Yine bir İstanbul akşamı, gün batarken üç ahbap çavuş demlenecek yer arıyorlar. Tanburacı Osman, Ahmet Rasim ve Neyzen Tevfik.
Bunlar sacayağın üç bacağı! Biri olmazsa olmuyor. Sanki üçüzler… Biri tambura çalıyor, öteki ney üflüyor, Ahmet Rasim de bol bol güfte yazıyor. Her gittikleri yerde meşk var. Sohbet gırla, o eski İstanbul”un asude mekanları bunların ritmiyle coşuyor.
Neyzen Tevfik’in sabahtan akşama kafa dumanlı…
Neyzen’in sözünü ve neyini dinle, yaptığını yapma!…
Tanburacı Osman Pehlivan zamanın en iyi tambura çalanı…
İşi gücü çalıp söylemek. Türküler onun dilinde ve yüreğinde…
O zamanlar daha elektro saz yok ama, Tanburacı’nın sazında ekonun kralı var.
Ahmet Rasim bir mazbut adam… Beyefendi mi beyefendi, bir İstanbul’lu…
Bilge bir adam ve eşine sevdalı. Akşam çökerken her daim evinde ama, Rasim de bayılıyor Türk müziğine…
Güfte onda, beste onda, meşk onda…
Eşi hanımefendi her zaman onu bırakmıyor. Rasim de kırmıyor karısını.
O zaman da üçlü sohbet, yara alıyor. Sacayak sallanıyor.
Hanımı Ahmet’i bırakmıyor ki gitsin! Bizimkiler de hep Ahmet Rasim’in hanımını kandırma planı yapıyor.
Yine bir akşam üçü gidecek ama, Ahmet Bey’e hanımı izin vermez.
Derhal komplo kurulur…
Tanburacı Osman Pehlivan Rasim’in kapısını çalar. Her zamanki gibi kapıyı karısı açar.
Tanburacı pehlivan üzgün bir yüz ifadesiyle…
“Yenge Neyzen yine çok içti ve komaya girdi. Haydarpaşa Numune’ye kaldırdık” der.
”Müsaade etseniz de Rasim”le bir gitsek…”
Kadıncağız yana yakıla Ahmet Rasim’ e seslenir:
“Ahmet Bey, Ahmet Bey koş!… Neyzen komaya girmiş, Tanburacı seni çağırıyor. Ziyarete gidecekmişsiniz…”
Ahmet Rasim pabuçlarını alel acele giyip Tanburacı”yla gözden kaybolurken, karısı arkalarından seslenir:
”Ahmet Bey, sakın geç kalma erken gel…”
Üç ahbap çavuş doğru Kumkapı’ya giderler.
Sofra kurulur, Tanburacı çalar, Neyzen üfler, Ahmet Rasim de mermer masaya, diline değdirdiği sabit kalemle başlar yazmaya…
Başkan olabilirdi, yerine birini bırakabilirdi, babadan oğula geçen bir sistem kurabilirdi. Bunları yapmadı. Baş olmak değildi niyeti, BAŞTACI oldu. Halk onu yüreğine koydu, baş tacı yaptı.
Bile bile Ata’ya ve Cumhuriyete dil uzatma modası çıktı ortaya. Eğer annelerine, dedelerine KURTULUŞ SAVAŞINI sorsalardı, NUTUK okusalardı, kulaktan dolma bilgilere itibar etmezlerdi. Cephelerde savaşanlar, gazi ve şehit olanlar, nutuk atan siyasilerle bir olur mu hiç? Karşıtlıktan beslenenler, karşı argüman üretmeyi neden görev edinirler ki.1900 doğumlulardan Cumhuriyeti dinleyenler, bu karşıtlığı anlayamıyor. Onlar, köyde kentte de yaşasalar, yurdu düşman işgalinden kurtaranlara minnet besliyordu. Çünkü vatan ve bayrak, ülkede yaşayan her ferdi temsil ediyordu. Bir kişinin, bir partinin, bir kuruluşun asla değildi.
Derneğimizin 60 ve 65 yaş üstü üyeleri, geçen yıl Cumhuriyet Marşını 100. YIL coşkusuyla yürekten seslendirmişlerdi. Savaş yıllarından sonra kurulan Cumhuriyetin kıymetini biliyorlardı onlar. Köylerde, çığır açarak okula ulaşmaya çalışan öğretmenlerdi. Okulun duvarlarını badana yapan, bahçeye meyve fidanı diken, avlu tutanlardı.
Yürekten yaşamak vardır ya. Yürekten sevmek, yürekten kendini adamak. O neslin büyük çoğunluğu hep öyleydi. Kendi kazanmadan önce halkın kazanmasını düşünürlerdi. Öyle ideallerle yetişmişlerdi ki; ancak halk kazandığı zaman onlar kazanıyordu.
Doğayı korumak, bize sunduklarının karşılığını vermek ve topluma ulaşmak, her yurtsever vatandaşın görevi olmalıydı. 12- 13 yaşında Sinop köylerinden askere giden çocuklar unutulmamalıydı. O çocukların REFET-İ ASKERİ kayıtlarını BOA’DE gördüğümüzde, ağlamamak elde miydi?
İş :Batı Toroslarda Burdur/ Antalya arasında, çetinliğinden dolayı adına türküler yakılan (Yol ver bana Çubuk beli geçeyim!), yılan gibi kıvrım kıvrım dolanan Çubuk Boğazı yolunun yeni bir güzergah ile yenilenmesi işi.
İşin Yüklenicisi yabancı bir şirket. Sabahın ilk mesai saatleri.. Yabancı şirket bünyesinde çalışan Türk harita teknisyenleri Çubuk boğazının başlangıç mevkiinde topoğrafya cihazları ile birtakım ölçümler, çalışmalar yapmaktadır. Bunları dağın karşı yamacındaki çadırından izlemekte olan bir Yörük, ne yaptıklarını merak ederek yanlarına gider.
-Merhaba ağalar, kolay gelsin. Ne işlersiniz?
-Merhaba dayı. Arazide durum tespiti, eğim ölçümü gibi çalışmalar yapıyoruz. Çubuk boğazında yapılacak yeni kara yolunun güzergahını belirlemek için gerekli çalışmalar bunlar. Dağ çok yaman, boğaz da uzun. Şirket mühendisleri kaç gündür bunun için kafa yoruyor.
-Eee, nahal (nasıl) bellikleceniz (işaretleyeceksiniz) yeni yolu? Boğazın hangı yanından yol açmak niyetindesiniz ? Harita teknikeri yabancıları kastederek :
– Ona şirket mühendisleri karar verecek, birazdan gelirler ama kolay olmayacak.
-Duroon (duradurun) dayım; ben size bi möhendiz getireen. Bi de onun dediine bakın. Soonacıma gine bildiniz gibi yaparsınız.
Yörük bu sözü söyleyip ayrıldıktan bir iki saat sonra bir eşekle tekrar bulunur gelir. Bu arada yabancı mühendisler de sahaya gelmişler, sahadaki Türk teknisyenler yörüğün gelişini ve söylediklerini yabancı şefe aktarmışlardır. Yabancı şirketin Şantiye şefi işlerine karışılmasından canı sıkılır ama Türk köylüsünü merak ettiğinden ve kendisi için eğlenceli olacağını da düşündüğünden onu dinlemeye itiraz etmez. Şef’in sözlerini Yörük Osman’a Türk çalışanlar tercüme ederek aktarır:
-Merhaba. (Piposundan bir nefes çektikten sonra, dumanını üflerken eşeği işaret ederek , dudaklarında müstehzi bir ifadeyle) Bana senden söz ettiler. Buradakilere bir mühendis getireceğini söylemişsin ama sen arkadaşınla gelmişsin.
-Merhaba beyim. Heye, söylediydim. Hemi de getirdim. (Eşeği göstererek) İşte getirdiğim möhendiz. İşittim ki boğazı nerden, nahal geçeriz diye kafa yorarmışsınız. Sizler helbet daha eyisini bilirsiniz emme bi de bu fukara möhendize kulak verin isterseniz. Eşeğin iki yanında ağzına kadar dolu birer saman hararı (büyük çuval) yüklüdür. Yörük Osman cebinden çıkardığı çakı bıçağıyla çuvalların altında birer ikişer çentik açar. “Dehh kızım !”diyerek eşeğe yol verir. Yolun, boğazın zaten yabancısı olmayan eşek ağır ağır, tıkır tıkır Çubuk Boğazı’ndan iniş aşağı bir yol tutturur. Osman, yabancı şef’e ve diğerlerine dönerek “Takip edin !” der.
Başta yabancılar olmak üzere bütün saha ekibi ”bir eşekten mi akıl alacağız!” düşüncesiyle önce bozulurlar, aralarında sinirlenenler olur. Eşek, tatlı bir eğimle dura, döne yamaç aşağı Çubuk boğazının vadisine doğru ilerledikçe iki yanındaki çuvallardan yavaş yavaş dökülen samanlar geriden gelenlere iki şeritli bir yol işareti bırakmaktadır. Gördükleri karşısında şaşkınlıktan şaşkınlığa, hayretten hayrete düşen yabancı, yerli uzmanların fikri değişmeye başlar. Büyük bir yükten kurtulmanın rahatlığı ile Yörük Osman’a teşekkür ederler. Hemen, saman izlerine kalıcı işaretler koymaya başlarlar. Güzergah kaba taslak ortaya çıkmaktadır. Boğaz içinde, bir dere kenarında kurmuş oldukları günlük kamp/şantiye çadırında Osman’a kahve, çay, kek vs ikram ederler. Osman, tercüman vasıtasıyla yabancılara “Bu çadırı yanlış yere kurmuşsunuz. Bunu burdan kaldırın; daaha şu yamaca kurun” diye yüz elli , iki yüz metre uzaklıkta ama emniyetli bir yeri işaret eder.
Yabancılar “Neden ki?”diye sorarlar.
“Çünkü burayı su basar. Akşama kalmaz yağmur var. “ der.
Hava gayet açıktır ve gökyüzünde yaprak kadar olsun bir bulut yoktur. Bunun üzerine yabancı şirketin Şantiye şefi olan mühendis bir bizim yörüğe, bir havaya bakarak, kendinden emin bir tavırla,
“ Mühendisine lafım yok ama Meteroloji’de zayıfsın. Biz o işi iyi biliriz. Bugün, yarın yağmur filan yok. Zaten kampı yarın başka yere taşıyacağız. Çadırı toplamamıza hiç gerek yok” der. “Pekey beyim, siz bilirsiniz…” der yörük; keçilerini toplamak üzere yanlarından ayrılır. Öğleden sonra gökte bir küçük bulut görünür ve gitgide büyür. Büyüdükçe kararır, karadıkça büyür. Kırk beş dakika, bir saat içinde bardaktan boşanırcasına bir yağmur iner. Masum bir kuzu gibi sakin sakin yayılıp akan dere birden azgın bir sele döner. Arazide çalışmakta olan yerli, yabancı mühendisler, işçiler kamp çadırına zor yetişirler. Eşyaların, önemli cihazların bir kısmını kurtarırlar, bir kısmı çadırla beraber sele kapılıp gider. O sırada, olacakları önceden sezen, onları tepeden izlemekte olan Yörük Osman koşarak yardımlarına yetişmiştir. Rüzgar dinip, yağmur geçtikten sonra yabancı şef ( yine tercümanlar vasıtasıyla) bizim Yörük Osman’a sorar:
-Hava açık ve gökyüzünde bir küçük bulut bile yokken, yağmur yağacağını, üstelik ”akşama kalmaz” diyerek nasıl bilebildin ?
-Çünkü yağmur yağacağı zaman benim hayalarım üşümeye, ince ince ağrımaya başlar. Ordan bildim. Yörüğün bu sözü kendisine tercüme edilen yabancı şirketin şantiye şefi, bir kahkaha patlatacak ve bugün bile dilden dile dolaşan şu meşhur sözünü söyleyecektir:
“Mühendisi eşeğinden, Meteorolojisi ..şağından olan bu millete akıl ermez, bunlarla uğraşılmaz! ” Alıntı erkan yılmazer
Türlü türlü kabak var diyeceksiniz türlü türlü de kabak hikayesi. Ama bizim konumuz su kabakları üzerine. Bir çoğunuzun belki de işlevsel olarak düşündüğü ya da sadece dekoratif objeler için bir ham madde olarak diye düşünebilirsiniz. Ama bu kabaklar bugün gündelik hayatımızda sıkça kullandığımız deyimlerin başrol oyuncusu.
Kabak tadı verdi! Kabak eskiden birçok mutfak gereci olarak kullanılan işlemesi kolay yerine yenisi konulabilen tedariki kolay bir malzeme. Özellikle saplı olanlar pekmez sırası taşırmada, yine hububat küreği olarak kullanılırdı daha uzun olanlar ise su şişesi matara görevi içindi. İrice büyük göbekte olan kabaklar ise kuru gıdaları saklamakta birebirdi.
Hal böyleyken elbette ki yapılan pekmez üzüm şırası şarap bu kabaklarda bekletilirdi. Hatta küçük olanları şarap su ve benzeri içkiler için bardak kadeh olarak kullanılırdı.
Uzun süre kabak içinde bekletilen şaraplar haliyle içinde bulunduğu kabın kokusunu ve tadını da aldığı için halk arasındaki tabirle “kabak tadı verdi “ifadesini kullanırlardı bazen de durumdan hoşnut olmayan akşamcılar: Bu kabaktan kadeh ve şişeleri meyhanecinin başında kırar buna da “kabak başında patladı “ifadesi kullanılmıştır. Yine bir detay Orta çağ ve yakın çağ Rusya’sında şaraplar votkalar bu kaplarda bekletildiği için halk arasında meyhaneye kabak denilirdi. Tohum & Toprak Dostluğu
Yeni emekli olmuş Ayşe öğretmenden mektup geldi. Altı sayfa uzunluğundaki Mektubu, “1954 yılında, Torosların eteğindeki şirin bir kasaba olan Silifke’de ailemin beşinci çocuğu olarak dünyaya gelmişim,” cümlesiyle başlıyor. Çocukluğunu, çocukluk ortamını, ilkokul, ortaokul eğitimini ve öğretmen oluşunu anlatıyor. Mektubundaki aşağıdaki satırları paylaşmadan geçemeyeceğim:
“Ben Seyranlık Köyü’nde hem öğretmen, hem de kendimin müdürü idim. 17 yaşındaydım. En büyük öğrencim 15 yaşındaydı. Ama o kadar coşkulu idim ki öğretmen olmuştum ve benim görevim köyü aydınlatmaktı. Köylülerle birlikte yol yapmayla başladık işe. Köye 15 günde bir gübre kamyonu gelebilsin diye. Gün oldu çocuklarla oyun oynadık. Gün oldu dağa odun yapmaya gittik. Gün oldu birlikte hızlı işlem yapma yarışı yaptık. Gün oldu dersler yetişmedi diye akşam birlikte çalıştık. Soba yakmayı, yufka yapmayı öğrendim. Yaya olarak şehre 2.5 saatte gidiyor 4 saatte dönüyordum. Burada hem hayatı, hem öğretmenliği öğrendim. Hâla görüştüğüm sevgili öğrencilerimden bir tanesi yetiştirme yurdunda okuyarak Jeoloji mühendisi, bir tanesi de öğretmen oldu. Birçoğu da Silifke’de esnaf oldu. Beni görünce hepsi de kendileri okuyamasa da benim verdiğim okuma aşkı ile çocuklarını okuttuklarını anlatıyorlar.”
