Sinop hafızasında derin izler bırakan, unutulmaz acıların yaşandığı bir yapı, SİNOP CEZAEVİ. Prof. Dr. Cevdet YILMAZ çalışmasına yer veriyoruz bu gün:
Doç. Dr. Cevdet YILMAZ*
ÖZET Eski çağlardan beri deniz ve ticaret kenti olarak bilinen Sinop Anadolu’nun en eski şehirlerinden biridir. Tunç çağından günümüze dek çeşitli uygarlıkların buluştuğu Sinop’u yüzyıllardır bu kadar vazgeçilmez kılan şey sahip olduğu coğrafi konumudur. Sinop şehri anakara ile Boztepe yarımadasının birleştiği kıstak (yükselmiş tombolo) üzerinde kurulmuş ve tarih boyunca güçlü kalesi ve doğal limanı ile dikkat çekmiştir. Sinop’ta Karadeniz’e hâkim olmak isteyen bütün uygarlıkların izlerini bulmak mümkündür. Şehir sırasıyla Romalıların, Bizanslıların, Selçukluların ve Osmanlıların hâkimiyetinde kalmıştır. Selçuklular döneminde şehre büyük önem verilmiş, bu dönemde Sinop Kalesi güçlendirilerek bir bölümü dönemin en önemli tersanelerinden biri haline getirilmiştir.
Osmanlılar döneminde de varlığını sürdüren tersane, 1887’den itibaren hapishane olarak kullanılmaya başlanmıştır. Sinop hapishanesi coğrafi konumu ve yüksek duvarlarla çevrili bir kaleden meydana gelmesi nedeniyle buradan kaçmanın imkânsızlığı yüzünden mahkûmların korkulu rüyası olmuş, Sinop şehri de hapishanesi ile anılmaya başlamıştır. 1997’de mahkûmlar yeni cezaevine taşınmış, Tarihi Sinop hapishanesi günümüzde müze olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu araştırmada Tarihi Sinop Kalesi Cezaevi coğrafi bakış açısıyla ele alınmış ve değerlendirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Coğrafya, Sinop, Sinop Kalesi, Sinop Cezaevi
Cumhuriyet devrine kadar bir “Milli Marş” yaptırılması düşünülmemiştir. Bunun yerine padişahların şahıslarına yaptırdıkları özel marşlar kullanılmıştır (Hamidiye, Mecidiye). Bu marşlar halk kitlesine mâl edilmediği için bilhassa dış memleketlerde çok defa güç durumlarda kalınmış, sıra bize geldiği zaman topluluğumuz şaşkına uğramış, bazen “Bizim milli marşımız yok.” diyebilenlerimiz de olmuştur. Hatta bir futbol ekibimiz yine böyle sıkışık bir durumda kalarak “Milli marş” yerine “hamsi koydum tavaya” türküsünü bile okumuştur.
Reşadiye savaş gemimizin kızaktan indirilişi töreninde bulunmak üzere İngiltere’ye davet edilen Türk heyeti, törenin son dakikalarında birden bire güç bir durumla karşılaşmıştı. Nutuklardan sonra geminin burnunda şampanya şişesi patlatılmadan İngiliz denizcileri kendi milli marşlarını okuyunca bizimkiler de mukabele etmeye mecbur kalmışlardı. Söylenecek bir milli marş olmadığı için önce birbirlerine bakıştılar, sonra müstakbel çarkçıbaşı durumun önemini hissederek:
– Arkadaşlar, “Entarisi ala benziyor”u biliyor musunuz? – Biliyoruz. – O halde hep beraber: – “Entarisi ala benziyor
Sultan Reşat bana benziyor”
**
Birinci dünya savaşının son yıllarında, merhum Abdulkadir Karamürsel, bir askerî temsilcimizin yaveri olarak teğmen rütbesiyle Brest-Litowsk’ta bulunduğu sırada gar kumandanlığından aranarak kendisine şu haber bildirilir:
“37 kişilik bir Türk Subay kafilesi Rusya’dan esaretten kurtularak memleketlerine dönmek üzere buradan geçiyorlar. Burada bir gece kalacaklar, sizden bahsettik, pek sevindiler. Hemen geliniz. İaşe ve ibate (barınma) işlerini beraberce tanzim edelim.”
