Gevher Nesibe Selçuklu Hükümdarlarından II.Kılıçaslan’ın kızıdır. Selçuklu soyundan gelen kara kaşlı, kara gözlü, kara saçlı, ak yüzlü Türk kızı, Selçuklu ordusunun komutanlarından bir sipahiye gönlünü kaptırır. Lakin, Nesibe’nin ağabeyi 1. Gıyaseddin Keyhüsrev bu aşka karşı çıkmıştır. Sipahiyi, Kayseri’den uzak tutmanın yollarını arar ve onu muharebeden muharebeye gönderir.
Nihayet böyle kanlı savaşların birinde sipahi şehit olur. Bunu öğrenen Nesibe Hatun, üzüntüsünden vereme yakalanır ve hasta yatağına mahkum olur. Kız kardeşinin derdine doktorların çare bulamadığını öğrenen Gıyaseddin, onu ölüm döşeğinde ziyaret eder. Artık ne söylese bir anlamı yoktur. Ondan son dileğinin ne olduğunu sorar. Gevher Nesibe:
– Benim derdimin çaresi yok, ben son yolculuğuma çıkıyorum. Benim mal varlığımla benim adıma bir şifahane (hastane) yaptırır mısın? Der. Gıyaseddin, derin acılar içinde bu sözleri dinler, ona söz verir ve kardeşinin ölümünü çaresizce seyreder.
Onun bu dileğini gerçekleştirmek için canla başla çalışmaya başlar. 1204 yılında hastanenin yapımına başlanır ve iki yılda bitirilir. Gıyaseddin, kız kardeşinin türbesini de hastanenin içine inşa ettirir. Gıyaseddin’den sonra Gevher Nesibe’nin diğer kardeşi İzzeddin de hastanenin doğusuna bir tıp okulu yaptırır. Bu okulun yapımına, 1210 yılında başlanmış ve dört yılda tamamlanmıştır. Ve dile kolay, bu hastane ve okul 1890 yılına kadar kullanılmış ve insanların dertlerine deva olmuş. Hatta burada akıl hastalarını müzikle tedavi eden ya da ruhlarına dinginlik veren hekimler görev yapmışlar.
Bu güzel Selçuklu kızının acıklı hikayesi, böyle bir muhteşem bir binanın yapılmasına vesile olurken Kayseri şehri de bugün Tıp Tarihi Müzesi olarak kullanılan büyük bir Selçuklu eserine kavuşmuştur. 1206 yılında tamamlanan hastanenin bu yıl yapılışının 807. yılıdır. Düşünebiliyor musunuz, tam 807 yıl öncedir bu anlatılan şeyler. Öyleyse bu 807 yıllık hikayeyi, Gevher Nesibe’nin aşkını herkes öğrenmelidir. Öğrensinler ki aşkın nelere kadir olduğunu anlasınlar.
Yabancı bir adam, yolu üzerindeki bir kasabanın hanında gecelemeye karar verir. Eşeğini hancının çırağına teslim edip odasına çekilir. Bir süre sonra, o gece orada konaklayan diğer müşterilerin neşeli seslerini duyar. Ne olup bittiğini anlamak için kapıya çıktığında, diğer müşterilerden yemek daveti alır. Çok sevinir. Hemen aşağıya iner ve masaya kurulur.
Sofradaki herkes neşe içindedir. Çünkü yabancı, bedava bir ziyafete çağrıldığından, diğerleri ise yabancının eşeğini satıp para bulabildiklerinden dolayı mutludurlar. Yemekler gelir, büyük bir iştahla yenir. Tatlılardan sonra saz çalıp eğlenmeye başlarlar. Yabancı, bu saz faslını çok sever. Özellikle “Eşek gitti” türküsüne bayılmıştır.
Bu arada hancının çırağı yabancının yanına birkaç kez gelip gider. Amacı, eşeğinin kendisinden habersiz yürütüldüğünü bildirmektir. Ancak bu haberi vermeye bir türlü fırsat bulamaz. Gecenin ilerleyen saatinde tüm müşteriler yavaş yavaş odalarına çekilirler.
Sabah olur, yabancı kahvaltısını yapar. Ancak yola çıkmak için eşeğini almaya gittiğinde, zavallının yerinde yeller estiğini görür. Öfkeyle hancının çırağını sorguya çeker. Çırak:
– Diğer müşteriler birlik olup üzerime saldırdı. Onlarla başa çıkamadım.