Ayşe öğretmen uzun uzun anlatıyor. Dediğim gibi uzun bir mektup. Yıllar yılları kovalıyor; evlilik, Adana, Antalya, Denizli’de görevler; hastalıklar, mücadele, dostluklar, hüsranlar, eşini kanserden kaybetme ve Antalya’da 65 yaşında emeklilik.
“Ne yapabilirdim? Bilgi birikimim boşa mı gidecekti? İçimdeki okuma ve çalışma arzuma gem vuramıyordum. Silifke’nin Gökbelen Köyü’nde dedemden kalma evimizin miras sorunlarını halledip tadilata başladık. Evimiz köy meydanına bakıyordu. Alt kattaki meydanı gören bölümü kütüphane yapmaya karar verdim. Biriktirdiğim kitaplarımla birlikte Gökbelen Yaylası’na taşındım. Az sayıdaki öğrenci taşımalı eğitim nedeniyle Gülnar’ın Kayrak Köyü’ne gidiyordu. Okuma alışkanlığı hiç olmayan, ama çocuklarını okutup; köyden, fakirlikten kurtarmak isteyen, henüz öğretmene saygısını yitirmemiş az sayıdaki köylülerle yaşamımı sürdürmeye başladım… Henüz değerlerimizin kaybolmadığını görüyorum. Yalnız yaşıyorum ama yalnız değilim. Her an yardıma hazır insanlar çevremde. Doğal hayatın içinde “Özgür Kuş” gibiyim. Dağlara tırmanıyorum. Yürüyüş yapıyorum. Çevremi temizliyorum ve de sürekli kitap okuyorum. İnsanların öğretmene duydukları güveni tazelemek için model olmaya çalışıyorum. Yaşadıklarım, yaşayacaklarım ve de başardıklarımla ilgili bilgileri sizinle paylaşmaktan dolayı çok mutluyum.”
Ayşe öğretmen beni sosyal medyadan takip ediyor; yani sizin buraya yazacaklarınızı okuyacak. Ona söylemek istediğiniz duygu ve düşüncelerinizi ben de merak ediyorum. Selamlar, sevgiler…
BİLKE YORUM: Bir zamanlar, eğitim seviyesini ve halkın yaşam düzeyini yükseltmek diye idealleri vardı öğretmenlerin. Dersim bitsin de hemen gideyim düşüncesi bu gün hakim. Herkesin, herkesi kolayca eleştirdiği bu günlerde, üretenlerin azalması içimizi sızlatıyor.
“Ben hiçbir şey icat etmedim. Sadece ben keşfettim. “
“Bilginin en büyük düşmanı cehalet değil, bilginin yanılsamasıdır. “
“Hastalık zihinsel çöküşten doğar.
İnsan kendi doktoru olmalı. İnsanın içi huzurlu değilse, tüm ilaçlar ve en iyi doktorlar boşuna demektir. Modern insanın bilinçaltı, büyük fırtınalı rüzgarlarla huzursuz bir okyanus kadar çalkantılıdır. İzlenimlerle dolu bir bilinçaltı ruhun huzursuz olmasına neden olur. Duygular sonra volkanik bir patlama gibi kaynar.
Duygular üzerinde çalışmadan, maneviyat sadece kartlardan ibarettir. Ve gönül rahatlığı olmayan bir insan nedir? İlahi lütuftan ayrı, boş yere maddi şeylerde rahatlık bulmaya çalışıyor. Orada rahat yok, dipsiz bir kuyu. Daha fazla, daha fazla, daha fazla ver ve sonunda yine boşluk.
Ruh sakin bir denize dönüştüğünde iyileşme başlar. Bunu unutma, bu altın kuraldır. Çoğu hastalığın kökü ruhtadır, bu nedenle ruh çoğu hastalığı yenebilir.
Tokat-Niksar-Büyükyurt Köyü’nde halen aktif olarak kullanılan mezarlıkta yaklaşık 20 tane, ahşap çantı tekniği ile yapılmış, bazıları oldukça iyi durumda bazıları da dağılmaya başlamış mezar bulunmaktadır. Bu mezarların hangi döneme ve kimlere ait oldukları bilinmemektedir. Örnek alınan mezarlara birer numara verilmiş ve arazideki yaklaşık yerleri bir krokide belirtilmiştir. Bu mezarlarda kullanılan ahşaplardan çevresi yontulmamış ya da en dış halkasına benzeyen kısımların olduğu ahşaplardan, her mezardan 2 adet olmak üzere tekerlek şeklinde örnekler alınmıştır . Toplamda 11 tanesinden motorlu testere ile 22 ahşap örneği alınmıştır. Mezarlara ek olarak, yapım yılının 1935 olduğu belirtilen ahşap camiden de 4 örnek alınarak ahşapların kesim dönemleri incelenmiştir. Alınan 26 örnek üzerindeki tüm tanı ve tarihlendirme çalışmaları İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Orman Fakültesi Orman Mühendisliği Bölümü Orman Botaniği Anabilim Dalı’nda bulunan Odun Anatomisi ve Yıllık Halka Araştırmaları Laboratuvarında gerçekleştirilmiştir.
Yıllık halka analizlerinden önce alınan örnekler üzerinde cins/tür tanıma işlemi yapılmış ve hepsinin Akmeşe grubuna ait olduğu belirlenmiştir. Bu grupta yer alan örneklerde yıllık halka sınırı belirgin, odunu halkalı traheli, ilkbahar odunundan yaz odununa geçiş ani olup yaz odunu traheleri sık ve alev dili şeklindedir. Öz ışınları ise 1-2 ve çok sıralıdır (Akkemik ve Yaman, 2012). Bu özelliklerin tamamı tarihlendirme yapılan tüm örneklerde görülmüştür. Mezarlık alanı, sapsız meşe (Quercus petraea (Matt.) Liebl) ormanından kalan ağaçlık bir alandır (Şekil 2). O nedenle, mezar yapımında kullanılan Akmeşe ağaçlarının, sapsız meşe olma olasılığı çok yüksektir. Yıllık halka analizleri için öncelikle örneklerin enine yüzeyleri düzeltilmiş ve yıllık halkalar belirgin hale getirilmiştir. Özden çevreye doğru 10 yıllık seksiyonlara ayrıldıktan sonra LINTAB-TSAP Ölçüm Sistemi yardımıyla yıllık halka genişlikleri her bir örnek için iki yönlü olarak ölçülmüş ve her bir örnekten karşılıklı iki adet yıllık halka serisi elde edilmiştir.
Yıllık halka serilerinin karşılaştırılması için TSAP Programında kendi içlerinde tarihlendirme yapılmış ve yüksek uyumlar elde edilmiştir. Akmeşe ağaçlarından, Akkemik ve Köse (2010) tarafından oluşturulan ve 1684-2005 yıllarını kaplayan referans kronoloji üzerinde her bir mezar tek tek tarihlendirilmiştir. Referans kronoloji, Tokat ili Almus ilçesi ormanlarından oluşturulmuş ve Tokat’taki tarihi ahşap yapıların tarihlendirilmesiyle güçlendirilmiş bir Akmeşe kronolojidir ve oluşturulan tüm bireysel kronolojiler ana kronoloji ile başarılı bir şekilde tarihlendirilmiştir.
İHA bu konuda haber yapıyor, haber: Tokat’ın Büyükyurt köyünde, Orta Asya kökenli tahta mezar geleneği günümüze kadar ulaşarak, “Tahtalıköyü boyladı” deyiminin kaynağını oluşturuyor. Aşağıdaki linkte görüntülerle tahta mezarlar yer alıyor.