Bir ülkede siyaset ne için yapılır diye düşünmek gerek? Siyasetçileri yüceltmek için mi? Halkın her katmanının sorunlarını çözmek için mi?
Biz, çözüm arama basamaklarını atlayıp, bir türlü ÇÖZÜM aşamasına geçemedik. Sosyal medyada, basın yayın organlarında çözüm konusunda yapılacaklar paylaşılıyor. Çözüm konusunda, yönetenler- halk- bilim insanları bir türlü ortak paydada buluşamıyor.
Sorunlar çığ gibi büyürken, uygulama kademesi yaptıklarından çok memnun. Varlık sahibi aileler, gelecek konusunda asgari ücretli, maaşa bağımlı olanlar kadar kaygılı değil. Değirmenini döndüren döndürüyor desek yalan olmaz.
Dernek Eğitim Projemizden, öğrencilerin güçlüklerini biliyoruz. Günahtan korkuyoruz diyenler; ilkokuldan beri çocuklarımızın neler çektiğini bilmeliler. Okul bitecek ve işe yerleşeceğiz diye ne umutlarla çilelere göğüs gerdiler. Yazın köyde hayvan güttüler, tarlalarda çalıştılar. Yüzleri kapkara güneş yanığı, elleri toprak nasırıydı. Mezunlarımız, KPSS sınavının birinci aşamasına girdiler. Alan sınavına girmeye hazırlanıyorlar. 90 üstü baraj puanları gözleri korkutuyor. Şimdi üniversitelerin çokluğuna sevinecek miyiz? Gençler istihdam edilmeyince, çok okul açmak başarı olabilir mi?
KPSS sınavında 60 alan kişi, sözlü sınavda 95 alıp “90” puan alan öğrencimizin önüne geçmemeli. Hani günahtan korkardınız? Bu engeller, gençlerin önünü kapamak için mi yapılıyor? Üniversite mezunu genç, branşında işe yerleşemeyince, yeni alternatif üretildi. Ya polis olarak istihdam ediliyor, ya pazarda pazarcılık yapıyor. Öğretmen ve sağlıkçılar ise düşük ücretle özel i yerlerinde çalışıyorlar.
Bu dünya kimseye kalmaz, Sultan Süleyman’a kalmadı. Kimler geldi, kimler geçti. Kendini iman ehli diye tanımlamak ile, imansızca işlere imza atmak arasındaki farkı görmek gerek. Çocuklarımıza alan sınavında başarılar dileriz.
“Kaç paralık adam ki” Sanki adamlığın ölçü birimi paraymış gibi. Parası olana beyefendi denir. Parası olmayan adam bile değildir. Yaşlılar daha iyi bilir. Eskiden öğrenciler de parayla değerlendirildi. “40 paralık adamlar” denilirdi. Eylem yapan, hakkını arayan öğrencinin genel adıydı bu. “40 paralık adamlar” Peki, neden 10, 20, 30 değil de, 40 paralık adamdı öğrenciler?
Tarih; Teşrinisani 1924’tü. Yani 1924 yılının Kasım ayı. Bundan tam 100 yıl önce. İstanbul’da tramvay şehir ulaşımı Konstantinopol isimli bir Belçika şirketine aitti. Cumhuriyet kurulduktan sonra yabancı şirketlerle masaya oturulmuş ve sözleşmeye bazı şartlar konmuştu. Bu şartlardan birine göre öğrenciler kimliklerini göstermek şartıyla yarı fiyatına tramvaya binecekti. Belçika şirketi Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm şartlarını kabul etti..
Tramvayda tam bilet 80 para, öğrenci 40 paraydı. Ancak Osmanlı döneminde her istediği yapılan Belçika şirketi sorun çıkarıyordu. Öğrencilerden de tam bilet parası, yani 80 para istiyordu. 15 Kasım 1924’te Tıp Fakültesi öğrencileri örgütlendi. İstanbul’un tüm duraklarında tramvaya binecekler ve 40 para ödeyeceklerdi. Harbiye durağından binen bir grup öğrenci 40 para verince biletçi kabul etmedi ve tramvayda olaylar çıktı. Kavganın büyümesi üzerine vatman tramvayı durdurdu. Olay yerine yetişen şirket işçileri ile öğrenciler arasında arbade yaşandı. Yoldan geçen bazı vatandaşlar da hakkını arayan öğrencilere tepki gösteriyordu. “Ne olacak, bunlar 40 paralık adamlar” Bir anda iki el silah sesi duyuldu ve iki öğrenci vurularak yaralandı. Silahı ateşleyen polis Harbiye karakoluna sığınarak linçten zor kurtuldu.