O gece misafir Türk kafilesinin bütün ihtiyaçları temin edildikten sonra gecede bir ziyafet tertip edilir. Yenilir, içilir. Karşılıklı nutuklar söylenir. Bu sırada orada bulunan Almanlar hep bir ağızdan Alman milli marşı (Deutschlan uber alles)’nı iki sesli okuyunca bizimkiler soğuk terler dökmeye başlarlar. Bir ara merhum A. Karamürsel yavaşça subaylarımıza eğilerek:
– Ne biliyorsunuz? Ordumuz etti yemin? – Unuttuk. – Kalkın ey ehli vatan. – ??????
Biraz sonra 38 Türk’ün Tekbir nidaları salonu çınlatıyordu:
“Allahü Ekber!.. Allahü Ekber!..”
İstiklâl Marşı’mızın besteleniş hikayesi
Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir milli marşı olmalıydı. Daha Cumhuriyet kurulmadan İstiklâl Savaşı sırasında, Garp Cephesi Komutanlığı’ndan bu arzu doğmuştu. Durum, sonradan Maârif Vekili olan Hamdullah Suphi’ye havale edildi. Böylece Türk milli marşı olarak “İstiklâl Marşı” adı ile yaptırılacak marşın hazırlıklarına girildi. Beste ve güfte için beşer yüz lira armağan kararlaştırılarak genelge ve mektuplarla bütün yurda duyuruldu.
Önce şiir seçilip sonra beste yarışması açılacaktı. Şiir yarışmasına yurdun dört bir yanından tam 724 şiir gönderildi. Komisyon bunlardan yedisini seçerek bastırdı ve meclis üyelerine dağıttı.
Atatürk’ün başkanlığında TBMM’nin 12.03.1921 günkü celsesinde Mehmet Akif Ersoy’un şiiri defalarca okutturularak alkışlar arasında milli marş olarak bestelenmek üzere seçildi.
Beste yarışması ise güfte kadar ilgi görmedi. Bu da memleketin o zamanki musiki durumunu yansıtmaktadır. Beste yarışmasına ancak 24 besteci katılmıştı. Bunlardan bazıları şunlardır:
Ahmet Cemalettin Çinkılıç, Ahmet Yekta Madran, Ali Rifat Çağatay, Giriftzen Asım Bey, Bedri Zabaç, Hasan Basri Çantay, H. Saadettin Arel, İsmail Hakkı Bey, İsmail Zühdü, Kazım Uz, Lemi Atlı, Mehmet Baha Pars, Mustafa Sunar, Rauf Yekta, Saadettin Kaynak, Zati Arca, Zeki Üngör. Ahmet Muhtar Ataman, Bimen Şen, İsmail Fehmi Ertuuğrul, İzzettin Hümayi Elçioğlu, Kazım Karabekir, Leyla Saz, Muhlis Sabahattin, Musa Süreyya Bey, Mustafa Nezihi Albayrak, O. Şevki Uludağ, Santuri Ethem Efendi, Sedat Öztoprak, Suphi Ezgi.
Güfte yarışması sonuçlandırıldıktan sonra Anadolu’daki savaş iyice kızıştığı sıralarda beste yarışması ilgisini tabii olarak kaybetmiştir. Buna rağmen muhiti olan bestekârlar faaliyetten geri durmamışlar ve kendi bestelerini yaymaya uğraşmışlardır.
