RSS

Aylık arşivler: Haziran 2025

KANTARON SÖZÜNÜN ANADOLU KULLANIMI

23.06.2025- Ayşe Yaşar SARIKAYA

DÜNYADA BİNLERCE YIL VAR OLAN ŞİFALI BİTKİ KANTARON

DIGITAL CAMERA

Bizim insanımız, bu bitliye ne ad vermiş? Yoksa, kantaron yağı pazarlanınca mı bu ot tanınmış?

Bu ot, Avrupa, Kuzey Afrika, Sibirya, Asya, İran ve Kıbrıs’ta da bulunmaktadır. Bitki dünyanın birçok yerinde yetişmekte ve son yıllarda artan talep nedeniyle Avrupa, Amerika, Avustralya ve Çin’de bitkinin tarımı yapılmaktadır. Her ülke, kendi adlandırdığı sözü kullanmaktadır.

Kökünün Yunanca olduğu konusuna gelirsek; bu otun geçmişinin tarihini M.Ö. 450 tarihi ile sınırlandırmış oluruz. Otun tarihi, çok eskilere dayanır. Şifa amaçlı hep kullanılmıştır.

Anadolu’da:

-binbirdelik otu,

-kan otu,

-kılıç otu,

-koyun kıran,

-kuzu kıran,

-mayasıl otu,

-püren,

-yara otu gibi isimlerle bilinir.

Peki halkın bildiği bu ot, neden KANTARON OTU oluverdi?

Annem PÜREN derdi, yaşasaydı da yine sorsaydım, daha ince ayrıntılarla anlatırdı. Onların haklarını çiğnetmemek adına, bu halk otun adını koymuştur ve Yunancadan falan almamıştır. Yalnızca, kantaron yağı alternatif tıpta kullanılır olunca, getiri öne çıkmış ve dünya literatürüne KANTARON YAĞI olarak adını kazımıştır.

Yalnızca ticari amaçla hazırlanan şişelerde KANTARON YAĞI yazdığından, halk kendi verdiği ad yerine ticari adı kullanmaya yönlenmiş.

Ne olacak, bu modern dünya her şeyin iyisini biliyor ya(!). Para her kapıyı açıyor ya. Onlar ne derse daha “EYCE” olmalı ya. Varsın, bizim eli nasırlı, yüzü onurlu insanlarımızın verdiği adlar kaybolsun mu?

Gözünü sevdiğim para derler ya. Herkesi esir ediyor, halkın kullandığı sözcükleri siliveriyor.

Almanca Enzian, İngilizce hypericum perforatum), diğerlerini sözlüklerden araştırmak gerek.

SÖZLÜK NE DİYOR:

Yunanca kentávrion κενταύριον sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Eski Yunanca kentaúrion κενταύρειον “şifalı bir bitki, centaurium” sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Kentaúros κενταύρος “Yunan mitolojisinde at gövdeli efsanevi varlık” Eski Yunanca özel isminden +(t)ion ekiyle türetilmiştir.

Mitolojide şifalı otların piri sayılan kentaur Khiron’a atfen. Karş. İngilizce centaury (aynı anlamda).(Nişanyan Sözlük)

“Türkçe Bitki Adları Sözlüğü”nde mayasıl otu aynı zamanda boz ot (Lat.Marrubium vulgare), kantaron (Lat. Hypericum perforatum)https://acikerisim.uludag.edu.tr/…/1582e6ae…/content

https://www.acibadem.com.tr/hayat/

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

İPLİĞİ PAZARA ÇIKMAK

19.06.2025- Engin YEŞİL

Biri hakkında “ipliği pazara çıktı” denince, ne anlaşılır?

Ayıbı meydana çıktı ya da ne mal olduğu anlaşıldı…

Oysa deyimin hikâyesi öyle değil. Eski zamanlarda, yün ve pamuğu evlerde kızlar, kadınlar eğirir, ip yapar; çarşı pazarda satılırdı bunlar…

Kazak, çorap, başlık örmek için ya da halı dokumak üzere bu ipler satın alınırdı. Ancak eğrilmiş ip alırken, özenle yapılmış olmasına dikkat edilirdi. İpliğin standardı önemliydi.

Ne çok ince, ne çok kalın; düğümsüz, kopuksuz olmalıydı. Her kadın, her genç kız bu nitelikte ip eğirmeyi beceremezdi. Niteliksiz ip pazarda alıcı bulamazdı.