Ertesi gün İstanbul’daki tüm üniversite öğrencileri ayaklanmıştı. Belçika şirketinin Beyoğlu’ndaki Metrohan’da bulunan merkezini basıp her şeyi talan ettiler. Şirket yetkilileri canlarını zor kurtarıp Sirkeci’de bulunan Sansaryanhan’daki İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne sığındı. Polisin ve şirket yetkililerinin tüm girişimlerine ve sözlerine rağmen olaylar 3-4 gün yatışmadı. Sonunda 21 Kasım 1924’te, yani 100 yıl önce bugün Konstantinopol şirketi pes etti. Artık öğrenciler her yerde tramvaya 40 paraya binecekti.
Bu, Cumhuriyetin ilk toplu öğrenci eylemiydi ve başarıyla sonuçlanmıştı. İki öğrenciyi yaralayan polis memuru Hüseyin Efendi ise, “Silahım kendiliğinden ateş aldı” deyince, hapisten kurtuldu ama meslekten el çektirildi.
Bugün öğrenciler toplu ulaşım araçlarına yarım biletle biniyorsa, bu 1924 yılındaki o “40 Paralık adamlar”ın sayesindedir.. Eskilerin öğrencilere “40 paralık adamlar” demesinin nedeni de budur….
Bugün Türkiye’de kime sorarsanız sorun Türk Sanat Müziği’nde gelmiş geçmiş 1 numara kim diye, yüzde 90’ı Zeki Müren der. Zeki Müren güzel sanatların çoğunda maharetliydi, yardımseverdi.
“Sevmiyorum Seni Artık Gözlerimi Geri Ver…”
Ankara Körler Okulu öğrencilerinin Zeki Müren’e hayran olduklarını biliyordum, onlara Köşk Gazinosu’ndaki programı için Ankara’ya bir gelişinde, sürpriz yapmak istedim.
Zeki Müren’den istekte bulundum:
“Ankara’da bulunacağınız bu bir ay içinde, bir iki saatinizi Ankara Körler Okulu öğrencileri için ayırır mısınız?”
Zeki Müren daveti kabul etti. Görme engelli çocukların kendisini görmek istemeleri karşısında çok duygulandığını söyledi.
Öğrencilerin kendisini “yakından da tanımak” isteklerini duyunca nasıl sarsıldığı, 1967 yılının o günkü canlılığıyla, şu anda da gözlerimin önündedir. Kararını o an verdi: “Haydi üç gün sonra yapalım bu işi.”
Şahap Akıllıoğlu, 1967 yılında Ankara Körler Okulu’nun yalnızca müdürü değil, okulun 300 öğrencisinin babasıydı da… Zeki Müren çapında bir büyük sanatçının, görmeyen çocuklarının davetine karşılık vereceğini duyunca bu “ağır misafiri”, ağırlığına yakışır bir ağırlıkla ağırlamaya karar verdi.
Öğrenciler, Zeki Müren’in geleceği cumartesi günü okulun konser salonundaki yerlerini almışlardı.Okulun büyük konuğunu, Müdür Şahap Akıllıoğlu, bahçe kapısında karşıladı.
Zeki Müren, bir süre dinlenmesi için müdür odasına alındı. Odanın girişinde ikisi kız, beş öğrenci bekliyordu.
Akıllıoğlu onları konuğuna tanıttı: “Bu öğrencilerimizin görevi sizi arkadaşları adına görmektir.”
