RSS

Aylık arşivler: Ağustos 2024

SORUMSUZ VE DOYUMSUZ ÇOCUK MU YETİŞTİRİYORUZ?

17.08.2024- Prof. Dr. Bengi SEMERCİ

32 yaşındaki oğlu için gelen anne şikâyet ediyor: “Doğru dürüst okumadı ama okul bitti. Şimdi de iş beğenmiyor. Bulduğumuz işlere ‘yorucu, bana yakışmaz, bu paraya çalışılır mı’ gibi gerekçelerle gitmiyor. Bütün gün evde. ‘Onu getir, bunu al’ şeklinde emirler veriyor. Yapmak istemediğimizde,

‘Beni doğurdunuz, yapmak zorundasınız, çocuğunuz değil miyim?’ diyor.

Direnirsek üstümüze yürümeye başlıyor. Artık korkuyoruz. Ne yapabiliriz?” Bir başka anne benzer şeyleri henüz 16 yaşındaki oğlu için anlatıyor. Her sabah özel şoförün okula götürdüğü, haftalık harcaması asgari ücretten fazla olan, kredi kartı ile istediğini alabilen ve bunların az olduğunu, okulu nasılsa bitireceğini, babasının işinin onu beklediğini ve bu nedenle gençliğini çalışarak geçirmesinin anlamsız olduğunu söyleyen, sabahlara kadar barlarda gezen, kızdığı zaman kendisine küfür eden, el kaldıran bir çocuk. Bir baba, 14 yaşındaki çocuğunun kendisini yaraladığını ağlayarak anlatıyor ve benzer bir öyküyü aktarıyor. Hepsinin son cümlesi benzer:

“Doğduğundan beri bir dediğini iki etmedik, koruduk, sevdik. Hiçbir şeyini eksik bırakmadık. Niçin böyle oldu?”

Öğrencinin Jaguar marka arabası olur mu?’ tartışmaları bu konuyu ele almamı zorunlu hale getirdi. Yazmadan önce tartışmaları bir kez daha gözden geçirdim. Tartışılan konu: O öğrencinin Cumhurbaşkanı’na gitmesiymiş. Oysa tartışılması gereken konu: Çocukların kaç yaşında, nelere sahip olmalarının daha doğru olduğu olmalıydı. Çünkü özel üniversitelerin park yerlerine girdiğiniz zaman göreceğiniz araba markaları, tartışılan Jaguar’dan ucuz olmayacaktır.

Aslında üniversitelere gitmeye ve arabalara bakmaya bile gerek yok. Sokaklardaki, kaffelerdeki gençlere, hatta genç bile sayılamayacak küçük çocuklara bakın. Sadece kıyafetlerine değil, ellerindeki cep telefonlarına, taşıdıkları çantalara ve en önemlisi konuşmalarına bir bakın. Ailesi varlıklı olan çocuk ve gencin bunlara hakkı var mı? Herhalde vardır. Zaten tartışılması gereken de bu değil. Tartışılması gereken; çocuklara ve gençlere zamanı gelmeden alınanların ve izin verilen davranışların, onların gelişimine ve topluma nasıl zarar vereceği olmalıdır. Çevreye ve kendine zarar verici davranışların olması, herkesin kendisine borçlu olduğunu düşünen ve bu nedenle isteklerinin hemen ve eksiksiz yerine getirilmesini isteyen, yapılmadığı zaman saldırganlaşan, emek sarf etmeyen, sorumluluklarını yerine getirmeyen kişileri 18 yaşın altındalarsa ‘davranım bozukluğuyla, üstünde ise ‘antisosyal kişilik bozukluğuyla tanımlıyoruz.

Yaygın olarak bilinen adı ile bu kişilere ‘psikopat’ diyoruz. Son yıllarda bu sorunla ilgili başvurular giderek artıyor. Bu artışın en büyük nedeni; çocuk yetiştirme biçimimizdir.

SORUMSUZ VE DOYUMSUZ ÇOCUK ; Doğduğundan beri bir dediği iki edilmeyen, her istediğine kavuşan, isteğinin yaşı ile uyumlu olup olmadığına bakılmayan, emek sarf etmeden, değerini bilmeden alınanları, yapılanları hak görerek yetişen bir çocuğun; sorumluluk sahibi, doyumlu, çalışarak kazanmanın erdemine inanan, bir şeyleri elde etmek için emek sarf etmesi gerektiğini bilerek çalışan bir birey olmasını beklemek mümkün mü? Avrupalı ve Amerikalı aileleri ‘çocuklarına bakmıyorlar, yazları çalışmalarını istiyorlar’ diye kötüleyenlerin düşüncelerini gözden geçirmelerinde yarar var. Çocuklarımızı sevmekle onları doğru yetiştirmek arasındaki farkı anlamamıza yardımcı olur, diye daha önce de yayımladığım, ‘Geleceğin Psikopatlarını Yetiştirme Yolları’nı tekrar yayımlıyorum:

– Daha küçükken çocuğa istediği her şeyi vermeye başlayın! Bu şekilde o, herkesin onun geçimini sağlamak zorunda olduğuna inanacaktır.

– Kötü sözler söylediği zaman gülün! Böylece o kendisinin akıllı olduğuna inanacaktır.

– Ona düşünmeyi ve beynini kullanmayı hiç öğretmeyin! 21 yaşına gelince kendi kararlarını, kendisi versin diye bekleyin!