Gelinlik çağında bir kızın becerikli oluşunu anlatmak için, “ipliği pazara çıktı” denirdi. İpliği pazarda alıcı buluyor, pek hünerli kız denirdi.. Engin Yeşil

Ancak zaman içinde deyimin hikâyesi ile bağlantısı kopmuş ve tam aksine bir anlam oluşmuştur. Çünkü hikâyedeki “ipliği pazara çıktı” ifadesi olumlu bir manayı işaret ederken bu ifade günümüzde olumsuz anlamda, önceleri fark edilmeyen kötü niteliklerin zamanla veya belirli bir olay ile açığa çıkması anlamında kullanılır olmuştur.

 
Yorum yapın

Yazan: 19 Haziran 2025 in Kültür Arşivi

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

KADIN BAŞLIĞIMIZ VE YENGİL

15.06.2025- Ayşe Yaşar SARIKAYA

Kadınlarımız, yokluk günlerinde yaşarken, ürettikleriyle yoktan var etmeyi bilmişlerdir. Çalışmadan, emek vermeden, alın teri akıtmadan, iradeyi çalıştırmadan HAZIR satın alma eğiliminin yaygın olduğu günleri yaşıyoruz.

Kadınlarımız yöresel el işlemelerini, hayvan güderken, tarlada yorulup da bir soluklanma arasında, gece idare lambası ışığında yapmıştır. Unutulan bu değerleri kayda geçirelim de, gelecek nesillere ulaştıralım amacını taşıyoruz. O güzelliklerin matematiksel ve renk boyutu incelikleri, okurlarımızı da düşündürür umarım.

Sinop’un yalnızca Ayancık ve Türkeli ilçelerimizdeki kadın başlığında bulunan YENGİL adındaki özel parçaya dikkat çekmek istiyorum.

Bordo el işlemesi tepeliğin adı NEZGEP, nezgepin yanlarından boyundan geçen ve tepeliği tutan kordon ise YENGİL. Yen kökünden geliyor, kolların altındaki üçgen parçaya da YEN adı veriliyor. Yanda olan anlamını açıkça içeriyor sözcük.

Akademik çalışmaların yapılması, Olgunlaşma Enstitülerinin modernize ederek günümüze uygulamaları sevindirici oldu.

İlginizi çeker mi bilmiyorum, yengil Türkiye kadın başlıkları arasında hangi yörelerde var?

Muğla- Milas- Çomakdağ kadını başlığında:

Adıyaman kadın başlığında:

Karaburun İzmir kadın başlığında:

İnce el işlemesi olan yengil örneklerine Aydın, Bursa, illerimizde ve Çepni kadın başlıklarında rastlayabiliyoruz. Giysiler de sözcükler ve türküler gibi insanlarla coğrafyaları gezerler. Her kültür, etkileştiği geleneği kendi öz yapısına uyarlar ve yaşatır. Güzel değerlerimizi yaşatmak ve kıymetini bilmek dileğiyle…

 
 

Etiketler: , , , , , , , ,

ARŞİMET’İN ÖLÜM IŞINI EFSANESİ

13.06.2025- HAZAL MERİSANA- ANUNNAKİ VE SÜMER TANRILARI

GÜNEŞLE YAKILAN GEMİLER GERÇEK Mİ?

Tarihin tozlu sayfalarında bazen öyle hikâyeler vardır ki, gerçek mi, efsane mi olduğu yüzyıllar boyunca tartışılır. İşte Arşimet’in “ölüm ışını” da tam olarak böyle bir olay.

M.Ö. 3. yüzyılda yaşamış olan Arşimet, sadece dönemin en büyük matematikçisi ve mucidi değil, aynı zamanda bir savaşın kaderini değiştirdiği iddia edilen bir dâhiydi. Rivayet o ki, Roma İmparatorluğu Siraküza’yı kuşattığında, Arşimet aynalarla güneş ışığını bir noktaya odaklayarak Roma gemilerini alev alev yakmış.