Yabancı bu cevabı inandırıcı bulmaz:
– Diyelim ki eşeğimi, biricik varlığımı senden çaldılar ve benim gibi bir yoksulun kanına girdiler. Peki, sen niçin yanıma gelip “Ey zavallı, eşeğini sattılar, korkunç bir zulme uğradın.” demedin! Eğer söyleseydin eşeğimi olmasa da, parasını onlardan geri alırdım. Ama şimdi hangi birini bulayım? Her biri bir tarafa dağıldı. Seni şimdi kadıya götüreyim de cezanı çek!
Çırak:
– Vallahi kaç kere geldim; sana bu işleri anlatmak istedim. Fakat sen de, neşe içinde “Eşek gitti, eşek gitti!” deyip duruyordun. Hatta bu nameyi hepsinden daha zevkli söylemekteydin. Ben de “Demek ki o da eşeğin satıldığını biliyor, bu işe razı; arif bir adam” deyip geri döndüm.
NOT: Birilerinin türkülerine eşlik ederken artık dikkat ediyor, eşeğimi yürüttüler mi, diye kontrol ediyorum.
Eşini ve çocuklarını terk edip, kızı yaşındaki ile aşk yaşayan adam profilleri yazılıyor senaryolara ve büyük beğeni topladı diyorlar…
Bu tür dizileri izlemeyeceğiz diyenler var ama, bir okadar da beğeni topluyor öyle mi? Sırf vakit geçirmek için yazılmış basit senaryolara ne zaman son vereceksiniz?İnançlar alay konusu olmuş, en önemlisi de saygı yok olmuş.
Eski yeşilçam kıymetlilerinin böyle yapımlarda yer almaması gayet normal.
Eski filmler AİLE olmayı öğretirdi…
Şimdi ki filmler ve diziler; nasıl ayrı yaşanır, nasıl eş aldatılır, aile düzeni nasıl bozulur, kadına şiddet nasıl yapılır, küçük yaşta eline nasıl silah alınır, cinayetler nasıl işlenir …… ne yazık ki artarak varlığını sürdürüyor… Geldiğimiz nokta ürkütücü…
Bu nedenle, bizlere çok büyük görevler düşmektedir.
Toplumsal değerlerimizi hiçe sayan filmlerin ve dizilerin kaldırılması gerekiyor.
Ayıya dayı demek bizde vardı da utanmadan basamak ve para uğruna babası yaşında adamlara aşkım demeye ne çok heveslilermiş kızlarımız.
Hem de bunlar eğitimli düzgün dediklerimizden olunca vay cahillere…
Cemal Süreya çocukluğunda üvey ana zulmü görmüş; Tarık Dursun K. ise, üvey baba gölgesinde yetişmişti.
Cemal Süreya’nın öz annesi, çocuklarını küçük yaşta öksüz koyup dünyadan ayrılır; babası ikinci kez evlenir. Eve yerleşen üvey ana adeta bir zulüm makinesi gibidir, çocuklara hayatı zehir eder…
Yıllar sonra Cemal Süreya çocuklar için kaleme aldığı bir yazısında (Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi) üvey ana motifini konu edinirken, çocuklara, üvey anayı bir insan olarak görmelerini öğütler. O size uzaksa, siz ona karşı adım atın, der. Bir çiçek verin mesela ya da bir şarkı söyleyin onun için…
Bunu derken, kendi üvey anasının yaptıklarını insancıl bir kalbin derin sularına gömmüştür çoktan…
Tarık Dursun K.’nın öz babası, çocuk yaşlarındaki iki oğlunu karısının üstüne atıp büyük kente kaçar. Bir daha geriye dönüp de çocuklarını anımsamaz! Başka bir kadınla evlenerek ondan olan çocuklarına babalık eder.
Tarık Dursun K.’nın annesi (Ayşe Hanımefendi) de yeni bir erkekle yaşamını birleştirir.
Üvey babasının gölgesinde büyüyen Tarık Dursun o denli sever ki adamı, yıllar sonra çocuğu olduğunda, oğluna öz babasının değil, üvey babasının adını verir: Muzaffer. “Deniz’in Kanı” romanını da “Babam Muzaffer’e / Oğlum Muzaffer’e” diye ithaf eder. Üvey babası kovboy filmlerini seviyor diye, yayıncılığı döneminde western kitapları yayımlar…
Ne zaman sözü geçse, hep iyilikle anardı üvey babasını. Öz babasının soyadını kitaplarında kullanmamak için, yalnızca baş harfini almakla yetinmişti: K.
Üvey baba gölgesinde büyümüş olan bir başka yazar da Memet Fuat’tı… “Gölgede Kalan Yıllar”da öz babasını da, üvey babasını da açık yüreklilikle anlatır.
Memet Fuat’ın öz babası, sinemacı, operet yazarı Vedat Örfi Bengü’dür. Üvey babasıysa, herkesin malumu, Nâzım Hikmet. Babası, eşi ve çocuklarını geride koyup Mısır’a gitmiş, uzun yıllar orada yaşamıştır. Dul kalan Piraye Hanımefendi, Nâzım’la evlenmiş…
Nâzım üvey çocuklarına asla üveylik etmez… Onları öz evlat olarak benimser ve öylesine içten davranır. Küçük Memet, üvey babasının işten döneceği saatlerde pencereye çıkıp, onun geleceği yola sabırsızlıkla bakar… Bir an önce eve gelsin, kendisiyle oyunlar oynasın diye özler!
*Bosna Piramitleri’ni kimileriniz duymuş olabilir ancak fark ettiğim, çoğunluğun bu piramitlerden haberinin olmaması. Belki de fark etmemizin özellikle istenmediği bu gizem, tüm tarih kitaplarını tekrar yazmamızı gerektirecek.
*Bosna Piramitler Vadisi altında tüneller, su havuzları ve odalar ağı bulunmuştur. Birçok bilimsel ve jeoradar ölçümler sonucu bu labirentin onlarca kilometre uzunluğunda olduğu ortaya çıkmıştır. Çalışmalar sonucunda üç farklı kültürel seviye bulunmuş: Tünellerde bulunan megalitleri oraya yerleştiren 32.000 yıllık ilk uygarlık, en az 10.000 yıl önce tünelleri ve piramitleri yapan uygarlık ve tünellerle birlikte odaları malzemeyle doldurarak kapatan, 5.000 yıl önce yaşamış uygarlık.
*Ravne tünelinin yeraltında tüm piramitleri birbirine bağladığı tahmin ediliyor.. Bosna piramitlerine kuş bakışı bakarsak kutsal geometri henüz piramitlerin konumundan başlıyor ve Bosna piramitler vadisi adı verilen geniş bir alana yayılıyor. Merkezinde bir kuvarz kristali bulunan seramik megalitler yeraltı sularının da etkisiyle yüksek elektromanyetik enerji üretiyor. Tünellerde negatif radyasyon sıfır, hava dolaşımı kusursuz ve negatif iyon yoğunluğu normalden onlarca kat daha fazla. Bu nedenle içerideki hava bakteri ve virüslerden tamamen arınmış durumda. Tüm bunlar bu yeraltı labirentini dünyanın en şifalı yeri yapıyor.
*Ravne tüneli – Bosna piramitler vadisinin altında karmaşık bir tünel… Piramitlerin en büyüğü olan güneş piramidine adım adım yer altından yaklaşıyor. Bosna piramitlerini ve Ravne tünelini Dr. Osmanagic keşfetmiş.
*Semir Sam Osmanagiç, Bosna doğumlu, Amerikalı yazar, araştırmacı ve iş adamı. 2005 yılında, Bosna Piramitlerini keşfetmiş ve bu piramitlerin araştırılmasına yönelik olarak Bosna Güneş Piramidi Derneği’ni kurmuştur. Son yıllarda Bosna piramitlerini tanıtmak için yirmiden fazla ülkede konuşma yapmıştır. Maya dünyası, Peru, Pasifik, Afrika ve Avrupa uygarlıkları üzerine toplam 10 kitap yazdı. Bunlardan “Maya Dünyası” Türkiye’de de yayımlandı. Kendisi ayrıca dünyanın en saygın bilimsel enstitülerinden biri olan Rus Doğal Bilimler Akademisi’nin yabancı üyesidir. Şu anda Bosna Hersek’teki Amerikan Üniversitesi’nde antropoloji profesörü olarak çalışmaktadır.
*Bosna piramitleri ya da bulunduğu şehrin adıyla Visoko piramitlerinden birine Ay, -‘Bosanska Piramida Mjeseca’- diğerine Güneş piramidi -‘Bosanska Piramida Sunca’-, deniyor. Bunlar, Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna ve Zenica arasında yer alan Visoko kentinin ardında yükselen, piramit biçimli, oldukça düzgün tepeler. Dr. Semir Osmanagiç tarafından üzerinde çalışmalar yürütülmeye devam ediyor.
Güneş piramidi 220 metre yüksekliğiyle dünyanın en yüksek piramidi. Kuzey, batı ve doğu yönleri korunmuş ve bildiğimiz piramit biçiminde. Yüzeyi dikdörtgen bloklarla kaplı. Avrupa’nın bilimsel enstitülerine göre bu bloklar modern betondan daha üstün bir beton malzemeden yapılmış. Manyetik kuzeyi bir dereceden küçük bir sapmayla gösteriyor. Bu da Maya veya Mısır piramitlerine oranla daha düzgün bir sıralamada olduğunu gösteriyor.
Piramidin üzerindeki beton bloklar arasında bulunan toprak parçalarının karbon testleri sonucu 12.000 yıllık olduğu ortaya çıkmış. Bu veriler Güneş piramidini Dünyanın en eski piramidi yapıyor.
Dr. Semir Osmanagic ve ekibi, 2005 ve 2014 yılları arasındaki dönemde, 350.000 iş saati kapsamında arkeolojik kazı, numune ve karbon 14 yöntemiyle testler yaptılar. Bosna vadisindeki beş piramidin isimleri yapılarına göre belirlendi: Güneş, Ay, Ejderha, Dünya ve Sevgi. Bu alan aynı zamanda höyük kompleksi ve büyük bir yeraltı labirentini barındırmaktadır.
Bosna piramitlerinde üstün nitelikte yapıcıların dev materyalleri nasıl kullandığına tanık olmaktayız. Bu keşif tarihidir ve birkaç nedenle Avrupa’nın erken tarih bilgilerini değiştirmektedir:
1. Bunlar, Avrupa’da keşfedilen ilk piramitlerdir.
2. Bu alan dünyadaki en büyük piramit yapısını içerir. Bosna Güneş Piramidi’nin yüksekliği 220 metreyi aşar ve Mısır’ın 147 metrelik büyük piramidinden daha yüksektir.
3. Bosna Jeodezi Enstitüsü’ne göre, Bosna Güneş Piramidi, 0 derece hata, 0 dakika ve 12 saniyeyle, manyetik kuzeye doğru en keskin oryantasyona sahiptir.
4. Bosna Güneş Piramidi’nin tamamı dikdörtgen beton bloklardan oluşmaktadır. Betonun özellikleri, aşırı sertlik (133 MS) ve düşük su emilimi (yaklaşık %1) de içinde olmak üzere, Bosna, İtalya ve Fransa’daki materyallerle ilgili bilimsel kurumlara göre modern beton materyallerinin çok daha üzerindedir.
5. Piramitler, Bosna Hersek’ten Agro pedolojiye göre, toprakla kaplıdır ve yaklaşık 12.000-15.000 yıllıktır. Organik materyalden elde edilen karbon 14 yöntemi (fosil yapraklar), 2012 yaz mevsiminde Bosna Güneş Piramidi zerindeki beton bloklar üzerinde yapılmış ve Ukrayna, Kiev’de laboratuvarlarında gerçekleştirilen çalışmada +/- 200 farkla 24.800 yıllık olduğu doğrulanmıştır. Son olarak 29.200 +/400 yıllık beton blokları arasında iki fosil yaprağı daha keşfedilmiştir. Bu bulgular, Bosna piramitlerinin gezegen üzerinde bulunan en eski piramitler olduğunu doğrulamaktadır.
6. Bosna Piramit vadisinin altında kapsamlı yeraltı tünelleri ve on milden daha fazla uzunluğa sahip bölme ağı vardır.
7. Ağırlığı yaklaşık 8 tonu bulan seramik heykeller yeraltı labirentlerinde bulunmuştur ve şimdiye kadar dünyada bulunan en büyük heykellerdir.
Visoko’daki üç temel piramit (Güneş, Ay, Ejderha), tepe noktalarından 2.180 metre uzaklıkla mükemmel bir üçgen oluşturmaktadırlar. Bu üçgenin içinde, bir piramit daha bulunmaktadır: Aşk Piramidi’nin, Tabiat Ana Piramidi’nin ve Fojnica nehrinin tepeleri. Üçgen içinde üçgen, tam anlamıyla kutsal geometridir.
Peki gelelim bu piramitlerin diğer bir sıradışı özelliğine. Avrupa’daki en eski yapılardan biri olması ve tarihi yeniden yazmasının yanı sıra piramitlerin bambaşka ve olağan dışı bir özelliği daha var. Piramidin zirvesinde 4.5 metre çapında, 28 kHz frekansında bir elektromanyetik enerji alanı dikey olarak yükseliyor. Piramit ayrıca hayvanları bölgeye yaklaştırmayan bir ultrases yayıyor. Uluslararası bir fizisit grubu, araştırmacıların ve bilim insanlarının imkansız olduğunu düşündükleri bir keşfi Bosna piramidinde yapmışlar ve güneş piramidinde yukarıya doğru giden bir enerji ışını keşfedilmiştir. Hırvatistan, Sırbistan, İtalya ve Finlandiya’nın enerji uzmanlarından oluşan dört ekip, Güneş Piramidinin üzerinden gelen elektromanyetik bir alana sahip enerji ışınını doğrulamışlardır.
Dünyada ilk kez böyle bir enerji ışını bir piramit alanında tespit edilmiş ve doğrulanmıştır. Kısa bir süre sonra piramidin tepesinden gelen 28-33 kHz aralığında ve 5-15 metre genişliğine sahip bir ultrason ışını tespit edilmiştir. Bu frekanslara doğada pek sık rastlanmamaktadır. Bunları oluşturmak için son derece gelişmiş bir makine gerekmektedir. Bu frekansa sahip bir ultrason, Amerikan Ralph Ring araştırmasına göre yerden yükselme için oldukça idealdir. Bu nedenle, Bosna Güneş piramidinin, aslında çok büyük bir enerji makinesi olduğu sonucuna varılmıştır. Buna yakın ölçümler, Visoko’nun doğal tepeleri yakınında ve İtalya doğal piramitlerinde bulunmuştur ancak şimdiye kadar herhangi bir düzen, anomali, düzenli ultrason ya da elektromanyetik alan ölçülmemiştir.
Rusya Doğal Bilimler Akademisi’nden Dr. Oleg Khavroshkin ve Dr. Vladislav Tzyplakov ile birlikte, hem Mısır hem de Bosna piramitlerinin zirvesinden ve altından gelen sinyallerin ölçumunu yapılmıştır. Sonuçlar, tepeden gelen sinyallerin 50 kat daha güçlü olduğunu göstermiştir. Bu nedenle piramitler dev enerji amplifikatörleridir.
Ve son olarak Nisan 2013 tarihinde, Sırp mühendis Goran Samoukovic tüm piramit ve yeraltı tünelleri boyunca 7.83 Hz (Schumann Rezonansı) değerini tespit etmiştir. Bu değer insanların fiziksel, zihinsel ve ruhsal gelişmeleri için en yararlı rezonans olan piramit kompleks korumaları olduğunu kanıtlamıştır. Bu durum, Güneş Piramidi mühendislerinin, çok uzun zaman önce kendini tekrarlayan bir makine yarattığını ve bu “enerji makinesinin” hala çalıştığını göstermektedir.
Peki Ravne tünelinin Bosna piramitleriyle bağlantısı nedir?
Dr. Semir Osmanagic bunu şu şekilde açıklar. Her bir orijinal piramidin (Çin’de Shaanxi, Mısır’da Giza ve Sakkara, Meksika’da Teotihuacan ve Palenque) yeraltı tünelleri, yapının bir parçası olarak inşa edilmiştir. Aynı durum, Bosna piramitleri için de geçerlidir.
Tarih öncesi tünellerin, kavşakların ve odaların onlarca kilometrelerden oluşan ağları, piramitlerin altına yerleştirilmiştir. Bosna piramitleri hakkında İkinci Uluslararası Bilimsel Konferansı, 2011 yılında, 11 farklı ülkeden gelen 27 bilim adamının katılımıyla gerçekleştirilmiş ve negatif iyonların yüksek konsantrasyonlarına sahip elektromanyetik alanlarının olduğu bu tünellerin, tarih öncesi ustaca yapılmış kompleks bir yapı olduğu sonucuna varılmıştır.
*Peki bu piramitlerin varlığı insan bilincinde ne tür değişiklikler oluşturacak? Kadim tarih hakkında bize öğrettikleri her şey neredeyse yanlıştır: İnsanın kökeni, uygarlıklar ve piramitler. Gelişimimiz, doğrusal değil döngüsel bir gelişim sergilemektedir. Uygarlıklar zirveye ulaşmış ve küresel felaketler onları gezegen üzerinden silmiştir. Bu durumu yeni başlangıçlar izlemiştir. Biz ise sadece en son uygarlık döngüsünde.
Sessiz Gemi’yi tabut ile ilişkilendirip ölüm yolcusu bildik hep. Oysa üstad Yahya Kemal için ölümden de beterdi. Ayrılıktı.
Üstad Yahya Kemal, Nazım Hikmet adlı gencin evinde kendisine Türkçe şiir dersleri vermeye başlar.
Aradan günler aylar geçer ve üstad Yahya Kemal Beyatlı o gencin annesine aşık olur. Genç Nazım bu durumu fark edince hocasının paltosunun cebine bir not bırakıverir.
Not şöyledir;
“Bu eve öğretmenim olarak girdiniz ama babam olarak giremeyeceksiniz.”
Ve o eve bir daha girmedi Yahya Kemal Beyatlı. Ve sevgilisi, Nazım Hikmet’in annesi Ayşe Celile hanıma bir daha yaklaşamadı. Ressam Ayşe Celile Hikmet, resimleri ile olduğu kadar güzelliği ile de tüm İstanbul’un dilinde destan olmuş asil bir hanımefendiydi.
Yahya Kemal vefat ettiğinde evraklarının arasının içinden kurumuş iki yaprak ve kısa bir not bulunan zarf çıktı.
Şöyle yazıyordu notta:
“Bu zarfın içindeki hatıra 19 Ağustos 1930’da Sirkeci Garında gece saat 10’da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçektendir.
Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim.”
Ayşe Celile Hikmet muhtemelen bu aşkın devam etmeyeceğini anladığı gece göğsünde duran o iki yapraklı çiçeği Paris’e gitmeden önce Sirkeci Garında Yahya Kemal’e vermişti.
Aralarında ki aşkın öyküsü uzundur ve ressam Ayşe Celile hanım Heybeliada’dan ayrılırken Yahya Kemal’in elinden hiçbir şey gelmez ve her dizesi ölümden de beter o ayrılığın acısı olan meşhur şiirini yazar..
Nasrettin hoca eşeğine verdiği samana zam gelince buna bir çare arar, ne etsem ne eylesem diye düşünürken eşeğine günde bir balya saman yerine yarım balya saman vermeye karar verir.
Böylece masraflarını düşürecektir.
Biraz zaman geçer, bakar ki eşekte bir değişiklik yok, aynı şekilde çalışmaya devam ediyor..
Hoca biraz daha hesap kitap yapar ve eşeğe yedirdiği yarım balyayı da yarıya indirir.
Bakar eşek yine bir şey yokmuş gibi çalışmaya devam ediyor. Eşek bildiği eşek çıt çıkarmıyor.
Ertesi günlerde de verdiğinin yarısını verir, eşek çalışmaya devam eder.
Hoca, hesaba kitaba oturduğunda “geçmişte bu eşeğe ne kadar da masraf ediyormuşum” diye iç geçirir.
Derken bir sabah kalkar bakar ki eşek hakkın rahmetine kavuşmuş. Hoca hüzünlenir, ölü eşeğinin başında “tüh, biraz daha dayansaydın sana aç karnına çalışmayı da öğretecektim” der. Alıntı.
BİLLKE YORUM: Hikaye, devletleri yönetenlerin uyguladığı yöntemi düşündürür. Enflasyon artışı, alım gücünün azalması herkesin kemer sıkması örneğin. Nasreddin Hoca hikayelerinin hepsi böyle ibret verici. Asırlarca eskimeyen hikayeler, her çağın insanına da ders verir.
Sümer topraklarının bereketli şehirlerinden biri olan Lagaş’ta, Dumuzi adında genç bir kasap yaşardı. Dumuzi, kasaplık mesleğini babasından öğrenmiş, küçük yaşlardan itibaren hayvanları nasıl dikkatle seçip kestiklerini, nasıl etleri temiz bir şekilde hazırladıklarını gözlemlemişti. Babası ona hep, “Kasaplık sadece hayvan kesmek, eti kemikten ayırmak değildir. İnsanların sofralarına helal lokma koymak, onlara güven vermek ve ahlakla çalışmak demektir,” diye tembihlerde bulunurdu.
Babası ölünce Dumuzi, babasının mirası olan bu dükkânı devraldı. Genç adam sadece babasının işini sürdürmekle kalmayıp, mesleğini ahlaki değerlere dayandırarak bir adım ileri taşımayı hedefledi. Dumuzi, etin tazeliğine ve kalitesine çok önem verirdi. Şehirdeki diğer kasapların çoğu, ellerinde kalan etleri uzun süre bekletir, hatta bozulmuş eti satırla çekip, çeşitli bitkilerle kokusunu bastırır, satmaya çalışırdı. Domuz etini kuzu eti diye satar, ete türlü hileler karıştırırlardı. Ancak Dumuzi, asla bu yolu seçmedi. “Namus ve ahlak, kazandığın altından daha değerlidir,” diye düşünürdü.
Bir gün, şehre büyük bir sürüyle bir tüccar geldi. Sürüsünü Fırat nehri kıyısında otlata otlata getirmişti. Bu tüccar, kasaplara hayvan satıyor, altın ve bakırla takas ediyordu. Tüccar, ilk olarak Dumuzi’nin dükkânına uğradı. Dumuzi tüccara ve kafilesine soğuk içeçekler ikram etti. Onları ağırladı. Daha sonra hayvanlara bakmak üzere dışarı çıktılar. Gerçekten devasa bir sürüydü. Lakin bir sorun vardı.
“Bu hayvanlar hastalıklı!” dedi Dumuzi. Tüccar şaşkınlıkla ona yaklaştı. Keçilerden birini tutup ağzını gösterdi. “Birkaç haftaya kadar çoğu telef olacak.”
“Nasıl olur?” diye çıkıştı tüccar. “Bence sen fiyatı düşürmek için yalan söyleyen ahmağın birisin!”
“Şu arabaya yüklediğin domuzlardan kapmış olmalılar.” Kağnı arabalarına yaklaştı. “Bak, gözlerinde fer kalmamış, onların da ağızları köpüklü. Bunları satın alamam. Bu şehirde de satmana izin veremem.”
Tüccar, Dumuzi’ye daha fazla para kazanabilmesi için şöyle bir teklifte bulundu: “Tamam, sen kazandın. Bu işin ehli olduğun belli. Hayvanları sana yarı fiyattan vereceğim. Böylelikle ikimiz de kazanmış olacağız. Kimsenin ruhu bile duymayacak.”
Dumuzi bu teklife karşı sessizce başını salladı ve tüccara şöyle cevap verdi: “Bu eller, helal ve temiz kazançtan başka bir şeyle kirlenmeyecek. Kazancım az olabilir, ama huzurum çok olacak. Ahlakımı para uğruna satamam. Halkıma hastalıklı et yediremem.” Tüccar, Dumuzi’nin kararlılığı karşısında şaşırdı ama onun işine karışmadan sürüyü toparlayıp orayı terk etti.
Bu olay, şehirde duyuldu. Dumuzi’nin namusu ve ahlakı, dilden dile yayıldı. Müşterileri, ona daha fazla güvenmeye başladı ve dükkânı gün geçtikçe daha da iş yapar hale geldi. Dumuzi, her gün kasabına gelen insanlara dürüstçe hizmet etti. Onlara daima en iyi eti sundu, fiyat konusunda adil davrandı ve asla müşterilerini aldatmadı.
Tüccar sürüyü Ur şehrine götürmüş, bütün hayvanları uyanık kasaplara satmıştı. Kısa süre sonra halk arasında salgın baş gösterdi. Ur kralı sorumluları yakalattırıp idam ettirdi.
Olay Lagaş kralı Urgakina’nın kulağına kadar gitti, Dumuzi’den büyük bir davet için ziyafet hazırlamasını istedi. Bu, Dumuzi’nin mesleğinde dönüm noktası oldu. Kral, davetteki tüm misafirlerine Dumuzi’nin kasaplığını ve ahlakını övdü ve “Bu adam sadece et satmıyor, bize bir insanın nasıl ahlaklı olması gerektiğini öğretiyor,” dedi.
Zamanla Dumuzi’nin kasabı o kadar meşhur oldu ki, şehirdeki diğer kasaplar onun izinden gitmeye başladı. Eski yöntemlerini terk edip, daha temiz ve dürüst bir şekilde iş yapmaya başladılar. Dumuzi, sadece bir kasap değil, aynı zamanda şehrinde ahlakın sembolü haline geldi. O, kimseyi kandırmadan, kimsenin hakkını yemeden de nasıl başarılı olunabileceğini gösterdi.
Dumuzi’nin dürüstlüğü ve çalışkanlığı, kuşaklar boyunca anlatılan bir hikâye oldu. Sümerler, “Dumuzi gibi olmak” derlerdi; bu, namuslu ve ahlaklı çalışmanın sembolüydü.
İskambil destesinde bulunan 4 papazın, aslında tarihteki dört hükümdarı temsil ettiğini biliyor muydunuz? Sinek Papazı, Büyük İskender’i
Karo Papazı, Jül Sezar’ı
Kupa Papazı, Kral Şarlman’ı
Maça Papazı, Davud’u temsil eder….
İskambil kağıtlarının yayıldığı o dönem Fransa’sında dört grup öne çıktığı için kartlar da bu grupları temsil ettiği rivayet edilir.
-Kupa krallığı ve soyluları
-Maça orduyu, şövalyeleri
-Karo orta sınıfı,
-Sinek avam tabakası , köylüyü temsil etmekteydi.
Bugün briç, poker veya benzeri oyunlarda, kupanın en değerli, sineğin ise en değersiz kart olmasının nedeni bu sınıflandırmadan gelmektedir. Karo papazının ellerinin kesik olduğu görülür ki bu konu hakkında oldukça fazla rivayet vardır kumarı ilk bulan olduğu için cezalandırılıp ellerinin kesildiği gibi … Caesar’ın kollarının kesik olmaması yüzünden karo papazının Caesar’ı temsil etmesi de muammadır. -Tek bıyığı olmayan papaz Kupa papazıdır ve kendini öldürürken resmedilir. kültür ve merak grubu
Pahalı ve eski kitapları bir araya getiren büyük kütüphanelerde her daim garip bir yan vardır. İnsanların fısıldayarak konuştuğu bu ortamı yapay bir sessizlik kaplar. Toz kokusu ise sürreal bir hava yaratır. Söz konusu garip kütüphanelerse şüphesiz hiçbir yer, Harvard Üniversitesi’yle boy ölçüşemez.
Çünkü birkaç yıl önce bu kütüphanede bulunan üç kitabı, diğerlerinden ayıran bir şey fark edildi. Onların deri kaplaması, diğerlerine benzemiyordu. Yapılan araştırmalar da gösterdi ki, bu pürüzsüz kaplamalar, insan derisindendi. Hatta bu kitaplardan birisinin derisi, canlı bir insandan yüzülmüştü.
Aslında insan derisiyle kitap kaplamak 17. yüzyılda epey yaygındı. Adı “anthropodermic bibliopegy (insan derisiyle kitap ciltleme sanatı)” konulmuştu ve bu sanat, özellikle anatomi kitaplarına uygulanıyordu. Kitaplar, genellikle tıbbi görevlilerin, araştırmaları sırasında kadavradan yüzdükleri deriyle kaplanıyordu. Herhalde hiçbir şey boşa gitmesin istendiğindendi bu.
Harvard’daki bu garip kitaplardan biri Roma şiirini, bir diğeri Fransız felsefesini ele alıyor. Canlı canlı yüzülen bir insanın derisiyle kaplanan sonuncu kitap ise Ortaçağ İspanya’sının hukuk düzeni üzerine bir inceleme. İçinde ise şu ilginç paragraf bulunuyor:
“Bu kitabın kaplaması, 4 Ağustos 1632’de, Wavuma tarafından, henüz canlıyken derisi yüzülen sevgili arkadaşım Jonas Wright’tan geriye kalan tek şey. Kral Mbesa bana bu kitabı verdi ki bu kitap da zavallı Jonas’ın sahip olduğu birkaç şeyden biriydi; şimdi onun üzerini derisi kaplıyor. Huzur içinde yatsın.”
Harvard’a uğrarsanız bu kitapları inceleyebilirsiniz. Greg Newkirk‘in Roadtrippers Daily’de yayınlanan makalesiniGökçe Gündüç, Türkçeleştirdi.