önemli bir yere sahiptir.
Zira Oğuz Kağan, cihan hâkimiyeti fikrinin ortaya konulması ve bunun gerçekleştirilmesi
noktasında bir takım kurallar ve gereklilikler ortaya koymuştur.
Oğuz Kağan’ın tarihi kişiliği ve kimliği noktasında temel iki görüş bulunmaktadır.
Bunlardan birincisi Büyük Hun Hakanı Mete olduğuna dair görüştür. İkincisi destanda anlatılan fetih hareketlerinden yola çıkarak, daha eski bir döneme yani İskitler dönemine ait olduğu düşüncesidir. Kanaatimizce Uygurca Oğuz Kağan destanı, içerisinde bir takım tarihi katmanlar barındırmaktadır ve başlangıç dönemi olarak Hun döneminden daha eski bir tarihi dönemi işaret eder.
Bu dönem büyük Türk fatihi Alp Er Tunga’nın, İranlıların tabiriyle Afrasyab’ın yaşadığı dönemlere tekabül etmektedir. Bu nedenle Türk düşünce hayatında ve Türk devlet geleneğinde Oğuz Kağan ile Alp Er Tunga arasında bir ilişki kurulabilmiştir.

Oğuz Kağan Destanını Anlatan Kaynaklar
Oğuz Kağan destanını anlatan başlıca iki kaynak bulunmaktadır. Bunlardan birincisi yazarı bilinmeyen ve bir Uygur tarafından yazıldığı anlaşılan Uygurca Oğuz Kağan destanıdır. Uygurca yazılmış olan bu eser W.Bang ve G.R. Arat tarafından 1936 yılında Türkçeye çevrilmiştir. Uygurca eserin tam olarak
ne zaman yazıldığı bilinmemektedir. Pelliot yaptığı araştırmalar sonucu vardığı kanaatle eserin 1300 yıllarına doğru Turfan‘da kaleme alındığını ve bu metnin XV. yüzyılda bir Kırgız bölgesinde hemen hemen hiç değiştirilmeden yeniden düzenlendiği sonucuna varmaktadır. (Pelliot, 1995: 103). İlk bölümü eksik olan
bu eser bugün Paris Milli kütüphanesinde bulunmaktadır. Diğer kaynak ise XIV. yüzyılın başlarında İlhanlı sarayında yaşamış Reşideddin’in yazıya geçirdiği eserdir. XV. yüzyılda yaşamış Yazıcıoğlu ve XVII. yüzyılda yaşamış Ebu-l Gazi Bahadır Han, Reşideddin’in rivayetlerini Batı ve Doğu Türkçesine çevirmişlerdir.
Faruk Sümer, Reşideddin’in bu rivayetleri doğrudan doğruya sözlü kaynaklardan aldığını söylediği halde Zeki Velidi Togan, Reşideddin’in yazılı kaynaklardan faydalandığını söyler. (Kaplan, 2006: 110-111). Kaplan’a göre; Reşideddin, Uygurca Oğuz Kağan destanından istifade etmemiştir. Zira ikisi arasında büyük
farklar vardır. (Kaplan 2006: 110-111). Uygurca Oğuz Kağan Destanını, Reşideddin ve Ebu-l Gazi’nin eserleriyle mukayese eden Pelliot ise ikisi arasındaki temel farklara işaret eder; Uygurca metinde ne İslam dinine, ne de Budizm, Nasturilik, Manicilik gibi başka bir dine ait bir unsur bulunmadığını, destanın
eski Türk dinine ve Türk niteliklerine daha uygun olduğunu bu nedenle daha eski olduğunu belirtir. Ayrıca Türklerin ve Moğolların kökeniyle ilgili en eski metinlerde birinci derecede önemi olan “boz kurt” öyküsü de aynı şekilde bir eskilik kanıtıdır, ama ne Reşideddin, ne de Ebulgazi, Oğuz’la ilgili olarak
bundan bahsetmemektedir. (Pelliot, 1995: 95). Gömeç de Oğuznameler değerlendirilirken
İslam öncesi unsurları bünyesinde barındıran Uygur Türkçesiyle yazılmış nüshanın esas alınması gerektiği kanaatindedir.( Gömeç, 2004: 121)
Oğuz Kağan destanının dini hayata dair öğeler barındırması, Oğuz Kağan’ın
misyonuyla ilgili farklı düşüncelerinde ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu konuyla ilgili görüşünü belirten Gömeç: “Tarihte, Oguz adıyla gelen bir peygamber ve onun dinini yaymak için üyesi olduğu milletle beraber yapmış olduğu mücadele, belki de zamanla bir kahramanlık destanına da dönmüş olabilir!
Nasıl ki, Hz. Muhammed’in İslamiyeti yayarken yapmış olduğu savaşlar ve başından geçen hadiseler, kahramanlık hikâyeleri şeklinde süslenerek aktarılıyor ise, Oguz için de aynı şeyleri neden düşünmeyelim?” (Gömeç, 2004: 116) görüşündedir.

TAMAMI:

https://dergipark.org.tr/tr/pub/tsadergisi/issue/21497/230487

BİLKE YORUM: Mitolojide, tanrılar ve tanrıçaların hikayeleri vardır. Bu mitolojik hikayeler, evrenin yaratılması, tanrılar ve kahramanların yaşadıkları olayları aktaran öykülerden oluşur. Bizim de destanlarımız vardır. M.Ö. var olan destanlar da mitolojik hikayelerle doludur. Kültürel zenginliğimizdir.

“ÇULLU GÖRDÜN DEĞİRMENCİ Mİ SANDIN” atasözü Anadolu’da yaygındır. Atalar neden söyler bu sözü?. Giyimi kuşamı, makamı ve zenginliği ile yükseklerde uçan ve kendini yüksek görenlere söyler. Göçer kültürünün, sebep ve sonuçları anlaşılmalı, uyumlanma sorunları irdelenmelidir. Türk Kültürünü taşıyan bu insanların diline, kültür değerlerine aşağılayıcı bakışlar sorgulanmalıdır.