Bu hikaye kulağa hem büyüleyici hem de biraz fazla iyi geliyor, değil mi? İşte tam da bu yüzden tarihçiler uzun yıllar bu olayın gerçek olup olmadığını araştırdı. İlginçtir ki, olayın geçtiği dönemde yazılmış Roma kaynaklarında bu “ölüm ışını”na dair tek kelime bile yok. Bu hikaye, olaydan yüzyıllar sonra yazılmış metinlerde ortaya çıkıyor. Özellikle Antik Çağ yazarları Lucian ve Anthemius gibi isimler, Arşimet’in aynalarla yaptığı bu savunma sisteminden bahsetmişler. Ama aradan geçen yüzlerce yıl, anlatının güvenilirliğini epey zayıflatıyor.

Modern çağda ise bilim insanları bu efsanenin peşini bırakmadı. MIT’li bir grup öğrenci 2005 yılında bu fikri deneysel olarak test etti. Tam 127 küçük ayna kullanarak, güneş ışığını tahta bir hedefe odakladılar ve gerçekten de birkaç dakika içinde hedef yanmaya başladı. Bu deney heyecan vericiydi çünkü fizik kurallarına göre bu fikir aslında mümkün görünüyordu. Ama işin içine pratik zorluklar girince işler değişiyor. Aynaların mükemmel hizalanması, rüzgarsız bir ortam, sabit hedef gibi pek çok şartın sağlanması gerekiyor. Yani savaş ortamında bu kadar hassas bir düzenekle isabetli bir saldırı yapmak pek kolay değil.

Bir başka popüler deney de MythBusters (Efsane Avcıları) ekibine ait. Onlar da benzer testler yaptılar. Örnek olarak, tahtayı yakmak mümkün, ama savaş gemisini yakacak kadar etkili ve hızlı değil. Hatta bazı denemelerde sadece duman çıkmış, alev bile görülmemiş.

Sonuç olarak, teoride mümkün olsa da pratikte çok verimli bir savaş silahı olmayacağı ortaya çıktı. Yani Arşimet’in ölüm ışını efsanesi, bilimin sınırlarını zorlayan ve tarihle bilimin tam ortasında duran büyüleyici bir hikaye. Gerçek olup olmadığını kesin olarak bilemesek de, bu hikâye Arşimet’in ne kadar ileri görüşlü bir zihin olduğunu gösteriyor. Çünkü 2000 yıl önce düşünülen bir fikir, bugün hala insanların ilgisini çekiyor, yeniden deneniyor ve tartışılıyor. Belki de önemli olan, bunun gerçekten yaşanıp yaşanmadığı değil, insan aklının neler hayal edip sorgulayabildiği… İşte bu yüzden, bazen bir efsane bile gerçeği yakmaya yeter..

 
Yorum yapın

Yazan: 13 Haziran 2025 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

BAYRAM ETMEK ÖZDE VE SÖZDE

07.06.2025- Ayşe Yaşar SARIKAYA

Üstad Aşık Veysel ne demişti:

“Güzelliğin on para etmez

Bu bendeki aşk olmasa.”

İnsan, iç potansiyelinde var olan aşkı, seçtikleriyle özdeşleştirir. Konuyu, sigarayı ve alkolü ilk tadan kişi ile örnekleyebiliriz. İlk tadış acıyı hisseder, mide ve ciğerler rahatsız olur. Çevreden, sözcüklere yüklenen anlam etkisiyle bu acının “zevk” olduğunu kabullenerek. gittikçe alışkanlığa ve haz almaya dönüştürür. Sonra, aralarında inanılmaz bir sevgi akışı başlar.

Veysel’in dediği gibi” bu bendeki aşk olmasa, güzelliğin on para etmez”.

Böylece, maddesel ve duygusal yapının içten dışa- dıştan içe etkileşimi, insanı bağımlılığa doğru götürür. Gönül köşkünde, ona özel alan açar. Veysel ne diyordu” eylenecek yer bulamam, gönlümdeki köşk olmasa”. O, özdeki kendine ulaştığından, dizeleri su gibi akıp gidiyordu.

Sözcüklere, anlam elbiseleri giydiririz. Anlamlara, bellediğimizde olanları yükleriz.

Kurban sözünün anlamlarına bakalım mı?

Kurban, tüm dinlerin babası olan Hz. İbrahim’in, maddesel ve manevi algısının yaşanmışlık örneğidir. Kişide var olan tüm yanlışların kurban edilmesi öğretisi, milattan önceden beri devam etmektedir. Hz. İbrahim, tanrılara insan kurban eden kavimleri, bu ilkellikten kurtaran öncü bir peygamberdir.

