Felç geçiren Cahit Sıtı Tarancı, konuşma yeteneğini yitirir. Ünlü şairi Cavit Orhan Tütengil, 1 Şubat 1955 tarihinde Diyarbakır’ daki baba evinde ziyaret eder…
Tütengil o gün yaşadıklarını, duygularını “Yenilik” dergisinin Mart sayısında şairin hasta yatağındaki fotoğrafıyla birlikte yayınlar… İşte o tarihi fotoğraf ve Tütengil’in o yazısından paragraf..
“Konuşulanları anlıyor, fakat cevap veremiyor. Ağzı var dili yok.. Biricik tepkisi gülümsemek veya ağlamak.. Kendisine son bir kaç ay içinde yayınlanan şiir kitaplarından söz ettim, ilgiyle dinledi. Şair adları geçtikçe de yüzünde gülümseme dolaştı.. O, sadece susuyor.. Anacığı yanı başında oturuyor.. Sessizlik, salonun mırıltılarını hissettirdikçe aklımdan parça parça mısralar geçiyor.. Üzüntü veren mısralar.. Yüzüne baktığımda sanki ”Ah, aklımdan ölümüm geçer” diyor ….
Cahit Sıtkı Tarancı bir yıl sonra tedavi için gönderildiği Viyana’ da son nefesini verecek, sosyoloji profesörü olacak olan Cavit Orhan Tütengil ise yirmi dört yıl sonra, 7 Aralık 1979 evinden üniversiteye giderken katledilecektir.. Şair ve bilim insanın anılarına sonsuz saygıyla….
Zamanın ağır aktığı yıllardı… İstanbul, Anadolu’dan gelenler için bir ekmek kapısıydı; ama o kapı, çoğu zaman sırtla, sabırla ve sessizlikle açılırdı. Ne bir meslek diploması, ne de “bir tanıdıkla gelenler; sadece elinde gücü, dilinde duası olanlar vardı.
Şehre vardıklarında, yapabilecekleri ilk iş genellikle hamallıktı. Ancak bu iş bile bir donanım isterdi. Hamallığın bir ‘alet çantası’ vardı: İp ve sap. Sırtla yük arasında dengeyi sağlayan bu ip ve saplar, hem yükün düşmesini engellerdi hem de sırtı tahrişten korurdu. Bir hamalın ekmeği, bu basit ama hayati araçlara bağlıydı. Aynı şekilde inşaatlarda çalışan amelelerin de yanında mutlaka bir kazma, kürek veya balyoz bulunurdu.
Bu aletler, sadece bir iş değil, kimlik ve saygınlık da kazandırırdı. Peki ya hiçbir şeyi olmayan? İşte işte tam burada doğdu bu deyim: “İpsiz sapsız.”
Yani; ne işi, ne aracı, ne de düzenli bir hayatı olan kişi. Başta bu ifade, gerçekten elinde ekipmanı olmayan, hamallık veya amelelik bile yapamayacak kadar çaresiz insanlar için kullanıldı. Ama zamanla anlamı genişledi. Artık “ipsiz sapsız” dendiğinde sadece ekipmansız biri değil; düzensiz, güven vermeyen, tutarsız ve sahipsiz yaşayan insanlar kastedilir oldu. Halk arasında; işi gücü olmayan, ne yaptığı belli olmayan, toplumla sağlıklı bağ kuramayan kişilere yöneltilen hafif küçümseyici ama aynı zamanda merhametli bir niteleme hâline geldi.
Bugün o deyimi kullanırken çoğumuz farkında bile değiliz, ama arkasında göçlerin, yoksulluğun, taşra ile kent arasında sıkışıp kalmış binlerce insanın hikâyesi var. Belki de bir baba, sırtında ipiyle evladına ekmek götürmeye çalışırken; bir diğeri, o ipi bile alamayacak kadar yoksuldu… Ve işte o fark, dile bir deyim olarak yansıdı. “İpsiz sapsız” sadece bir söz değil; omzunda hayat taşıyamamış nice insanın sessiz ağıtıydı. Hazırlayan: Dünya Gözüme Kaçtı
1908 yılında, Almanya’da sessiz bir mutfakta, yorgun bir kadın bir karar verdi. Bu karar, dünyanın sabahlarını sonsuza dek değiştirdi. Melitta Bentz artık acı ve fazla demlenmiş kahveden bıkmıştı. O dönemde kahve, telvesiyle birlikte kaynatılarak hazırlanıyordu. Bu da fincanın dip kısmını tortu ve kalıntılarla dolduruyordu.
Perkolatörler durumu düzeltmek yerine daha da kötüleştiriyordu. Bir sabah, Melitta dahice bir şey yaptı. Oğlunun defterinden bir parça mürekkep emici kâğıt (buvard) aldı, bir pirinç kabın dibini deldi, kâğıdı yerleştirdi… ve öğütülmüş kahvenin üzerine sıcak su döktü.
Ve süzülen şey?
Temiz, berrak, mükemmel bir fincandı. Bu küçük mutfak deneyi bir devrime dönüştü. Melitta aynı yıl buluşunun patentini aldı, eşi ve oğullarıyla birlikte bir şirket kurdu, 1920’lere gelindiğinde, onun kahve filtreleri Avrupa genelinde kullanılıyordu. O bir laboratuvardan çıkmamıştı. Üzerinde beyaz önlük yoktu. Ama dünyanın yeni bir güne başlama biçimini değiştirdi.
Bugün hâlâ Melitta markası başarıyla yoluna devam ediyor. Ve onun hikâyesi? Bize şunu hatırlatıyor: Büyük fikirler çoğu zaman sıradanın içinde doğar, biraz hayal kırıklığıyla… ve bolca yaratıcılıkla.
Bu yüzden bir dahaki sabah kahvenizi yudumlarken, bir yudum alın… ve o kahveyi bu kadar yumuşak hâle getiren kadını anımsayın.
Göçebeler, doğayla uyumlu yaşarken özgürdüler ve yaşamlarının patronuydular. Dünyada nüfus arttıkça, topraklar paylaşılamadı ve savaşlar çıktı. Yerleşik hayata erken geçenler, kurallara uyumlanma sürecini çabuk tamamladı. Göçebelikten en geç kurtulanların durumu ise başkaydı. Onlar, 1600 sonu 1700 başlarında yerleşik hayata geçenlerdi.
Doğal yaşamın inceliklerini özümsediklerinden, varlığın kıymetini bilenlerdi. Yerleştikleri alanlarda, her biri doğacıydı. Toprağı ekiyor biçiyor, doğa da onlara sunuyordu. Yaparak yaşayarak öğrendiklerinden, zengin kültüre sahiptiler. Sanayileşme, medya araçları, internet yaygınlaşınca bu pazara alıcı gerekti. Köylerde okul kalmadı ve göçebelikten kurtulanlar yeniden göçebe olmuşlardı. Boşalan, 10 hanesi kalan ve cemaati olmayan üç camili köye 3 imam atanırken, köy çocukları için öğretmen atanması imkansız oldu.
Bu göç mağdurları, büyük kentlerin, vasıfsız eleman ihtiyacını karşılamalıydı. Çok göçen olmalı ve pazara alıcı yaratılmalıydı. Öyle de oldu, üretenler artık tüketici oldu. Böylelikle kendisi olmayan, kentli de olamayan ara bir kültür doğdu.
Unutuldu nenelerin, dedelerin el sanatları. Unutuldu doğal ürünlerden yapılan yemekler. Unutuldu ana dilin doğal sözcükleri.
Sinop köylerinde tarım alanında inceleme ve araştırmaları yaparken söz varlığını da toplayan İsmail ERSOY, köylerde buğdayla yapılan sütlaç tatlısını derlemiş. Sitemize gönderdiği bilgiyi okurlarımızla paylaşıyoruz:
“Ben İsmail ERSOY, Sinop yöresi söz varlığını toplarken 1968-1977 yıllarında köylerde buğdayla yapılan sütlaç ikram ettiler. Bu kültürü, gezdiğim Çankırı, Ankara, Kırşehir, Konya, Kayseri, Kahramanmaraş, Antep, Hatay köylerinde hiç görmedim. Sinop yöresi yemeklerinde değerlendirilmesi kültürümüze zenginlik kazandırır.“
Teşekkürler İsmail ERSOY. Dövme buğdaydan sütlaç yapan başka illerin olduğunu internetten de görüyoruz. Buğday ve undan çok çeşitli yiyecekler üretirdi insanımız. Hazır yiyecek pazarının alıcısı oldu artık.
Yel değirmenleri dönüyor yine. Döndürülüyor dümen. Hafızalara format atılıyor, küresel sistemin istediği insan yaratılıyor. Geçmişi ve geleceği de getirinin kontrolünde.
Kroisos; Krezüs ya da İslâm kaynaklarında geçen adıyla Kârûn, zenginliğiyle bilinen Lidya kralı. MÖ 560-546 yılları arasında tahtta kalmıştır. Kroesus, Lidya´yı gücünün zirvesine taşımıştı.
Kral Krezüs zamanında Lidya, ticaret ve altın madenciliği ile çok zenginleşti. Batı Anadolu’daki Yunan şehir devletlerini istila ederek ve doğudaki seferleriyle devletinin sınırlarını şimdiki Kızılırmak sınırına kadar genişletti.
Mermnad Hanedanı’ndan gelen Kroisos Lidya kralı Alyattes’in oğluydu. MÖ 549’da Perslere karşı Babilliler, Mısır ve Sparta ile ittifak kurmuştu. Bu ittifaka güvenerek Pers İmparatorluğu’na savaş açtı. Kapadokya’ya saldıran Krezüs, Pers kuvvetleriyle MÖ 547’de Pteria Muharebesi’nde karşılaştı ancak savaş alanında iki taraf da kesin bir sonuç elde edemedi.
Beklediği yardım gelmeyince başkent Sard’a geri çekildi. Pers Kralı Sirus onu takip etti ve Lidya´yı Pers topraklarına kattı Antik çağın bilinen en zengin kralı olan Krezüs mitolojiye göre her tuttuğunun altın olması için ilâhlara yalvarır; bu dileği kabul edilince mutluluğa erişeceğini sanır. Ancak çok zengin olduğu halde mutluluğu bir türlü bulamayan kral acı içinde kıvranarak ölür.
Tarihçi Taberi efsane ve deyimlerdeki kişinin Musa zamanında yaşayan farklı bir kişi (Koreh) olduğuna inanmıştır. Kroesus, Arap, Yahudi ve Pers medeniyetlerinde Karun şeklinde anılmaktadır. Karun Hazinesi, çoğu MÖ 560-546 yılları arasında Lidya ülkesini yöneten Kroisos veya Krezüs (Karun) dönemine ait olan ve Uşak’ın 25 km batısında ve İzmir Karayolu üzerinde bulunan Güre Kasabası yakınlarındaki tümülüslerden 1960’lı yıllarda çıkarılarak ABD’ye kaçırılan ve 1993 yılında uzun bir hukukî süreç sonucunda geri alınan eserlerin toplu adı. Bazı kaynaklarda Lidya Hazinesi olarak da anılır. Hazinenin ele geçirilen kısmında yaklaşık 450 parça bulunur.
Buzla kaplı Arktik’te, tam iki yıl boyunca yalnız başına bırakıldı — yanında yalnızca bir kedi vardı. İşte Ada Blackjack’in inanılmaz hikâyesi.
1921 yılında genç bir İnuit anne olan Ada Blackjack, Arktik’e yapılacak bir keşif gezisine katılmayı kabul etti. Ne bir kâşifti ne de bir avcı. Sadece hasta oğlunun tedavisi için para kazanmak isteyen kararlı bir kadındı. Terzi olan Ada, Vilhjalmur Stefansson liderliğindeki bu yolculuğa katıldı. Hedef, Wrangel Adası’nı Kanada adına sahiplenmekti. Beraberindeki dört beyaz erkek arasında Ada hem tek kadındı, hem de tek İnuit’ti. Erzaklar tükenince adamlar buz denizine çıkarak yardım aramaya gittiler… ve bir daha geri dönmediler. Ada, ölüm döşeğindeki bir yol arkadaşıyla ve Vic adındaki kediyle baş başa kaldı.
Ardından sadece Ada ve Vic kaldı — bu sonsuz buz çölünde, medeniyetten 1000 kilometre uzakta, yapayalnız. Ve o zaman, Ada hayatta kalmayı öğrendi. Tüfek kullanmayı öğrendi. Sadece bir bıçakla kutup ayılarını uzaklaştırdı. Soğuk parmaklarını kemirince kendi eldivenlerini dikti. Tuzaklar kurdu, fok eti yedi, yüksek sesle İncil okudu. Her gece, Vic gelip ona sokuldu, birlikte ısındılar. İki yıl sonra, yardım geldi. Ada hâlâ hayattaydı. Zayıf düşmüştü. Yorgundu. Ama ayaktaydı. Yenilmemişti. Dünya onu neredeyse unuttu. Gazeteler erkekleri övdü. Ama biz bugün Ada Blackjack’e hak ettiği saygıyı sunuyoruz:
Bir hayatta kalan. Bir anne. Bir savaşçı. Bir efsane.
Nome polis şefi ER Jordan, Ada’nın durumundan haberdardı, bu yüzden ona bazı adamların Çukçi Denizi’ni geçerek Wrangel Adası’na yapacakları Arktik keşif gezilerine kendileriyle birlikte gitmek üzere İnuitleri işe aldıklarından bahsetti . Jordan, keşif gezisinin amacını bilmese de İngilizce konuşan ve mükemmel bir terzi olan Ada’nın, ekibe kürklü giysiler dikecek birine ihtiyaç duyan görev için uygun bir aday olabileceğine inanıyordu. [ 5 ] Keşif gezisi Kanadalı kaşif Allan Crawford tarafından yönetildi ancak Vilhjalmur Stefansson tarafından finanse edildi, planlandı ve teşvik edildi . [ 7 ] Stefansson, Wrangel Adası’nın kuzeyinde bir kıta aramak için yapılacak başka bir keşif gezisi için para toplamak üzere geride kaldı. [ 4 ] Arktik’in uyum sağlamaya istekli olanlar için kolayca yaşanabilir olacağına inanıyordu.
Stefansson, adayı Kanada adına talep etmek için spekülatif bir girişimde bulunmak üzere beş yerleşimci (bir Avrupalı Kanadalı, üç Avrupalı Amerikalı ve bir İnyupik, Blackjack) gönderdi. [ 8 ] Kaşifler, Stefansson tarafından önceki deneyimleri ve akademik kimlik bilgilerine dayanarak özel olarak seçildi. Stefansson, keşif için coğrafya ve diğer bilimler alanlarında ileri düzeyde bilgiye sahip olanları değerlendirdi. [ 7 ]
Adadaki koşullar ilk başlarda yeterliydi, ancak bir yıl sonra kötüye gitti. [ 7 ] Erzaklar tükendi ve ekip adada hayatta kalmak için yeterli av hayvanı öldüremedi. [ 5 ] 28 Ocak 1923’te, üç adam sonunda yardım ve yiyecek için 90 mil (140 km) uzunluğundaki donmuş Çukçi Denizi’ni geçerek Sibirya’ya ulaşmaya çalıştı ve Blackjack ile hasta Knight’ı geride bıraktı. Knight iskorbüt hastalığına yakalandı ve 23 Haziran 1923’te ölünceye kadar Ada tarafından bakıldı. Diğer üç adam bir daha hiç görülmedi ve böylece Blackjack, keşif ekibinin kedisi Victoria dışında yalnız kaldı. [ 5 ] Blackjack, sekiz ay boyunca aşırı soğuk koşullarda hayatta kaldı, tilki avlamayı, tekne yapmayı ve ren geyiği derisinden parka dikmeyi öğrendi. [ 11 ] 19 Ağustos 1923’te [ 9 ] Stefansson’un eski bir meslektaşı olan Harold Noice tarafından kurtarıldı . [ 7 ] Bazı gazeteler onu gerçek “dişi Robinson Crusoe ” olarak selamladı. [ 1 ]
Blackjack biriktirdiği parayı oğlunu tüberkülozunu tedavi ettirmek için Seattle , Washington’a götürmek için kullandı. Tekrar evlendi ve Billy adında bir oğlu daha oldu. Sonunda Arctic’e geri döndü ve 85 yaşına kadar orada yaşadı.
Beslenme kültürümüzün de küresel sisteme ayak uydurduğunu görüyoruz. Sağlıklı, temiz ve doğal ekmek aramız, “burger” kültürüne yenildi. Ayakta atıştırmalar, sağlıksız beslenmeye kapı araladı. Getiri, dört bir yanımızı kuşatarak insanları teslim alıverdi.
Nenelerimizin yufka kültürü vardı eskiden. İster soğan, yeşillik ve kıyma sarılır, ister haşlanmış yumurta ve yeşillik koyup sarılır yenirdi. Yufka, günlük ve taze açılırdı köylerde. Oklava ve yaslağaç sesi, ritimle ezgi yayardı etrafa.
Tirit, yufkadan yapılırdı. İnsanlık tarihinden bu güne, bayat ekmeklerin ve kalan sulu yemeklerin değerlendirilmesiyle ortaya çıkmıştı TİRİT. Sözcük Farsça kökenliydi. Anadolu’ya, Orta Asya’dan göçle gelmişti. Doğanın sunduklarına saygı duyan, kıymet bilenlerin YOKLUK yemeğiydi TİRİT. Koşullar iyileştikçe, etli- tavuklu- mantarlı- mercimekli – sebzeli tirit yaptılar yaratıcı kadınlarımız. Sinop’a özgü bu ürünleri mutfak sektörüne kazandırmak istedik.
BİLKE olarak, 2013 yılından beri bu kültürü gelenekselden moderne taşımak için arge çalışmaları yaptık. Resmi kurumlara sunumlar gerçekleştirdik. Sektörleri davet ettik, onlara da sunum yaptık. Üniversitemizle işbirliğinde “GELENEKSELDEN MODERNE TİRİT YARIŞMASI” düzenledik. Uluslararası şefler, derecelendirdiler.
Her aşama, arge çalışmalarımıza yön verdi. Yarışmada 1.gelen ürünü, tirit porsiyon tabağımızın ortasına aldık, etrafına geleneksel GERZE tiridini sıraladık. Köy tavuğu, ceviz ve tereyağı üçlüsünün yanında, derneğimizin geliştirdiği özel sos ve yoğurtla süsledik.
2024-2025 SİNOP TİRİT TADIM GÜNLERİ yaptık. 20 kişilik gruplara, bu tiridi ikram ederek tanıtımın yaygınlaşmasını sağladık.
Sinop Park Yıldız Tesisleri Sahibi Ayşe Serpil YILDIZ ve İşletme Müdürü Handan Yılmazer TURAN ile BİLKE Yönetim Kurulu birlikte proje sunumu sonrası
Özel işletmelerden teklifler geldi. Sinop’a kazandırmak hedefimiz gerçekleşti. 30 Nisan günü SİNOP PARK YILDIZ TESİSLERİNDE son sunumumuzu yaptık. Listelerine TİRİT alacaklarının sözünü verdiler. Sinop’a hayırlı olsun. Değerlerimiz, değerini bulsun.
1996 yılında, Sultanahmet’te bir evde pek çok fotoğraf ve evrak bulduk. Bir çanta mektup, 7 albüm fotoğraf ve sayfalar dolusu nota. Bir kemancı vardı fotoğraflarda ama tanıyamadım. Ev sahibi de tanımadığını söyledi. Hepsi çatıdaki bir sandıktan çıkmış. Şaşılacak şey…
O kadar çok nota sayfası vardı ki ve öylesine özenle yazılmışlardı ki hayran kaldım. Aklıma bir anda Cihat Aşkın’a haber vermek geldi. Cihat Aşkın, memlekette keman işi konusunda bir otorite. E tabii o vakitler telefon falan yok. Birkaç örnek alıp Cihat Hoca’ya götürdüm. Cihat hoca notaları görünce çok heyecanlandı.
-Tekin Bey, bunların devamı var mı? dedi.
-Bir sandık, dedim. Gözlerinin içi parıldadı.
-Gidelim hemen, dedi. Gittik. Meğer tam bir hazine bulmuşuz. Çakmıyorum ki müzik işinden. Fakat Cihat hoca alıyor bir sayfa mırıldanıyor. Baktım sahiden nefis ezgiler. Seyyan Hanım isminde bir şarkıcı varmış, ona ait eşsiz fotoğraflar. Sonra sahipsiz mektupların içindeki tarihi vesika niteliğindeki bilgiler… Dayanamadım, sordum sonunda:
Cihat Hocam kim yazmış bunları? Kim bu müzisyen?
Necip Celal, dedi.
Aman alın götürün de yeter, dedi. Aldık, götürdük. Taksiye yükledik her şeyi.
Arkadaş tanımıyorum ki… İçimden “Çok güzel” dedim. Necip Celal’se iyi. Anlamadığımı görünce o ünlü şarkıyı mırıldandı Cihat Aşkın:
“Sevdim bir genç kadını Ansam onun adını Her şey beni ona bağlar Kalbim durmadan ağlar”
Yuh, bu şarkıyı kim bilmez! Tango gibi tango! Çok acayip bir şeyler bulduğumuza bir kere daha ikna oldum. Ev sahibi bunları çöpe atacaktı. Ev temizliği diye giriştikleri işten nasıl bir hazine çıktı! Ev sahibi kadın çok bir para istemedi. Takside konuşuyoruz Cihat Hoca’yla. Daha doğrusu o sevinçten havalara uçmuş vaziyette. Şu ekteki fotoyu gösterdi.
Kim bu? dedi.
Bilmem ki hocam.
Yahya Kemal
Nasıl Yahya Kemal hocam bu?
Gençliği, Paris yılları.
Necip Celal’de ne işi var?
E soyadı
Soyadı mı?
Necip Celal’in soyadı Andel. And içen kişi demek. Bu soyadını ona veren de Yahya Kemal. Böyle bir ahbaplıkları var.
Vay be! Peki şu kadın kim?
Ha o mu, meşhur Seyyan Hanım. Seyyan Oskay.
Ben tanıyamadım. Çıkaramadım adını.
Necip Celal’in şarkısını söylüyor.
Hangi şarkısıydı?
“Mazi kalbimde bir yaradır
Aaaa bildim, bildim. Bu şarkıyı söyleyen Seyyan Hanım mı yani?
Evet, yalnız sözler Necdet Rüştü’nün. Müziği ise Necip Celal Andel’in.
Nefis!
Ne harika tangolar bunlar Necip Bey, diyor.
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan İşte bu hazin hatıradır”
Cihat Aşkın’ın evine gittik. Büyükçe bir masa vardı. Koyduk evrakları üstüne. Heyecanla hepsini seçiyoruz. Elime bir gazete haberi geçti, ünlü Alman sinema artisti Evelin Hold, Necip Celal’in meşhur “Mazi” şarkısını okumuş. Nerede? Kadıköy Hale Sineması’nda! Vay be! Süpermiş. Bir başka notta bu gazete haberinin hikâyesini anlatmış Necip Celal. Haliyle inanmamış böyle dünyaca ünlü bir starın ülkemize gelip onun tangosunu söylemiş olduğuna:
“Çok hoşuma giden bu Alman artisti ne münasebetle ülkemize gelsin de benim tangomu okusun” demiş. İnanmamakta ısrar eden Necip Celal’e bir arkadaşı gazetedeki bu haberi göstermiş. Haber doğru! Beyoğlu’ndaki meşhur Tokatlıyan’da kalıyor Evelin Hold.Telefon ediyor Necip Celal.Teşekkür ediyor.Evelin Hold da kendisini uzun süredir aradığını, muhakkak görüşmek istediğini söylüyor Necip Celal Andel de tıpkı Rodrigo gibi âmâ… Evelin Hold, Andel’in gözlerinin iyileşmesi için temennilerde bulunuyor ve Hale Sineması’ndaki konsere davet ediyor. Evelin Hold, sahneye adımını atar atmaz salon yıkılıyor alkıştan. Hınca hınç dolu o gece Hale Sineması Vaktiyle Londra’da duvarlara:
“Clapton is God” yazarlarmış. Evelin Hold da o gece öyle alkışlanıyor. Sırasıyla; Fransızca, İtalyanca, Almanca şarkılar söylüyor ve nihayet sıra Türkçe şarkıya, yani Necip Celal’in Mazi’sine geliyor.
İşte o an Evelin Hold’un jesti geliyor… Elini kaldırıp Necip Celali işaret ediyor Evelin Hold ve “Mazi, Necip Celal” diyor. “Ne göğsünde uyuttu beni Ne buseyle avuttu beni Geçti ardından uzun yıllar O kadın da unuttu beni” diyor! Şarkıyı o gece 4 defa söyletiyorlar Evelin Hold’a. Ortalık alkış kıyamet.. Şarkı bitince kulise gidiyor Necip Celal. Evelin Hold’a bir kere daha teşekkür ediyor ve ellerinden nazikçe öpüyor. Fakat Evelin Hold sahiden hayran olmuş Necip Celal’e. O şiveli konuşmasıyla:
Velhasılıkelâm iyi dost oluyorlar… Ertesi gece için randevulaşıyorlar. Nerede? Suadiye Plaj Gazinosu’nda. Günlüğüne yazdığı notta Necip Celal o geceyi şöyle anlatmış:
“Suadiye plajı bana bu akşam her zamankinden daha güzel geliyor. Mehtap denizin üzerine vurmuş, etraf sessiz, konuşmadan geceyi dinliyoruz. Oldukça kalabalığız, kıymetli artistimiz Feriha Tevfik, ağabeyim, Yusuf Kenan, Holywood muhabiri Turan Aziz ve daha bir çok sevdiğim arkadaşlarım… Şimdi ellerimde akordeon, parmaklarım tuşların üzerinde, içimden kopup gelen bütün duygularımı söylüyor… Kendimden geçmiş bir halde mütemadiyen çalıyorum. O da etrafın isteği üzerine Mazi’yi söyledi. Bu kadar duyarak çaldığımı hatırlamıyorum. Benden bizzat keman çalmamı istedi. Schuman’ın Akşam şarkısı, Fibich Poem ve onun çok sevdiği Toselli serenad…
Kemandan yükselen sesler yavaş yavaş sönerken, mehtap da artık kayboluyordu. Gazino tamamiyle bizim için kapatılmıştı. Onunla tadına doyulmaz, rüya gibi bir dans ettik, eğlendik. Dans ederken bana: ‘Mazi’yi hiç unutmayacağım, dudaklarımdan hiç eksik etmeyeceğim’ dedi Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. İçimden çoşup gelen bir takım sesler var. Kafamın içinde mütemadiyen dolaşıyor, fakat bir türlü toparlayamıyorum. İsteği üzerine akordiyonu elime alarak, ‘Ayrılık’ı çaldım. Yanıma yaklaştı, dans eder gibiydik yine ama ele ele tutuşmuyorduk. İşte o anda bana, üzerine çok samimi sözler yazılmış bir fotoğrafını verdi ve sonra tekrar dans etmeye başladık. Ona bir cesaret:
‘Ne olur bu gece hiç bitmese’ dedim. Ben bu sözleri söylerken, plajın saati 3’ü çalıyordu. Sabah gidecekti. ‘Beni unutma” dedim. ‘Sen de’ dedi. O akşam ağabeyimin Erenköy’ündeki köşkünde kalacaktım. Yayan yürümeyi tercih ederek sessizce eve geldim. Zihnim hep onunla meşgul.. O melodiyle meşgul. Öylece pencerenin kenarına oturdum. Dışarıda yaz böcekleri, kurbağalar ve sık çalılar arasında duyulan bir tek bülbül sesi… Ortalık hafifçe aydınlanır gibi oldu. Gayri iradi piyanoya doğru yürüdüm. Başımda inanılmaz bir ağrı. Hemen oturup en sessiz pedala basarak içimden gelen sesleri yavaş yavaş çalmaya başladım. Çünkü başka türlü olmayacaktı. Mümkünü yoktu. O gece yazdığım beste ise şöyleydi… Sevdim bir genç kadını Ansam onun adını Her şey beni ona bağlar Kalbim durmadan ağlar Kemanımla ona bir ses verebilseydim eğer Bu sesimle ona ersem bana dünyaya değer Ne yazıkki deniz engin şu ufuklar ölgün Bin elemle doluyor her yeni gün…” Necip Celal, yazmamış: Yaşamış! Biz Cihat hoca ile evrakları toplarken, eşi Nisan Hanım geldi. Ortada bir koli ve bizi harıl harıl çalışırken görünce şaşırdı:
Hayrola Cihat, bunlar nedir? dedi.
Görmen lazım. Çok şaşıracaksın.
Dayım, dedi.
Nisan Hanım fotoğrafları görünce sahiden pek şaşırdı: Ben konudan uzağım tabii… “Arkadaş” dedim içimden, “Konu nereden nereye geldi.” Elbette cehaletime de ayrıca yandım. Bütün o evraklar Cihat Hoca’’da kaldı. Uzun yıllar o notolarla uğraştı durdu. Derledi,topladı,düzeltti. Nihayet o gün bulduğumuz eserleri bir albüm haline getirmiş.Sahiden çok sevindim buna. Var olsun, benim için Necip Celal Andel albümünü ithaflı bir şekilde imzalamış Cihat Aşkın. Daha böyle pek çok hikâye vardı o günlüklerin içinde. Pek çok şarkının yazılış serüveni vardı. Tango da ne güzel bir icat be kardeşim. Yüreğini şenlendiriyor insanın.. Deniz Tekin
Atatürk’ün hastalığı ağırlaşmış, ölümle mücadele etiği bu günlerde bile canı kadar sevdiği küçük kızının bayram telgrafını ( 29 Ekim için ) cevapsız bırakmamış , ona gönderdiği bu son telgrafını büyük bir insan gibi Ülkü’ye hitaben yazmış imzalamış ve Ankara’ya göndermiştir.. (31 ekim 1938 )
Atatürkün Dolmabahçe Sarayındaki son zamanlarında Ülkü de Saraydaydı ancak Atatürk zaman zaman komaya giriyordu uyanınca kendisinin ne karar baygın kaldığını çevresine soruyor ama kimseden doğru cevaplar alamıyordu.
Atatürk bu şüphesi üzerine bir baygınlığından sonra uyanınca bana hemen Ülkü’yü yollayın o bana doğruyu söyler dedi Atatürk minik kızı Ülkü’nün ona hiç bir zaman yalan söylemeyeceğini biliyordu çünkü doğru söylemeyi ona kendisi öğretmişti
Sarayda hemen Ülkü bulundu ancak Ülkü içeri girmeden kapıdaki doktorlar Atatürk komada kaldığını sorarsa kısa bir süre olduğunu söylemesini sıkı sıkıya tenbih ettiler Ülkü buna itiraz edince bunun Atatürk’ün iyiliği ve sağlığı için söylemesi gerektiğini zorladılar Ülkü üzgün bir tavırla başı yerde korkak bir şekilde odaya girdi Atatürk’e korkarak yaklaştı Ülkü’nün bu halini gören Atatürk sana bir şey soracaktım ama artık sormayacağım vazgeçtim demiştir Atatürk o üstün sezi yeteneği ile soruyu sormayarak onu yalan söylemekten kurtarmış o hasta halinde bile sevgili kızı Ülkü’yü kendisinden çok sevdiğini ve düşündüğünü göstermiştir.
Ülkü’nün arkasından odaya giren Ülkü’nün annesi Vasfiye Hanım’a
Ülkü’nün bu kendisinin ağırlaşan durumuna çok üzüldüğünü görerek:
“sizi Ankara’ya yollluyorum ben de iyileşip gelirim her seneki gibi Cumhuriyet bayramını beraber kutlarız diyerek onu annesi Zübeyde Hanım’ın yadigarı Ülkü’nün annesi Vasfiye Hanım’la beraber Ülkü’yü Ankara’ya çifliğe yollamıştır.
Anlatılır ki, bir adamın çok yüzsüz bir komşusu varmış. Her işi için komşusuna gelir, eksiklerini sürekli ondan istermiş. Her gün defalarca kapısını çalar, “Komşum aman, bir tutam tuz!” “Komşum aman, senin eşek lâzım oldu!” “Komşum aman, bir pişirimlik kahve!” “Komşum aman, balta, çekiç, keser…” “Komşum aman…” “Komşum aman…”
Komşu artık bu adama eşya yetiştirmekten yorgun düşmüş, canına tak etmiş… Bakmış bu işin sonu yok; “Yahu bu adam bana ortak mı oldu?” demiş kendi kendine, “Komşuluk iyidir güzeldir ama, bu kadarı da fazla yani..”
Ve kararını vermiş:
“Bundan sonra ne isterse istesin vermeyeceğim, yüz geri edip göndereceğim.”
Fakat daha yerinden kalkmadan komşu kapısını tıklamış. Her zamanki yalvarır sesiyle:
“Komşum aman.” demiş, “Şu senin ipi ver de oduna gidip gelivereyim.”
Adam “şimdi buna ne deyim?” diye düşünmüş, sonra da, “biraz bekle bakıp geleyim” diyerek evinin odalarından birine numaradan girip çıkmış. Bir yandan da ne diyeceğini düşünüyormuş ama aklına da bir şey gelmiyormuş. Sonra kapıya gelmiş:
“Komşu be,” demiş, “bizimkiler ipe un sermişler, kusura bakma veremeyeceğim!”
İşte “ipe un sermek” deyimi de, bir konuda anlamsız bir takım gerekçelerle zorluk çıkaran, engel olanlar için söylenir olmuş.
•••
Bu deyim, “istenilen işi yapmamak için olmadık bahaneler bulmak, engeller çıkarmak” anlamında kullanılır.