– Yerde bıraktığı her şeyi kaldırın; kitaplarını, ayakkabılarını, kıyafetlerini… Onun için her şeyi siz yapın ki o, bütün sorumluluklarını başkalarına yüklemeye alışsın!

– Onun gözünün önünde sık sık kavga edin ki aile bir gün parçalanırsa çok fazla üzülmesin.

– Ona istediği kadar harçlık verin ki hiçbir zaman kendi parasını kazanmanın ne olduğunu öğrenmesin.

– Yiyecek, giyecek ve konforla ilgili bütün arzularını yerine getirin ki, istediklerine ulaşmak için çalışmak gerektiğini öğrenmesin.

– Komşulara, öğretmenlere, polislere karşı daima onun tarafını tutun ki, onların hepsine karşı peşin hükümleri oluşsun.

– Bütün bunları ve benzerlerini yaparak yetiştirdiğiniz çocuğunuz bir gün suç islerse, kendisinden özür dileyin! Ama onu felaket dolu bir hayata hazırladığınız için kendinize teşekkür etmeyi ihmal etmeyin!!

 
Yorum yapın

Yazan: 17 Ağustos 2024 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , ,

SEVGİDE CÖMERT, SEVDİKLERİMİZİ KIRMADA CİMRİ OLALIM

16.08.2024- Edebiyat Sevgisi

Mahkeme salonunda, Seksen yaşlarındaki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla, suskun ninenin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözlerini ve bitkin bakışlarını süzüyordu. Hakim tok sesiyle, yaşlı kadına:

“Anlat teyze, neden boşanmak istiyorsun?” dedi.

Yaşlı kadın, derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı.

“Bu herif yetti gayri, 50 yıldır bezdirdi hayattan…”

Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu, mahkeme salonunda . Sessizlik, bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu. Kim bilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından? Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı. Kadın neler diyecekti ? Herkes, onu dinliyordu. Yaşlı kadının gözleri doldu ve devam etti:

“-Bizim bir sedef çiçeği vardı çok sevdiğim. O bilmez 50 yıl önceydi. O çiçeği bana verdiği çiçekler arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim. Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım. Her gece güneş açmadan önce, bir tas suyla sulayacağım onu diye . İyi gelirmiş derlerdi. 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kerede bu çiçeği ben sulayayım demedi. Taa ki geçen geceye kadar. O gece takatim kesilmiş uyuyakalmışım. Ben, böyle bir adamla 50 yıl geçirdim. Hayatımı, umudumu, her şeyimi verdim. Ondan hiçbir şey görmedim. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim. Onsuz daha iyiyim, yemin ederim.”

Hakim yaşlı adama dönerek;

“-Diyeceğin bir şey var mı, baba?” dedi. Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle, hakime yöneldi. Tane tane konuştu:

“-Askerliğimi Reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım. O bahçenin, görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim. Fadime’mi de orada tanıdım. Sedefleri de… Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim. İlk evlendiğimiz günlerin birinde, boyun ağrısı nedeniyle, onu hekime götürdüm. Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa; boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi. Her gece uykusunu bölüp uyansın, gezinsin dedi. Hekimi pek dinlemedi bizim hatun . Lafım geçmedi. O günlerde, tesadüf, bu çiçek kurumaya yüz tuttu. Ben ona: “-Gece çiçeği sularsan geçer dedim. Adak dilettim. Her gece onu uyandırdım ve onu seyrettim. Sevdiğim kadını, yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim. Her gece, o çiçek ben oldum sanki” dedi adam.

O yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle.

“-Her gece, o yattıktan sonra kalktım. Saksıdaki suyu boşalttım. Sedef, gece sulanmayı sevmez, hakim bey. Geçen gece de yaşlılık ben de uyanamadım. Uyandıramadım… Çiçek susuz kalırdı ama kadınımın boynu yine azabilirdi. Suçlandım… Sesimi çıkartamadım.” O anda gazeteciler dahil, mahkeme salonundaki herkes ağlıyordu….

“SEVGİDE CÖMERT AMA SEVDİKLERİMİZİ KIRMADA OLDUKÇA CİMRİ OLALIM…” Edebiyat Sevgisi Alıntı.

 
Yorum yapın

Yazan: 16 Ağustos 2024 in Eğitim, Uncategorized

 

Etiketler: , , ,

NEDEN DEDELER HAVA SOĞUK DA OLSA PARKLARDA OTURUR BİLİR MİSİNİZ?

14.08.2024-Karabüklü Gurbetçiler

Bir çoğunun eşi ölmüştür. Tek başına yemeğini yapacak, çayını demleyecek durumda değildir. Gelininin ya da damadının yanına sığınmıştır. Bedeni ve ruhu artık gerilemeye başlamıştır. Uzuvları görevini yapamaz hale gelmiştir. Dermansız, çaresiz, mahzundur.

Yürekleri yumuşamış, gözyaşı gözünün kenarında hazır bekler, gurbetten geleni görse o yaşı akıtır hemen! Yemeğini üzerine döker, takma dişi ağzından çıkar, dişi gıcırdar. Damadın, gelinin, oğlunun, kızının, torunların küçük bir sözü gücüne gider. Üzülür, gözleri dolar, yutkunur!

İçine atar acısını, çaresizliğini! Sessizce, ezilerek sofradan çekilir, usulca. Baba niye kalktın, doymadın ki der, kızı, oğlu! Doydum yavrum doydum, siz devam edin der. Der demesini de yüreği hüzünle dolmuştur dedenin! Allah’ım beni niye görmüyon, benimde canımı al! der.

“Canının alınmasını Allah’tan istemek, yalvarmak” duaların en son noktası değil midir? Ve o dede yine usulca kendini kapıdan dışarı atmanın hesabını yapar, inceden inceye, iç çeke çeke! Ne desin! Yavrum ezan vakti geliyor, ben yavaş yavaş dışarı çıkayım der, ve çıkar. O dışarı çıkış yanan yüreğine soğuk su gibi gelir. Ya Alipaşa Cami avlusuna ya da Yeraltı Çarşısı üzerine ya da Taşhan üstü parka gider, oturur. Tanımasa da selam verip oturur diğer yaşlının yanına. Gündüzleri camidir, onların sığınacağı ısınacağı yer. Yüreğine ferahlık bulacağı yer.

Emeklilik maaşı olan bir nebze iyidir ötekilerden. Gelininin, damadının ihtiyacı da varsa, maaş hatırına ilgilenirler yine. Ya yoksa? Yeryüzünün en sevimsizi, en istenmeyeni siz olursunuz. Gençler! Varacağımız yer İhtiyarlık Durağı. Aman ha, parkta oturan yaşlıya, otobüsteki yaşlıya siz siz olun yer verin! Eleştirmeyin! O yaşlara gelecek bizlerde sınanacağız! Hep beraber imtihan halindeyiz, son nefese kadar! Tanıdığınız yaşlı varsa bir selam verin, sohbet edin, durumuna göre bir çay, bir çorba ikram edin… Saygı, sevgiyle ve kırmadan…

 
Yorum yapın

Yazan: 14 Ağustos 2024 in Genel Kültür

 

Etiketler: , ,

9 DİL BİLEN EFSANE KADIN KLEOPATRA

13.08.2024- Özden Naciye EKİCİ- DÜNYA UYGARLIKLARI

Kleopatra 17 yaşında tahta çıktı ve 39 yaşında öldü. 9 dil biliyordu. Eski Mısır’ın dilini biliyordu ve hanedanlığında benzersiz bir durum olan hiyeroglifleri okumayı öğrenmişti. Bunun dışında Yunanca ve Partlar, İbraniler, Medler, Troglodytes, Suriyeliler, Etiyopyalılar ve Arapların dillerini biliyordu. Bu bilgiyle, dünyadaki herhangi bir kitap ona açıktı.

Dillere ek olarak coğrafya, tarih, astronomi, uluslararası diplomasi, matematik, simya, tıp, zooloji, ekonomi ve diğer disiplinleri okudu. Zamanının tüm bilgisine erişmeye çalıştı. Kleopatra bir tür eski laboratuvarda çok zaman geçirdi. Otlar ve kozmetiklerle ilgili bazı eserler yazdı. Ne yazık ki, tüm kitapları MS 391’de İskenderiye Kütüphanesi’nde çıkan yangında yok oldu. C. Ünlü fizikçi Galen onun çalışmalarını inceledi ve Kleopatra tarafından geliştirilen bazı tariflerin yazıya dökülmesini başardı.

Galen’in hastalarına da tavsiye ettiği bu ilaçlardan biri, kel erkeklerin saçlarını yeniden kazanmalarına yardımcı olabilecek özel bir kremdi. Kleopatra’nın kitaplarında güzellik ipuçları da yer aldı ama hiçbiri bize ulaşmadı. Mısır kraliçesi de bitkisel şifa ile ilgilendi ve dil bilgisi sayesinde bugün kaybolan sayısız papirüslere erişim sağladı. Bilimler ve tıp üzerindeki etkisi, ilk yüzyıllarında iyi biliniyordu. O, şüphesiz, insanlık tarihinde eşsiz bir şahsiyetti.

KLEOPATRA (İÖ 69-30) HAZİN SON-Kaynak: Temek BRİTANNİCA

Antik dünyanın en meşhur kadını. Mısır’da hüküm süren Büyük İskender’in ardılı olan komutanlarından,Ptolamaios hanedanlığının son kraliçesi.

Kleopatra, ANTİK Mısır’ın son kraliçesiydi. Ölümünden sonra Mısır, Roma İmparatorluğunun egemenliği altına girdi.

Güzelliği ve çekiciliği ile ünlü bir Mısır Kraliçesi’dir. Üç büyük Romalı yönetici olan Jül Sezar, Marcus Antonius, ve Agustus Cesar adıyla bilinen Octavianus’un yaşamlarında önemli bir rol oynamıştır.

Babası 12. Ptolemaios İÖ 51’de öldüğünde Kleopatra 17 yaşındaydı. Erkek kardeşi 13. Ptolemaios ile birlikte tahta çıktıysa da kısa bir süre sonra aralarındaki anlaşmazlık yüzünden ülkede iç savaş başladı ve Kleopatra tahttan uzaklaştırıldı. Tahtı ele geçirmek için Roma’nın desteğinin gerekli olduğu düşüncesiyle jül Sezar’ın dostluğunu kazanmaya girişti. Kleopatra İlk firavunların gücüne sahip olmak ve ve Mısır’ın kaybettiği toprakları geri almak istiyordu. Kleopatra ya aşık olan Sezar, onun yeniden tahta çıkmasını sağladı. Kleopatra daha sonra Roma’ya giderek, Sezar’ın İÖ.44’te öldürülmesine kadar Roma’da kaldı. Bu tarihten sonra Romalılar’ca sevilmediğini anlayınca Mısır’a geri döndü.

