Gizli dileklerde bulunan iki kişi bir tavuğun kurumuş, v şeklindeki köprücük kemiğinin iki ucundan kuvvetle çeker. Daha büyük parçayı kıranın dileği gerçek olur.
Hikayenin çıkış noktası: Şehir uygarlığı MÖ. 6. yüzyılda en yüksek noktasına ulaşmış oldukça kültürlü olan Etruryalılar , tavuk ve horozun kahin olduğuna inanırlardı. Tavuk cıyaklayarak yumurtlayacağını söylüyordu; horoz da yeni günün doğuşunu haber veriyordu.
Yere çizilen bir daire her biri Etrurya alfabesini temsil etmek üzere yaklaşık 20 parçaya bölünürdü. Her bir kısma mısır taneleri konur; dairenin orasındaki tavuğun mısırları yeme sırasına göre papazlar öngörülerde bulunurdu. Modern ruh çağırma seansı gibi.
Kutsal bir tavuk öldüğünde ;köprücük kemiği , güneşte kurumaya bırakılırdı. Kahinin gücünden yararlanmak isteyen bir Etruryalı’nın yapması gereken tek şey , bu kemiği alıp vurması ve dilekte bulunmasıydı; böylece kemiğin adı ‘ lades kemiği’ oldu.
Amerika’nın NewYork şehrinde bir soygun sırasında hırsız banka içindeki çalışanlara bağırmış; Kıpırdamayın! Para devletin, hayatınız da sizindir. Yani herkes sessizce uzansın..
“Buna anlık akılla ikna denir “ Hırsızlar çalmayı bitirince üniversite mezunu olan en genç hırsız, ilkokul mezunu en yaşlı olan hırsıza dedi ki; “Abi kaç para aldık sayalım.” Liderleri olan yaşlı hırsız bozuldu ve ona dedi ki; Aptal mısın? Bu çok para ve saymamız uzun sürer, bu gece ne kadar para çaldığımızı haberlerden öğreneceğiz!
“Bunun adı tecrübe” Hırsızlar bankadan çıktıktan sonra banka müdürü şube müdürüne polisi çabuk ara demiş. Ama şube müdürü ona bekle 10 milyon dolar alıp kendimize saklayalım daha önce zimmetimize geçirdiğimiz 70 milyon doları da ekleyelim.
“Buna akışına yüzmek ve durumu lehine çevirmek denir” Banka müdürü demiş ki; yani her ay soygun olsa çok iyi olur…
“ve buna çok ileri gitmek denir” Ertesi gün haber ajansları bankadan 100 milyon dolar çalındığını duyurur! Hırsızlar parayı tekrar tekrar sayarlar. Her seferinde miktar 20 milyon dolar çıkar. Hırsızlar çok sinirlenir. 20 milyon dolar için hayatlarını riske attıklarını söylerler. Banka müdürü suya sabuna dokunmadan 80 milyon dolar çalar. Bu hikâyenin özeti Maskeli hırsız ile kravatlı hırsız arasındaki farklı bilgiydi.
“Bunun da adı bilgi altına eşittir ” Banka müdürü milyoner olduğu için gülümsüyordu. Borsadaki tüm kayıplarını bu soygunla telafi etmişti. “Bunun adı da risk almaktır ” Gerçek hırsızlar çoğunlukla yüksek rütbeli olanlardır. Ama “hırsız” olarak tanınanlar hep ev ve cüzdan hırsızları olacaktır.”
Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım evliliğinin trajik hikayesi..
“Selanik Evkaf (Vakıflar) Dairesi’nde memur olan Ali Rıza Efendi, babası Kızıl Hafız Ahmed’i arayan jandarmalar tarafından birkaç kez karakola götürüldü.
Zübeyde Hanım kayınpederinin dağa kaçması ve kocasının sürekli gözaltına alınmasını hep korkuyla izledi. Daha çok gençti; yirmisinde yoktu…
>>Sarışın bir kız
Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın ne zaman evlendikleri tam olarak bilinmiyor. Tahmini olarak 1870’lerin başı deniliyor.
