Bir çoğunun eşi ölmüştür. Tek başına yemeğini yapacak, çayını demleyecek durumda değildir. Gelininin ya da damadının yanına sığınmıştır. Bedeni ve ruhu artık gerilemeye başlamıştır. Uzuvları görevini yapamaz hale gelmiştir. Dermansız, çaresiz, mahzundur.
Yürekleri yumuşamış, gözyaşı gözünün kenarında hazır bekler, gurbetten geleni görse o yaşı akıtır hemen! Yemeğini üzerine döker, takma dişi ağzından çıkar, dişi gıcırdar. Damadın, gelinin, oğlunun, kızının, torunların küçük bir sözü gücüne gider. Üzülür, gözleri dolar, yutkunur!
İçine atar acısını, çaresizliğini! Sessizce, ezilerek sofradan çekilir, usulca. Baba niye kalktın, doymadın ki der, kızı, oğlu! Doydum yavrum doydum, siz devam edin der. Der demesini de yüreği hüzünle dolmuştur dedenin! Allah’ım beni niye görmüyon, benimde canımı al! der.
“Canının alınmasını Allah’tan istemek, yalvarmak” duaların en son noktası değil midir? Ve o dede yine usulca kendini kapıdan dışarı atmanın hesabını yapar, inceden inceye, iç çeke çeke! Ne desin! Yavrum ezan vakti geliyor, ben yavaş yavaş dışarı çıkayım der, ve çıkar. O dışarı çıkış yanan yüreğine soğuk su gibi gelir. Ya Alipaşa Cami avlusuna ya da Yeraltı Çarşısı üzerine ya da Taşhan üstü parka gider, oturur. Tanımasa da selam verip oturur diğer yaşlının yanına. Gündüzleri camidir, onların sığınacağı ısınacağı yer. Yüreğine ferahlık bulacağı yer.
Emeklilik maaşı olan bir nebze iyidir ötekilerden. Gelininin, damadının ihtiyacı da varsa, maaş hatırına ilgilenirler yine. Ya yoksa? Yeryüzünün en sevimsizi, en istenmeyeni siz olursunuz. Gençler! Varacağımız yer İhtiyarlık Durağı. Aman ha, parkta oturan yaşlıya, otobüsteki yaşlıya siz siz olun yer verin! Eleştirmeyin! O yaşlara gelecek bizlerde sınanacağız! Hep beraber imtihan halindeyiz, son nefese kadar! Tanıdığınız yaşlı varsa bir selam verin, sohbet edin, durumuna göre bir çay, bir çorba ikram edin… Saygı, sevgiyle ve kırmadan…
13.08.2024- Özden Naciye EKİCİ- DÜNYA UYGARLIKLARI
Kleopatra 17 yaşında tahta çıktı ve 39 yaşında öldü. 9 dil biliyordu. Eski Mısır’ın dilini biliyordu ve hanedanlığında benzersiz bir durum olan hiyeroglifleri okumayı öğrenmişti. Bunun dışında Yunanca ve Partlar, İbraniler, Medler, Troglodytes, Suriyeliler, Etiyopyalılar ve Arapların dillerini biliyordu. Bu bilgiyle, dünyadaki herhangi bir kitap ona açıktı.
Dillere ek olarak coğrafya, tarih, astronomi, uluslararası diplomasi, matematik, simya, tıp, zooloji, ekonomi ve diğer disiplinleri okudu. Zamanının tüm bilgisine erişmeye çalıştı. Kleopatra bir tür eski laboratuvarda çok zaman geçirdi. Otlar ve kozmetiklerle ilgili bazı eserler yazdı. Ne yazık ki, tüm kitapları MS 391’de İskenderiye Kütüphanesi’nde çıkan yangında yok oldu. C. Ünlü fizikçi Galen onun çalışmalarını inceledi ve Kleopatra tarafından geliştirilen bazı tariflerin yazıya dökülmesini başardı.
Galen’in hastalarına da tavsiye ettiği bu ilaçlardan biri, kel erkeklerin saçlarını yeniden kazanmalarına yardımcı olabilecek özel bir kremdi. Kleopatra’nın kitaplarında güzellik ipuçları da yer aldı ama hiçbiri bize ulaşmadı. Mısır kraliçesi de bitkisel şifa ile ilgilendi ve dil bilgisi sayesinde bugün kaybolan sayısız papirüslere erişim sağladı. Bilimler ve tıp üzerindeki etkisi, ilk yüzyıllarında iyi biliniyordu. O, şüphesiz, insanlık tarihinde eşsiz bir şahsiyetti.
Antik dünyanın en meşhur kadını. Mısır’da hüküm süren Büyük İskender’in ardılı olan komutanlarından,Ptolamaios hanedanlığının son kraliçesi.
Kleopatra, ANTİK Mısır’ın son kraliçesiydi. Ölümünden sonra Mısır, Roma İmparatorluğunun egemenliği altına girdi.
Güzelliği ve çekiciliği ile ünlü bir Mısır Kraliçesi’dir. Üç büyük Romalı yönetici olan Jül Sezar, Marcus Antonius, ve Agustus Cesar adıyla bilinen Octavianus’un yaşamlarında önemli bir rol oynamıştır.
Babası 12. Ptolemaios İÖ 51’de öldüğünde Kleopatra 17 yaşındaydı. Erkek kardeşi 13. Ptolemaios ile birlikte tahta çıktıysa da kısa bir süre sonra aralarındaki anlaşmazlık yüzünden ülkede iç savaş başladı ve Kleopatra tahttan uzaklaştırıldı. Tahtı ele geçirmek için Roma’nın desteğinin gerekli olduğu düşüncesiyle jül Sezar’ın dostluğunu kazanmaya girişti. Kleopatra İlk firavunların gücüne sahip olmak ve ve Mısır’ın kaybettiği toprakları geri almak istiyordu. Kleopatra ya aşık olan Sezar, onun yeniden tahta çıkmasını sağladı. Kleopatra daha sonra Roma’ya giderek, Sezar’ın İÖ.44’te öldürülmesine kadar Roma’da kaldı. Bu tarihten sonra Romalılar’ca sevilmediğini anlayınca Mısır’a geri döndü.
Üç yıl sonra Roma’yı Octavianus’la birlikte yöneten Marcus Antonius ile karşılaştı.Kleopatra’nın büyüsüne kapılan Marcus Antonius, Octavianus’un kız kardeşi olan karısı Octavia’yı bırakarak Mısır’da Kleopatea ile birlikte yaşamaya başladı. Octavianus’ta Kleopatra ve Marcus Antonius’a savaş açarak İÖ. 31’de Aktium Deniz Savaşın’da onları yenilgiye uğrattı. Kleopatra savaşın önemli bir anında Marcus Antonius’u yalnız bırakarak donanmasını geri çekti. Yenilgiye uğrayan Marcus Antonius, İskenderiye,’ye kaçan Kleopatra’nın ardından gitti.
Oysa Kleopatra artık Antonius’tan kurtulmayı ve güçlü Octavianus’un desteğini kazanmayı istiyordu. Bu yüzden kendisi için yaptırdığı anıt mezara çekildi ve ulaklar öldüğü haberini yaydı. Bunu duyan Antonius kederinden göğsüne hançerini sapladı.Kleopatra Octavianus’u etkilemeye çalıştıysa da başaramayınca, Mısır Krallığının simgesi olan kobra yılanı’na kendini sokturarak yaşamına son verdi.
Kleopatra’nın ölümüyle Mısır’da Ptolemaios hanedanlığı sona erdi ve ülke ROMA imparatorluğunun bir vilayeti durumuna geldi.
10.08. 2024- Hatice Şirin, Eski Türk Yazıtları Söz Varlığı İncelemesi. Türk Dil Kurumu. 2016
DÜŞÜN, tr. düşünmek (ürün, yemiş, ödül anlamlarını içeren düş/tüş kökünden)–ten düş-ü-n/düşün (anlıkta üretilen bilgisel izlenim.). Düş kökünden türeyen düşmek’le düşünmek eşkökenlidir (bk. Düşünmek), ancak düşün sözcüğünün ün’ü ektir. Ür-ün/ürün (üretilen, türetilen nesne), öğ-ün/öğün, düğ-ün/düğün (es. tr. toy–kün (toy günü, şölen günü)den ağız değişikliğine uğrayarak, özellikle k sesinin düşmesiyle, kün sözcüğü ün biçimine girerek bir ek durumuna gelmiştir, gerçekte ek değildir. Toy-kün sözcüğü yine Asya Türkçesinde, toyun biçimine girerek kün un’a dönüşük ek niteliği kazanmıştır. Anadolu ahlak ağzında bugün sözcüğü de değişikliğe uğrayarak böğün biçimine girmiştir.), tür-ün/türün, (türemekten gelir yavru, döl, özellikle deve yavrusu demektir, başka bir dilden gelerek değişikliğe uğradığı sanılmasın)…
DÜŞÜNCE, tr. düş/tüş (bk. Düşmek)ten düş-ü-n-mek – düşünmek/düş-ü-n-ce… (bk. Düşünmek)…
Tr. de sona gelen ce takısıyla eylemden ad türetme süreklidir. Eğlenmek’ten eğl-en-ce/eğlence, bilmek’ten bil-me-ce/bilmece, öğrenmek’ten öğren-ce/öğrence (ar. ders anlamında), ılımak’tan ılı-ca/ılıca (kaplıca), dönmek’ten döner-ce/dönerce (tek demirli pulluk), bile-ce/bilece (birlikte) bg…
DÜŞÜNMEK, tr. düş/tüş’ten düş-mek/düşmek – düş-ü-n-mek/düşünmek…
Kök anlamı: kendi kendine düşürmek, kendi kendine düşürmek, kendi kendine düşmek, bir nesneyi kendi belleğinde ortaya çıkarmak, doğurtmak, belleğe indirmek, üretmek…
Tüş/düş kökünün içerdiği bütün anlamlar, düşünmek eyleminde vardır. Köke gelen n ortaekiyle kökten özneye yönelik eylem türetmek Türk dilinde başlangıçtan beri süregelen bir olaydır. Kökü oluşturan sözcüğe gelen, kökün ses uyumuna bağlıdır. Bundan dolayı tüş/düş kökünden türeyen özneye yönelik eylemlerde ün ortaeki doğaldır, sözcüğün yapısı, kuruluşu gereğidir.
Gör-ü-n-mek/görünmek (görmek’ten, kendi kendine görelen duruma gelmek, göze sunulmak), sür-ü-n-mek/sürünmek (sürme işlemini kendine uygulamak), ög-ü-n-mek/ögünmek – öğünmek – övünmek (öğmek işlemini kendine yöneltmek, kendi kendine övmek, öğmek), bür-ü-n-mek/bürünmek (kendi kendine bürümek), ört-ü-n-mek/örtünmek (kendini bir nesneye, bir yere sürtmek) bg. düş-ü-n-mek/-düşünmek (bir nesneyi, bir konuyu kendi özüne yöneltip düşürmek)…
“Mağusa Limanı” ya da diğer adıyla “Arap Ali Ağıtı” bir Türk halk destanıdır. Bir çok sanatçımız tarafından seslendirilen Mağusa Limanı’nın aslı Arap Ali Ağıtı’dır. 1943’te meyhanede dayak attığı İngiliz askerleri tarafından süngülenerek öldürülen Arap Ali’nin hikâyesini anlatır.
Bu türkünün hikâyesi o dönem İngiliz baskısı altında olan insanların çektiği zulmün de bir temsilcisidir. Arap Ali, aslen Limasollu olup babası Arap kökenli zenci Mahmut efendi ile beyaz Hatice hanımın dört çocuğunun en büyüğüdür. Kendinden başka bir erkek ve iki kız kardeşi vardır. Arap Ali olayın geçtiği gün Mağusa Limanında çalıştığı gümrükte işini bitirerek biraz eğlenmek için meyhaneye uğramıştır. Meyhane’de bulunan İngiliz askerleri Arap Ali’ye sözlü tacizde bulunarak kışkırtmış ve kavga çıkmasına sebep olmuşlardır. Kavgada Arap Ali İngiliz askerlerinden aldığı süngü darbeleri ile oracıkta vefat etmiş ve daha sonra cenazesi memleketi Limasol’da Türk kabristanına defnedilmiştir.
Çevresinde çok sevilen Arap Ali ile ilgili olarak bu ağıt 4 farklı versiyon ile halk arasında söylenegelmiştir. Mağusa limanı limandır liman aman aman…
Mağusa limanı limandır liman..
Beni öldürende yoktur din iman..
Beni öldürende yoktur din iman..
Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun..
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun..
Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun..
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun..
İskeleden çıktım yan basa basa aman aman..
İskeleden çıktım yan basa basa…
Mağusaya vardım kan kusa kusa.. Mağusaya vardım kan kusa kusa..
Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun..
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun…
Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun..
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun…..
YORUM: Bitmiyor doymayanlar… Hırsları bitmiyor, gözleri doymuyor. Ne işin var Kıbrıs’ta, İngiltere nere Kıbrıs nere. Barış için gelen insan öldürür mü?
Yıl ne olursa olsun, nerede zayıf var çöküyorlar tepelerine. Dünya siyaseti güçlünün yanında. Ülke siyaseti milletin yanında olmalıdır.
Orİjinal “Erik Dalı” Türküsü ve Gerçek Sahibi Kadir Türen VİDEOSU:
Türkiye’de olduğu gibi dünyaya nam salan ‘Ankara oyun havası’ olarak milyonlarca kez izlenen, düğünlerin vazgeçilmez şarkısı olan ‘Erik Dalı’ türküsünün gerçek sahibi Burdur Altınyaylalı (Dirmilli) Kadir Türen’in kendi sesinden orijinal “Erik Dalı” türküsü…
TRT Repertuar Kurulu 2019 yılında, Burdur türküsü olan ‘Erik Dalı’nın Kadir Türen’e ait olduğunu tescilledi. Kadir Türen 1919 yılında Dirmil’de dünyaya gözlerini açmış, 28 Haziran 1998 yılında yine Dirmil’de vefat etmiştir.
Kapıda hep kamyonu dursun; istediği yere taşınsın…
Kendinden taşınmak isterse, içindeki güç ve dışındaki sevgi ona yardımcı olsun…
Her gün bir sürprizi ve mucizesi olsun…
Öyle tahmin edilmeyen şeyler olsun ki, bu hayatın zekasını anlatsın…
Bir hayali gerçek olunca; bir hayale gözünü yumsun…
Hayalini kendinden saklamasın, korkmasın…
Her anında sevgiyle olsun, sevgi versin…
BİLKE YORUM: Kültürler, geçmişten günümüze insan iradesinin işleyiş mantığını da taşır. Her coğrafya, kültüre kendinden ekler yapar. Hıdırellez, dünyanın her yerinde kutlanır. Hızır ve İlyas ritüeli, farklı yansımalarla yaşatılır.
Hepsinin özünde, insanlığa güzel duygular kazandırmak, doğa ile uyumlanmak yatar. Şekil ve renklerden önce, özünü kaybetmemek konusunu yaşatabilseydik.
O kahreden olay 4 Nisan 1953 yılında yaşanmıştı. Çanakkale Boğazı açıklarında Lara bunu açıklarında Türk donanmasına ait Dumlupınar denizaltısı, uzun ve yorucu bir görevden sonra donanmasıyla birlikte istirahata çekilmek üzere limana yanaşıyordu.
Hava şartları çok kötüydü, sis vardı, yağmur vardı… İstirahati hayal eden donanma limana yaklaşırken çok büyük bir gürültüyle sarsıldılar. Denizaltı İsveç donanmasına ait bir şileple çarpışmıştı. O sırada 8 kişi güvertedeydi ve bunlardan 2’si pervaneye takılarak öldü, 1’i boğularak öldü, 5 kişi ise kurtarılabildi. Geminin içerisinde ise 81 mürettebat vardı ve sadece 22 kişi torpidoya saklanarak kurtulmayı başarmışlardı, tabi ki kendilerini bekleyen daha kötü bir sondan habersizce.
Denizaltı denizin dibini boylamıştı. Topridodaki 22 kişi yüzeye bir şamandıra fırlatarak içerisindeki telefon kablosu aracılığıyla merkezle iletişime geçtiler. Olayı anlata mürettebatta merkezden cevap gelmişti “Gerekmedikçe konuşmayın, türkü söylemeyin ve sigara içmeyin”
Kahraman askerler olacaklardan habersiz bir şekilde ülkelerinin kendilerini kurtarmalarını bekliyordu. Fakat kendileri dışındaki herkes durumu biliyordu o zamanın teknolojisiyle o askerleri oradan çıkarmanın mümkünatı yoktu.
O sırada O anda askerlere bir anons geldi ” rahatça konuşabilirsiniz, türkü söyleyebilirsiniz, sigara içebilirsiniz”
Umutlar tükenmişti askerler artık ölümü bekliyordu. 22 kahraman askerin son sözleri “herşey buraya kadarmış kumandan, birer cigara yakalım mı?” oldu.
Tüm ülke seferber olmuştu ama sonuç belliydi kurtulamayacaklardı. Kurtaran gemisi olaydan 12 saat sonra ancak oraya gelebilmişti. 25 saat sonra ise anca sabitlenebilmişti. O sırada şamandıra ile torpido arasındaki kablo kesildi ve iletişim koptu. Dalgıçlar 100 m’ye yakın derinlikteki Dumlupınar batığına erişmeye çalışyorlardı ama nafile. Hava çok kötüydü su altı dalgaları dalgıçları savuruyordu. Kurtaranın yanlışlıkla kestiği kablo olmayınca dalgıçların kabloyu takip etmesi de olanaksızlaşmıştı. On bir dalış yapıldı ama hiçbiri başarılı olamadı. Yine de Yılmaz Süsen adlı bir dalgıç 80 m dalmayı başarmış hedefine 11 m kalmıştı. İşte o anda basınca dayanamayıp şuurunu kaybetti. Vurgun yemenin kıyısından dönmüştü. 15 saat sonra ancak şuurunu açabildiler. Kurtarma çalışmalarına katılan Amerikalılar dalgıç için şu cümleyi kullanmışlardı “Ölümle arasında hiçbir şey kalmamıştı” 7 Nisan’da 3 gün süren çalışmalar sonucunda Milli Savunma Bakanlığı artık kurtarma çalışmalarını durdurduğunu ve umutların kesildiğini bildirdi.
22 asker ölüme terkedilmişti. Türkiye’nin en karar günlerinden birisi 4 Nisan 1953 olarak tarihe geçti. “Ah bir ataş ver” türküsü ise buradan gelmektedir. Hikayesini bilen herkes her duyduğundan gözyaşlarına bu nedenle boğulur… tarihi olaylar.com
BİLKE YORUM: Yaşadığımız toprakların derinlerine indikçe, hafızadan gerçek fışkırıyor. Attıkça sırtımızdan gereksiz yükleri, karanlıklar aydınlanıyor. Bir türkü, kalın bir kitap gibidir; oku oku bitmeyen. Bu yurdun geçmişi, dolu doludur; Anadolu’dur sönmeyen.
2010’lu yılların başıydı yanılmıyorsam , donanma kenti Gölcük’te sıradan, sakin, sisli puslu bir ilkbahar sabahında oltacı dükkanı bakıyorum, bazen büyük şehirlerde bulunmayan işe yarar basit bir ürün küçük yerlerde çıkabiliyor karşınıza ,
Ulu Önder Atatürk’ün naaşını Sarayburnu’ndan Kocaeli petrol iskelesine nakleden efsanevi drednot Yavuz Zırhlısı’nın pirinç pervanesinin sokak başını tuttuğu anayoldan sahile kadar uzanan Donanma Caddesi’nde sağa sola bakarak yürürken üç beş dükandan ibaret küçük bir pasajın caddeye bakan köşesinde kendi halinde bir fotoğrafçı dükkanının vitrinindeki büyütülmüş vesikalık fotoğraf dikkatimi çekti.
Denizci üniformalı genç bir bahriye subayının görselleştirildiği , sararmamış lakin solgun ,o günün imkanlarıyla olsa gerek , ince bir rötuş görmüş ,oymalı ağaç kalin çerçeve içinde , epeyce eski görüntülenmesine rağmen iyi korunmuş ,1953 tarihli fotoğrafa takıldım kaldım.
Merak işte ! şeytan dürttü derler ya ,sormakla sormamak arasında gidip gelirken , karşılaşabileceğim olası bir tepkiyi de peşinen kabullenerek karartttım gözümü daldım dükkandan içeri.
70-80 yaş aralığında tahmin ettiğim bir amca gazetesini okuyor , görmüş geçirmiş bir ihtiyar gibi geldi bana , rahatladım biraz, yanılmamışım buyur etti , amca dedim , eğer mümkünse bir şey öğrenmek istiyorum , vitrinde bir fotoğraf gördüm , kimdir fotograftaki bahriyeli ? tanıdık mı ? Bir yakınınız mı ? Var mı bir hatırası ?
Gazetesini katladı , kenara koydu , hafifçe tebessüm ederek şaşkın bir edayla başını kaldırdı , kalın çerçeveli gözlüklerinin üzerinden bakarken gözlerinin nemlendiğini hissetmedim desem yalan olur , pişman oldum sorduğuma ama yapacak bir şey yok , çıktı ağızdan , sormus bulundum bir kere.
Niye merak ettin ? dedi , merak işte amca dedim ,anlam veremediğim bir güç çekti beni , istemiyorsan seni üzecekse anlatma dedim , otur dedi , bir tabure uzattı , vaktin varsa anlatayım ,anlatayım da hayretler içinde bıraktın beni be evlat , bu fotoğraf neredeyse benimle yaşıt ve bugüne kadar da senden başka hiç kimse merak edip sormadı hikayesini.
Diyafon’dan çay ocağına seslendi ” Oğlum bize iki çay gönder ” benimki mümkünse ıhlamur olsun amca dedim , derin bir iç çekişten sonra başladı anlatmaya biraz da titrek ses tonuyla:
” Atalarımız Kafkasya’dan göç etmişler buralara , Tatarköy’e yerleşmişiz şimdiki ismi İhsaniye’dir , aslen Çerkes’iz , ben o zamanlar küçüğüm , Gölcük’teki tek fotografçı dükkanı bizimdi o tarihte , okul ziliyle beraber öğleden sonraları babama yardım ediyorum , getir götür işleri iste , dün gibi gözümün önünde , bir gün sırmaları pırıl pırıl apoletleriyle üzerinde Denizci Üniformali bir bahriye subayı geldi dükkana fotoğraf çektirmek istediğini söyledi , heyecan içindeydi , acelesi vardı , Babam Ne bu telaş kumandan nereye yetişeceksin ? diye sorduğunda , bir kaç saat içinde tatbikat icin palamar çözeceğiz , yeni mezunum bu da ilk görevim acelem ondandır dedi , bir kaç poz fotoğrafını çektik ,ödemesini yaptı ,üç gün sonra dönüyorum , döndükten sonra alırım dedi ve çıktı gitti , bir daha hiç gelmedi O bahriyeli her gün sorar dururdu babam geldi mi ? diye ama ne gelen vardı ne giden , biz fotografı büyütüp vitrine koyduk , belki unutmuştur dükkanın önünden geçerse hatırlar diye düşündük , hep vitrindeydi , hiç kaldırmadık , epeyce bir zaman geçti , günlerden bir gün dükkan kapısının önünde biri içeri eğilerek ,fotoğraftaki subay aileden mi ? diye sordu , değil diye yanıtladı babam , bir süre önce çektirdi üç gün sonra gelip alacaktı hayli zaman oldu almadı , tanıdıksa siz verirmisiniz ? diyecek oldu , hiç gelmeyecek , cevabını alınca kısa bir şaşkınlık yaşadık babamla , göz göze geldik , akabinde aydınlığa kavuştu alınmayan fotografin sırrı , işte o zaman öğrendik ki bu genç deniz subayı , TCG DUMLUPINAR DENİZALTI’sinda şehit olan stajyer subay Güverte Teğmen BÜLENT ORKUNT ‘muş , soran da sınıf arkadaşı imiş , bizim için değeri daha da arttı daha bir anlam kazandı sahibini bulmayan o fotoğraf , işte o gün bu gündür bu dükkanın esas sahibi bu solgun fotograftır , bizim bir parçamızdır , dükkanın koruyucu azizi gibidir , herşey değişir , o fotoğraf daima aynı yerinde durur , çok gelip gittiler fotoğraf için doğrusunu istersen , donanmaya vermek gelmedi içimizden , bir baskısını sınıf arkadaşı eliyle ailesine ulaştırdık , daha ne kadar yaşarım bu işi yaparim bilmiyorum lakin nefes aldığım sürece bu fotoğraf benim diğer yarımdır , bende derin iz birakan çocukluğumun trajedisidir diyerek tamamladı anlatmasını.
Soğumaya yüz tutmus çayından bir yudum aldı , ayağa kalktı döndü arkasını , sol eliyle gözlüğünü kaldırdı alnına dayadı , sağ elinin tersiyle yanaklarından süzülen iki damla gözyaşını silerek sözde saklamaya çalıştı hüznünü benden ama nafile ben çoktan funda etmiştim sol yanimdaki iskele demirini.
Oysa 01 Nisan 1953 günü saatler 16h00’yi gösterdiğinde , Gölcük Ana Deniz Üs Komutanligi’ndan Komodor Forsunu çekip avara olurken içlerinden sadece beşinin geri dönebileceğini akıllarına bile getirmemişlerdi.
” VATAN SAĞOLSUN ” diyerek metanetle kocaman yürekleriyle veda ettiler , dillerinde Ege’nin o güzel türküsüyle ” Ah bir ataş ver cigaramı yakayım “
Bizans Kraliçesi, Hazar Türkü Çiçek 705–711. “Çiçek” ismi Türkçedir ve Hazar Türkleri bu ismi çok kullanır. Sonradan Vaftiz edilerek Hıristiyan olan ve Bizans Kraliçesi olarak İrene adını alan Hazar Kağanı Bihar’ın kızı olan Çiçek, 750 tarihinde bir erkek çocuk doğurur. Adı Leo olan bu çocuk, tarih boyunca Hazarlı Leo olarak anılacaktır.
Bizanlıların “Tzitzak” olarak telaffuz ettikleri Çiçek, düğününde, bir erkek kaftanı giymiştir. Onun bu giyim tarzı Bizanslılar arasında “Tzitzakion” isimli bir moda akımı başlatmıştır. Muhtemelen Orta Asya ve Hazar Türklerinin giydiği Kaftan, sonradan Bizans sarayının en favori giysisi haline gelmiştir. -Nuray Bilgili.
BİZANS İMPARATORİÇESİ: TÜRK ÇİÇEK HATUN-Kaynak : Tarih Boyunca Türk Kadını. Ed. Bedrettin Dalan, Yeditepe Üniversitesi Yayınevi.
Hazar Kağanı Bihar’ın kızı Çiçek Hatun, 732-750 yılları arasında Bizans Prensi V. Konstantinos ile evlenerek Bizans imparatorluğu’na gelin olarak saklanan bir Türk prensesidir. Bizans İmparatorluğu’nda vaftiz olan Hıristiyan olan Çiçek Hatun daha sonraları İrini/İrine’yi almıştır. V. Konstantinos’un imparatoru olduktan sonra Çiçek Hatun imparatoriçe olmuş ve Bizans – Hazar arasında ittifak sağlayarak Arap akınlarına karşı birleştirici bir güç olmuştur.
Nitekim Hazarlarda el sanatları gelişmiştir ve prenses Çiçek’in çeyiz olarak götürdüğü ev eşyası, elbise, altın ve gümüş kupalar Bizans’ta hayranlık uyandırmıştır. Hazar prensesi Çiçek Hatun’un Bizans sarayına gelinirken giydiği kaftana benzer elbiseler moda olmuş ve daha sonraları tören kıyafetlerine “tzitzakion/çiçekion” adının dürüstne yol açmıştır. Çiçek Hatun tek çocuğu olan Bizans prensi Leo’yu doğururken hayatını kaybetmiştir. 775 yılında IV. Leo, Bizans İmparatoru olmuş ve Hazar IV. Leo olarak anılmıştır.
BİLKE YORUM: Kültürler, gezginler gibidir, topluluklar arasında dolaşır dururlar. Göç, kız alıp vermeler, sermaye ve yönetim gücü……. daha bir çok nedenlerle coğrafyadan coğrafyaya yayılırlar. Kraliçe Çiçek kaftanı taşımıştır, gurbetçilerimiz de Avrupa’ya döneri. Kafkas Halk Dansları, göçle Anadolu’ya gelmiş, zarif figürleri, gösterişli kostümü ile beğenil kazanarak yaşatılmıştır. Doğunun halayları, davul- zurna ile uyumla sergilenen ayak figürleri; kaşık oyunlarının hareketliliği, zeybek başlığının zenginliği, duruştaki asaleti yurdumuzun zenginliğidir. Sanata ve kültürüne bilim ışığında sahip çıkan uluslar, özgürlük ve uygarlık yolundadır.
Bir gün babam, ‘ Dünyanın her yerine gidiyorsun, babanın köyünü merak etmiyor musun ’ dedi. ‘ Hadi gidelim ’ dedim. Vapura binip Giresun’a gittik. Giresun’dan Şebinkarahisar’a taksi tuttuk. Oradan Yaycı köyüne gittik. Babam doğduğu evi aradı, bulamadı. Kiliseyi aradı, bulamadı. Mezarlığı tarla yapmışlar.
Çocukken yüzünü yıkadığı üç gözlü bir çeşme vardı, o kalmış. Oraya götürdüler, yüzünü yıkadı. ‘Çocukken anam beni dövenin üzerine koyar, dolaştırırdı’ dedi. Hemen köylüler döven kurdu, babamı da içine koydular, döndü. Ben de fotoğraf çektim. Baktım, babam ağlıyor. Altı yaşında bıraktığı köyüne benimle beraber dönünce çocukluğu aklına gelmiş.
Sonra Sivas’a dönmek için araba tuttuk. Yolda giderken ‘Ah, unuttum’ dedi: ‘ Buranın karayemişleri meşhurdur. Anam beni İstanbul’a mektebe gönderirken yanıma torba içinde yemişler vermişti, onları yiyerek gelmiştim. Benim memleket sevgim, yemişle başlar. Geri dönüp alalım.’ ‘Baba, gözünü seveyim… 100 kilometre yol geldik. Şimdi yemiş için 100 kilometre geri gideceğiz, 100 kilometre tekrar bu tarafa geleceğiz, sabah olacak. Başka sefer alırsın’ dedim.
İstanbul’a döndük.”
“Babam dört ay sonra öldü. Meğer derdi, oğlunun onu köyüne götürmesiymiş.
Cenazeye gideceğimiz gün evin kapısı çaldı.
‘Kimsiniz’ dedim.
‘Dacat Güler’i arıyoruz’ dediler.
‘Dacat Güler’i kaybettik, şimdi cenazeye gidiyoruz, isterseniz siz de gelin’ dedim.
Meğer gelenler, köyde bizi gezdiren köylülermiş. ‘Siz de gelin cenazeye’ dedim. Yanlarında da bir sandık vardı. Baktım; karayemiş getirmişler. Babamın almak istediği, hasretini çektiği karayemişler… Çocukluğunda yediği, kokusunu aldığı, kendi memleketinin yemişleri…” “Hepsini ceplerime doldurdum, ceplerim şişti. Öyle gittim cenazeye…
Tam babamı toprağa koyacaklar, ‘Açsanıza tabutu’ dedim,