Üç yıl sonra Roma’yı Octavianus’la birlikte yöneten Marcus Antonius ile karşılaştı.Kleopatra’nın büyüsüne kapılan Marcus Antonius, Octavianus’un kız kardeşi olan karısı Octavia’yı bırakarak Mısır’da Kleopatea ile birlikte yaşamaya başladı. Octavianus’ta Kleopatra ve Marcus Antonius’a savaş açarak İÖ. 31’de Aktium Deniz Savaşın’da onları yenilgiye uğrattı. Kleopatra savaşın önemli bir anında Marcus Antonius’u yalnız bırakarak donanmasını geri çekti. Yenilgiye uğrayan Marcus Antonius, İskenderiye,’ye kaçan Kleopatra’nın ardından gitti.

Oysa Kleopatra artık Antonius’tan kurtulmayı ve güçlü Octavianus’un desteğini kazanmayı istiyordu. Bu yüzden kendisi için yaptırdığı anıt mezara çekildi ve ulaklar öldüğü haberini yaydı. Bunu duyan Antonius kederinden göğsüne hançerini sapladı.Kleopatra Octavianus’u etkilemeye çalıştıysa da başaramayınca, Mısır Krallığının simgesi olan kobra yılanı’na kendini sokturarak yaşamına son verdi.

Kleopatra’nın ölümüyle Mısır’da Ptolemaios hanedanlığı sona erdi ve ülke ROMA imparatorluğunun bir vilayeti durumuna geldi.

 
Yorum yapın

Yazan: 13 Ağustos 2024 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , ,

ANADOLU’NUN KAYIP HALKLARI DOMLAR

12. 08.2024- Sevdamız Mardin Sayfası

Mezopotamya’nın Müzisyen ve Göçebe Halkı Domlar, Mıtırp ya da Karaçiler olarak da bilinen Domlar, yani bölgenin çingeneleri, Mardin’in haklarında en az bilgi sahibi olunan topluluğudur. Kendilerini Sazbend olarak tanımlayan Domlar, bölgenin müzisyenleridir.

Kendileri ile yapılan görüşmelerde, Hindistan’dan Dom, Rom ve Lom olmak üzere üç kavim halinde çıkmış olduklarını dile getirirler. Yine bu söyleşilerde, Romların batıya, Lomların kuzeye ve Domların da bu bölgeye, yani güneye geldiklerini aktarmaktadırlar. Kendilerine has Domani dilini konuşan bu halkın bu dili halen koruyor ve konuşuyor olması bizce sosyal bir mucizedir. Zira tahminlerimize göre yaklaşık 2000 yıldır bu coğrafyada olan Domlar, bölgedeki baskın diller olan Kürtçe, Arapça ve Türkçeyi öğrenmelerine rağmen kendi dillerinden vazgeçmemişlerdir.

Domların asimile olmamalarının belki de en temel nedeni, göçebe yaşam tarzlarıdır. Günümüzde en çok Nusaybin, Dargeçit ve Midyat ilçelerinde yaşayan Domlar, yakın zamana kadar konar-göçer bir topluluk olarak varlıklarını sürdürmüşler ve ancak son dönemde kentlerin varoşlarında yerleşik hayata geçmişlerdir.

Rıbab adlı üç telli müzik aletini çalmaktaki ustalıklarıyla bilinen Domlar, bu sanatı kuşaktan kuşağa aktarırlar. Bu enstrüman literatürde Kürt Rıbabı olarak da geçmektedir. Bize göre Domlar, bölgenin yaşayan canlı belleği olan dengbêjlik, yani ozanlık geleneğini yaşatan temel unsurdur. Onlar sayesinde yüzlerce hikaye, destan ve yaşanmışlık ezgilere işlenerek günümüze kadar gelebilmiştir.

Anadolu’nun kayıp ve bilinmeyen halklarından biri olan Domların halen Mardin şehrinde varlık gösteriyor olmasını büyük bir şans ve zenginlik olarak görüyoruz. Her halkın kendisini kattığı kadar aldığı, söylediği kadar duyduğu bir şehrin kısa bir kimlik tanımıdır bu saydığımız halklar. Kaynak Sevdamız Mardin Sayfası

 
Yorum yapın

Yazan: 12 Ağustos 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , ,

600 ERKEĞİ ZEHRİ İLE ÖLDÜREN KADIN- KÖTÜLÜK KOLAY- İYİLİK ZORDUR

11.08.2024- Filiz Bahcıvan

Kadınlar hayatlarının pek çok döneminde erkek zulmüne karşı savaştılar. Hayatta kalabilmek için öldürmeyi tercih etmek zorunda kalanlar oldu. Özellikle 17. Yüzyılda, boşanmak gibi bir tercihin söz konusu bile olmadığı dönemlerde.

O zamanlar aşk evliliklerine denk gelmek pek de mümkün olmuyordu. Yapılan evliliklerin hemen hepsi ailelerin çıkarları göz önüne alınarak ayarlanıyor, kadınlar ise rızası alınmadan ölene kadar mutsuzluğa mahkûm ediliyordu.

İşte bu yüzden kocasını zehirlemek isteyen kadın sayısı azımsanacak gibi değildi.

İşte Giulia Tofana burada devreye girdi.

17. Yüzyıl İtalya’sında yaşamış olan Giulia Tofana, tarihte zehir uzmanı olmasıyla ünlüdür. Kötü niyetli evliliklerden bir çıkış yolu arayan eşleri destekleyici olarak biliniyordu. Kadınlara 600 erkeği zehirlemede yardım ettiğini açıkladıktan sonra 1659’da idam edildi.

Giulia Tofana para ya da güç için seri katil olmadı. Niyeti, istismara uğramış kadınlara yardım etmek, Arsenikle zehirlemek ve kocalarını öldürmekti.

Arsenik arkasında delil bırakmayan bir zehir olduğu için dönemin popüler zehirlerdendi.

Kadınların arsenik için çaldığı kapı, iş tanımında “profesyonel zehir satıcısı” yazan Giulia Tofana’ydı. Tofana kadınların “kurtarıcısı” olarak görünüyordu.

Müşterileri genelde görücü usulü olarak çıkar ilişkileri için evlenmeye zorlanan kadınlardı.

Boşanma seçeneği olmayan kadınlar Tofana’ya geliyordu.

Geçmişi hakkında çok fazla bilgi bulunmayan Giulia Tofana “Aqua Tofana” yani “Tofana suyu” adını verdiği zehrinin tarifini annesinden aldığı söylenmektedir.

Arsenik, kurşun ve güzelavrat otunun karışımından oluşan bu zehirle kendine bir imparatorluk kurdu. Tofana.

Yakalanmamak için seçtiği yöntemse “kozmetik ürün” pazarlama yöntemiydi. Aqua Tofana’yı toz haline getirilmiş bir makyaj olarak gizliyordu.

Bu taktik başarılı oldu uzun süre yakalanmadı. Yıllarca kadınlara zehir satan Tofana tarihteki en başarılı seri katillerden biri oldu. 600 belki de çok daha fazla kişi Giulia’nın zehrinden nasibini aldı. 1791’de Amadeus Mozart’ın Giulia Tofana’nın icadıyla zehirlendiği iddia edenler oldu.

Zehir o kadar etkiliydi ki birkaç damlası bile kurbanı öldürmeye yetiyordu. Fakat zehri alan kadınlar şüphe çekmemek için zehri haftalara yayıyorlardı.

“Zehir Kraliçesi” Giulia’nın kimliği, her nasılsa gizli kalmayı başarmıştı Zehri iki farklı şekilde satıyordu. Biri pudra diğeri de Aziz Nicholas resimleri olan küçük şişelerdi. Her iki şişede diğer losyonlar parfümlerin arasına kolayca karışıyordu.

Böylelikle kimse de şüphe uyandırmıyordu. Uygulaması ise çok kolaydı: herhangi bir yemek veya içkinin içine iki damla.

Dört doz uygulanan zehir yavaş yavaş kurbanı öldürüyor, otopsi yapılsa dahi kanda zehre dair hiçbir iz bulunmuyordu. Kocasının ölüm döşeğinde bekleyen kederli kadınlar yakalanmaktan kurtuluyordu.

Ta ki “soğuk bir kâse çorba ‘ya kadar.

1950’lerde kocasını öldürmek için içtiği çorbaya Giulia’nın zehrinden döken bir kadın pişman olup çorbayı içmemesi için kocasına yalvarında işler tersine döndü. Kadın her şeyi itiraf edince kocası onu yetkililere teslim etti. Giulia’nın zehir imparatorluğu o günden itibaren yıkıldı.

Kadının itirafından sonra, Giulia’nın başına gelenlerle ilgili çeşitli iddialar var en yaygını ise işkenceyle her şeyi itiraf etmesi ardından Roma’nın Campo de Fiori meydanında kız kardeşi Girolama Spera ve 3 yardımcısıyla birlikte idam edilmesidir.

Giulia’nın müşterilerinden bazıları da cezalandırıldı.

Giulia’nın itirafından sonra, birkaç Aqua Tofana alıcısı işlemden haberdar olduğunu reddetti. Tozlarının veya şişelerinin sadece kozmetik amaçlı olduğunu iddia ettiler. Aqua Tofana’larının sadece makyaj yapıldığına ikna edemeyenler hapse atıldı veya idam edildi.

Tofana’nın bazı suç ortakları da Palazzo Pucci zindanlarına gömüldü.

Ama zehir bu insanların ölümünden sonra bile yaşamaya devam etti.

Yazan düzenleyen: Filiz Bahcıvan

 
Yorum yapın

Yazan: 11 Ağustos 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , ,

DÜŞÜNME

10.08. 2024- Hatice Şirin, Eski Türk Yazıtları Söz Varlığı İncelemesi. Türk Dil Kurumu. 2016

DÜŞÜN, tr. düşünmek (ürün, yemiş, ödül anlamlarını içeren düş/tüş kökünden)–ten düş-ü-n/düşün (anlıkta üretilen bilgisel izlenim.). Düş kökünden türeyen düşmek’le düşünmek eşkökenlidir (bk. Düşünmek), ancak düşün sözcüğünün ün’ü ektir.
Ür-ün/ürün (üretilen, türetilen nesne), öğ-ün/öğün, düğ-ün/düğün (es. tr. toy–kün (toy günü, şölen günü)den ağız değişikliğine uğrayarak, özellikle k sesinin düşmesiyle, kün sözcüğü ün biçimine girerek bir ek durumuna gelmiştir, gerçekte ek değildir. Toy-kün sözcüğü yine Asya Türkçesinde, toyun biçimine girerek kün un’a dönüşük ek niteliği kazanmıştır. Anadolu ahlak ağzında bugün sözcüğü de değişikliğe uğrayarak böğün biçimine girmiştir.), tür-ün/türün, (türemekten gelir yavru, döl, özellikle deve yavrusu demektir, başka bir dilden gelerek değişikliğe uğradığı sanılmasın)…