 

Etiketler: , , , , , , , ,

SİNOP YERLİ AĞIZLARINI BELİRLEYEN GENEL ÖZELLİKLER

29.03.2024-Doç. Dr. Ergün ACAR

Çalışmanın tamamının linki aşağıdadır, bu gün bir bölümünü paylaşıyoruz:

2. SİNOP YERLİ AĞIZLARININ ORTAK ÖZELLİKLERİ

Ön damak ‘k’ ve ‘g’ ünsüzlerinin boğumlanma noktaları geriye kayarken yanındaki ince ünlülerin boğumlanma noktalarının da geriye kayması Sinop Yerli Ağızlarının en karakteristik özelliklerinden birisidir: ḵómür “kömür” (Erfelek-Hürremşah), ḵúrek “kürek” (Sinop-Oğuzeli), ḵúçücúḵ “küçücük” (Ayancık-Dolay), ḵóyden “köyden” (Saraydüzü-Bahşaşlı), ḵóḵúnden “kökünden” (Dikmen-Sarayköy), ḵófte “köfte” (Boyabat-Hıdırlı), ḵóçekler “köçekler” (Ayancık-Yenikonak), ḵóprü “köprü” (Erfelek-Soğucalı), şúḵúr “şükür” (Gerze-Bolalı); gúl “gül” (Erfelek-Soğucalı),

Gúdeller_ idi“güderlerdi” Gerze-Yamacık), gómdüle “gömdüler” (Dikmen-Sarayköy), gúzel “güzel” (Merkez- Oğuzeli), gúzüne “güzine” (Durağan-Yağbasan), …

Düzlük-yuvarlaklık uyumu bakımından Eski Anadolu Türkçesinin devamını sürdüren yöre ağızları bu yönüyle
yazı dilinden farklı olarak uyum dışı bir yapı sergilemiştir: ġaşuḳ “kaşık” (Erfelek-Kazmasökü), temüzce “temizce”
(Saraydüzü-Asarcıkkayalı), yayuḳ “yayık” (Ayancık-Yenikonak), yasduḳ “yastık” (Gerze-Bolalı), bellü “belli”
(Boyabat-Bürüm), …
Yöre ağızlarında ilerleyici ünlü benzeşmesi gerileyici benzeşmeye oranla daha yaygın ve kurallıdır: ezen
“ezan” (Boyabat-Hıdırlı), lire “lira” (Türkeli-Merkez), ataş “ateş” (Erfelek-Şerefiye), eli “Ali” (Gerze-Bolalı), mēni
“mani” (Durağan-Yağbasan), esger “asker” (Merkez-Hacıoğlu), baçça “bahçe” (Dikmen-Göllü), …
Ünsüz düşmesi (ğ, ġ, h, ḥ, k, ḳ, l, r, n, v, y), erimesi, hece kaynaşması ve ünlü karşılaşması sebebiyle uzun
ünlüler oluşmuştur:
Ünsüz düşmesi: āmed “Ahmet” (Erfelek-Şerefiye), āşam “akşam”, vā “var” (Ayancık-Yenikonak), ġāḳamadı
“kalkamadı” (Merkez-Hacıoğlu), būday “buğday”, ġāri “gayri” (Saraydüzü-Asarcıkkayalı), ēlence “eğlence” (Durağan-
Yağbasan), mēmed “Mehmet” (Erfelek-Soğucalı), bēki “belki” (Gerze-Bolalı), …
Hece kaynaşması: yapmā “yapmaya” (Durağan-Kuz), böl{müze “bölüğümüze” (Merkez-Kılıçlı), temüzl{mü
“temizliğimi” (Erfelek-Şerefiye), büş{rüz “pişiririz” (Türkeli-Paşalı), gitmē “gitmeye” (Erfelek-Ormantepe), ekmē
“ekmeğe” (Gerze-Bolalı), asgellm “askerliği” (Ayancık-Tepecik), dedmmiz “dediğimiz” (Saraydüzü-Merkez), …
Damaklı /ñ/ ünsüzünün düşmesiyle (-ñ->-ġ/ğ->-ø-) yan yana gelen iki ünlünün kaynaşması sonucu şahıs
zamirlerinde /a/ ünlüsü uzar: sā “sana” (Saraydüzü-Asarcıkkayalı), bā “bana” (Erfelek-Şerefiye), …
Ünlü karşılaşması: annāne “anneanne” (Merkez-Hacıoğlu), sāt “saat” (Erfelek-Tatlıca), …
Ayrıca alıntı kelimelerdeki asli uzunluklar korunmuştur: helmme “Halime” (Durağan-Yağbasan), mmde “mide
(Ayancık-Dolay) nūman “Numan” (Boyabat-Hıdırlı), …
-aġu, -egü ses birliği sistemli olarak uzun -/o/’ya dönüşmüştür: yapō “yapağı” (Boyabat-Aşıklı), ġaşō “kaşağı”
(Türkeli-Gökçealan), namazlō “namazlağı” (Boyabat-Ardıç), buzō “buzağı” (Ayancık-Kızılcakaya), ġırō “kırağı”
(Durağan-Olucak), …
İç seste -/ç/->-/ş/- ünsüz sızıcılaşması daha çok kapalı hecenin son sesinde görülür: geşlik “gençlik” (Türkeli-
Paşalı), saşdım “saçtım” (Ayancık-Sansar), #óşdü “göçtü” (Erfelek-Tatlıca), uşları “uçları” (Gerze-Gürsökü), aşdım
“açtım” (Durağan-Sarıyar), …
İç seste -nl->-nn- ilerleyici ünsüz benzeşmesiyle –rl->-ll- gerileyici ünsüz benzeşmeleri oldukça sistemlidir:
unnara “onlara” (Dikmen-Dağköy), idmannara “idmanlara” (Saraydüzü-Karaçaygöleti), ġarannuḳ “karanlık”
(Boyabat-Çeşnigir), şennik “şenlik” (Boyabat-Ören); billikde “birlikte” (Durağan-Alpaşalı), talla “tarla” (Dikmen-
Büyükkızık), atalla “atarlar” (Ayancık-Hatip), …
Kelime bünyesinde ya da kök-ek birleşmelerinde yan yana gelen iki ünsüzden ilki tonsuz olsa bile yazı dilinin
tersine ikinci ses tonsuzlaşma kuralına aykırı bir durum sergiler: açduo “açtık” (Boyabat-Bölüklü), ġuraḳda “kurakta”
(Dikmen-Dudaş), yapdım “yaptım” (Gerze-Sarıyer), gitdi “gitti” (Merkez-Yalıköy), …
/c/, /ç/, /s/, /ş/, /y/ ünsüzlerinin, ünlüleri daraltma ve inceltme etkileri vardır: çıÑırıvi “çağırıver” (Boyabat-
Kurusaray), tencirede “tencerede” (Ayancık-Türkmen), siyrek “seyrek”, (Durağan-Olucak), şiy “şey” (Türkeli-Alagöz),
orıya “oraya” (Merkez-Hacıoğlu), …
Ön seste /h/- ünsüz türemesi bazı sözcükler için karakteristiktir: helbet “elbette” (Boyabat-Yenicamili),
hambara “ambara” (Saraydüzü-Bahşaşlı), havya “ayva” (Dikmen-Saray), hevlüye “avluya” (Ayancık-Sansar), havlu
“avlu” (Erfelek-Ormantepe), …
/r/ ve /l/ sesleriyle başlayan kelimelerde ünlü türemesi düzenli ve kurallıdır: ırast “rast” (Boyabat-Bengübelen),
ıras “rast” (Durağan-Kuz), ıraslamadım “rastlamadım” (Dikmen-Saray), ırahmet “rahmet” (Saraydüzü-Bahşaşlı), ılaf
“laf” (Erfelek-Hürremşah), ilimanda “limanda” (Ayancık-Tepecik), ilāzım “lazım” (Türkeli-Paşalı), ilahana “lahana”
(Türkeli-Yapraklı), ilimon “limon” (Merkez-Kılıçlı), ilyanda “leğende” (Merkez-Alasökü), …
/r/ sesi genelde düşmektedir: va “var” (Boyabat-Bölüklü), gelü “gelir” (Durağan-Olucak), yapalla “yaparlar”
(Erfelek-Emirhalil), çocuḳla “çocuklar” (Dikmen-Saray), saldumuşdu “saldırmıştır” (Türkeli-Işıklı), alıvi “alıver”
(Saraydüzü-Bahşaşlı), …
–dır, -dir, -dur, -dür bildirme kipinin –/r/ ünsüzü düşer ve ünlüsü yuvarlaklaşır: vadu “vardır” (Ayancık-
Tepecik), açdu “açtır” (Türkeli-Yeşiloba), senedü “senedir” (Boyabat-İmamlı), iyidü “iyidir” (Dikmen-Göllü), …
i- cevheri fiili kendini muhafaza eder: varÃıdı “vardı” (Boyabat-Tekke), gelmişÃidi “gelmişti” (Durağan-
Sofular), #úzelÃidi “güzeldi” (Dikmen-Akçakese), açÃısañız “açsanız” (Gerze-Yamacık), …
Ön seste /k/->/g/-, /ḳ/->/ġ/-, /t/->/d/-, /p/->/b/-, /s/->/z/- tonlulaşması sistemli olarak görülür: ġadun “kadın”
(Merkez-Hıdırlı), ġomşu “komşu” (Gerze-Yamacık); gendüm “kendim” (Erfelek-Şerefiye), gene “kene” (Türkeli-
Merkez); daş “taş” (Durağan-Gölalan), dadlu “tatlı” (Boyabat-Hıdırlı), daşıtdudum “taşıttırdım” (Türkeli-Merkez); bide
“pide” (Türkeli-Paşalı), besdil “pestil” (Türkeli-Yazıcı); zerfoş “serhoş” (Durağan-Olucak), zebze “sebze” (Dikmen-
Saray), zoba “soba” (Boyabat-Aşıklı), .

Çalışmanın tamamını okumak isteyenler için:

BİLKE YORUM: Sinop köylerinde dağınık yerleşim hakimdir. Bir köyde iki üç haneli mahalleler vardır. Göç yolları göz önünde bulundurulduğunda, göçlerin grup grup yapıldığı anlaşılır. Bu kültürlere yansımaktadır. Bilimsel çalışmaları paylaşmaya devam ediyoruz. Hocamıza teşekkürler.


 

Etiketler: , , , ,

İSKENDERİYELİ HYPATİA

28.03.2024- Mehmet Fatih IŞIK- Zeynep YILMAZ KURT

Antikçağın sonlarındaki en etkili bilgindir. Tarihte bilinen ilk kadın matematikçidir.
‘Özgürlüğü savunan’ ilk kadındır. (MS. 370-415)

O dönemin üniversitesi kabul edilen İskenderiye’deki Museion’da felsefe,matematik ve astronomi dersleri vermiştir. Platon ve Arisroteles’in o bölgede tanınmasını sağlamıştır.

13 ciltlik bir matematik eseri yazmıştır. Alman matematikçi ve astronomu Kepler’in
gezegensel hareket yasalarını ondan önce anlayan ve açıklamaya çalışan kişidir.İLKÇAĞ FELSEFESİ

Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Fatih IŞIK-Bilim İnsanı ve Bir Filozof Olarak Hypatia-OAD

ÖZ– Bilim, sanat, felsefe edebiyat ya da başka disiplin alanlarındaki çalışmalar toplumların ortak mirasıdır ve bu tür çalışmalarda erkekler kadar kadınlar da katkı sunmuşlardır. Ancak çoğu zaman düşünce tarihinde ya da toplumlarda hâkim olan cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan algısal ve tutumsal tabulardan dolayı kadınların sözü edilen alanlardaki katkıları ve çabaları görmezden gelinmiştir.

Oysa düşünce tarihinde başta bilim ve felsefe alanları olmak üzere çeşitli alanlarda başarılarıyla ve yaptıkları katkılarla isimlerinden söz ettiren yüzlerce bilim insanı ve filozof kadından söz etmek mümkündür. Kuşkusuz bu kadınlardan biri de İskenderiyeli Hypatia’dır. İskenderiye Okulu’nun ekollerinden biri olan Yeni-Platonculuk anlayışının en önemli temsilcilerinden biri olan Hypatia, kadim ve güçlü bir düşünce sisteminin eğitiminden geçmiştir.

Özellikle matematikçi ve aynı zamanda bilim insanı olan babası Theon, Hypatia’nın iyi bir eğitim alması için ayrıca çaba sarf etmiştir. Çok boyutlu (felsefe, matematik, astronomi…) bir eğitim tedrisatından geçen Hypatia, toplumda egemen olan erkek egemen anlayışa karşı yapmış olduğu cesur mücadelesiyle ve düşüncelerine olan bağlılığıyla tanınan bir filozof ve bilim insanıdır. Farklı inançlara ve düşüncelere sahip olan öğrencilere felsefe ve bilim öğretmiş olan Hypatia, sağduyulu tavrıyla yaşadığı dönemin ileri gelenlerinin dikkatlerini üzerine çekmiştir. Cesareti ve zekasıyla Platon’un ruhuna ve güzelliğiyle Afrodit’in bedenine sahip olan bir insan olarak tanımlanan Hypatia, yaşadığı dönemin etkili filozof ve bilim insanından biri olmuştur. Hypatia’nın yaşamı, bilimsel ve felsefe alanındaki çalışmaları ile tarihte bıraktığı iz, bu çalışmanın amacını
oluşturmaktadır.

Filozof Hypatia’nın Yaşamı ve Çevresi
Hypatia MS. 355/370-4156 yılları arasında İskenderiye’de yaşamıştır. Dönemin en önemli
matematikçilerinden biri olarak kabul edilen İskenderiyeli Theon’nun kızıdır ve babası Hypatia’nın
hayatında çok önemli bir yere sahiptir. İskenderiye’nin önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilen
Hypatia’nın babası Theon, matematikçi kimliğinin yanı sıra Güneş ve Ay tutulması başta olmak üzere
astronomi ve başka pek çok bilimsel konuda da çalışmaları olan bir bilim insanıdır.7
İlk eğitimini
babasından alan Hypatia, daha sonra Atina ve Roma başta matematik olmak üzere felsefe ve astronomi
alanlarında eğitimi almıştır. Sözü edilen yerlerde eğitimini tamamladıktan sonra İskenderiye’ye dönen
Hypatia, dönemin en önemli bilim merkezlerinden biri olan İskenderiye Kütüphanesi’ndeki Platon
Okulu’nda felsefe, matematik ve astronomi eğitimleriyle ilgili dersler vermeye başlamıştır. Bu okulda
eğitim verirken “Bizi birleştiren şeyler ayıran şeylerden daha fazladır. Hepimiz kardeşiz!” mottosuyla
felsefesini öğrencilerine anlatan Hypatia, din, dil, ırk ayrımı yapmadan herkesi okuluna kabul etmiştir.
O, farklılıkları bir çatışma unsuru olarak değil, “Bir”in ve birliğin farklı tezahürleri olarak görmüştür.
Dinlerin çatıştığı o karanlık çağda Hypatia, bilimi ve felsefesiyle adeta bir ışık olmuştur

Bu bağlamda Hypatia, İskenderiye Okulu’nda Hıristiyanlık, Musevilik ve Paganizm gibi farklı inanışlara sahip öğrencilerine Platon ve Aristoteles’in felsefelerini öğretmeye çalışmıştır. Burada birçok öğrenci
yetiştirmiş olan Hypatia, daha sonra Mısır valisi olan Orestes ile piskopos olan Synesius gibi kişilere de
öğretmenlik yapmıştır.

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3041469

BİLKE YORUM: MS 300 yılında doğan ve ÖZGÜRLÜĞÜ SAVUNAN İLK KADIN DİYOR Kİ: “Bizi birleştiren şeyler ayıran şeylerden daha fazladır. Hepimiz kardeşiz!” Bu mottosu, günümüze de ışık tutmaktadır. Birleştiren değerlerden kolayca uzaklaşıyor, ayıran şeyleri çok çabuk kabul ediveriyoruz. Kadınlarımızın sahip olduğu anaç özelliğe toplumun ihtiyacı var. Her kadın, bir ışık olabilir çevresine. YALNIZCA İSTESİN.

 

Etiketler: , , , , , , , ,

SİNOP RUM CEMAATİ’NİN 19.YÜZYILDAKİ SOSYAL YAPISI

27.03.2024- Doç. Dr. Cenk DEMİR

ÖZ
Her ne kadar tarihin belirli bir evresinden sonra yol ayrımına girilmiş olsa da Türklerle Rumlar uzun yıllar bir arada yaşamayı başardılar. Bu süreçte iki toplum arasındaki etkileşim, duruma göre bazen sınırlı bazense daha geniş alanda oldu. Her bölge veya şehirde bu vaziyet değişkenlik göstermiştir. Sinop’taki Türk ve Rum toplumlarının yaşanmışlıkları ise Anadolu’daki iki halkın paylaşımlarına dair asgari düzeyde fikir verecektir.

Sinop’ta Müslüman halk içkale olarak tabir edilen sur içinde yaşarken gayrimüslim haneleri surun dışında yer alıyordu. Dolayısıyla bu çalışmada surun içindekiler değil, surun dışındakiler incelendi. Bu bağlamda Sinop Rumları özelinden hareketle bir toplumun 19. yüzyıldaki demografik, içtimaî, iktisadi, dinî ve çeşitli
tarihsel vakıasına ışık tutulmaya çalışıldı. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı’nda yer alan arşiv vesikaları ile çeşitli telif ve tetkik eserler ise çalışma sırasında istifade edilen başlıca kaynaklar oldu. Ortaya çıkan bilgiler çerçevesinde Sinop kent monografisine katkı sağlanması amaçlandı.

………………………..

Sinop’taki Rum ahali şehir doğusundaki surların dışındaki mahallelerde yaşıyordu.(9) Ünal’a göre, onların sur dışına çıkarılmaları muhtemelen Türk fethinden sonra gerçekleşmiştir.(10) Ünlü Türk seyyah Evliya Çelebi’nin Sinop’a dair seyahat notlarında, 1640’ların başında kalenin içinde ve dışında olmak üzere kentte toplam 24 mahalle olduğu ifade edilmektedir. Kalenin dışında bulunan Hristiyan mahalleri
deniz kenarında yer alıyordu ve buradaki evler çok katlı, eski yapılardı. Haraç veren gayrimüslim sayısı 1.100’dü. Yaklaşık 100 gayrimüslim ise Sinop Kalesi’nin bakım ve tamiri ile görevlendirildikleri için her türlü vergiden muaftı.(11)
1654-1666 yılları arasından Halepli Paul’un Suriye, Anadolu, Karadeniz’ kıyılarındaki Balkan ülkelerine ve Rusya’ya gerçekleştirdiği seyahatinin duraklarından birisi ise Sinop’tu. Evliya Çelebi gibi Halepli Paul da Sinop’taki Hristiyan evlerinin kale surlarının dışında olduğu belirtmektedir. Buna karşılık yaz
mevsiminde Rus baskınlarına maruz kalmaktan korktuklarından dolayı birçoğunun kale içinde de evleri vardı ve yazın gelmesi ile birlikte bütün mallarını alarak kale içine taşınıyorlardı. Sinop’ta 1.000’den fazla Hristiyan aile rahat, mutlu ve güvenli bir şekilde yaşıyordu ve bu aileler, çok sayıda cariye ve erkek köleye sahipti. Her bir ailenin beş, altı ya da daha fazla sayıda cariyesi ve kölesi vardı. Şehir garnizonundaki
askerî birliklerin, papazların, kadının ve diğer devlet memurlarının maaşları gayrimüslimlerden alınan vergilerden karşılanıyordu.

Bu dönemde Rum cemaatine ait kentte 7 kilise bulunuyordu ve bunların tamamı surların dışında yer alıyordu.(13) İçlerinde Türklere ait evlerin bulunmadığı ve Sinop yarımadasının kuzeyinde yer alan Hristiyan mahallesindeki kiliselerde sabah ve akşamları çan çalıyordu.8149 Sinop’ta gayrimüslim tebaa içerisinde Rum nüfus çoğunluktaydı. Ermeniler ise sayıca az ve ekonomik açıdan yoksuldu. Ayrıca Ermenilerin, arazisi Rumlara ait olan bir de kiliseleri vardı. Halepli Paul Sinop’taki Rumların Ermenileri küçümsediklerini, Ermenilerin ibadet ettikleri kilise arazisinin Rum cemaatine ait kilise gayrimenkulü olduğu için burayı da kendilerinden almaya çalıştığını belirtmektedir. Diğer taraftan Sinop’taki Rum Ortodoks kiliseleri Amasya
Metropolitliği’ne bağlıydı. Ancak Paul’un aktardığı bilgiye göre, Amasya’daki Hristiyan cemaatin tümüyle yoksullaşması ve buradaki metropolitliğin adeta harbeye dönüşmesi nedeniyle Amasya Metropoliti uzun süreden beri Sinop’ta yaşamaktaydı.(15)

18.yüzyılın başlarında Sinop’u ziyaret eden ve Rumlar hakkında bilgi edindiğimiz bir başka seyyah ise Fransız Joseph Pitton de Tournefort’tur. Tournefort’a, bu seyahatinde bir Alman hekim ve bir Fransız ressam arkadaşı da eşlik etmişti. Ekip, 6 Mayıs 1701(16) tarihinde Sinop’a gitmek için Abana’dan yola
çıktı ve 7 Mayıs’ta Sinop’a vardı. Tournefort ziyareti sırasında, çevrede alçak bağ bulunmamasına rağmen çok iyi asma şarabı satan bir Rum’un evinde kaldı ve 10 Mayıs’ta Sinop’tan ayrılarak Gerze üzerinden doğuya doğru seyahatini sürdürdü. Fransız seyyah Sinop’a dair ilk izlenimlerinde, kentte hiçbir Yahudi’nin yaşamasına izin verilmediğini ve Rumlara güvenmeyen Türklerin, onları surların ötesinde,
savunmasız büyük bir dış mahallede oturmaya zorladığını ifade etmektedir.(17)

Tamamını okumak isteyenler aşağıdaki linkten ulaşabilir:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/831162

………..

9 15. yüzyılın ikinci yarısı ile 16 yüzyıldaki tahrir kayıtlarında yer alan Sinop kaza merkezindeki
Gayrimüslim mahallelerin isimleri şöyledir: Büyük Kilise, Aya Bedros, Ayakluca Kilise, Aya
Nikola, Tersane, Arab(lar) Pınarı ve Aya Kostandin. Bu dönemde şehirdeki toplam Rum nüfusu
ise 1487’de 815, 1530’da 1.256, 1560’da 1.070, 1582’de ise 1.425 idi. Tahrirlere göre Sinop
kaza merkezinde ve merkez kazaya bağlı köylerde yaşayan Rum nüfus hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Devrinde Sinop, Ankara 2014, s. 85, 91-97, 102-103, 106-
107, 117, 346.
10 Ünal, a.g.e., s. 95.
11 Evliya Çelebi b. Derviş Mehmed Zilli, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Haz. Zekeriya Kurşun-
Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, C: 2, İstanbul 2006, s. 44.
12 Paul of Aleppo, The Travels of Macarius, Patriarch of Antioch: Part The Ninth: Conclusion of
the Travels. Black Sea-Anatolia-Syria, Çev. F. C. Belfour, Vol: II, London 1836, , s. 427-428.

13 Bu kiliselerden ilkinin adı Konstantin (Constantine) ve Helena idi. İkincisinin ismi Müjde
(Annunciation), Üçüncü kilisenin ismi ise Aziz Nicolas (St. Nicolas)’tı. Papaz Aziz John (St.
John the Divine) isimli dördüncü kilise çok eski tarihlerde yapılmış yüksek kubbeli ve içlerinde
en eski olanıydı. Bu kilisenin yakınlarında ise Aziz Kugiaxn (St. Kugiaxn) isminde büyük yapı
ise beşinci kiliseydi. Altıncı kilisenin ismi Vaftizci Aziz Yahya (St. John the Baptist) idi. Deniz
kenarında yer alan Martir Theodor Tiron (Martyr Theodorus of Thyron) isimli kilise ise
Sinop’taki yedinci kiliseydi. Havari Aziz Andreas (St. Andrew)’ın komşu ülkeleri ziyaret
ettikten sonra Sinop’a geldiğinde, Şehit Theodor Tiron mabedinin içerisinde yer alan koltuk
şeklinde mermer bir taşa oturduğu rivayet edilmekteydi. Aynı zamanda bu kilisede Sinoplu Aziz
Fokas’ın (St. Foka/St.Phocas) mezarının saklı olduğuna inanılmaktaydı.
14 Ayrıca bu bölgede eski bir saray kalıntısı bulunmaktaydı. Burası Sinop’un Hristiyan imparatorlar
tarafından yönetildiği dönemden kalma bir yerdi. Bu muhteşem yapının etrafı ise
Hristiyanlara ait harabe evlerle çevriliydi. Sarayın içerisinde, Kutsal Göğe Yükseliş (the Divine
Ascension) Kilisesi adı ile anılan antik bir kilise bulunuyordu. Sinop’taki tüm kiliselerin plan
tipleri, İstanbul ve Anadolu’daki diğer kilise planlarıyla benzerlik arz etmekteydi.
15 Paul of Aleppo, a.g.e., s. 428-431.
16 Seyahatnamenin Türkçe çevirisinde Joseph de Tournefort’un 5 Mayıs’ta Abana’ya ulaştığı ve 16
Mayıs’ta Sinop’a gitmek üzere Abana’dan ayrıldığı yazmaktadır. Ayrıca 17 Mayıs’ta Sinop’a
varan Tournefort’un, daha sonra 10 Mayıs’ta Gerze’ye gitmek üzere Sinop’tan yola çıktığı ifade
edilmektedir. Burada maddi bir hatadan kaynaklı yanlış bir tarihlendirme söz konusu olabilir.
Dolayısıyla Joseph de Tournefort’un, 7-10 Mayıs tarihleri arasında Sinop’u ziyaret ettiği
düşünülmektedir.
17 Joseph Pitton de Tournefort, Tournefort Seyahatnamesi-Ege Adaları, Çev. Ali Berktay, Ed.
Stefanos Yerasimos, İstanbul 2013, ss. 46, 112-116.

    BİLKE YORUM: Sinop hakkında yapılan bilimsel çalışmalara, sitemizde her zaman yer veriyoruz. BİLİMSEL MAKALELER kategorimizden tüm akademik çalışmaları takip edebilirsiniz. Bu çalışma için Sayın Doç. Dr. Cenk DEMİR’e teşekkür ediyoruz. Sinop için yapılan her çalışma, atılan her adım değerlidir.

     

    Etiketler: , , , , , , , ,

    FİZİKTEKİ TEMEL BÜYÜKLÜKLER: EVRENİN DUYGUSAL PUSULASI

    15.03.2024- Prof. Dr. Cem Cüneyt ERSANLI -Sinop Pusulası Köşe Yazısı

    Evren, sonsuz bir hikâye anlatıcısıdır ve bu hikâye, fizikteki temel büyüklüklerin anlam dolu bir yolculuğunu içerir. Bilim, teknoloji, ticaret ve mühendislik alanlarındaki talepler üzerine 1960 yılında Paris’te düzenlenen “Ağırlıklar ve Ölçümler” konferansında, Uluslararası Birim Sistemi tanıtılarak buna resmi bir statü eklendi. İşte bu kapsamda; uzunluk, kütle, zaman, akım şiddeti, sıcaklık, ışık şiddeti ve madde miktarı olmak üzere fizikte yedi tane temel büyüklük belirlendi. Şimdi bu temel büyüklüklerin neler olduğunu gelin hep birlikte evrenin duygusal pusulasıyla ele alalım.

    Uzunluk, evrenin sonsuzluğunu ölçen bir cetveldir; her bir mesafe, bir hikâyenin başlangıcıdır.”

    Fizikte sadece temel bir büyüklük olmanın ötesinde, uzunluk yaşamın kendisinin bir yansımasıdır. Uzunluk, sadece bedensel bir boyut değil, aynı zamanda zamanın ve anıların izini süren bir iz düşümdür. Bir çocuğun ilk adımlarıyla başlar uzunluk. Küçük ayaklar, büyük bir dünyayı keşfetmeye açılır. Her adım, bir öncekine uzanan bir geçmişi temsil eder. Uzunluk, geçmişin ve geleceğin bir bağlantısıdır; bir hikâyenin başlangıcı, bir maceranın izidir. Uzunluk, bazen zamanın acımasız yüzünü de yansıtabilir. Bir ayrılık, bir veda, bir bekleyiş… Tüm bu durumlar, uzunluğun hissedilen bir derinliğini taşır. Belki de zamanın ne kadar uzun hissedebileceğini sadece kalpten gelen hislerle anlayabiliriz. Belki de en anlamlı uzunluk, sevdiklerimizle geçirdiğimiz zamanın uzunluğudur.

    Kütle, maddenin taşıdığı bir yük değil, aynı zamanda insanın duygusal derinliklerini de yansıtan bir aynadır.”

    Kütle, bir cismin içindeki atomların, moleküllerin ve parçacıkların toplam miktarını temsil eder. Kütle, hayatın her anında bize eşlik eder. Bebeklikten yaşlılığa kadar, büyüme sürecimizdeki değişimleri kütlede buluruz. Bu, sadece fiziksel bir büyüme değil, aynı zamanda yaşamın içsel bir evrimidir. Bir şeyin kütle kaybetmesi, bazen duygusal bir hüznü beraberinde getirir; ancak aynı zamanda, bir şeyin kütle kazanması, yeni başlangıçları ve büyümeyi simgeler. Kütle, yaşamın sonsuz döngüsünün bir parçasıdır ve bu döngüde duygusal anlamlar bulur.

    Zaman, geçmişin yükünü taşırken geleceğin umutlarını da barındırır; her bir an, bir sonsuzluğun parçasıdır.”

    Doğarız, büyürüz, yaşlanırız, ancak zamanın ne kadar hızlı geçtiğini fark edemeyiz. Bir an zamanın kollarında kayboluruz. Bazen zamanın acımasız bir öğretmen olduğunu da düşünürüz. Geçmiş hatalar, gelecekteki kararlar üzerinde bir gölge gibi durur. Ancak aynı zamanda, zamanın iyileştirici bir güç olduğunu da unutmamalıyız. Zaman, yaraları sarar, öğretilerle dolu bir ömür bırakır ardında. Bir gün geri dönüp baktığımızda, zamanın hikâyelerini görebiliriz. Belki de bu nedenle, zamanın derinliklerinde kaybolmak yerine, her anın kıymetini bilmeli, sevdiklerimize zaman ayırmalıyız. Zaman, yaşamın en değerli hazinesidir ve duygu dolu bir yaşamın da anahtarıdır.

    Akım şiddeti, elektronların çığlığına karışan evrenin ezgilerini taşır; bir enerji akışının melodisidir.”

    Akım şiddeti, elektrik yüklerinin dans ettiği evrenin görünmez bir melodisi gibidir. Lambaların parıltısı, elektrikli araçların sessiz ilerleyişi… Hepsi, akım şiddetinin birer yansımasıdır. Bu akış, sadece teknolojinin gelişimini değil, aynı zamanda insanlığın da evrimsel bir adımını temsil eder. İnsanlar arasındaki bağlar, elektrik devrelerinin birleşim noktalarına benzer. İki insan arasındaki etkileşim, bir elektronun bir yükten diğerine geçişi gibi bir enerji akışını içerir. Elektriğin bir ampulü aydınlatması gibi, duygular da insanın içinde bir ışık kaynağıdır. Belki de en önemlisi, bu akımın insan hayatında bir yankı bırakmasıdır.

    Her bir sıcaklık, bir duygunun izini taşır; her bir ısı, bir anın sonsuzluğunu yansıtır.”

    Her mevsimin kendi sıcaklığı vardır; ilkbaharın hafif esintisi, yazın kavurucu sıcağı, sonbaharın hüzün dolu serinliği ve kışın beyaz örtüsü altında gizlenmiş soğuk. Bu sıcaklık değişimleri, doğanın yaşam döngüsünü ritmik bir dansa dönüştürür. Sıcaklık, mevsimlerin müziğini çalan bir orkestra şefi gibidir, her bir notayı titizlikle belirler. Fizikte sıcaklık, moleküler düzeyde titreşen parçacıkların enerji seviyelerini belirtir. Ancak bu soyut terim, günlük yaşamımızda anlam kazanır. Bir yaz günü güneşin sıcağından keyif alırken, kışın soğuk rüzgarları arasında sıkıca sarılırız. Sıcaklık, yaşamın renk paletini oluşturan bir fırça gibi, her anı renklendirir. Belki de en önemlisi, sıcaklık insanlığın dayanışma duygusunu etkiler.

    Işık şiddeti, duyguların renkli paletini resmeden evrenin sanat eseridir.”

    Güneşin sıcak ışıkları cildimize değdiğinde, yağmurla birleşen gökkuşağının renk cümbüşü, ışığın gizemine dair anlamı derinleştirir. Güneşin doğuşu, yeni bir umudu; gün batımı, bir vedanın hüznünü simgeler. Bu doğal ışık oyunları, insanların iç dünyasında duygu fırtınalarını tetikler. Belki de bu yüzden, ressamlar ve şairler, ışığın çeşitli tonları arasında dolaşıp duygu dolu eserler ortaya koyarlar. Işığın şiddeti, sadece evrenin yasalarını değil, aynı zamanda insanlığın duygusal manevralarını da yönlendirir. Bu yüzden, hayatın karmaşıklığında, ışığın izini sürmek, içsel bir keşfe davet eder.

    Her zerrenin bir önemi vardır; madde miktarı, evrenin her bir köşesine bir anlam yükler.”

    Madde miktarı, atomik düzeydeki parçacıkların toplam sayısını ifade eder; ancak bu terim, yaşamın anlamını ve insan deneyimini de şekillendirir. Madde miktarı, günlük yaşamımızın içinde sessizce var olan bir gerçekliktir. Bir kahve fincanının içindeki kahve tanecikleri, bir bahçenin toprak miktarı veya atmosferdeki gazların miktarı… Hepsi, madde miktarının çeşitli yönlerini temsil eder. İnsanlar arasındaki bağlar, duygusal madde miktarının bir yansımasıdır. Bir ailede paylaşılan anılar, bir arkadaşlıkta hissedilen samimiyet; hepsi, insan ilişkilerindeki madde miktarının birer örneğidir. Bu madde, sevgi, güven ve anlayışın dokusunu oluşturur. Her bir parçacığın, her bir duygunun ve her bir düşüncenin arkasında bir miktar madde vardır. Bu madde miktarı, evrenin ve insanlığın dokusunu birleştiren görünmez bir iplik gibidir. Bu iplik, sadece fiziksel bir ölçüm değil, aynı zamanda insanlığın hikâyesinin özüdür.

    Fizikteki bu temel büyüklüklerden her biri, evrenin karmaşıklığına katkıda bulunur ve kendi benzersiz hikâyesini anlatır. Bu hikâyeler, sadece evrenin yasalarını değil, aynı zamanda insan duygularını, ilişkilerini ve anlam arayışını da içerir. Bu temel büyüklükler, evrenin dokusundaki her bir ipliği birleştirir; insanın bilgiye, duygulara ve evrenin gizemine açılan kapıları aralar.

    Kalın sağlıcakla.

     

    Etiketler: , , , , , , , , , , ,

    YAŞAYAN DİLLERE AİT EN ESKİ YAZILI BELGELERİN TARİHLERİ

    07.03.2024- Özhan ÇAKICI – Etimoloji- Sözcüklerin ve Deyimlerin Kökeni Grup MODERATÖRÜ

    Bir dilin ilk yazısı hangisidir, hangi tarihten itibaren o dilin ismi konulmuştur, bunlar epey tartışmalı konular. Bununla birlikte bize yol göstermesi için şu an yaşayan dillerin, üzerinde uzlaşılmış, kesin olarak bilinen en eski belgelerinin bir listesini yaptım. Böylece grupta tartışılan en eski yazı konuları için bir temel olabileceğini düşünüyorum.
    Unutmamamız gereken bir nokta da bu yazıların hiçbiri varolan dillerin bugünkü konuşma ve yazı hali ile rahatça okunabilir değildir. Okunmaları için ekstra uzmanlık ve bilgi gerektirmektedir.
    1- Çince……….. Kehanet Kemikleri. M.Ö 1250
    2- Hintçe ……..Rigveda M.Ö 1200
    3-Yunanca……Miken Linear B yazısı M.Ö 1200
    4-İbranice…….Khirbet Qeiyafa ostrakonu M.Ö 1000 civarı
    5-Latince………Praeneste Fibula M.Ö 7 yy
    6-Farsça……….Behistun yazıtı M.Ö 525
    7-Tamilce…….Tholkkaapiyam M.Ö 350
    8-Aramice…….Crpentas Steli M.Ö 4 yy
    9-Ermenice….Kutsal Kitap Çevirisi M.S. 5yy
    10-Gürcüce…Kraliçe Aziz Şuşanik’in Şehitliği M.S 432
    11-Arapça….. Zabad Yazıtı M.S 512
    12 İngilizce….Caedmon’un İlahisi . M.S. 658
    13 Japonca…..Kojiki. M.S. 712
    14 Türkçe…..Orhun yazıtları M.S. 21 Ağustos 732
    15 Franszıca…Strazburg Yeminleri . M.S. 14 Şubat 842
    16 Bulgarca…. ( ilk kiril ile yazılan yazı) M.S 921
    17 Korece…….Hyangga M.S.900 civarı
    18 Rusça………Novgorod Kodeksi M.S.999
    19 İspanyolca..Nodicia de kesos M.S 975

    BİLKE YORUM: Bu değerli çalışma için Sayın Ö. ÇAKICI’YA çok teşekkür ediyoruz. Dünya genelinde dillerin ortaya çıkışı, yayılışı ve etkileşimleri konusu, en zor bilimsel çalışmalar arasındadır. Bulunan belgelerin tarihsel sıralaması günümüze ışık tutmaktadır. Eskiye dönük, yeni aydınlatıcı belgelerin bulunması tarihin gizemlerini aydınlatacaktır. Bir de 6. yy tarihlendirilen Çoyr Yazıtı vardır. Bilim insanları arasında net değildir diyenler vardır.

    ÇOYR YAZITINDA NE YAZIYOR: Çoyr Yazıtı, Çöyr Yazıtı ya da Çoyren Bengi Taşı, İkinci Göktürk Kağanlığı dönemi, 7. yüzyılda (687 yılı) 6 dizelik bir bengi taş olarak dikilmiş şimdiye dek bulunan en eski Türk yazıtıdır. Yazıtın içeriği ise atlarını ve davarlarını (yani mal-mülklerini) bırakıp ayrılan (yani ölen) Tun Bilgä ve Tun Yägän Ärkin’in geride kalanlara İlteriş Kağan’ın kağanlığını tanımak suretiyle mutluluk içinde yaşayacaklarını öğütlemesinden ibarettir. (1)

    Çoyr Yazıtı, Moğolistan’ın Damagovi köyü’nün Çöyr demiryolu istasyonundan 15 kilometre kuzey-doğu yönünde, Urga-Kalgan yolunun doğusunda, Sansar-Ula dağının güney eteklerinde kurgan yerinde 1928′den önce Jamtsarano Tseeveen ve Sensüren tarafından bulunmuştur. Yazıt 1929 yılında bulunduğu konumdan alınarak Moğolistan’ın başkenti Ulan Batur’a getirilmiş, Moğolistan Halk Cumhuriyeti Merkezî Devlet Müzesi’nde korunmaya alınmıştır. 1995‘den beridir ise Ulan Batur’da bulunan Moğolistan Milli Tarih Müzesi’nde bulunmaktadır. [2]

    • [1] ATA, A. (2011) ORHUN TÜRKÇESİ. Anadolu Üniversitesi
    • [2] ÖZÖNDER, S. B. (2006). ÇÖYR YAZITI. Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Ankara Üniversitesi

    Eski yazıtlar için kaynak:

    https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1558236?fbclid=IwAR1AiALft4L841qv15fiZ0-E11nZPZYZUokAfy5l4UZmOUxmWmxKvvRXSLc

     

    Etiketler: , , , , , , , ,