17 Ağustos 2019- Şafak Gündüz SARIKAYA
Sıcak bir Ağustos günüydü.
Bir bilardo salonu…
Kimse yok içeride, masanın üstünde toplar duruyor, hiç kımıldamadan.
Hemen biraz ileride sakin, kendi halinde bir ev…
Nem kokuyor, rutubet kokuyor, öyle tuhaf kokuyor ki, burun deliklerinden giren koku genzi yakıyor. Evden bir siyah beyaz fotoğraf düşmüş, rüzgarla bir o yana bir bu yana savruluyor.
Sıcak bir Ağustos günüydü.
İnsanlar sağa sola koşturuyordu. Bir sis perdesi arasında duyulan siren sesleri, acele acele yürüyen, koşturan insanlar.
Hafif bir toz bulutu, beyaz önlüklü doktorlar, sağlık görevlileri, hepsi telaş içerisinde.
Babamla beraber yürüyoruz. Bize maske veriyorlar, “takın bunları”, diye. Elimizde kumanya dar bir yokuşu tırmanıyoruz, ağzımızda bir maske. Önümüze bir çadır çıkıyor ve bizi misafir ediyorlar, ayran veriyorlar.
Sıcak bir Ağustos günüydü………
Gölcük, perişan, Gölcük mahvolmuş.
Binalar kağıt gibi yıkılmış, denizin içine bile kaymış. Bilardo masası sağlam ama binası yana kaymış, gitti gidecek. Biraz ilerisindeki başka bir bina tamamen yıkılmış, moloz yığını ve tuğlaların arasında elbiseler var, rutubet kokuyor, insan kokuyor insan. Bir siyah beyaz fotoğraf savruluyor duruyor. Kim bilir kimler vardı, kimler yaşadı o binada diyorsunuz.
Babamla şaşkın şaşkın bakışıyoruz. Çadıra giriyoruz bir yokuşu çıkarak. Çadırdakiler Güneydoğu’dan terörden kaçıp, iş için Gölcük’e gelmişler. Adam bir haftadır uykusuz, “çıkardığım ceset sayısını bilmiyorum” diyor. Ama o yorgunluklarını bırakıp bize ayran ikram ediyorlar. Babamla yine şaşkın şaşkın bakışıyoruz.
Gölcük yaralı, Gölcük üzgün. Yüreğimizde sızı ve acı. Babamla sessiz sessiz İstanbul’a geri dönüyoruz. Burada tahminimizden çok fazla yardıma ihtiyaç var, diyoruz. Çadırdaki aileyi 1 ay sonra ablam arıyor yardım göndermek için. Terörden kaçan ailenin bu sefer depremden kaçtığını ve Güneydoğu’ya geri gittiğini öğreniyoruz.
Sıcak bir ağustos günüydü………
Babama bu anıları yeniden hatırlatmak isterdim ama artık bu mümkün değil. O da, “Sen ne güzeldin komşumuzdun Fahriye Abla” dizeleri ile meşhur Ahmet Muhip Dıranas’ın mezarına komşu artık.
Depremler yıkıcıdır, yok edicidir. Acıları da zamanla unutulmaz. İçimizdeki depremler de unutulmuyor. Bu yıl 17 Ağustos ilk defa babamsız geçiyor. Kimileri doğuyor, kimileri ölüyor. Hayatın dengesi, gizemi, dualitesi, sırrı da burada gizli bir anlamda.
Ölüm sessiz, ölüm teessür edici,ölüm deprem gibi çok acı.
İnsan hayatı, yaşam döngüsü olarak algılanır; bu döngünün sınırları vardır. Ölümün bizdeki şaşırtıcılığı, anlaşılmazlığı bu döngünün dışında gerçekleşiyor. Algılarımız iflas ediyor, hayat anlamsızlaşıyor ve basit gelmeye başlıyor. Bu aslında yaşam döngüsünün yalın gerçekliği.
Geride kalanlar anılara, değer vermeye başlıyor. Babam, iyi ve güzel anılmak isterdi. 50’li yılların ortasında başladığı Sinop Türk-Amerikan Üssü’ndeki başarıları, anıları, toprağa ve hayvanlara düşkünlüğü, hayata pozitif bakışıyla, iyi anılmak isterdi. ve saygıyla, iyi anılmak isterdi. Biz onu hep tatlı gülümsemesi ve hoşgörüsü ile hatırlayacağız.
Ölüm çok acı, ölümün ardından iyi yad ediliyor olmak, sevilmek, saygı ile anılmak, çok önemli. Herkes öldüğünde, böyle anılmak ister.
Deprem vurdu ve üzerinden 20 yıl geçti, 17 Ağustos’u ve ölenleri unutmayalım.
Sıcak bir Ağustos günüydü……….
Ama bunda Ağustos’un da bir suçu yoktu.
17 Ağustos’ta ölenlere ve depremlerle yitirdiklerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhları şad olsun.
ŞGS
Not: Bu yazıya, babam hayatta iken başlamıştım, onu kaybettik. 17 Ağustos depremini anarken, bizim içimizde de deprem var.