O sıralarda Edirne’de müzik öğretmeni bulunan Ahmet Yekta Madran, kendi marşını Edirne ve havalisinde yaymaya ve söyletmeye başlamıştır. İzmir’de müzik öğretmeni bulunan İsmail Zühdü de kendi marşını İzmir ve havalisi ile Eskişehir’de yaymakta idi. Ankara’da da Zeki Üngör’ün marşı söylenmekte olup İstanbul’da ise iki marş söylenip yayınlanmaktaydı. Bunlar da İstanbul tarafında bir çok mekteplerde öğretmenlik yapan Zati Arca’nın, Kadıköy tarafında ise Ali Rifat Çağatay’ın bestesi söylenmekteydi. Bu durum birkaç yıl böylece devam etmiş ve 1924’te Ankara’da maârif vekaletinde toplanan bir kurul, Ali Rifat Çağatay’ın marşını resmi marş olarak kabul ederek ilgili kurullar ile bütün okullara bildirmiştir. Bu marş, 1924’ten 1930 yıllarına kadar söylenip çalındıktan sonra 1930 sıralarında yeni bir emirle Riyaseti Cumhur Orkestrası şefi Zeki Üngör’ün bestesi milli marş bestesi olarak kabul edilmiştir. Zeki Üngör, İstiklâl Marşı’nın besteleniş hikayesini şöyle anlatmıştır: “İstiklâl savaşının devam ettiği sıralarda ben, Muzika-i Humayun muallimi idim. Yani doğrudan doğruya Saray’a ve Vahdettin’e bağlıydık. Bando, Fasıl Takımı ve Orkestra benim emrimde idi. Şişli’de Uğurlu Han’ın 4 numarasında oturuyordum. Kurtuluş ordusu süvarilerinin İzmir’e girdiklerinden iki veya üç gün sonra evimde, Talim-Terbiye Heyeti azası ve terbiye mütehassısı dostum Haydar merhumla oturuyorduk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan merhum geldi. Büyük bir heyecan içinde, süvarilerin İzmir’e girişlerini anlatmaya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyano başına geçtim. Ve derhal içimde doğan parçayı çalmaya koyuldum.
İlk etapta marşın giriş kısmındaki akoru oluşturdum. Bu şekilde iki, üç mezür yaptım. Arkadaşlarım: “Aman dediler, bu çok güzel bir şey olacak.” Bunun üzerine İhsan’a İzmir’in kurtuluşunu ve büyük zaferi bütün teferruatı ile anlatmasını rica ettim. O anlattı, ben çaldım. Böylece kısa zamanda eserin taslağı ortaya çıktı. Ertesi gün de çalıştım. İki gün sonra beste bitti. Götürüp arkadaşlara gösterdim. Çok beğendiler. Bunun üzerine bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim. Kıymeti hakkında daha kat’i bir fikir edinmek maksadıyla da besteyi Viyana Konservatuarı direktörüne gönderdim. On gün sonra direktörden gelen mektupta, eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk milletinin ihtiş¤¤¤¤¤ yakışacak şekilde olduğu belirtilerek tebrik ediliyordum.
Bu mektup geldikten on beş gün sonra beni Ankara’dan çağırdılar, gittim. Bana Muzika-i Humayun’u bütün kadrosu ile Ankara’ya nakletmek vazifesi verildi. Bunun üzerine tekrar İstanbul’a döndüm. Ve Ankara’ya ilk olarak başlarında piyanist Sabri’nin bulunduğu beş kişilik bir heyet yolladım. Vahdettin henüz padişah olduğu için bu işleri gizli yapıyorduk. Bir ay sonra da kimseye bir şey söylemeden Ankara’ya gittim. Ve hemen İstanbul’daki arkadaşları bir telgrafla çağırdım. Üç gün sonra geldiler. Böylece milli marşı bu heyete ilk defa Ankara’da verilen o baloda Atatürk’ün huzurunda çaldık. İşte milli marş böyle bestelendi.”
Bestekarın bu anlatışından, eseri önce sözsüz olarak bestelediği ve daha sonra Mehmet Akif’in şiirini besteye giydirdiği anlaşılmaktadır. Bu sebepten meydana gelen prozodi hataları, eser hakkında sonradan yapılan tenkitlerin başlıcası olmuştur. Bestekar yukarıdaki beyanatının bir yerinde her ne kadar, “Bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim” diyorsa da, eserdeki ses sahasını halk tabakasını nazara almadan kullanması bestenin milli marş olarak bestelenmediğini meydana çıkarmaktadır. Marştaki bu teknik hatalardan başka ses ritminden ağır çalınıp söylenmesinde bestekarın kusuru başta gelmektedir. Besteci bu durumu şöyle anlatmıştır:
“Ben İstiklal Marşı’nı bestelerken kulaklarımda İzmir’e koşan atlıların dörtnal sesleri vardı. Eserin başında metronomu (1 dörtlük=80) olan bir eser hiçbir vakit cenaze marşına benzemez.