Rivayet odur ki:
Ali Rıza Efendi bir gün rüyasında ak sakallı, nur yüzlü bir pir ve yanında sarışın bir kız gördü. Pir, kızı göstererek, “Bu senin kısmetindir” diye müjde verip ortadan kayboldu.
Ali Rıza Efendi rüyasının etkisiyle ablası Nimeti’nin kızı Hatice’ye gidip, “Bana evlenmek için sarışın bir kız bulun” dedi.
O devirde bütün Müslüman çevrelerinde adet olduğu gibi görücüler sokağa düştü.
Sonunda Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa’nın kızı; kumrala çalan sarışın, beyaz tenli, orta boylu, mavi gözlü, dalgalı kıvırcık saçlı Zübeyde bulundu.
Annesi Ayşe Hanım kızının evlenmesine karşıydı ama ikna edildi. Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin ailesinin Yenikapı Mahallesi’ndeki evine gelin gitti.
Ali Rıza Efendi, “Gülzar-ı Cennetim Zübeydem” diye hitap ettiği karısını çok sevdi. Zübeyde Hanım Yenikapı’daki evde üç çocuk dünya getirdi:
Ahmed, Ömer ve Fatma.
Fatma daha yaşını dolduramadan öldü.
>>Asker baba
Babası Hafız Ahmed’in Makedonya dağlarına gitmesinin birkaç ay sonra, Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Rusya savaşı nedeniyle Selanik’te kurulan Asakir-i Mülkiye’ye, yani yardımcı askerler birliğine katıldı.
35 yaşındaydı; okuryazar olduğu için geçici olarak üsteğmen rütbesi verildi. Askerliği yaklaşık iki yıl sürdü; Ayastefanos Anlaşması’ndan sonra askerliğe veda etti.
Askerlikten sonra Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Yunanistan sınırındaki Olimpos Dağı’nın ormanlarla kaplı eteklerinde bulunan gümrük kontrol noktasına gümrük muhafaza memuru olarak tayin edildi.
Ege denizi kıyısında Paşaköprüsü denilen bu ıssız yer, Selanik’e 120 km uzaklıktaydı ama karayolu yoktu. Yaşamak için uygun bir yer değildi; ne kasaba ne köydü; sadece görevlilerin ailelerinin kaldığı derme çatma birkaç ev ve gümrük kontrol binasından ibaretti. Üstelik Olimpos Dağı Rum eşkıyalarla doluydu ve etrafı haraca kesmişlerdi.
Zübeyde Hanım iki çocuğuyla bu ıssız ve kasvetli yere gelmekten hiç hoşnut olmadı. İkinci çocuğu Ömer’i ilaçsızlık ve bakımsızlıktan burada kaybetti. Fatma’dan sonra Ömer’i de kaybeden Zübeyde Hanım’ı bir korku saldı; “Ya Ahmed’ime de bir şey olursa?”
>>Hep Selanik’e dönmek istedi.
Ali Rıza Efendi’nin görev yaptığı gümrüğün bütün işleri kereste ihracatı üzerineydi. Ali Rıza Efendi, görevi sırasında kereste tüccarıyla tanışıp arkadaş oldu. Bu arkadaşlık ona yeni bir iş kapısı açtı; memurluktan ayrılıp, kereste tüccarları Cafer Efendi ile ortaklık kurup ticarete atıldı. 3 lira maaş aldığı devlet memurluğundan sonra bu ticaret Ali Rıza Efendi’ye para kazandırmaya başladı. Yoksulluk günleri geri de kalmıştı işte; bu nedenle Selanik’e dönmek isteyen eşinden hep sabır istedi.
Zübeyde Hanım dindar bir kadındı. Beş vakit namaz kılıyordu. Yaşam gücünü hep dualardan alıyordu. Ancak korktuğu oldu; son çocuğu Ahmed de öldü. Küçük çocuk sahil kenarındaki kumlukta açılan bir mezara defnedildi.
O gece çıkan fırtına denizde dev dalgalara neden oldu. Kıyıları döven dalgalar Ahmed’in minik cesedini yerinden çıkardı.
Dağlardan inen aç çakallar kefen içindeki ufacık bedeni paramparça etti.
Sabah haberi öğrenip olay yerine koşan Zübeyde Hanım bu acılı manzarayı görünce şoke olup oracıkta bayıldı.
Paşaköprüsü’nde yaşayan bir avuç insan Zübeyde Hanım’ı teselli etmek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak…
Ahmed’in ölümü sonrası yaşananlar Zübeyde Hanım’ın ruhsal dünyasında derin yaralar açtı. Günler geçti; Zübeyde Hanım’ın gözünün önünden o korkunç manzara gitmedi bir türlü. Geceleri kabus gördü sürekli.
>>Üstelik hamileydi…
Ahmed’in ölümünden sonra Ali Rıza Efendi yine işinin başına döndü.
Eve pek az uğruyor; günlerini işi nedeniyle ormanda geçiriyordu. Bir an önce para biriktirip bu kasvetli yerden kendini ve karısını kurtarmak istiyordu. Bu nedenle haraç isteyen Rum eşkıyaların tehditlerine bile aldırmıyordu.
Kendi başına bir şey geleceğinden korkmuyordu ama eşi için kaygılanmaya başladı.
Eşini güvenlikli bir yerde rahat doğum yapması için Selanik’e götürdü.
Artık ellerine iyi para geçiyordu; Ali Rıza Efendi, Ahmed Subaşı Mahallesi’nde üç katlı, pembe boyalı bir ev kiraladı. Üftade isimli siyahi bir kadını da yardımcı tuttu. Ve tekrar işinin başına döndü.
>>Kardeşinin adı
Zübeyde Hanım daha otuzuna gelmemişti. Ruhsal dünyası evlat acısı yaşayan tüm anneler gibi altüst olmuştu. Yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra kocası Ali Rıza Efendi’yi Rum eşkıyalar kaçırdı.
Ali Rıza Efendi yüksek bir fidye karşılığı özgürlüğüne kavuşabildi. Kereste ticaretini bıraktı. Zaten Osmanlı jandarması da, “Rum eşkıyalar barınmasın” diye ormanı yakmıştı!
Tüm bu olaylar doğum tarihi yaklaşan Zübeyde Hanım’ın sinirlerini allak bullak etti.
İyi annelik yapamayacağından, yeni doğacak bebeğinin de öleceğinden korkuyordu. Elinden tespih, dudaklarından dua eksik olmadı o gergin günlerde. Bütün duaları doğacak bebeğinin sağlığı içindi.
Bebeğinin kendisi gibi sarışın ve mavi gözlü olmasını istiyordu. Soranlara kız çocuğu istediğini söylüyordu ama içten içe erkek evlat arzuluyordu.
Ve isteği oldu; tıpkı kendisi gibi sarışın, mavi gözlü bir oğlu oldu…
Ancak korkuları ve kapıldığı vehimler sonucu oğlunu emziremedi; sütü kesilmişti.
Yeni doğan bebeğin yüz hatları tıpkı babasıydı. Ali Rıza Efendi oğlunun kulağına eğilip adını fısıldadı: Mustafa.
Mustafa; Ali Rıza Efendi’nin daha minik bir bebek iken kaza sonucu beşikten düşüp ölen kardeşinin adıydı.
Evet, “ölüler evine” benzeyen bu ailenin yaşamında ruhsal travmalar hiç eksik olmadı. Mustafa Kemal’in çocukluğu da mutsuzluk içinde; ruhsal yaralanmalarla geçti.
Ama o, görkemli benliğiyle mutsuzlukların üstesinden tek başına gelmeyi başardı.
Çağdaş Türkiye’nin kurtuluşu/kuruluşu bu zaferin sonucudur işte.
Ve bu ancak karizmatik liderliğe özgü güçlü bir kişilik yapısıyla mümkündür.”
Bu söz, bir kişinin yaptığı hatayı veya yanlışı örtbas etmek için sesini daha gür çıkarıp, haksız olduğu halde karşısındakini suçlamasını anlatır. Buradaki “hırsız” yanlış yapanı, “ev sahibi” ise mağduru temsil eder. Yani ortada suçlu bir taraf vardır, ama pişkinlikle kendini haklı göstermek için mağdura yüklenir. Bu davranış, psikolojide sıkça gözlemlenen, suçluluğun oldukça tanıdık bir savunma mekanizmasıdır. Kendi hatasını örtmek için dikkatleri başka yöne çekmek ve mağduru haksız duruma düşürmeye çalışmak…
Bu tür durumlara karşı dikkatli ve uyanık olmak gerekir. Suçlunun pişkin tavırlarına aldanıp mağdurun sesini bastırmasına izin vermemek, insanca bir yaşamın temel koşullarından biridir. Adaletin sağlanması, hırsızın yaptığı yanlışın ortaya çıkarılmasını ve ev sahibinin hakkını korkusuzca savunabilmesini gerektirir. Çünkü insanca yaşamak, haksızlıklara cesurca karşı çıkabilmekle mümkündür.
Bir gün sultan saraydaki bahçıvanının yanına uğrayıp kendisine hediye edilen tayı sorar;
“Bahçıvan efendi, nasıl bizim tay?”. Bahçıvan cevap verir;
“Asluhu nesluhu sultanım.”
“Nesi var ki ?” diye sorar sultan.
“Sultanım, asil bir tayın sırtına sinek böcek konduğunda bunları kuyruğu ile kovalar. Bizim tay adeta bir inek gibi kafasını çevirip ağzıyla sinekleri kovalıyor.”
Sultan bunun nedenini öğrenmek için tayı hediye eden adamı çağırtır. Tayın bu davranışının sebebi hakkında bilgi ister. Tayı hediye eden adam der ki;
“ Sultanım, bizim tay doğduktan hemen sonra annesi öldüğü için onu ineğe emzirttik.”
Böylece meselenin sırrı çözülmüş olur. Sultan adamlarına emreder;
” Verin bahçıvana fazladan bir kap yemek!”.
Başka bir zaman sultana güzel görünüşlü, iri bir hindi hediye edilir. Bir müddet sonra sultan bahçıvanın yanına varır ve hindiyi sorar.
“Asluhu nesluhu sultanım.” der bahçıvan.
”Bahçıvan efendi bunun neyi var?” diye sorar sultan.
“ Sultanım asil olan bir hindi öteceği zaman kabarır, ibiği masmavi olunca ötmeye başlar. Bizim hindi iyice kabarıyor, ibiği masmavi olup tam öteceği zaman kafasını suya daldırıyor.
Sultan işin aslını öğrenmek için hindiyi hediye eden kişiyi çağırtır. O kişi, hindinin yumurtasını ördeğin altına koyduklarını ve hindinin ördek yavruları ile birlikte büyüdüğünü anlatır. Bu meselenin sırrı da çözülmüş olur. Padişah emreder;”
Verin bahçıvana fazladan bir kap yemek.” Sultan güzel bir günün sabahında bahçede yalnız başına dolaşırken bahçıvan gözüne ilişir ve ona doğru yaklaşarak;
“ Bahçıvan efendi, bende de bir sıkıntı var mı?” der. Bahçıvan
“Asluhu nesluhu efendim” deyince, sultan
“ bende de mi?” diyerek son demlerini yaşayan annesine koşar.
“Anacığım, inan sana kırılıp küsmem, kızmam da. Bende bir sıkıntı var mı?” diye sorar.
Annesi durur, sıkıla sıkıla başlar anlatmaya; “Oğul babanla evlendiğimizde baban çok yaşlıydı, ben daha 15-16 yaşlarında genç, güzel bir kızdım. Gençliğimin duygularına kapılıp bir hata ettim. Sen bizim sarayın aşçısının oğlusun.”
Hakikati öğrenen sultan bahçıvana seslenir;
“ Ey olayların perde arkasından bizlere sırlar sunan değerli insan; Tay ve hindinin durumlarına vakıf oldun. Anladık da, benim durumumu nasıl anladın? Bu nasıl bilgeliktir? Söyle bakalım bana.” deyince;
Bahçıvan;
” Ey yüce sultan, Bunu anlamaktan daha kolay ne var? Benim bildiğim sultanlar ödül verirken “Verin bir kese altın” derler. Siz ise “Verin fazladan bir kap yemek” diyorsunuz.”
ÖNLEM ALMA, okullarda ders olarak okutulmalı. Yaşamda en gerekli ihtiyaçlarımızdan. Ders başarısı için, arkadaşlarla uyumlu olmak, toplumda sosyal olarak yer almak, karşılaşılacak her türlü faktörlere karşı tedbirli olabilmek için yetiştirilmeli çocuklarımız. Temel eğitimde kazanılan alışkanlıklar, yetişkinliğe kolayca taşınabilir.
Sadakat ve liyakat konusunu aşabilmeliyiz. İşin gerektirdiği gibi çalışan, önlem almayı bilenler yetki sahibi olmalı.
Biz felaketler karşısında önlem almadan, uzaktaki hayallerle masal dünyası kuranların yarattığı ütopyanın peşinden giden bir toplum olduk. Her depremde hazırlıksız, her SMA’da çaresiz, her yangında donanımsız mı yakalanacağız?
Sağlık hizmetlerine, ekonomiye, eğitime, afatlar gelmeden önlem almaya, devletin sınırlarını casusa teröriste karşı korumaya ACİL olarak önem vermeye ihtiyacımız var. Her afat, yıkıyor bizleri. Yaraları sarabiliyor muyuz? Zaman, geçmişi unutturmamalı. Orman yangınlarında diri diri ölen canlılarımızın acısı hala yüreğimizde. Önceliklerimiz bizim aklımızdan çıkmasın ki, tercihlerimizde işe yarasın.
Ömer Seyfettin çalıştığı okulda, öğretmen arkadaşlarıyla tartışırken;
“ilim başka, irfan başka; âlim başka, arif başka” diyor.
Arkadaşları bu görüşe katılmıyorlar. Bir gün bu öğretmen arkadaşlarına,
“Avusturya’dan vagonlar dolusu şeker geliyor, şeker çok ucuzlayacak” diyor. Arkadaşları haberin doğruluğundan şüphe bile etmiyorlar. Herkes şeker kıtlığı bitecek diye çok seviniyor.
O sırada öğretmenler odasına temizliğe gelen bir hademeye de aynı haberi veriyor Ömer Seyfettin. Hademe;
“İnanma beyim, Avusturya bu savaş zamanı şekeri bulsa kendi yer, bize niye yollasın?” deyince; Ömer Seyfettin öğretmen arkadaşlarına dönüp:
“Gördünüz mü cancağazım? Siz bütün ilminize rağmen habere inandınız. O irfanı sayesinde yutmadı. Demek ki arif başka, alim başka; irfan başka, ilim başkaymış, gördünüz mü” diyor.
Eski eşiyle ayrılmasının üzerinden tam otuz yıl geçmiş olsada kızını bulma ümidinden hiç vazgeçmemişti.Bir garip çiftçi kadın olan Sara, fakirliğin verdiği güvensizlikle eski eşinin kızını kaçırdığı o uzak ülkeye gitmeyi bile hayal edemez ve sürekli kızına kavuşmak arzusuyla elinde olan tek adrese mektuplar gönderirdi…Gitmeyi hayal etse, bu hayali gerçekleştirmeye parası yetmezdiki zaten.
Haftanın her pazartesi günü yoldan geçen postacıyı saatlerce bekler, yarım yamalak yazabildiği mektubunu postaladığında ise inanılmaz bir huzur dolardı içine.O zamana kadar kızından hiç cevap gelmesede bir kez olsun mektup göndermekten vazgeçmemişti…
Ve bir gün postacı tam otuz yıl sonra ilk defa çaldı kapısını.Ve bir mektup bıraktı yaşlı kadına.Mektubun kızı Julia’dan olduğunu görünce belki on dakika elleri titrediği için açamamış,mektubu göğsüne bastırarak ağlamıştı… Kızı mektubunda babasının uzun yıllar önce öldüğünü ve ozamana kadar kendisinden sakladığı mektupları ancak bulabildiğini yazmıştı.Artık daha fazla annesinden ayrı kalmak istemediğini ve ilk trenle yola çıkacağını yazmıştı…
Yüreğini kor alevler yakmıştı adeta yaşlı kadının.Postacıdan öğrendiğinde göre Almanyadan trenin gelmesi üç gün sürecekti.Tam üç gün üç gece gözüne bir damla uyku girmedi.Evladına kavuşacağı anı iple çekti adeta…
Ve üçüncü günün sonunda tren istasyonunda otuz yıllık bir anne kız kavuşması yaşanıyordu.Sara, kızını mektubunda yazdığı üzerindeki elbiselerinden tanımış ve koşup sarılmıştı ona.Sarılırken elini ensesine götürdüğünde ise biranda buz kesti.Ama bozuntuya vermedi…
Birlikte yaşlı Sara’nın yaşadığı eski çiftlik evine gittiler.Tıpkı annesinin mektuplarda bahsettiği yemyeşil köy ruhunu ferahlatmıştı Julia’nın.
Bir gece kızının üzerini örtmek için odasına girdiğinde ise bir süre uzaktan izledi onu. Uyuya kaldığı için elinden düşürdüğü günlüğü masaya koymak isterken birkaç satır takıldı gözüne. Satırlarda şöyle yazıyordu:-“Almanyada Bermingam sokaktaki eve taşındığımda ev sahipleri olan bir baba ve kızının trafik kazasında öldüğünü öğrendim. Ölen kızın adının Julia olması büyük bir tesadüftür belki de. Hayatta hiç anne baba sevgi görmemiş biri olduğum için. Yaşlı Sara’nın her hafta o adrese gönderdiği mektuplarındaki yakarışlarına içtenliğine kayıtsız kalamadım. Böyle bir anne şefkati istemiştim her zaman. Acısı çok büyüktü. Ve mektubuna karşılık verip, kendimi de kızının yerine koyarak acısını biraz olsun azaltmak istedim. Tabi kendi acılarımı da… Aradan büyük bir zaman geçmiş ve yanına gittiğimde beni tanıyamayacağı için çok fazla cesaretlendirmiştim kendimi bu işe kalkışırken. Suçluluk duymuyorum. Işıl ışıl gözlerine bakınca ve ona sarılınca ilk defa burnumda anne kokusunu hissettim…Fakat o yaşlı kadının bilmediği birşey daha var. O da benim acılarımı paylaştı. Amansız hastalığından bana kalan zaman sadece bir hafta… Ve ben yaşlı anneme çok alıştım… -“
Yaşlı Sara okuduğu satırlardan sonra bu oyunu hiç bozmadı. Gerçek kızının uzun yıllar önce öldüğünü duymak yüreğini dağlamıştı ama bu genç kızın varlığı yaralarına merhem olmuştu adeta. Ve tıpkı günlükte okuduğu gibi anne kız birlikte dolu dolu bir hafta geçirdiler. Julia tüm acılarını yüreğinden alıp götürmüştü. Bir haftanın sonunda ise yatağa düşecek kadar rahatsızlanmış, Sara doktor çağırsa da artık yapılacak hiçbir şeyin kalmadığını oda anlamıştı. Kesik kesik nefes alan genç kızın yanına gidip ellerini tuttu ve gözyaşlarıyla seslendi ona… – “Tren istasyonunda sana sarıldığımda beri benim kızım olmadığını biliyorum. Çünki benim Juliamın ensesinde çok derin bir yaranın çukurluğu vardı. Bu oyuna devam ettim. Çünki öyle güzel oynadın ki.Tıpkı kızım gibi hissettirdin bana. İkimizin de çok ama çok ihtiyacı vardı bu oyuna… Güzel kız sen haklıydın. Acılar paylaştıkça azalıyormuş. Acılarımı paylaştığın için sana minnettarım… -“
Sağlık profesyonelleri bilirler. Bazı kliniklerde **agoni odaları **vardır. Çaresiz kalınan, artık ölümü beklenen hastalar bu odalarda yatarlar.
İki bilim adamı, 1922 yılında Toronto Üniversitesi Hastanesinde diyabet komasındaki çocukların yattığı agoni odasına girerler. Komada ve ölümü bekleyen çocuklara yeni keşfedilen insülin adlı hormonu enjekte ederler.
Komadaki çocukların hepsi sırayla uyanır ve ailelerinin gözyaşları arasında evlerine dönerler. O tarihten itibaren insülin milyonlarca diyabetlinin hayatını kurtarıyor. Bilim, akıl ve cesaret her zaman olduğu gibi insanlığın yolunu aydınlatacak. .
Ağzında ceviz taşıyan karganın biri havada uçup giderken, ağzındaki cevizi sulak bir alana düşürüyor. Düştüğü yere yağmur yağıyor, kar yağıyor ceviz bir ileri bir geri hareket ederken üzeri toprakla kapanıyor. Mevsim sonbahardan kışa, kıştan ilkbahara dönerken bizim ceviz karı, kışı, yağmuru atlatıyor ve filizlenip gün yüzüne çıkıyor.
Önce filiz, sonra fidan, sonra da meyve veren muhteşem bir ağaç. Ağaç büyüdükçe serpiliyor, serpildikçe kollarını dallarını etrafa salarak her tarafa sahip çıkıyor adeta. Tabi her büyüyüp serpildiğinde de verdiği meyveler artıyor çoğalıyor…
Ağaç meyve vermeye başlar da meyvesini toplayan olmaz mı? İlk meyve vermeye başladığında çocuklar keşfediyor ağacı. Bu yıl üç, sonraki yıl beş, on, yüz… Derken çocuğun ailesi geliyor cevizi toplamaya. Ama ağacın olduğu yere yakın tarlası olan köylü de takip ediyor ceviz ağacını ve ağacın aslında kendisine ait olması gerektiğini düşünüyor. Bu köylü bir sonraki yıl cevizler yetişince erken davranıp cevizleri kendisi toplamaya başlıyor.
Bu sırada ağacın meyvesini önceden beri toplayan köylü geliyor ve aralarında tartışma başlıyor. Ağaç senindi, benimdi, kendi yetişti, benim tarlama yakındı, sana uzaktı vs.. Tartışma kavgaya dönüyor. Çoluk, çocuk, emmi dayı, iki taraftan da kavgaya katılanlar artıyor. Ortalık kan gölü. Sonuç? Beş ölü onlarca sakat ve yaralı….
Şimdi burada suçlu kim? Ağzındaki cevizi sulak yere düşüren karga mı????? Yoksa ağzındaki cevizi düşüren aptal bir karga kadar olamayan, senelerce boş duran o yere ceviz fidanı dikmekten aciz olan, karganın diktiği ceviz için. birbirini öldüren köylüler mi.