Zeki Müren elini çocukların başlarına götürdü, “Nasılsınız çocuklar?” dedi. Çocuklar bir istekte bulundular:
“Bizle konuşurken sesinizden, çok uzun boylu olduğunuzu anladık. Lütfen biraz çömelir misiniz? Çünkü sizi ancak öyle görebiliriz.”
Zeki Müren olduğu yerde çömeliverdi.
Çocuklardan biri, parmaklarının uçlarını Zeki Müren’in yanaklarında dolaştırmaya başladı. Önce elmacık kemiklerini, göz çukurlarını yokladı, sonra da parmak uçlarını alnının, burnunun üstünde, çenesinin çevresinde dolaştırdı. Sıra saçlarına geldiğinde ise parmak uçlarını, konuğunun özenle taranmış saçlarında gezdirdi, tek telini bile bozmadan…
Sonra da “Sizi gördüm” dedi Zeki Müren’e, “Sesiniz gibi yüzünüz de çok güzelmiş.”
Beş çocuğun beşi de parmaklarının uçlarıyla Zeki Müren’i gördükten sonra konser salonunda, arkadaşlarının arasındaki yerlerini aldılar.Yaşamında ilk kez karşılaştığı böylesi bir olay, Zeki Müren’i tarifsiz kederlere boğmuştu.
Ankara Körler Okulu’nun “Türk Sanat Müziği saz heyeti” kendi de bir görme engelli olan müzik öğretmeninin dışında, okulun öğrencilerinden oluşuyordu.
Zeki Müren klasiklerinden birini, “Manolya”yı çalmaya başladılar.
Aynı anda salondaki tüm öğrenciler de ayağa kalktılar… Oluşturdukları üç yüz kişilik korolarıyla “Manolya”yı söylemeye başladılar.
Zeki Müren, bu sevgi çağlayanının içinden geçerek çıktı sahneye. Soru sormak için ayağa kalkan her çocuğu dinlerken birkaç kez yutkunuyordu.
Soru sorma sırası, sapsarı saçlarının örgüleri omuzlarından önüne sarkan, masmavi gözlerinin görmediklerine inanmak istemeyeceğiniz, sekiz ya da dokuz yaşlarında bir kız çocuğa gelmişti. Çocuk bir istekte bulundu Zeki Müren’den: “Radyodaki programlarınızdan birinde ‘Sevmiyorum Seni Artık Gözlerimi Geri Ver’ şarkısını söylerken bizi düşünür müsünüz? Biz de radyoda sizin o şarkıyı söylediğinizi duyunca, ‘Zeki Müren şimdi bizi düşünüyor’ diyerek sizi düşünürüz.”
Çocuğun söyledikleri burada bitmişti ama aynı noktada Zeki Müren’in de dayanma gücü bitmişti.
O dakikaya kadar kimi zaman yutkunarak, kimi zaman dudağını ısırarak tutabilmeye çalıştığı gözyaşlarını daha fazla tutamadı. Zeki Müren’in yüreğinde iki saatten bu yana biriken gözyaşlarının tümü birden, kapakları kaldırılmış baraj duvarlarından fışkıran sular örneği gözlerinden boşaldılar.
Kendini biraz toparlayabildiğine inandığı an konuşmaya çalıştı ama.Önce bir süre sustu, yere baktı, salonun tavanına baktı, sonra yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Konuşmasını ağlayarak sürdürdü: “Hepinize söz veriyorum yavrularım” dedi. “O şarkıyı bundan sonra söylediğim her zaman sizi düşüneceğim.Ben şimdi o şarkıyı burada sizin için söyleyeceğim. Siz de bundan sonra bu şarkıyı ne zaman duyarsanız, hep beni düşüneceksiniz, söz mü?”
Kocaman bir salon dolusu, gözyaşlarına bulanmış “Söz” geldi çocuklardan.
Zeki Müren şarkısına başladı:
“Sevmiyorum Seni Artık Gözlerimi Geri Ver…”
Salonun bir o noktasından, bir bu noktasından, bir o yanından, bir bu yanından çocukların hıçkırıkcıkları yükselip alçalıyor, sahnede Zeki Müren’in frenleyemediği hüngür hüngür boşalmaları ise şarkının bestesine, yeni sesler katıyordu.