Plaklardaki ağır tempolu çalınışı ise; “Sahibi’nin Sesi” stüdyosunda orkestra ile plağa çaldığımız zaman teknisyenler, bunun çok süratli bir marş olduğunu ve dolayısıyla plağın ancak yarısını doldurduğunu söylediler. Bu sebeple plağın aynı yüzüne bir marş daha çalmamızı rica ettiler. Ben böyle bir teklifi kabul edemezdim. O anda aklıma bir şey geldi: “Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter” dedim. Bu fikir pek münasip görüldü ve dediğim gibi yapıldı. Fakat bilahare böyle bir fikir vermekle hata ettiğimizi anladım. Çünkü marş çalınırken gramofonun hızlıya ayarlanması icap ettiğini kim bilebilirdi?”
Görüldüğü gibi tam bir alaturka davranışla İstiklal Marşımızın en can alacak noktası; ritmi, ölü doğrulmuştu.
Plak yayıldıktan sonra ağır ritim de hafızalara yerleşti ve besteci ölümüne kadar bu ağır ritmi yürüğe götürmeye uğraştı durdu.
Ayrıca, marşın Türk temlerini ifade etmediği ve hatta “Karmen Silva” isimli bir operetten alındığı da iddia edilmiştir.
Daha sonra marşın değiştirilmesi aaai ortaya atılarak yetkili yetkisiz türlü şahıslar tarafından türlü fikirler ileri sürülmüşse de değiştirilmesi fikri tutmamıştır.
Bu konudaki makul olan umumi kanaat; her ne kadar yeniden daha iyisini yapmak imkansız değilse de eskisinin artık tarih olmuşluğu hakikati nazara alınarak, bunun üzerinde gerekli rötuşlarla mevcudu onarmaktır.
Kentleşme ve yerleşik hayata uyum sağlama, tarih boyunca insanların ulaşmaya çalıştığı kültürel yeniliktir diyebiliriz. Sinop köylerini bu bağlamda araştırırsak, kültürel birikimleri ile kentleşmenin hangi aşamalarında olduğunu anlamak zor olmayacaktır.
Köylerde mimarinin ve yaşam kalitesinin 1000 metre yükseklikten sonra değişmeye başladığını görürüz. Yükseklik arttıkça yaşam zorlaşır, merkeze ulaşım ise neredeyse imkansızdır. Kent merkezi ile insan ilişkileri, ticari alış veriş de yoksa, bilindiği gibi aradaki kültür farkı büyük ölçüde açılır.
Kentleşme olgusunu, her birimiz farklı algılayabiliriz belki. Annemin bu konuya örnek olacak sözüne yer vereyim mi? Annem1956 yılında 24 yaşında Sinop’a yerleşmiş biri olarak der ki” Şehre gelmeli değil, şehirli gibi yaşamalı. Hanımına çiçek almalı benim adamım gibi.” Benim adamım dediği de benim canım babam. İşin özünü kavramak, toplumda kadına hak ettiği değeri vermek konusuna dikkat çekiyor annem.
Binalar yapabiliriz, üstümüze güzel giysiler giyebiliriz, para da kazanabiliriz. Kentleşme bunlarla beraber, uygarlığı da yakalamak değil midir?
Dağlar yükseklikçe, sözcükleri ustaca kullanan, gereğinde lafı gediğine koyan, ürettikleri ile yaşamını sürdüren insanlarla karşılaşırdık bir zamanlar. Güçlü espri anlayışları, zekalarını pratik kullanışları, doğa ile can cana oluşları, hikaye ve masallara örnek olurdu.
Bakırlızaviye-AYANCIK
1985 yıllarından sonra ülkemiz, serbest piyasa ekonomisi ile tanıştı. Küresel pazarın çokça insana ihtiyacı vardı. Ardından, köylerden göç kaçınılmaz oldu.
ilk öğretmenliğe başladığım 74 yılından beri köylerde araştırmalar yapıyorum. Akademik kaynaklardan faydalanıyorum. Sinop Ayancık köylerindeki mimari yapı, yaşayan halk kültürü kendine has özellikleri ile dikkat çekiyor. Köylerden, yurt dışına göç olayı, büyük ölçüde kültürü etkilemiş görünüyor. Ama bu konunun daha da eskilere dayandığını, belgelerle anlatmak istiyorum. Sizi 1277’lere götürmek istiyorum. Çünkü Ayancık köylerinde ÇEPNİ kültürünün izleri olduğunu düşünüyorum. Kavimler Göçü, zorlu savaşlar, zorunlu göçler dünya tarihinin sayfaları arasında yer almaktadır. Bu günleri yaşayan insanların da yüreklerinde taşıdığı acının hasarları, torunlarından, torunlarına taşınmaktadır.
1277 yılında Sinop yöresinde kalabalık bir Çepni topluluğu yaşamış olmalıdır. Çünkü aynı yıl Çepni Türkleri Sinop’a saldıran Trabzon Rum İmparatoru Giorgi’yi denizde yenerek Selçuklu Türkiye’sinin bu en önemli ticaret limanının Rumların eline geçmesine mâni oldular. Canit (Canik) denilen Samsun-Giresun arasındaki bölgenin fethinde en büyük rolü bu Çepniler oynadı.
“Çepnilerin Anadolu’da varlıklarını gösteren ilk olay Çepnilerin Trabzon Rum imparatoru Giorgi’yi 1277’de Sinop’ta yenilgiye uğratmalarıdır. Sinop’a denizden saldırmış olan Giorgi’yi Çepnilerin denizde karşılayarak püskürtmeleri; o dönemde bile teşkilatlı bir topluluk olduklarının işaretidir.
Çepnilerin Sinop’a yerleşmiş olduklarına dair herhangi bir kanıt yoktur. Doğu’ya doğru ilerleyerek Ordu ve Giresun yörelerine gitmiş olmaları ve burada Bayram Bey idaresinde Hacıemiroğulları Beyliği’ni kurmuş olmaları muhtemeldir. (Prof.Dr.Faruk SÜMER-OĞUZLAR)“
Çepnilerin, deniz savaşını, deniz ticaretini bildikleri görülüyor. Kentleşme kültürünü öğrendikleri de. O yıllarda, Sinop’ta kalabalık olmalarına rağmen, bu gün Çepni isminde köy kalmamıştır. Annem, derlediğim NAY NİYA türküsünü, Çepni köyünden köylerine gelin gelen kişiden öğrendiğini anlatmıştı.
Eskiden kaydedilen Çepni Köyleri:
Çepni köy Sinop Gerze
Çepni köy Sinop Ayancık
(KAYNAK:İçişleri Bakanlığının, Cumhuriyet döneminde yayınladığı KÖYLERİMİZ adlı eserde, Türkiye’deki tüm köy isimleri çıkarılmıştır. Bu kitapta, 16. yüzyıl listesinde olan Türkmen ve Yürük köylerinin hepsi vardır.)
Bu köylerin olduğu yerde, köylülerin yine ÇEPNİ adını kullandıklarını gördüm. Gelelim kentleşme kültürüne. İşlemelerine, el sanatlarına ve birbirlerine sahip çıkan köyler, kentleşme kültürüne ne çabuk uyum sağlıyorlar. Keten kültürü, Ayancık Gürsökü Köyünde yaşatılmıştır. Kültür AYANCIK KETEN FESTİVALİNE kadar taşınmıştır. Yaka ve paça nakışlarına sahip çıkan yöre, köylü kentli el ele vererek kültür tanıtımını yapmıştır.
Tüm köylerimiz, köylerindeki ağaç oyma sanatına, taş yapılara, ambarlara, eski değirmenlere, kadın el sanatlarına ve köy hafızasına değer vermeli düşüncemi, okurlarımızla paylaşmak istedim. Bir de köylerimize bu gözle bakabilir miyiz? Kentleşme kültürüne erken geçenlerin değerlerine sahip çıktığını görürüz. Başka bir yazıda buluşmak dileğiyle.
Biliyorsunuz akademik araştırmalara sıklıkla yer veriyoruz. Bu akademik çalışmanın sonunda Durağan Belediyesi linki kaynak olarak verilmiş. O çalışma dernek başkanımıza aittir. Düzeltilmesi için ilgililerle görüştük, olumlu karşıladılar, yazarın adı yazılacak bilgisi verildi.
Çocukluk yıllarından akılda kalanlar, zaman tünelinden geçince ne kadar da değer kazanıyorlar. Her birimiz o anıların bizi yaşadığımız zamana doğru sürüklediğini biliriz. Yaşımız kaç olursa olsun, bir anda hemen çocuk oluveririz.
Sokak oyunları, yaratıcılığı ortaya koyan oyunlardı. İnsani değerler, dayatılarak değil de yaşayarak kazanılırdı. Sanayi ve teknoloji gelişti, bilişim teknolojileri de aldı başını gidiyor. Değerler konusu ise negatife doğru bir ivme kazanıyor gibi görünüyor.
Kaybolan kültürler, kaybettiğimiz değerler konusunda ısrarımız bu yüzden. Bu gün, eski sokak oyunlarından birine yer verelim dedik.
Araştırma, Hasan MUSLU, yazı ve fotoları gönderdiği için teşekkür ediyoruz.
Yazı ve fotoğraf: Hasan MUSLU
ÇINGIRŞAK
Bayramlar yaklaşınca yüzümüzde sevinç gözlerimizde mutluluk olurdu. Eskilerde yaşandı eskilerde kaldı bayramlarda yaşanan o güzellikler.
Erkekler kendi hallerince günü geçirirken bayanlarda bayramlarda kurdukları Çınkırşaklarda doyası eğlenip bayramın tadını çıkarırlardı.
Uzun bir ağaç ortadan delinip diktikleri direk üzerine geçirmek şekilde yapılmış başit bir düzenek. Uzun ağaç ortasında açılan delik sabit direğe geçirilir. Geçirilen delik biraz geniş olup dönmeye imkân sağlar. Hatta belli bir dönmeden sonra gıcırdama sesleri çıkarır bunun için de çıngırşak adını almış.
Bayram günü işleri bitiren bayanlar öğleden sonra çıngırşak yerine gelir eş tutarak karşılıklı binip dönmeye başlar. Bir taraf yüksek de iken yere değen kişi topuğunu vurarak dönmesinin hızlanmasını sağlar sonrada diğer arkadaşı bunu yapar. Ne kadar hızlı ve uzun binerlerse geçerliydi.
Çıngırşağa sadece bayanlar değil erkeklerde binerdi. Bekâr genç ve erkek kızlar akraba ve diğer komşular sıra ile birlikte bayramı coşku ile geçirilirdi.
Bu Çıngırşağa binme âdeti çok yerde kalktı. Birkaç yerde ancak var. Kaybolan bu köy oyunlarından olan kültürümüz artık zamanla terk edilmiş ve unutulmuştur. Belki bir iki köyümüzde ancak kalmıştır..
Sinop antik dönemlerin, hatta daha da eskilerin özgür ruhunu doğasında, canlısında ve insanlarında taşıyor dersek kesinlikle abartmış olmayız. Sinop’un belleğinde kayıtlı, unutulmaz çok değerli insanlarımız var. Bu gün de, yaşayan değerlerimizin varlığı ile ne kadar övünsek azdır.
Söz yazarı Levent BEKTAŞ, şiirleri ile sınırları aşmıştır. Yoğun duyguları, hece ölçüsünde bu kadar güzel kaleme alan örnek şairlerdendir. Sinop’un önemli değeri olan sanatçımız; müzik dünyasında çok tanınan ve aranan simalardandır. Sayısını hatırlayamadığı kadar şiirleri, ünlü sanatçılar tarafından seslendirilerek liste başı olmuştur. Her şiirinin bir öyküsü vardır ve bu eserlerine daha da derinlik kazandırmaktadır.
BİLKE 2014 yılında değerli sanatçımızı BİLKE 2. HALKBİLİM ÖDÜLLERİ kapsamında ödüllendirmişti. Ödül töreninden fotolar:
Sanatçımız şiirleri ile her zaman gönüllerde yaşayacak. Kendisini tebrik ediyor ve sanat hayatında başarılar diliyoruz.
Sinopluları yıllardır üzen olumsuz görüntülerden kurtulmak için çok makama baş vuru yaptık. Sitemizde bu konuda yayınladığımız haberler okurlar tarafından ilgi gördü. CİMER başvurumuz sonrası, valiliğin olaya sahip çıkması sevindiriciydi.
Durumu takip için bu gün İl Kültür ve Turizm Müdürü Sayın Metin SÜREN’İ ziyaret ettik. Yesari Türbesi hakkında yeni gelişmelerle ilgili Sinop halkını bilgilendirdi. Kendisine teşekkür ediyoruz.
Metin SÜREN, Sayın Valimiz ile bu konuda toplantı yaptıklarını, Alan Yönetimi Başkanının Projeyi hazırlayacağını ve Türbe için giriş alanı planının belediye ile projelendirileceğini, sonuçlandırılana kadar görüşmeleri sürdüreceğini ve tarihi eserlerimize, tarihi şahsiyetlerimize sahip çıkacakları bilgisini verdi.
Avcı toplayıcı, yaylacı dönemi, dünyadaki tüm insanların geçmişte yaşadığı bir gerçektir. Bu sürecin, ne sihirli değnekle, ne de sihirli kelimeler söyleyerek aşılmadığını biliyor ve görüyoruz. Sosyal ve toplumsal değişim o kadar hızlı oluyor ki. Bu değişimin sonuçlarından; getiri piyasasını beslendiğine fakat toplum kalkınmasının ise aynı oranda gerçekleşmediğine tanık oluyoruz.
Değişim her an devam etmektedir. Çok uzak değil, 60- 70 yıl geriye gidelim. Annem o zamanlar, Sinop merkezde yemeği maltız ve gaz ocağında pişirildiğini anlatıyor. Elektrik yeterli olmadığı için de aydınlanma için gaz lambası kullandıklarını. Görüyoruz ki, ne kadar hızlı değişiyoruz.
Değişimin hızına insanca ayak uydurabilmek, ilkel alışkanlıkları aşmak masallardaki gibi sihirli değnekle olmuyor ne yazık ki. Emek istiyor, yürek istiyor, çalışmak istiyor, anlayış istiyor. Yani UYGARLIK istiyor. Kentlere göçmek sorunu çözseydi, toplumda bu kadar ayrışma olur muydu? Kıyafet yerine aklı, duyguları ve vicdanı kullanmak konusunda yarışırdık. Covid sürü bağışıklığı tanımını yeni öğretti gibi görülse de, aslında her ayrışan topluluğun bu mantıkla yürüdüğü aşikardır.
Bilinçlenme süreci, eskiden kasaba ara kültürü ile yaşanırdı. Kasabalar ve beldelerde yaşamak insanı kent kültürüne hazırlardı. Okul süreci, eğitim ve öğretim ile öğrenciye ve köylü halka davranış gelişiminde çok şey kazandırılırdı. Öğretmenlik yaptığım dönemlerde, köylerde ve kasabalarda ne kadar değerli insanlarımız vardı. Birbirimizden ders alır, deneyimlerimizden faydalanırdık. Bilinçli bir alış verişti bu. Köyler boşalınca, insanlar alışık olduğu hayattan koptular ve yeni hayata adaptasyon sorunu başladı.
Köy aileyi geçindirmeyince, hayatını kazanmak isteyenler kentlerin göbeğine göçtü. Meslek yok, eğitim yok, sermaye yok. Eşit olmak istiyor olamıyor. Yarış ediyor yetişemiyor, okumuyor okumuş gibi, bilmiyor bilmiş gibi, nazik değil nazikmiş gibi davranıyor. Ne olacak bu işin sonu? Değer görmek istiyor ve dini kullanan, siyaseti kullanan odaklara sığınmakta çareyi arıyor. Toplumda yer edinme, arkadaş bulma ihtiyacı, kişisel gelişimin, bilinçlenmenin, kendini eğitmenin önüne geçiyor. Köyde imece birlikteliğini yürüten insanlar, kentte ayrışıyor da ayrışıyor.
İpin ucu kopuyor. Öfke artıyor, suç artıyor, yokluk artıyor, psikoloji bozuluyor. Sonra OLAN KADINLARA VE ÇOCUKLARA OLUYOR. Vur kadına döv kadını, öldür kadını, 90 yaşında kadına tecavüz et.
Toplumda oluşan bu tabloyu, yine birbirimize el uzatarak, birbirimizden kültür alış verişi yaparak çözmek zorundayız. Siyaset kurumu, önemli sorunları göz ardı ettikçe kabak bizim başımıza patlıyor.
Kız çocuklarının bedeni konuşuluyor utanmadan. 5 yaş çocuğunun evliliği nasıl dillerde dolaşıyor? Toplumda bu eğilimlerin çoğalması, yapılan yanlışların bedelidir. Konuşmaya değil ÇÖZÜME ihtiyacımız vardır. Yaşar SARIKAYA