DÜŞÜNCE, tr. düş/tüş (bk. Düşmek)ten düş-ü-n-mek – düşünmek/düş-ü-n-ce… (bk. Düşünmek)…

Tr. de sona gelen ce takısıyla eylemden ad türetme süreklidir. Eğlenmek’ten eğl-en-ce/eğlence, bilmek’ten bil-me-ce/bilmece, öğrenmek’ten öğren-ce/öğrence (ar. ders anlamında), ılımak’tan ılı-ca/ılıca (kaplıca), dönmek’ten döner-ce/dönerce (tek demirli pulluk), bile-ce/bilece (birlikte) bg…

Düşünsel, düşünceleme, düşünceli, düşüncellik, düşüncesiz, düşüncesizlik…

DÜŞÜNMEK, tr. düş/tüş’ten düş-mek/düşmek – düş-ü-n-mek/düşünmek…

Kök anlamı: kendi kendine düşürmek, kendi kendine düşürmek, kendi kendine düşmek, bir nesneyi kendi belleğinde ortaya çıkarmak, doğurtmak, belleğe indirmek, üretmek…

Tüş/düş kökünün içerdiği bütün anlamlar, düşünmek eyleminde vardır. Köke gelen n ortaekiyle kökten özneye yönelik eylem türetmek Türk dilinde başlangıçtan beri süregelen bir olaydır. Kökü oluşturan sözcüğe gelen, kökün ses uyumuna bağlıdır. Bundan dolayı tüş/düş kökünden türeyen özneye yönelik eylemlerde ün ortaeki doğaldır, sözcüğün yapısı, kuruluşu gereğidir.

Gör-ü-n-mek/görünmek (görmek’ten, kendi kendine görelen duruma gelmek, göze sunulmak), sür-ü-n-mek/sürünmek (sürme işlemini kendine uygulamak), ög-ü-n-mek/ögünmek – öğünmek – övünmek (öğmek işlemini kendine yöneltmek, kendi kendine övmek, öğmek), bür-ü-n-mek/bürünmek (kendi kendine bürümek), ört-ü-n-mek/örtünmek (kendini bir nesneye, bir yere sürtmek) bg. düş-ü-n-mek/-düşünmek (bir nesneyi, bir konuyu kendi özüne yöneltip düşürmek)…

Düşün (üremek’ten ür-ü-n/ürün gibi), düşündürmek, düşünücü, düşünülmek, düşünür…

Yazının tamamı:

https://leventagaoglu.blogspot.com/2018/05/dusunmek-fiilinin-etimolojisi.html

Roma ve Almanya Frankfurt çekimleriyle

 
Yorum yapın

Yazan: 10 Ağustos 2024 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , ,

CUMHURİYET-TÜRK MUCİZESİ

09.08.2024- Turgut ÖZAKMAN

Yazar, Turgut Özakman, Cumhuriyet-Türk Mucizesi kitabının 2. cildinde o anıyı şu cümlelerle anlatıyor: “Trabzon’da Türk Ocağı salonu… Tatlı tatlı konuşurlarken bir klakson sesi duyuldu. Susup dikkat kesildiler. “Bu havada kim olabilir?” “Ve bu saatte?” Mahmut Esat Beyin hanımı Gazinin gelebileceği ümidine ka­pılarak, “Acaba.” diye kekeledi. Yakup Kadri Bey güldü: “Hiç hayale kapılmayın. Öyle sürprizler ancak peri masalların­da olur.” Kapıya vuruldu. Leman Hanım kapıya bakmaya koştu. Açmadan seslendi:

“Kim o?”

Bir hanım sesi duyuldu:

“Tanrı misafiri”

Leman Hanım merakla kapıyı açtı. Kapının çerçevesi içinde Gazi Paşa, Salih Bozok ve eşi Pakize Hanım vardı. Gülüyorlardı. Leman Hanım şaşkınlıktan donup kal­mıştı.

“Bizi içeri davet etmeyecek misiniz?”

“AA ah buyurun, affedersiniz, buyurun lütfen.”

Herkes koşuştu.

“Mahmut Esat Bey’i evinden aramıştım. Burada toplanıldığını öğrenince kıskandım, Salih’le eşini alıp geldim. Medeni Kanun’u mu kutluyorsunuz?”

“Evet.”

Gelirken koca bir tepsi börek getirmişti. Tepsi daha sıcaktı. Soba gürül gürül yanıyordu. Mutluluk içinde Gazi’yi dinlediler: “Adam İngiliz’in dokuduğu kumaştan elbiseyi giyiyor. Alman malı lokomotifin çektiği trene biniyor. Namaz vaktine ne kadar kal­dığını cebindeki İsviçre malı saate bakarak kestiriyor. Odesa’dan getirtilen Rus unundan yapılma ekmek yiyor ama şapkayı giyince kâfir olacağını sanıyor. Bu karanlık, donmuş, hasta kafayı yenme­miz gerek. Çünkü bir an dalsak, bu kafa devreye girer, halkı yine kendine benzetmeye, orta çağa çekmeye kalkışır. Onun için yarımız uyusak, yarımız uyanık durmalıyız.”

Konudan konuya atladılar. Her sorun çözülmüş gibi huzur içindeydiler. Gazi,

“İç ya da dış deliler başımıza iş açmazlarsa.” dedi, “Tür­kiye dört-beş nesil sonra, çiçek gibi, misk gibi bir memleket olur. Bir haber vereyim. Ankara ve İstanbul’da radyo istasyonları kurmak için görüşmeler yapıyoruz. Evimizde oturup Münir Nurettin Bey’i ya da Tosça operasını dinleyeceğiz.” Peri masalı mutluluğu içindeydiler.

Cumhuriyet ne yapsa beğenmeyen, bir kulp takan, sinirlenen eskiciler, bu şeytan aletini evlerine sokmamak için direneceklerdi. Ama yenilik dağları deviriyordu. Radyo bu evlere de girecek haya­ta, dünyaya açılan pencere olacaktı. Turgut Özakman, Cumhuriyet Türk Mucizesi 2, Sayfa 229-230

 
Yorum yapın

Yazan: 09 Ağustos 2024 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

OXFORD SÖZLÜĞÜNÜN DAHİSİ VE DELİSİ

08.07.2024- Ahmet YILMAZ SAYFASI

1878’de James Murray adında bir dilbilimci Oxford sözlüğünü hazırlamak üzere işe başladı. İngiltere’nin her tarafına haber yollandı. Milli bir seferberlik ilan edilerek gönüllülerin bildiği kelimeleri mânâlarıyla beraber ve o mânâya geldiğini gösteren bir cümle içinde kullanılmış olarak göndermeleri istendi.

Köyler, kasabalar şehirler bir araya gelip günlük hayatta kullandıkları kelimeleri tek tek yazıp ve o kelimeleri cümle içinde de kullanıp gönderiyorlardı. Ancak bu uzun sürmedi. Bir kaç yıl sonra kimse kelime göndermemeye başladı ve etkisi azaldı, bir kişi hariç. Bu kişi 20 yıl boyunca mektuplar gönderdi ve 10 binlerce İngilizce kelimenin kökü ve ne anlamda kullanıldığı ve hatta İngiliz Edebiyatında tarihte bu kelimeyi kullanmış yazarlardan alıntılar yaparak gönderiyordu.

Sözlüğün hazırlanması için görevlendirilen James Murray köşeye her sıkıştığında bu kişiye mektup gönderiyor ve onun fikrini almadan geçmiyordu. Bu mektup arkadaşlığı 20 yıl sürdü ve sözlük yayınlandı ve James Murray 9 üniversiteden fahri doktora ünvanı aldı. Kraliyet ise ona “Sir” unvanını verdi. Sir James Murray sözlüğün hazırlanmasında ve on binlerce kelimenin sözlüğe kazandırılmasında büyük emeği olan, işlerini kolaylaştıran ve kendisinin 9 üniversiteden fahri doktora ünvanı almasına yardımcı olan bu gizemli mektup arkadaşını ziyarete gidip teşekkür etmeye karar verdi ve İngiltere’nin Berkshire şehrinin yolunu tuttu.

Murray elindeki adrese ulaştığında şok geçirdi. Aradığı kişinin kimliğini duyunca daha da dehşete düştü. Çünkü gittiği yer bir akıl hastanesi ve aradığı kişi de oranın en azılı delisi, şizofren, ruh hastası, kendi cinsel organını bile kesmiş ve Londra’da bir kişiyi öldürmüş katil bir insandı.

Bugün Oxford İngilizce Sözlükte gördüğümüz bir çok kelime ve edebi eserlerden alıntılar tamamen bu adamın eseri. Adı ise William C. Minor. William C. Minor, Ceylon adasında yani bugünkü Sri Lanka’da halkı Hristiyanlaştırmak için misyonerlik yapan Amerikalı bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. 12 Yaşında Amerika’ya gönderildi ve Yale Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirip doktor oldu. İç savaş yıllarında Amerikan ordusunda çalıştı. Orduda İrlanda asıllı bir askeri cezalandırma görevi verildi. Bu ceza herkesin gözü önünde askerin yüzünü yakmaktı. Dr. Minor bu olaydan sonra halüsinasyonlar görmeye başladı ve kafayı üşüttü.

Sivil savaş bitince New York’ta görevlendirildi. Mesai bitince New York’un garip mahallelerinde hayat kadınlarıyla takılmaya ve olaylar çıkarmaya başladı. Askeri birimler bunu haber alınca Washington’da bir hastaneye kaldırıldı ve 18 ay boyunca tedavi gördü lakin bir gelişme göstermeyince serbest bırakıldı. Dr. Minor bir müddet sonra İngiltereye taşındı ve orda yaşamaya başladı. Fakat hastalığı devam ediyordu. Derken Londra’da evli ve 6 çocuk babası George Merrett isimli bir adamı odasına izinsiz girdi düşüncesiyle vurarak öldürdü. Merret’in eşi Liza ise 7. Çocuğuna hamileydi. Dr. Minor bu olaydan ceza almadı ancak akıl hastanesine gönderildi. Orda da ilginç olaylar yaşayan Minor’a hastane yönetimi kitap alıp okuması için izin verdi ve 37 yıl akıl hastanesinde kaldı. Bu sürede öldürdüğü adamın karısı Liza kendisini ziyarete geldi ve bir çok kitap getirdi. Dr. Minor bu öldürdüğü adamın karısına aşık oldu.

37 yılın sonunda Amerika’daki bir hastaneye transfer edildi, erken bunama tedavisi gördü ve 1920’de öldü. İşin daha da ilginci bu iki adam (James Murray ve William C. Minor) birbirlerine ikiz kardeş kadar benziyorlardı. James Murray durumu öğrendikten sonra da bu akıl hastası adamın Oxford İngilizce Sözlüğüne katkılarını sorgulamadı ve doğru kabul etti. Bugün Oxford İngilizce Sözlüğündeki edebi alıntılar akıl hastası Minor’a ait. Bu hikaye “Professor and the Madman” ismiyle bir kitapta yayınlandı ve şu an Mel Gibson ve Sean Penn bu olayın filmini çekiyorlar… Ahmet Yılmaz ‘ın sayfasından alındı. ” DÂHİ ve DELİ ” seyre değer bir film.

 
Yorum yapın

Yazan: 08 Ağustos 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , ,

ANASINI HOR GÖREN AMA ANASININ GÖZÜYLE GÖREN ADAM

04.07.2024- BİLKE

Annemin sadece bir gözü vardı. Öteki gözü çukurdu, yani yeri boştu.

Ondan nefret ediyordum. Çünkü bu durum beni arkadaşlarımın arasında utandırıyordu.

Babam, ben daha küçükken bir kazada öldüğünden, ailemizi geçindirmek de anneme kalmıştı. Bunun için okulda aşçılık yapıyordu.

İlk okulda iken bir gün annem bana “merhaba” demeye gelmişti. Sanki, yerin dibine geçmiştim. Bunu bana nasıl yapabilirdi.?

Onu görmezden geldim, ona nefretle bakarak oradan kaçtım..

Ertesi gün sınıfta bir arkadaşım bana, “..Senin annenin sadece bir gözü var. Diğeri ne biçim.!” Dedi. Diğerleri de gülüşüyorlardı.

O anda yerin dibine girmek ve de annemin ortadan kaybolmasını istedim.

Bu yüzden, o gün onunla karşılaşınca dedim ki:

-“Beni gülünç duruma düşüreceğine, ölsen daha iyi!..”

Annem karşılık vermedi. Sadece, tek gözüyle bana biraz baktı ve uzaklaştı gitti…

Dediklerim hakkında bir saniye bile düşünmemiştim, çünkü çok kızmıştım. Onun duyguları beni hiç ilgilendirmiyordu. Onu evde istemiyordum ama ev onun üzerineydi..

Çok çalıştım, kendime yeter oldum, sonunda Singapur’a okumaya gittim.

Bir süre sonra da evlendim. Birikimime borç ekleyerek kendime bir ev aldım.

Daha sonra çocuklarım oldu ve hayatımdan memnundum. Annemi unutmuştum..

* * *

Bir gün annem bizi ziyarete gelmişti. Öyle ya, kaç yıldır beni görmemişti.

Kapıya gelince, çocuklarım tek gözlü birini görünce birden korktular, sonrada güldüler.

“Babaanneniz” diyemedim. İçeri girince ilk fırsatta ona:

-“Evime gelip çocuklarımı nasıl korkutabilirsin.? Buradan hemen git.!” Dedim.

Bu çıkışıma annem kısık bir sesle:

-“Kusura bakmayın, ben yanlış adrese geldim galiba.!” Dedi ve çıktı-gitti…

* * *

Aradan yine uzun bir zaman geçmişti.

Bir gün “mezunlar toplantısı” için okulumdan bir mektup aldım.

Karıma; “..iş seyahatine gidiyorum” diye bahane uydurdum.

Mezunlar toplantısından sonra, birden aklıma düştü.‘Sadece meraktan’ eski evime gittim.

Eski komşularımıza sorduğumda, “annemin öldüğünü” söylediler.

Önce biraz sevinç duyar gibi oldum ama içimde bir burukluk ve sızı hissettim.

Ben şaşkınca beklerken, “bana verilsin diye annemin bir mektup bıraktığını” söylediler.

Açtım ve okumaya başladım:

-En sevgili oğlum… Her zaman seni düşündüm.

Singapur’a gelip çocuklarını korkuttuğum için üzüldüm..

Mezunlar gününde geleceksin diye çok sevindim ve bekledim.

Ama; “seni görmek için yataktan kalkabilir miyim” diye çok düşündüm..

Seni büyütürken, ‘tek gözümle’ sürekli bir utanç kaynağı olduğum için de üzgünüm..

Biliyor musun biricik oğlum..?

Sen küçücükken, babanla birlikte bir kaza geçirmiştin. Baban öldü fakat sen, bir gözünü kaybetmiştin.

Bir anne olarak, senin tek bir gözle büyümene dayanamazdım..

Bu yüzden, babandan kalan tarlayı satarak, ameliyat masraflarına yatırdım.

İşte, şimdi o yeri boş olan gözüm var ya, onu sana vermiştim. Nakil çok başarılı geçmişti, hiç fark edilmiyordu.

“O gözle, biricik oğlum görüyor ya…” diye çok mutlu oluyordum. Ana yüreği ya oğul, sana “sen benim gözümle görüyorsun” diyemedim..

Başarılarından dolayı seninle o kadar gurur duyuyordum ki, bu bana yetiyordu.

Her şeye rağmen, sen benim oğlumsun.. Bütün sevgilerimle.. Annen.

Ben bu mektubu ayaküstü sessizce okurken, etrafımda toplanan komşularım gözlerini silerek, tek tek uzaklaşıyorlardı. Ortada öylece yalnız kala-kaldım..ALINTI

 
Yorum yapın

Yazan: 04 Ağustos 2024 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , ,