RSS

Kategori arşivi: Genel Kültür

Parazit İkizle Dünyaya Gelen Adamın Tüyler Ürperten Hikayesi

24.11.2025- Metehan BOZKURT- Yaşam Editörü

Jean ve Jacques Libbera isimli yapışık ikizler 1900’lü yıllarda dikkat çeken isimlerden bir tanesi. Jean isimli adam, midesine ve göğsüne yapışık bir parazitik ikizle dünyaya geldi. Yıllarca ikiziyle birlikte gösterilerde ve sirklerde rol alan Jean Libbera, 50 yaşında İtalya‘da hayatını kaybetti. Jean ve Jacques Libbera’nın hikayesine gelin beraber bakalım.

Sizleri 1900’lü yıllarda yaşamış Jean ve Jacques Libbera ile tanıştıralım. Evet, yanlış duymadınız. Fotoğrafta da gördüğünüz üzere, iki kişi var!”Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyiz. Jean ve ikiz kardeşi Jacques, birbirlerine yapışık bir şekilde dünyaya geldiler. Fakat hikaye aslında göründüğünden biraz daha karışık.

İsterseniz her şeyi en baştan anlatalım… Jean Libbera, dünyaya geldiğinde göğsüne ve karnına yapışık parazit bir ikizle dünyaya geldi.

Parazit ikiz denmesinin sebebi, Jacques isimli ikizin Jean’in vücudundan beslenerek hayatta kalabilmesi. Bu nedenle Jean Libbera, ‘İki Vücutlu Adam’ olarak da biliniyor.

Fakat bu Jean için hiçbir şekilde sorun olmamış ve sağ salim 50 yaşına kadar yaşamış.

Evlenmiş ve 4 çocuk babası olmuş. Jean Liberra’nın gösteri reklamları dışındaki hayatı aslında son derece gizemli. Liberra’nın 13 kardeşi vardı ve kardeşleri arasında parazit ikizle dünyaya gelen ilk çocuk değildi. Diğer parazit ikizle dünyaya gelen kardeşi ise henüz bebekken hayatını kaybetti.

Jean’ın Jacques isimli ikizi aslında tam gelişmemiş olarak raporlara geçti. Bu durum, embriyonun kısmen ikiz olarak ayrılması ve iki tarafın da anne karnında asimetrik olarak gelişmesi, küçük ikizin büyük olana bağlanmasıyla ortaya çıkar.Cleveland Clinic’e göre yapışık ikizler son derece nadirdir. Dünya çapında 50 bin gebelikten sadece bir tanesinde görülür. Bu arada parazit ikizlerin, yapışık ikiz vakalarının yaklaşık yüzde 10’unu oluşturduğu ve dünya çapında milyonda bir doğumdan daha azını etkilediği bildiriliyor.

Günümüzde parazit ikiz vakası görüldüğünde tıbbi açıdan zararlı olduğu için doğumdan sonra alınıyor. Fakat 19. yüzyılda durum çok daha farklıydı.İnsanlar, parazit ikizleriyle birlikte sirklerde ve gösterilerde yer alıyordu. Jean Liberra’nın da ikiz kardeşi Jacques ile yaptığı tam olarak buydu. Genellikle ikili, gösterilerde birbirlerini tamamlayan takım elbiseler giyerlerdi.

İkizin iki küçük kolu, iki eli, iki bacağı ve iki ayağı vardı. Parazit ikizler normalde bilinçsiz olsa da bazı raporlara göre Jacques hayattaydı ve hareket edebiliyordu.Jean ve Hacques, dolaşım ve sinir sistemleri de dahil olmak üzere adeta her şeyi ortak olarak kullandılar. Jean, ikizini bir şekilde saklayarak yaşamına devam etse de 50’li yaşlarında İtalya‘ya döndü ve orada hayatını kaybetti.

Jean ve Jacques ikilisine eşlik eden başka çift ise Chang ve Eng Bunker ikilisiydi. Aynı sirkte şovlara çıkan yapışık ikizler, o dönemin en çok rağbet gören etkinliğinde boy gösteriyorlardı.

 
Yorum yapın

Yazan: 24 Kasım 2025 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , ,

ANNESİNİ BEKLEYE BEKLEYE ÖLEN BAHE

28.08.2025- Adnan AVUKA / MARDİN

BU TOPRAKLARIN İNSAN HİKAYESİ BİTMEZ

Şehrin sembol isimlerinden biri olan ve 6 yaşında bırakıldığı Deyrul Zafaran Manastırı’nda 70 yıldır annesini bekleyen Cercis Kaptan (Bahe) 2014 yılında vefat etti. Bahe için hayatının anlatan bir belgesel dahi yapılmıştı.

Bahe’nin Mardin’deki hikayesi annesinin onu 70 yıl önce Deyrul Zafaran Manastırı’na bırakmasıyla başlamıştı. O günden bu yana manastırda yaşayıp bahçıvanlık yapan 76 yaşındaki Cercis Kaptan, ‘Bahe’ adıyla biliniyordu.Mardin Kırklar Kilisesi başpapazı Gabriel Akyüz:

’Bahe’nin Süryani camaatinin sembolü olduğunu belirterek, “Annesi 6 yaşında iken kendisini Delrulzafaran Manastırı’nda bırakıp gitti. Bugün yani 76 yaşına bastığı bugünlerde bile annesini bekliyordu” dedi.

Bahe, bir süre önce rahatsızlararak hastaneye kaldırılmıştı. Özel bir hastanede tedavi gören Kaptan, p yetmezliğinden yaşamını yitirdi.

Bahe’nin vefatı Süryaniler başta olmak üzere Mardin’de büyük üzüntü yarattı. Mardin Valisi Ahmet Cengiz, Bahe’nin Mardin’in sembolü olduğunu belirterek, ölümünden büyük üzüntü duyduğunu dile getirdi.

HAYATI BELGESEL OLMUŞTU

Mardinli yönetmen Haydar Demirbaş, geçen yıl Bahe’nin yaşamını anlatan ’Misafir’ adlı belgesel film çekmişti. Yönetmen Haydar Demirtaş, annesinin Bahe’yi 6 yaşındayken 70 yıl önce ekonomik sıkıntılardan dolayı manastıra bıraktığını belirterek şunları anlatmıştı:

“Annesi iki kız kardeşi ile birlikte Suriye’ye gitmek zorunda kalıyor. Ve ona ’Bu manastırda bekle seni almaya geleceğim’ dedikten sonra gidiyor. Belgesel, Bahe’nin o günden bugüne 70 yıl boyunca manastırda büyük bir özlem ve umutla annesini beklediği hayat hikayesini içeriyor. Belgesel filmimizi yaparken, Bahe üzerinden Süryani’lerin kültürünü, dilini, tarihini de anlattık. Bahe’nin çocukluktan bugüne manastıra emek verme sürecini anlattık.”

 
Yorum yapın

Yazan: 28 Ağustos 2025 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , ,

“İPSİZ SAPSIZ”DEYİMİ NEREDEN GELİYOR?

22. 05.2025- Yazan-Dünya Gözüme Kaçtı

Zamanın ağır aktığı yıllardı… İstanbul, Anadolu’dan gelenler için bir ekmek kapısıydı; ama o kapı, çoğu zaman sırtla, sabırla ve sessizlikle açılırdı. Ne bir meslek diploması, ne de “bir tanıdıkla gelenler; sadece elinde gücü, dilinde duası olanlar vardı.

Şehre vardıklarında, yapabilecekleri ilk iş genellikle hamallıktı. Ancak bu iş bile bir donanım isterdi. Hamallığın bir ‘alet çantası’ vardı: İp ve sap. Sırtla yük arasında dengeyi sağlayan bu ip ve saplar, hem yükün düşmesini engellerdi hem de sırtı tahrişten korurdu. Bir hamalın ekmeği, bu basit ama hayati araçlara bağlıydı. Aynı şekilde inşaatlarda çalışan amelelerin de yanında mutlaka bir kazma, kürek veya balyoz bulunurdu.

Bu aletler, sadece bir iş değil, kimlik ve saygınlık da kazandırırdı. Peki ya hiçbir şeyi olmayan? İşte işte tam burada doğdu bu deyim: “İpsiz sapsız.”

Yani; ne işi, ne aracı, ne de düzenli bir hayatı olan kişi. Başta bu ifade, gerçekten elinde ekipmanı olmayan, hamallık veya amelelik bile yapamayacak kadar çaresiz insanlar için kullanıldı. Ama zamanla anlamı genişledi. Artık “ipsiz sapsız” dendiğinde sadece ekipmansız biri değil; düzensiz, güven vermeyen, tutarsız ve sahipsiz yaşayan insanlar kastedilir oldu. Halk arasında; işi gücü olmayan, ne yaptığı belli olmayan, toplumla sağlıklı bağ kuramayan kişilere yöneltilen hafif küçümseyici ama aynı zamanda merhametli bir niteleme hâline geldi.

Bugün o deyimi kullanırken çoğumuz farkında bile değiliz, ama arkasında göçlerin, yoksulluğun, taşra ile kent arasında sıkışıp kalmış binlerce insanın hikâyesi var. Belki de bir baba, sırtında ipiyle evladına ekmek götürmeye çalışırken; bir diğeri, o ipi bile alamayacak kadar yoksuldu… Ve işte o fark, dile bir deyim olarak yansıdı. “İpsiz sapsız” sadece bir söz değil; omzunda hayat taşıyamamış nice insanın sessiz ağıtıydı. Hazırlayan: Dünya Gözüme Kaçtı

 
Yorum yapın

Yazan: 22 Mayıs 2025 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

HEY YEL DEĞİRMENLERİ!

10.05.2025- Ayşe Yaşar SARIKAYA

Göçebeler, doğayla uyumlu yaşarken özgürdüler ve yaşamlarının patronuydular. Dünyada nüfus arttıkça, topraklar paylaşılamadı ve savaşlar çıktı. Yerleşik hayata erken geçenler, kurallara uyumlanma sürecini çabuk tamamladı. Göçebelikten en geç kurtulanların durumu ise başkaydı. Onlar, 1600 sonu 1700 başlarında yerleşik hayata geçenlerdi.

Doğal yaşamın inceliklerini özümsediklerinden, varlığın kıymetini bilenlerdi. Yerleştikleri alanlarda, her biri doğacıydı. Toprağı ekiyor biçiyor, doğa da onlara sunuyordu. Yaparak yaşayarak öğrendiklerinden, zengin kültüre sahiptiler. Sanayileşme, medya araçları, internet yaygınlaşınca bu pazara alıcı gerekti. Köylerde okul kalmadı ve göçebelikten kurtulanlar yeniden göçebe olmuşlardı. Boşalan, 10 hanesi kalan ve cemaati olmayan üç camili köye 3 imam atanırken, köy çocukları için öğretmen atanması imkansız oldu.

Bu göç mağdurları, büyük kentlerin, vasıfsız eleman ihtiyacını karşılamalıydı. Çok göçen olmalı ve pazara alıcı yaratılmalıydı. Öyle de oldu, üretenler artık tüketici oldu. Böylelikle kendisi olmayan, kentli de olamayan ara bir kültür doğdu.

Unutuldu nenelerin, dedelerin el sanatları. Unutuldu doğal ürünlerden yapılan yemekler. Unutuldu ana dilin doğal sözcükleri.

Sinop köylerinde tarım alanında inceleme ve araştırmaları yaparken söz varlığını da toplayan İsmail ERSOY, köylerde buğdayla yapılan sütlaç tatlısını derlemiş. Sitemize gönderdiği bilgiyi okurlarımızla paylaşıyoruz:

Ben İsmail ERSOY, Sinop yöresi söz varlığını toplarken 1968-1977 yıllarında köylerde buğdayla yapılan sütlaç ikram ettiler. Bu kültürü, gezdiğim Çankırı, Ankara, Kırşehir, Konya, Kayseri, Kahramanmaraş, Antep, Hatay köylerinde hiç görmedim. Sinop yöresi yemeklerinde değerlendirilmesi kültürümüze zenginlik kazandırır.

Teşekkürler İsmail ERSOY. Dövme buğdaydan sütlaç yapan başka illerin olduğunu internetten de görüyoruz. Buğday ve undan çok çeşitli yiyecekler üretirdi insanımız. Hazır yiyecek pazarının alıcısı oldu artık.

Yel değirmenleri dönüyor yine. Döndürülüyor dümen. Hafızalara format atılıyor, küresel sistemin istediği insan yaratılıyor. Geçmişi ve geleceği de getirinin kontrolünde.

 

Etiketler: , , , , , , , ,

YARAMAZLIKLARI YÜZÜNDEN ÇOCUKLUĞU DAYAK YEMEKLE GEÇEN RESSAM

04.03.2025- Fikret OTYAM- alıntı

Bebeklerin ishal salgınından öldüğü 1926 yılında, Aksaray’da dünyaya gözlerini açtı.

Altı çocuklu ailenin beşincisiydi. Öleceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Aksaray’ın tek eczacısı olan babası gözünü karartıp aşırı dozda ilaç verdi oğluna. Kendi çocuğunu bu yolla kurtarınca, ilçenin öteki çocuklarını da ölümün pençesinden alıverdi!

Babasının yaşama bağladığı çocuk, yaramazlıklarıyla adamcağızı canından bezdirecekti!…

Aklı fikri “şeytanlığa” çalışıyordu boyuna.

Örneğin iki katlı kerpiç evlerinin nasıl yanacağını merak edip ateşe veriyordu!

Bir başka gün, eczane çalışanlarının yemeğine vazelin yağı katıyordu!

Ak saçlı eczacı kalfasının başına, uyuduğu sırada, mavi boyalı ilaç boca ediyordu…

Babasının, saygın konuklarına ikram ettiği konyak şişesinin içine keskin müshil ilacı koyuyordu…

Yine en etkili müshil ilacı olan İngiliz tuzunu havanda dövüp tuzluklara dolduruyordu…

Tabii yaptığı her yaramazlık beraberinde, öfkeli babasının dayağını getiriyordu!

Dayak yiye yiye büyüdü. Güzel Sanatlar Akademisi’ne öğrenci oldu. 1953 yılında Akademinin Resim Bölümünü bitirdi. Gazeteciliğe başladı. Anadolu insanının dertlerini kendine dert edindi. Edebi tadı olan birbirinden güzel sayısız röportaja imza attı. Dolaştığı yerlerden getirdiği çarpıcı fotoğraflarla iz bırakan sergiler açtı.

Emekli oluncaya kadar kitaplar dolusunca yazılar yazdı.

Aksaraylı o yaramaz çocuk, yetişkin çağında Babıali’nin yürekli kalemi sıfatıyla basın tarihindeki yerini aldı.

Emekli olduktan sonra kendini tümüyle resim yapmaya adadı.

Kimden söz ettiğimi elbette bildiniz:

Fikret Otyam.

(Önceleri, ailenin soyadı Otyam değil, Artur’du. General McArtur’u andırıyor diye babası soyadını değiştirmek istemişti. Bu nedenle, dönemin Sağlık Bakanı Refik Saydam, ona “Otyam” soyadını verdi. Otlardan ilaç yapan anlamına geliyordu.)

 
Yorum yapın

Yazan: 04 Mart 2025 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

O ESKİ RAMAZANLAR

03.03.2025-Ayşe EKŞİ ELMACI

Ahhh.!o eski ramazanlar dediğimizde içimiz duygusal sessizliğe bürünüyor. Doğduğum şehirde Ramazan ruhu vardı. Hazırlıklar günler öncesinden başlardı kesme hamuru imece usulü kesilir, yufkalar açılır, mukabeleler başlardı. Çarşı pazar canlanır .Akşamları fırınlardan pide kokuları yayılır ruhani bir huşu içerisinde geçerdi. İftardan sonra teravi namazına giderdi babalarımız . Çocuklarda tenekeden yaptıkları gemi maketini süslerler geminin ortasına mum dikerler helesaya çıkarlardı. Helesa memleketimin hikayesidir.

Helesa geleneği; Sinop’ta fırtına sebebiyle mahsur kalan geminin kumanyası tükendikten sonra, gemi mürettebatının filikalarını süsleyerek, ellerinde fenerlerle şehir merkezine gelerek mâni ve türküler eşliğinde dolaşarak yardım toplamaları hikâyesine dayanmaktadır. Eskisini bilmem ben bildim bileli bu ritüel sürüp gitmiştir. Sanırım bu günlerde bu ritüel ölümsüzleştirilmek adına şenliğe dönüştürülmüştür.

Bazı evler sahura kadar uyumaz börekler çörekler açılır tencere dolusu yemekler yapılırdı. Annem Mahallemizin hocası (hatta yaz aylarında mahallenin çocuklarına kuran öğretirdi).Hayriye hanım teyzeden iki hatim alırdı. Hem baba tarafına ,hem kendi tarafına. Fitreler zekatlar geçe bırakılmazdı ihtiyacını giderebilsinler diye. Pişirilenler komşularla paylaşılırdı. İhtiyaç sahipleri bilinirdi. Öyle ramazan kolileri yoktu, makarnanın çok olduğu. Şimdi ihtiyacı olanı muhtardan soruyoruz. Gel de deme, nerede o eski ramazanlar…

HAYIRLI BEREKETLİ SAHURLAR…!!@ayseceeeee

 
Yorum yapın

Yazan: 03 Mart 2025 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

ORHAN VELİ’DEN BABASI NE İSTEDİ?

02.01.2025- SERAY ŞAHİNLER, “Ağabeyim Orhan Veli”

Babam ağabeyime şiir yazdığı için kızmazdı. Fakat ,

“sen doğru dürüst bir memur ol. Gündüz çalış, akşam gel şiirini yaz” diye telkinlerde bulunurdu.

Babam muhafazakar bir insandı. Memuriyet ile şairliğin bağdaşmadığını pek kabul edemezdi. Hatta babama sorsanız,

‘”memur ol, şair olma” derdi.

Ağabeyim de hem kendi parasını kazanmak, hem de babamı memnun etmek için bir kez memuriyete girdi çıktı. Bir süre çalıştı ve istifa etti.

Babam uzun yıllar Mızıka-yı Hümayun’da görev yaptı. Anılarını yazmak istiyordu. Orhan Ağabeyime söyledi. O da yazalım dedi. Ama sonra bir araya gelemediler. Bir de ağabeyim babamın yanında sigara içemiyor tabii..

“Sigara yok, nasıl oturup yazayım” derdi, gülerdik.

O anılar yazılabilseydi eğer, bugün müzik tarihimiz açısından çok önemli bir kaynak olurdu.

Çok sevilen “İstanbul Türküsü” şiirinde,

“İstanbul’da Boğaziçi’nde

Bir fakir Orhan Veli’yim

Veli’nin oğluyum

Tarifsiz kederler içinde..” diyen Orhan Veli ile babası arasında, şiirin yayımlandığı günlerde, gülümseten şu diyalog yaşanıyor.

İstanbul Türküsü’nün yayımlandığı günlerdi… Babam şiirin konusunu bilmiyordu. Dostları ise babamı gördüklerinde şiirden bahsetmiş, şakalaşmışlar. Bu şakaların etkisiyle babam eve döndüğü zaman,

“Orhan nerede?” diye sordu. Ağabeyim hemen geldi.

“Oğlum sen neler yazmışsın, bir fakir Orhan Veli’yim, bir garip orhan Veli’yim, Veli’nin oğluyum demişsin. Fukaralığını gazetelerden herkese ilan ediyorsun, beni ne karıştırıyorsun, ben hayatımdan memnunum’ demişti.”

Mehmet Veli Kanık, Orhan Veli’nin vefatından üç yıl sonra, 1953’de hayatını kaybetti.

#OrhanVeli(13 Nisan 1914-14 Kasım 1950)

(SERAY ŞAHİNLER, “Ağabeyim Orhan Veli”, Doğan Kitap, 2021)

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

LADESİM LADES OLSUN MU VERMEYEN NE OLSUN MU?

31. 01.2025-şeylerin tarihi – Özcan SAPAN

LADES KEMİĞİ

Gizli dileklerde bulunan iki kişi bir tavuğun kurumuş, v şeklindeki köprücük kemiğinin iki ucundan kuvvetle çeker. Daha büyük parçayı kıranın dileği gerçek olur.

Hikayenin çıkış noktası: Şehir uygarlığı MÖ. 6. yüzyılda en yüksek noktasına ulaşmış oldukça kültürlü olan Etruryalılar , tavuk ve horozun kahin olduğuna inanırlardı. Tavuk cıyaklayarak yumurtlayacağını söylüyordu; horoz da yeni günün doğuşunu haber veriyordu.

Yere çizilen bir daire her biri Etrurya alfabesini temsil etmek üzere yaklaşık 20 parçaya bölünürdü. Her bir kısma mısır taneleri konur; dairenin orasındaki tavuğun mısırları yeme sırasına göre papazlar öngörülerde bulunurdu. Modern ruh çağırma seansı gibi.

Kutsal bir tavuk öldüğünde ;köprücük kemiği , güneşte kurumaya bırakılırdı. Kahinin gücünden yararlanmak isteyen bir Etruryalı’nın yapması gereken tek şey , bu kemiği alıp vurması ve dilekte bulunmasıydı; böylece kemiğin adı ‘ lades kemiği’ oldu.

Kaynak: şeylerin tarihi – özcan sapan

***

Lades oyununu ilk oynayanların Etrüskler olduğu, Romalılardan kalan yazılı belgelerden anlaşılıyor. –https://fisildayankalemler.org/lades-oyunu-ve-kokeni/

***

-Ladesim lades olsun mu?
-Olsun.
-Yerde ne var?
-Nohut.
-Gökte ne var?
-Bulut.
-Sen bunu kırk gün kırk gece unut.

***

 
Yorum yapın

Yazan: 31 Ocak 2025 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , ,

ASLI HU, NESLİ HU, BİR BAHÇIVAN HİKAYESİ

23-01-2025- Alıntı

Bir gün sultan saraydaki bahçıvanının yanına uğrayıp kendisine hediye edilen tayı sorar;

“Bahçıvan efendi, nasıl bizim tay?”. Bahçıvan cevap verir;

“Asluhu nesluhu sultanım.”

“Nesi var ki ?” diye sorar sultan.

“Sultanım, asil bir tayın sırtına sinek böcek konduğunda bunları kuyruğu ile kovalar. Bizim tay adeta bir inek gibi kafasını çevirip ağzıyla sinekleri kovalıyor.”

Sultan bunun nedenini öğrenmek için tayı hediye eden adamı çağırtır. Tayın bu davranışının sebebi hakkında bilgi ister. Tayı hediye eden adam der ki;

“ Sultanım, bizim tay doğduktan hemen sonra annesi öldüğü için onu ineğe emzirttik.”

Böylece meselenin sırrı çözülmüş olur. Sultan adamlarına emreder;

” Verin bahçıvana fazladan bir kap yemek!”.

Başka bir zaman sultana güzel görünüşlü, iri bir hindi hediye edilir. Bir müddet sonra sultan bahçıvanın yanına varır ve hindiyi sorar.

“Asluhu nesluhu sultanım.” der bahçıvan.

”Bahçıvan efendi bunun neyi var?” diye sorar sultan.

“ Sultanım asil olan bir hindi öteceği zaman kabarır, ibiği masmavi olunca ötmeye başlar. Bizim hindi iyice kabarıyor, ibiği masmavi olup tam öteceği zaman kafasını suya daldırıyor.

Sultan işin aslını öğrenmek için hindiyi hediye eden kişiyi çağırtır. O kişi, hindinin yumurtasını ördeğin altına koyduklarını ve hindinin ördek yavruları ile birlikte büyüdüğünü anlatır. Bu meselenin sırrı da çözülmüş olur. Padişah emreder;”

Verin bahçıvana fazladan bir kap yemek.” Sultan güzel bir günün sabahında bahçede yalnız başına dolaşırken bahçıvan gözüne ilişir ve ona doğru yaklaşarak;

“ Bahçıvan efendi, bende de bir sıkıntı var mı?” der. Bahçıvan

“Asluhu nesluhu efendim” deyince, sultan

“ bende de mi?” diyerek son demlerini yaşayan annesine koşar.

“Anacığım, inan sana kırılıp küsmem, kızmam da. Bende bir sıkıntı var mı?” diye sorar.

Annesi durur, sıkıla sıkıla başlar anlatmaya; “Oğul babanla evlendiğimizde baban çok yaşlıydı, ben daha 15-16 yaşlarında genç, güzel bir kızdım. Gençliğimin duygularına kapılıp bir hata ettim. Sen bizim sarayın aşçısının oğlusun.”

Hakikati öğrenen sultan bahçıvana seslenir;

“ Ey olayların perde arkasından bizlere sırlar sunan değerli insan; Tay ve hindinin durumlarına vakıf oldun. Anladık da, benim durumumu nasıl anladın? Bu nasıl bilgeliktir? Söyle bakalım bana.” deyince;

Bahçıvan;

” Ey yüce sultan, Bunu anlamaktan daha kolay ne var? Benim bildiğim sultanlar ödül verirken “Verin bir kese altın” derler. Siz ise “Verin fazladan bir kap yemek” diyorsunuz.”

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

HAY SENİN PEKMEZ ÇANAĞINA

07.01.2025- Rıfat İLGAZ

Hocanın biri sefere çıkmış, bir zamanlar. Diye başlar hikaye…

İnmiş konuksever bir köye, açlıktan ölüyor. Gözünü karartıp deve gibi çökmüş, karşısına çıkan ilk biçimli evin önüne. Evin erkeği çiftinin çubuğunun başında. Evin kadını, oğluyla bir çömlek pekmez göndermiş hocaya. Bir de somun…

Hoca batırıp batırıp indirmiş gövdeye. Bakmış ki, ekmek batırmakla çömlekteki pekmezin tükeneceği yok. Çocuktan bir kaşık istemiş. Başlamış bu sefer kaşıklamaya. O da olmamış, kaldırmış çömleği dikmiş. Lıkır lıkır… Hâlâ tüketememiş çömlekteki pekmezi.

Oğul, demiş pekmeziniz halis üzüm pekmeziymiş siz böyle her gelen Hoca’ya bol bol pekmez çıkarır mısınız?

Yok, demiş çocuk, çıkarmayız! Hoca biraz böbürlenmiş.

-Ya, demiş; çıkarmazsınız demek? Peki, bana neden bu kadar bol pekmez çıkardınız?

-Geçenlerde küpün içine sıçan düşmüştü baktık pekmez ziyan olacak, olmasın istedik…

Hoca Efendi’nin kavuk tepesinden fırlamış. Kaldırdığı gibi pekmez çömleğini vurmuş yere; tuz buz etmiş. Olandan bitenden ürken çocuk, seslenmiş içeri.

-Anneee! Hoca, babamın sidik kabını kırdı.

 
Yorum yapın

Yazan: 07 Ocak 2025 in Eğitim, Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,