“Eski Türkçede kurban: Bayçar – Türk, Altay ve özellikle Balkar halk kültüründe kurban. Türkçedeki “kurban” sözcüğünün içerdiği anlamdan daha geniş kapsamlıdır. İlahi bir amaçla kesilen veya doğaya salınan hayvan ya da doğaya saçılan yiyecek, içecekler ile tahılları da içerir.”(Nişanyan Sözlük)

“Arapça ḳrb kökünden gelen ḳurbān قربان “tanrıya sunulan adak” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Aramice/Süryanice ḳrb kökünden gelen ḳūrbānā קוּרְבָּנָא “adak, sunu, hediye” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük İbranice aynı anlama gelen ḳarbān קׇרְבָּן sözcüğü ile eş kökenlidir.”(Nişanyan Sözlük)

Herhangi bir şeye, bir Tanrı’ya veya kutsal kabul edilen bir objeye yakınlık göstererek sevgi bağıyla yönelme. Bu nedenle akraba kelimesiyle aynı köke dayanmaktadır. Akadca ḳerēbum/qerēbum (=yaklaşmak, yakın olmak) sözünden kaynaklanmıştır. Kirve kelimesinin de aynı kökten dönüştüğü görüşündeyim. Akadcada ḳarābu veya ḳerēbu sözü ‘takdis etmek, saygı ile anmak, dua etmek’ karşılığıyla da kullanılmıştır. Arapça karîb (=yakın) kelimesinin çoğulu akribâ’dır. Önceleri akribâ (=yakınlar) diye bilinen bu kelime, sonraları sehven akrabâ şeklinde telaffuz edilegelmiş. Arapçadaki akrabâ “(Ak Sözlük)

“Kurban kelimesinin Arapçası ذِبْح (zibh; boğazlama) veya hedy (hediye) dir.”

Sözü, yalnızca boğazlamak ile eşleştirenler de var. İçimizdeki köşkte neler oturtuyorsak, algılarımız da öyle şekilleniyor değil mi?

İçimize yani Veysel’in deyişiyle gönül köşkümüze doğruları, güzelleri yerleştirmeyi çağrıştırıyor bayramlar.

H. Bayram Veli’nin dediğini hatırlayalım:

Bayramım imdi, Bayramım imdi

Bayram ederler yar ile şimdi”.

İnsanlarımızın maddi manevi bayrama ermesi, ekonomik dengenin sağlanmasıyla yuvalar bayrama ermeli.

BAYRAM EDELİM DE HER GÜNÜMÜZ BAYRAM OLSUN!

 
 

Etiketler: , , , , , , , ,

SAVAŞTAN KAÇANLARIN GÖÇ HİKAYELERİ

01.06.2025- Selma BÜYÜKDAĞ-selmabuyukdag

Azerbaycan’dan Türkiye’ye Bir Göç Hikâyesi

1920 yılıydı..

Kısa bir bağımsızlığın ardından Azerbaycan toprakları yine işgal edilecekti.

Bu tehlikeyi önceden görüp bütün aileye bunu söyleyen ve göçe yönlendiren kişi, Kerim dedenin de büyük dedesi Kara’ydı. Bunu öngören Kara ile birlikte, Türkiye’ye göçmek üzere bütün akrabalar, bütün aile toplanıp yola çıktılar. Altınlarını, paralarını bellerine bağlayarak, eşyalarını sırtlarında taşıyarak yürüyorlardı.

Tüm hayatlarını geride bırakarak..

Kara, Türkiye’ye kadar hepsine rehberlik yapan kişiydi… Bellerinde yükleri, sırtlarında çuvalları, tam altı ay yürüdüler. Altı ay sonra bir ermeni köyünde iyi insanlara denk geldiler ve orada misafir edildiler. Köylüler yolculara yemek verdiler, su verdiler, banyolarını yaptırdılar. Büyüklerimiz, bu köyde bir ay kadar dinlenip, tekrar yola çıktılar.

Aylarca yürüdüler. Bu sefer bir müslüman köyünde misafir oldular. Kara, bilgili insanlara yol soruyordu, nereye gidelim, diye, ama yanlış yol gösterenler oluyordu. Şu dağın arkasına gidin, orası Türkiye, diyenler, aslında onları o dağın arkasındaki Gürcistan’a gönderdiler..

Gürcistan’ın bir ermeni köyünde, köylüler, büyüklerimizi, odunlukta, tendir damlarında misafir ettiler. Bu arada Kerim dedenin annesi hamile kalmıştı. Gürcistan’ın o köyünde de annesi Kerim dedeyi doğurdu. Ancak, dediler ki, yolumuz daha çok, bu çocuğu burada bırakalım, götüremeyiz, taşıyamayız, bir zarar gelir. Ama ablası, ben götürürüm, burada bırakamayız, Allah Kerim’dir, dedi ve bir bezle onu sırtına bağladı. Kerim dedeyle birlikte bütün bir aile, bütün akrabalar tekrar yola koyuldular. Tek hayalleri Türkiye’ye varmaktı.

Aylar geçti. Kerim dede altı aylık oldu. Sonunda konaklaya konaklaya, yürüye yürüye Türkiye’ye varmışlardı.

Aradan tam üç yıl geçmişti… Üç yıl boyunca tüm zorluklara rağmen, pes etmeden, Türkiye’ye ulaşabilmek için yürümüşlerdi. Vardıklarında karşılarında askerleri gördüler ve çok korktular. Ve askerlerimiz onlara, korkmayın, biz Türk askerleriyiz, burada cumhuriyet ilan edildi, dedi.

Ve Kerim dedenin adı da, Allah Kerim, denilerek getirilmesinden yola çıkılarak, Kerim konuldu.

Devlet, hepsine muhacir hakkıyla ev verdi. Geldikleri yer Kars şehriydi. Kendilerine, farklı şehirlere de gidebilirsiniz, size oralarda da ev verilebilir dediler. Ama büyüklerimiz, tüm mal varlıkları, düzenleri Azerbaycan’da olduğu için ve belki tekrar geri dönerler umuduyla, Azerbaycan’a yakın diye bu şehirde kalmak istediler.

Aradan yıllar geçti. Bu akrabaların içerisinde bir aile vardı ki, bir kardeşlerini yola çıkmadan önce Azerbaycan’da kaybetmişlerdi. Ve bu hüznü hep sessizce, içlerinde taşıdılar. Kendi evlatlarına dahi bundan hiç bahsetmemişlerdi. Kardeşlerden biri, hep kardeş acısıyla yanıp tutuşan türküler söyleyerek dolaşırdı. Adı Habip idi. Habip Bey’in evlatları onun türkülerini dinlerlerdi ama anlam veremezlerdi. Babalarının sesi çok güzeldi.. Çocukları, erken yaşta babalarını kaybettiler.

Büyüdüler, evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar. Onlar için büyümek on sekizine bile gelememekti… Çünkü çocuklar, 1970’li yıllara denk gelmişlerdi. Darbeden önce sağ sol olayları patlak vermişti. Memleket karışmıştı. Komşular komşularını vuruyordu. Bir mahalleden diğer mahalleye gidemiyorlardı. Her mahalleyi birileri sahiplenmişti.

O dönemde okullarını, olay çıkaranlar basıp herkesi eve gönderiyorlardı. Yolda, eve giderken de polisler çevirip öğrencilere, okula gitmelerini söyleyerek baskı kuruyorlardı. Biri diğerinin inancına küfrediyordu. Diğeri ise o küfürleri kendine yediremiyordu. Haksız yere insanlar ölüyordu.

Güzeller güzeli Hamiyet de bu öğrencilerden biriydi. Bu olayların içinde ayakta kalmaya çalışıyordu. Sağ’ın, sol’un ne demek olduğunu bile bilmiyordu Hamiyet. Sağ elini kaldıranların içinde dayak yememek için o da sağ elini kaldırıyordu. Sol elini kaldırıp sloganlar atanların içinde de sol yumruğunu havaya kaldırıyordu.

Acıklı türküler söyleyen babasını erken yaşta kaybetmişti. Ve o da diğer kardeşleri gibi doğru düzgün okuyamadan erken yaşta evlenmek zorunda kalmıştı. O dönemlerde öyleydi. Kız çocuklarının, erkenden büyümek zorundalığından ve peşine düşenlerden korunmak için evlenmekten başka seçenekleri yoktu.

Ama ortalık o kadar karışıktı ki, evleneceği kişi diğer mahalledendi ve nikahtan önce ancak haftada bir gün taksiyle üzerine battaniye örtülerek gizlice gelip Hamiyet’i görebiliyordu. Hatta bir gün kadın kılığında evden gizlenerek çıkarılmıştı. Onu Hamiyet’in mahallesine getirdiğini öğrenen karşıtlar, taksi şoförünü öldüresiye dövmüşlerdi. Geceleri evlere silahlı saldırılar oluyordu. Evlerinin önlerine barikatlar kurarak gecelerini geçiriyorlardı. Kına gecesi de, nikâhı da gizlice yapılmıştı.

Büyüdü Hamiyet. Çocuklarını da büyüttü. Bir gün eşiyle birlikte Azerbaycan kanallarından birini izlerlerken yaşlı birini gördü eşi televizyonda. Elinde, Hamiyet’in dedesi Hasan dedenin fotoğrafı vardı.

Yaşlı adam, fotoğraftaki Hasan dedenin babası olduğunu ve babası ile kardeşlerinin işgalden dolayı Türkiye’ye göç ettiklerini ve o sırada onları kaybettiğini, şimdi son çare bu programa çıkıp, onlara ulaşmak istediğini anlatıyordu.

Adı Ali Ekber’di. Ali Ekber Bey, Sibirya’ya sürgün edildiğini, yirmi beş yıl orada esir kaldığını anlatıyordu. Hamiyet şaşkınlıkla dinliyordu. Bir yanda ise Ali Ekber Bey’in  arkasında bir kütüphane duruyordu. Ben şairim, bütün bu kitapları ben yazdım, diyordu. Ben kardeşlerime aileme hasret kaldım. Esaretten kurtulunca Azerbaycan’a döndüm, onlara ulaşamadım, diyordu. Burada aile kurdum, kız kardeşimin adını evladıma, yetmedi torunuma verdim. Ama doyamadım. Kars şehrinde yaşıyorlarmış, onlara ulaşmak istiyorum, diyordu.

Bu programı izleyen Hamiyet, akrabalarına durumu anlattı ve Ali Ekber’in çocuklarına ulaştılar. Ama çocukları, arayan akrabalarına, kızgın bir şekilde, bunca yıldır neredeydiniz, neden babamızı aramadınız, babamızı o programdan sonra kaybettik, dediler.

Kimsenin Ali Ekber dededen haberdar olmadığını onlar da telefonda öğrendi…

Ali Ekber Bey’in çabası karşılığını bulmuştu. Yeğeni onu görüp ona ulaşmıştı ama o artık yaşamıyordu…

Bu hikâyedeki Hasan dede, benim büyük dedem, sesi güzel olan ve acıklı kardeş türküleri söyleyen Hamiyet’in babası Habip Bey, benim hiç göremediğim öz dedem ve Hamiyet, benim canım teyzem.

Ben bu hikâyeyi teyzemden dinlerken, göz yaşlarım kalbimden akıyordu.

İçimizden gelenler…

‘Ben bu hayata bunları yapmak için geldim.’, dediklerimizin, hislerimizin, yeteneklerimizin, atalarımızın bize kalan mirasları olduğunu her hikâyelerini dinlediğimde daha da iyi anlıyorum.

Mücadelelerimiz, yeteneklerimiz, isteklerimiz, onların yeteneklerini devam ettirmek üzere bizden açığa çıkıyor. Bunu hissediyorum.

Üç yıl yollarda yürüyerek, büyük zorluklarla mücadele etmiş, yaşadıklarını kabullenip, şiirler yazarak, türküler söyleyerek dile getiren, içimde o sonsuz güçlerini hissettiğim büyüklerimin kalplerinden öpüyorum.

Ali Ekber dede, yıllarca süren uğraşları sonucunda, kimseye ulaşamadan öldü. Ama biz onun varlığına, ruhuna ulaştık.

Bu yazı, gözyaşlarımdan akıp senin ruhuna, şiirlerine, kalbine ulaşsın Ali Ekber dede..

Tüm büyüklerimin ruhuna ulaşsın..

Kalbimden kalbinize varsın…

Sevgilerimle,
Selma Büyükdağ

 
Yorum yapın

Yazan: 01 Haziran 2025 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , ,