Babam 1945 yılında, 14 yaşında tam 72 km yolu yürüyerek bir günde Sinop’a ulaşmış. Okumak istiyormuş, müfettişler bu çocuk okusun demişler ama babası evin büyük oğlu diye okumaya göndermediği için valiye durumunu anlatmak amacı ile gelmiş. Olaylar öyle farklı gelişmiş ki, 14 yaşında çalışmak zorunda kalmış. Ama hep kafasında okumak ve meslek sahibi olma fikri varmış. Varlıklı bir ailenin çocuğu olduğu için, babası gururuna yedirememiş ve oğlunu gelip almış Sinop’tan.
Bu hikaye, babamın ölümünden sonra bize hatıra olarak bıraktığı, 1. bölümü 64, 2. bölümü 67 sayfa olan el yazısı anılarında yer alıyor. O anıları okudukça, köylü milletin efendisidir sözünün değerini daha iyi anlıyorum. Babam okuma aşkı, bilime tutkusu ile 4 çocuğunu okuttu. Ona hiç kimsenin desteği olmamıştı. O, ailesini kimseye muhtaç olmayacak duruma getirdi, onlara varlık bıraktı.
Ben, annem ve babam sayesinde köy kültürü ve sorunları hakkında bilgi sahibi oldum. Öğretmen olduktan sonra da kırsalların folklörü hakkında çalışmalar yaptım. Sorun temelden çözülmeyince, durum binanın temel taşının çürük olmasına benziyordu.
Göçmenler denilince aklıma, köyünde karnını doyuramayanların büyük şehirlere göçmek zorunluluğu gelir aklıma. Alt yapısı olmayan, imar izini verilmemiş, hisseli arazilere gece kondu yaparak yapılan geçici yerleşmeler. Ard arda zincirleme gelen sorunlar…Bu sorunlar arasında kültür unutuluyor, yaşam savaşı her şeyin önüne geçiveriyor. Bu durumdan nemalananlar da fırsatı kaçırmıyorlar.
Babam, senin hatırana saygıyla köylerin kültürlerinin yaşatılması, insanlara istihdam alanları oluşması için canla başla çalıştım hala da çalışıyorum. Yıl 2003-2004 Sinop dokuma tezgahlarında dokunan ürünlerin pazarlanması için çok uğraştım. Kar amacı gütmedim, sadece yöre insanımızın kazanmasını hedefliyordum. İlgilenen firmalarla ürünleri kodladık, numaraladık dosyalar oluşturduk.
Dokuma: P-10 Aynur Demirkol
Sinop üreticileri, Kapalıçarşı, şirketler, toplantılar, sunumlar derken, bakıyorum da epey yol almışız. O yıllarda Sinop dokuma üreticileri bu işten çok para kazandı. Yurt dışı, yurt içi pazarlarında ürünler ilgi gördü. Fakat toplu siparişlere Sinop ürün yetiştiremedi.
Dokuma P:8- Aynur Demirkol
SİYAD bu konuda çalışma başlatmış, kutluyorum. Sürdürülebilir olması ve çok insana istihdam alanı oluşturması açısından değerli buluyorum. Geçirdiğimiz aşamaları, Sinop ve Sinoplu’ya fayda sağlaması amacıyla paylaşıyorum.
Çocukluk yıllarından akılda kalanlar, zaman tünelinden geçince ne kadar da değer kazanıyorlar. Her birimiz o anıların bizi yaşadığımız zamana doğru sürüklediğini biliriz. Yaşımız kaç olursa olsun, bir anda hemen çocuk oluveririz.
Sokak oyunları, yaratıcılığı ortaya koyan oyunlardı. İnsani değerler, dayatılarak değil de yaşayarak kazanılırdı. Sanayi ve teknoloji gelişti, bilişim teknolojileri de aldı başını gidiyor. Değerler konusu ise negatife doğru bir ivme kazanıyor gibi görünüyor.
Kaybolan kültürler, kaybettiğimiz değerler konusunda ısrarımız bu yüzden. Bu gün, eski sokak oyunlarından birine yer verelim dedik.
Araştırma, Hasan MUSLU, yazı ve fotoları gönderdiği için teşekkür ediyoruz.
Yazı ve fotoğraf: Hasan MUSLU
ÇINGIRŞAK
Bayramlar yaklaşınca yüzümüzde sevinç gözlerimizde mutluluk olurdu. Eskilerde yaşandı eskilerde kaldı bayramlarda yaşanan o güzellikler.
Erkekler kendi hallerince günü geçirirken bayanlarda bayramlarda kurdukları Çınkırşaklarda doyası eğlenip bayramın tadını çıkarırlardı.
Uzun bir ağaç ortadan delinip diktikleri direk üzerine geçirmek şekilde yapılmış başit bir düzenek. Uzun ağaç ortasında açılan delik sabit direğe geçirilir. Geçirilen delik biraz geniş olup dönmeye imkân sağlar. Hatta belli bir dönmeden sonra gıcırdama sesleri çıkarır bunun için de çıngırşak adını almış.
Bayram günü işleri bitiren bayanlar öğleden sonra çıngırşak yerine gelir eş tutarak karşılıklı binip dönmeye başlar. Bir taraf yüksek de iken yere değen kişi topuğunu vurarak dönmesinin hızlanmasını sağlar sonrada diğer arkadaşı bunu yapar. Ne kadar hızlı ve uzun binerlerse geçerliydi.
Çıngırşağa sadece bayanlar değil erkeklerde binerdi. Bekâr genç ve erkek kızlar akraba ve diğer komşular sıra ile birlikte bayramı coşku ile geçirilirdi.
Bu Çıngırşağa binme âdeti çok yerde kalktı. Birkaç yerde ancak var. Kaybolan bu köy oyunlarından olan kültürümüz artık zamanla terk edilmiş ve unutulmuştur. Belki bir iki köyümüzde ancak kalmıştır..
Sesli harflerin, haykırma ve durum ifade etme gibi hallerde ilk insandan beri kullanıldığını düşünürsek yalan söylememiş oluruz. Sözcüklerin de insanlarla birlikte, binlerce yıldır yolculuk yaptığını fark etmemizi sağlar. Sinop adındaki SİN hecesinin tarihler boyu yaşadığı gibi.
Tüm toplumlarda ortak görünen bir enfantil simge-sesten, çeşitli dillere “yaşlı ve saygın erkek, baba” anlamına gelen sözcükler türetilmiştir. Farsçababa/babū < Sanskritçebaba (baba, muhterem kişi, derviş), Çince baba,Yeni Yunancapapá,Fransızca papa vb.
Sümercede: baba, Kas dilinde: baba, Uygurcada: baba, Türkiye Türkçesindeki gibi “büyük şeyh, dede” anlamlarıyla da kullanılır. Sümercedeki Ur-baba, za-baba gibi. -BİLKE-
Halkoyunlarımızda “zeybek” kategorisinde yer alan Ege Yöresi Halkoyunlarını zevkle izleriz. Peki ZEYBEK kelimesinin kökeni nedir?
Zeybek Sözü ve Kökeni:
Zeybek sözcüğünün kökeni hakkında bugüne kadar çok çeşitli ve birbirinden farklı görüşler ortaya atılmıştır. Halikarnas Balıkçısı Zeybek Sözcüğünü Mitolojiye şu şekilde dayandırıyor; ‘‘Homeros bu sözü ”olaks” diye Omeqa ile yazar. Omeqa ise, ona tanrıçanın ilkbaharda doğurduğu yumurtasının, ilkbaharda bölünerek iki ayrı “o” olmasıdır. Ayrılan bu yumurtalardan tüm yaratıklar ve bitkiler çıkmıştır. Böylece de ”Obekkos”, ”Tobekkos” ve ”İbakki” sözleri ”Zeybek” olmuştur.
Mahmut Ragıp Gazimihal, sözün Grekler tarafından kullanıldığını da belirtiyor. ”Yunanca’da ”b” sesi olmadığı için, onların dilinde Sayvakikos , Zaypapikos şeklinde Rodos ‘ta ise Turkikos’un aynı anlamda kullanıldığı ve kelimelerin aslının Saybak olup bizde kelimenin incelenip ve özleşerek Zeybek haline geldiği de açıklanır.
Divanı Lügatı Türk, Cilt I, sayfa 333 de Bekneg kelimesindeki Bek sözünün sağlam olduğu yazılmaktadır. Yine Divanı Lügatı Türk, cilt III. Sayfa 154 de Sağ sözünün Zeybeklik, anlayışlılık anlamında olduğu kaydedilmektedir. Divanı Lügatı Türk, Cilt I. S. 80’de s harfinin bazen Türk dilinde z okunduğu söylenmektedir. Zeybek sözünde sağlam anlamında bir (Bek) sözünün bulunması anlamı olan sağlam sözünü doğrulayacak ek ad olması şarttır.
Bek sözcüğü bir insan için kullanıldığına göre ek sözü, insanın niteliğini iyi yönünden anlatan söz, olması gerekir. Yani Bek sözü ile ancak anlayışlılık ve akıllılık anlatan Zag sözü ile birleşik ad olabilir ve şeklini alır. Bunu Türk dilinin yapısı zorunlu kılmaktadır. Türkçemiz ses uyumu kuralı burada da, karşımıza çıkmaktadır. Başta gelen kalın fakat hafif sesli hece, sonda gelen ince fakat sert heceye uydurularak okunur, kuralına göre Zag hecesi kendisinden sonra gelen sert, ince Bek hecesine uydurulmuş, Zeg olmuş Bek ile beraber anlayışlı, akıllı, sağlam, zeybek olarak Avrupa tarih kitaplarına geçmiş ve çağımıza değil Bozdağ, Dalgalı dağ köylerinde yaşamıştır.
Efe Sözü ve Kökeni Efe sözü Rumca ‘dan alınan “Efendi” sözünün kısaltılması sonucu geldiğini savunanlar olmakla birlikte “Efe” kelimesi efendinin tam karşılığı değildir. Efe genç, diğer anlamda delikanlı demektir. Örnegin; Efendimiz Sultan Alayhi Vesselam denir, Efemiz denmez.
Efendi Bizans dilinde sahip, okuma-yazma bilir demektir. Hoca Efendi, Kalem Efendisi, Hoca Efe, Kalem Efesi denmez. Fakat Efelerin Efesi denir (silah taşır yiğit). “Efe” sözcüğü “EFEB” den gelir. Efeb; genç delikanlı yani silah taşıyan yiğit demektir. Efeb teşkilatı Yunanistan’dan önce Anadolu da kurulmuştur. Bunlar tıpkı Zeybekler gibi dağ başında talim ederler ve daha sonra kente gelerek tiyatroda silah oyunları yaparlardı. Tiyatro yuvarlak olduğu için dansları da daireseldi. Bu dans aynı zamanda dinseldi. Celal Esad Arseven tarafından düzenlenen Sanat Ansiklopedisinde ”Eskiden asayişin korunmasına memur hafif silahlı bir sınıf askere verilen addır.” Selçuklular zamanında Aydın ve Teke taraflarında böyle bir askeri sınıf oluşturulmuştu ki bunlara Efe denirdi. Efe-Zeybek ve Kızan Arasındaki Bağıntı
Efe, Zeybek gruplarının başıdır. Zeybekler arasında kahramanlık yapmış cesur ve mert kişiler arasından seçilir. Efe olmak için Zeybekler arasında yaşça büyük olmak önemli değildir. Zeybek, Kızanlara göre daha çok kahramanlık yapmış cesur kişilerdir. Zeybekler efenin Emriyle kızanları yetiştirirler. Zeybekler, efelerin yanında birer kol beyi görevi görürlerdi. Zeybekler iyi silah kullanan cesur kişilerdir. Zeybeklerin maiyetindeki gençlere ”Kızan” denilir. Kızan çocuk anlamına gelse gerek. Çünkü Anadolu’da kimi oyunlarda kızlar delikanlı, delikanlılar da kız giysilerini giyerler. Kızan belki de önceleri başka anlam taşırdı. Günümüzde akıllarda kalan bazı Efeler ve Zeybekler şunlardır; Çakıcı Mehmet Efe, Yörük Ali Efe, Çakırcalı Efe, Saçlı Efe, Mestan Efe, Gökçen Efe, Sarı Zeybek, Kamalı Zeybek, Pepe Efe, Kıllıoğlu Hüseyin Efe, Demirci Mehmet Efe. Zeybek Oyunlarının Tarihte Ortaya Çıkışı-Cumhur Sevinç- Kaynak http://www.türküler. com
Araştırmalarımız içinde, memleketimizin korunmaya değer neyi varsa sırası geldikçe yer veriyoruz. Arşivimizde 1921 yılı GERZE araştırmalarını görünce, sizlerle paylaşmak istedik. Detaylı araştırmanın, bu gün sadece ACISU ile ilgili bölümünü sunacağız. Araştırmanın sonunda “12 Temmuz 1337 Ayancık Doktor Bahattin Kökdemir” yazıyor.
Araştırdık ve ulaştığımız bilgiler: (1892-Sinop- Gerze doğumlu)İstanbul Tıp Fakültesi Mezunu, Sıhhat Vekaleti İçtimai Muavenet Dairesi Reis Muavinliği ile VII. Dönem Sinop Milletvekili. Evli ve dört çocuk babasıdır.
1921 YILI GERZE ACI SU TAHLİL RAPORU:
MADENSUYU:Gerze’nin 5-7 Km. mesafede 200-300 m. İrtifada acı su karyesi dahilinde bir maden suyu mevcuttur. Bu su (ACI SU) namile maruftur asırlık kavlağan ağaçlarının önünde, 1m. kutrunda ve 1,5 m derinlikte adi duvar taşları ile örülmüş olan bir kuyunun dibi ve civarından çıkar bu su yarım asırdan beri burada bu halde çıkarmış.
Yazın ve kurak mevsimde dereceyi hararet + 5 11, + 5 15 raddesinde ziyade hamızı karbon gazına havidir. Menba yağmur suları ile sulandığında suyun hamızıyet ve gazıyet mıktarı azalır. Harb umumiden evvel civar kaza ve tebdili hava maksadı ile gelmekte ve şimal rüzgarlarına maruz olan bu tenha köyde bir müddet aram ve iktisap kuvvet ederek avdet etmekte imişler. Gerze kasabasında serin su olmadığından yazın sular tahta fıçılar içinde kasabaya nakledip satarlar. Bu su hazım için halkça muteberdir buradan suyu 1 metrelik değnek ucuna takılmış olan tahtadan bir yalak ile çekip içtikten sonra yere bırakılır. Su yevmiye 100 Lt. kadar sarf edilir. Gece birikir kuyunun üstü her ne kadar şemsiyevarı tertibatla örtülmüş ise de toz toprak yaprak ve saireye açıktır. 1335 senesi İSTANBUL’da sureti hususiyede tahlil ettirerek istihsal eylediğim rapor sureti bervechi arz ederim.
SUYUN RAPORU:
Kimyager Hulisi Aziz Sıhhiye Müdüriyeti Umumi Kimyahanesi
No:1744
Berrak manzarada lezzetli ve serbest halinde gaz karbonik harı olan bu madensuyu +100 derece hararetle 3,925 gram kulası yapsısa terk ettiği ve pek cuz’i miktarda Klor sodyum ile sanı ile halinde Kilis magnezi hadit almünü , sud ,potas ile eser silis ihtiva edip hamızı kavli maden suları evsafında olduğunu bılmuayene tebeyyün etmiştir.
1 Nisan 1335 Kimyager Hulusi Aziz
Bu suyun eteklerinde daha az miktarda olmak üzre daha hafif yeni su mevcut ise de istifade değildir.
Gelelim bu güne. 05.11.2020-VİTRİN HABER’ de Sinop İl Özel İdare Genel Sekreteri Sayın Yahya ÇINGIL ve İl Genel Meclisi Başkanı Sayın Yakup ÜÇÜNCÜOĞLU’ nun bölgeyi ziyaret ettiklerini ve bu suyu korumak için çalışmalar yapacaklarını anlattıkları haberini okumuş sevinmiştik.
Analizin yapılıp yapılmadığı hakkında henüz bir bilgi yayınlanmadı bildiğimiz kadarıyla. Değerlerimizi korumada geç kaldığımız kadar kaldık da, daha da geç olmasın diye Dr. Sayın Bahattin KÖKDEMİR’İ rahmetle minnetle yad ediyoruz. TIP kitaplarının, internette 2. el olarak satışı yapılıyor. RUHU ŞAD OLSUN.
İnsanlık için, memleket için yapılan bu tür araştırmalar çok değerli. analiz yapılalı tam 100 yıl olmuş, suyun 100 yıl önceki durumu ve bu günkü hali arasında karşılaştırma yapılması açısından önemli. Teknoloji bu kadar gelişmişken, neden geri kalalım ki. Çalışan, üreten, kalıcı işler yapan herkes var olsun.
29.01.2021- BİLKE-SİNOP EŞKİYASINI YAKALAMA GÖREVİ OĞLUNA VERİLİYOR
(1) Aşağıda, özeti yapılan Sinop yöresine ait eşkıya hikâyesinin üç nüshası mevcuttur:
“Rıza Nur İl Halk Kütüphanesi K. 47488;
Milli Kütüphane K.1635; Seyfettin Özege Koleksiyonu K.5926” Araştırmamıza esas teşkil eden hikâyenin Rıza Nur İl Halk Kütüphanesindeki nüshası, 22 Eylül 1339 (1923) tarihinde Sinop Matbaasında ve Osmanlıca olarak basılmıştır. Kitap, -ön söz de dâhil- 66 sayfadan oluşmaktadır.
Kitap kapağının arkasında, Mehmet Senai’ye ait “M.S.” rumuzlu “Bir İki Söz” başlığıyla bir ön söz bulunmaktadır. Burada yazar, doğduğu yere ait hissiyatını (Senai 1923, s.4) paylaşır:
“Doğmuş olduğum Sinop belki havası, suyu itibarıyla gayr-ı sıhhî, hayat-ı içtimaîyesi itibarıyla herkesçe arzu olunmayan bir yer olabilir. Fakat ben orayı çok severim. Orada duyduğum sükût ve inşirahı başka memleketlerde kendi odamda bile duyamam. Oranın insanları başkaları için belki çok aksi (somurtkan) çehreli kimselerdir. Fakat benim için o kadar güler yüzlü, o kadar ruh-ı aşinadırlar (tanıdık kişilerdir) ki; başka memleketlerde senelerce bir sakf (çatı) altında yaşadığım, kendilerine kalbimi açtığım dert ortaklarımda bile o kadar samimiyet göremem çünkü Sinop benim doğduğum, hayata gözlerimi ilk açtığım, ilk senelerimi yaşadığım ve ilk ihtisaslarımı (duygularımı) aldığım bir yerdir.”
FOTO- Kurtuluş Savaşı Kahramanları
KIRIK BİLEZİK
Sinop Jandarma Kumandanı Haydar Bey, yirmi seneden beri dağlarda gezen ve Sinop’un bütün köylerini titreten “Kurt” lakaplı şakiyi yakalamak üzere, Mülazım Nuri Efendi’yi görevlendirmiştir. Ona, “şimdiye kadar hiçbir müfreze kumandanına nasip olmayan bu işi başarması halinde, parlak bir madalya ile göğsünü süsleyeceğini hatta ölü yakalarsa beş yüz, diri yakalarsa bin lira mükâfat ile terfi de alacağını” coşkulu bir dille ifade eder. Ardından da “Haydi, oğlum, göreyim seni! Bu, ilk göreviniz olacak. Allah muvaffak etsin. Dönüşünüzde inşallah madalyayı göğsünüze kendi ellerimle takarım.” gibi teşvik edici sözlerle, genç mülazımı, gözlerini parlatacak derecede cesaretlendirir. Ancak, mülazıma belli etmese de, şimdiye kadar takibe çıkmış müfrezelerdeki pek az insanın geri gelebildiğini hatırlayınca, Sinop dağlarının müthiş “Kurt”una yeni bir av daha hazırlamış olmanın endişesine kapılır. Bir saat sonra, güneş İnce Burunun arkasına doğru inerken, Mülazım Nuri Bey’in kumandasındaki yirmi kişilik süvari takip müfrezesi yola çıkmıştır. Mülazım Nuri Bey; Kurt Mustafa Çetesi’ne dair (yağız atlarıyla binicilik ve atıcılıkta çok usta oldukları, kartallardan başka canlı bulunmayan dağlarda yaşadıkları, en son takibe gelen müfrezeyi son askerine kadar perişan ettikleri… gibi) söylenen bütün efsaneleri bilmekle birlikte, böyle mühim ve tehlikeli takibin kendisine verilmiş olmasının gururuyla, müfrezesinin önünde ve şahlanan kır atının dizginini kasarak dumanlı dağlara doğru iftiharla ilerlemektedir.
İki üç saat yol aldıktan sonra, atları dinlendirmek için, gecenin karanlığında mola verirler. Orman içindeki bu sükûnetli molayı, ufuktaki kızıl alevin ağaçlar arasında dalgalanışına karışan ve mısır patlağı gibi birbirini takip eden silah sesleri bozar. Görünüşe bakılırsa eşkıya Koçcuğaz köyünü ateşe vermiştir. On dakika sonra Mülazım Nuri Bey, tedbir amaçlı, yanına beş kişi alıp diğerlerini Ali Çavuşun emrine vererek köye doğru ilerlemektedir. Fakat sokağı döner dönmez büyük ağaçların altında yakılmış ateşi, etrafına çepeçevre dizilmiş başlıklı, poturlu silahlı insanları görür. Bu haydut kıyafetli adamlarla beraber orada toplanmış çoluk çocuk ve kadınlardan oluşan köy halkı, meydanlıkta büyük bir kalabalık oluşturmaktadır. Mülazım, şimdiye kadar hiç görmediği bir köy düğününe denk gelmiştir. Mülazım, selam verdikten sonra, köylülerle sohbete dalar. Köylünün “Fakir bir çobanımız vardı. Köy kızlarından biriyle üç senedir sevişiyorlarmış. Bu gece onları birleştiriyoruz. Hani Ağamız olmasaydı evlenemezlerdi ya!” izahı, Nuri Bey’in bakışını, çınarın dibinde oturmuş beyaz başlıklı ihtiyar adama yöneltir. Posbıyıklı, yüzünün çizgileri ıstıraptan derinleşmiş bir adamın gür kaşları altından mülayim ve müşfik nazarlarıyla kendisini süzdüğünü fark eder; adamın dudaklarında hafif, tatlı bir tebessüm vardır ve gece boyunca, adamın o bakışları, genç Mülazım’ın üzerinden bir dakika bile ayrılmaz. Tanyeri ağarırken ihtiyar adam, “Ahmet Ağa; bizim atları hazırlatıver!” nidasıyla oturduğu yerden kalkar ve Mülazıma, “Bu sefer iyice görüşemedik! Seninle uzun boylu konuşmak isterim. Bizi yalnız bırakma!” diyerek adamlarıyla birlikte düğün yerinden ayrılır. Bu esrarlı ve karışık hareketlerden hiçbir şey anlayamayan ve biraz da sabırsızlanan genç Mülazım, gidenin kim olduğunu sorunca, aldığı cevap karşısında irkilir: Kurt Mustafa! Hayret ve hiddetinden birkaç adım geri sıçrayan Mülazım,“Eyvah! Bana oyun ettiniz ha! Gösteririm ben size!” diyerek cebinden çıkardığı düdükle köy çıkışında bekleyen diğer askerleri de çağırır. Ardından, Kurt Mustafa ile görüşen ihtiyardan, onun Alasökü köyüne gittiğini öğrenince; Mülazım Nuri Efendi, müfrezesiyle birlikte ve tozu dumana katarak oradan ayrılır.
Alasökü’ye geldikleri zaman, Kurt Mustafa Çetesi’nin Sarıboğa istikametine gittiğini öğrenen Mülazım, onların hayvanlarının da kendininkileri gibi yorulmuş olacaklarını tahmin ederek, “belki Tombul civarında bastırabilirim” ümidiyle, müfrezesini o tarafa yönlendirir. Bir taraftan da, Kurt Mustafa’nın kendisiyle vuruşmaktan kaçınmasının sebeplerini düşünmektedir.
Kurt Mustafa’nın Tombul’dan da çıktığını o yol üzerindeki Emir Halil köyünde öğrenen Mülazım, tam oradan da ayrılacakken, köy ağasının istirahat teklifini kırmayarak, hayli yorgun düşen atlarını ve adamlarını burada dinlendirmeye karar verir. Mülazım, adamlarını gösterilen evlere yerleştirdikten sonra, kendisi de ağanın evinde misafir olur. Ağa, “Kurt Mustafa’nın başka eşkıyalara karşı köylerinin muhafızı olduğunu, her sene köylünün hâsılatından ona ayırdığı hisseyle geçindiğini, jandarmayla çarpışmamak için onlardan hep kaçtığını, hükümetin bu adamı elde etmek için sarf ettiği gayretin beyhudeliğini” anlattıkça, Mülazımın zihnindeki düşünceler de karmakarışık bir hal almaktadır. Ağa, Kurt Mustafa’nın Mülazım için bıraktığı mektubu vererek odadan çıkar:
“Mülazım Efendi, bu akşam Tombul’da sizi bekliyorum. Ne insan ve ne de hayvanlarınıza bir zarar getirmeyeceğimi söylemek isterim. Yalnız sizinle hususi olarak görüşeceğim.” Tombul yolunda istirahat verdiği başka bir köyün ağasından da Kurt Mustafa’nın hakkında benzer iltifatları duyan Nuri Efendi, hatta köylünün de onlarla birlik olduğunu anladığı için, bir baskına karşı askerlerinin tetikte olmasını tembihler. Kendisi de ayakta kalmak için dirense de, yorgunluk ve uykusuzluğa daha fazla dayanamayan başı göğsüne sarkar ve hafif hafif horlamaya başlar.
Mülazım, alnına dokunan sıcak bir dudağın temasıyla uyanır: Kurt Mustafa! Hemen silahına davranır ama karşısındaki adam silahsızdır ve teslim olmak için ellerini uzatmıştır. Mülazım, cebinden çıkardığı demir kelepçeyi kendisine teslimiyetle uzanan Kurt Mustafa’nın iri bileklerine geçirdikten sonra, “Size Emir Halil’de bıraktığım mektupla da haber verdiğim gibi, bence çok mühim şeylerden bahsetmek istiyorum. Bir iki saat kadar söyleyeceğim sözleri dinlemek lutfunda bulunur musunuz?” diyen adama şaşkınlıkla bakar ve başını “evet” anlamında sallar.
Kurt Mustafa, “bundan yirmi beş sene evvel bir dağ köyünde çobanlık yaparken çeşme başında gördüğü köyün ileri gelenlerinden birinin kızı Zeynep’e âşık olduğunu, onu istemeye gittiğinde babasından ağır hakaretler işittiğini, başkasıyla evlendirmeye çalışınca damadı öldürüp Zeynep’le kaçtıklarını, babasının onları yakalayınca birini hapse diğerini eve kapattığını, kendisi hapisteyken babasının işkencelerine rağmen Zeynep’in evladını dünyaya getirdiğini, Zeynep’in son nefeslerini verdiğini duyunca hapisten kaçıp ona yetiştiğini” sigara dumanına acının da karıştığı hırıltılı sesiyle anlatırken, Mülazımın yüzünde, az sonra kopacak bir fırtınanın öncesi durgunluğu vardı. Artık Kurt Mustafa’nın sözü nereye getireceğini tahmin etmekte; konuşmaya mecalsiz şekilde, dinlemeye de devam etmektedir: “Zeynep’in son sözleri, ‘Şu beşikteki, bizim çocuğumuz Mustafa! Oğlumuzu kendin gibi bedbaht etmeyeceğine; onu zengin, kibar, tahsil görmüş bir efendi yapacağına ve evladımızın refahını kendine yegâne gaye edeceğine son nefesimde bana yemin ver!’ oldu. Köyümün kadınlarından on sene evvel bir balıkçıya varmış Halime isminde Sinop’ta oturan biri vardı. Zeynep’in öldüğünü, çocuğumu bakması için ona getirdiğimi, ihtiyaçlarını karşılayacağımı ama çocuğumun bilmemesi gerektiğini söyledim. Sonra da, Zeynep’ten hatıra bileziği kırıp bileziğin iki parçasından birini kundağın göğsüne, ötekini de kuşağımın arasına sokarak evden çıktım.”
Mülazımın dudaklarından, olanları şimdi anladığına dair “Ah, demek boynumda senelerden beri kıymetli bir gerdanlık gibi taşıdığım kırık bileziğin esrarı bu imiş ha?” ifadesi dökülünce, kırık bileziğin diğer parçasını elinde tutan Kurt Mustafa’nın ağlayan sesi işitilir: “Evet oğlum! O bilezik parçası sana katil, mahkûm, şaki babanı tanımak için ananın bıraktığı bir yadigârdı.”
Beş dakika kadar ikisi de -hiçbir söz söylemedikleri gibi- en küçük bir hareket de yapmayarak öylece, hareketsiz, donuk nazarlarla birbirlerinin elinde parlayan kırık bileziklere bakarlar. Baba ile oğulun hıçkırıklar içinde birbirlerine sarılışı, Kurt Mustafa’nın bundan sonrası için yapılacaklara dair izahatıyla kesilir: “İşte yavrum, o günden sonra, senin için yaşadım ve yine senin saadetin için öleceğim. Yirmi seneden beri hiç kimsenin yakalamaya muvaffak olamadığı Kurt Mustafa’yı sen derdest edip hükümete teslim edecek ve mükâfatı da sen alacaksın.”
Mülazımın “Hayır baba! Benim için bu kadar fedakârlık etmiş, bu derece ıstırap çekmiş olan babamı cellâdın eline teslim edemem. Nasıl ki sen benim için hayatını, gençliğini her şeyini feda ettinse ben de senin için istikbalimi feda edeceğim.” şeklindeki feryadına rağmen, sesi ilk defa sertleşen Kurt Mustafa’nın kararı bellidir: “Israr etme diyorum sana! Senin temiz hayatını kendi kirli hayatıma raptedemem, istikbalin için böyle olacak. Ben öyle istiyorum. Babana itaatsizlik etmeyeceksin. Kelepçeyi bileklerime tak, jandarmaları çağır, yola çıkalım; yoksa gürültü yaparak jandarmaları buraya kendim çağıracağım.”
Mülazımın tüm ısrarlarına rağmen Kurt Mustafa’nın istediği olmuş, kelepçe bileklerine geçirilmiştir. On beş dakika sonra, önde Mülazım, arkada elleri kelepçeli olarak Kurt Mustafa evin kapısında görünürler. Köylüye “Benim atımı getirsinler!” diye seslenen Kurt Mustafa, adamlarını da teskin eder: “Oğlum Ömer, arkadaşlarına söyle, dağılsınlar. Peşimize düşmesinler, haklarını da helal etsinler.”
Önden giden iki jandarma Kurt Mustafa’nın yakalandığını Haydar Bey’e haber verdiği için, büyük bir kalabalık, Rıza Efendi Türbesi’nin civarındaki kumluğa yayılmış, müfrezenin görünmesini beklemektedir. Nihayet “Geliyor, geliyor!” sesleri arasında, -Kurt Mustafa, elleri kelepçeli ve gözleri yerde bir şekilde ortalarında yürüdüğü halde- müfreze yaklaşmaktadır.
Jandarma kumandanı, genç Mülazımı kucaklar ve onu “Tebrik ederim, Nuri Bey Oğlum! Seni millet namına tebrik ederim. Vatan, millet senin gibi gayretli gençlerin hizmetlerini unutmayacaktır.” sözleriyle takdir edip madalyayı takarken, Kurt Mustafa’nın dudaklarında -oğlunun şerefini görmenin gururuyla- sadece Mülazımın fark edebildiği bir tebessüm vardır. Binbaşı ve arkadaşlarının tebrikleri arasında sıkışan Mülazım, akıntıya kapılmış bir kütük parçası gibi dairenin loş koridorlarından geçerken, arkasında jandarmalar Kurt Mustafa’yı, babasını getirmektedir
Kurt Mustafa’nın, oğlu Mülazım Nuri Efendi’ye sahip çıkmak için gösterdiği çaba ve hikâyenin sonundaki baba ile oğulun kavuşma anındaki duygusal yoğunluk; hikâyeyi bilinen eşkıya anlatılarının uzağında bambaşka bir konuma taşımıştır. Nitekim Kurt Mustafa’nın köylüye kol kanat germesi, jandarmayla çatışmamak için gizlenmesi, halka zulmeden başka eşkıyaların karşısında durması, köylülerin verdikleri yiyecek dışında hiçbir şeye el sürmemesi gibi durumlar; yukarıda söz edilen duygusal bağlamda ele alınırsa, hikâyedeki özgün tarafın temayla ilgili olduğu düşüncesini destekleyecektir.
Görülüyor ki “Kırık Bilezik” hikâyesi, iki yönüyle benzer örneklerinden ayrılmaktadır: Yazılı halde olması ve bir eşkıya hayatının alışılmışın dışındaki hususiyetleriyle sunulması. Bu durum; benzer örneklerin tespit ve tahlilleriyle zenginleştirilirse, “eşkıyalık” kavramının – sadece toplumun genel kabulleri doğrultusunda değil- bireyin iç dünyası ve hayata iyimser bakışı yönüyle değerlendirilmesine kapı aralayacaktır.
akademik araştırma:
(PDF)Eşkıyalık Hikâyelerine Sinop’tan Bir Katkı: Kırık Bilezik -Veysel Ergin1
Önce ebe seçilir. Üç çizgi belirlenir. Birinci çizgi ebenin yeri, 2. Çizgi oyuncuların yeri, 3. Çizgi ise başlama noktasıdır.
1. EBE————————yananlar
2. KALE———————-
3. OYUNA BAŞLAMA —–
Ebe 1. Çizgide arkası dönük durur. “ZEMBEK ZÜMBEK DAVUL ZURNA 1, 2, 3” der önüne döner. Bu arada 3. Çizgide duran oyuncular ebeye doğru yürürler. Ebenin sözleri bitene ve dönene kadar yürüyebilirler. Ebe dönüp söz bitince dururlar. Eğer ebe, hareket halinde birini görür ise, o kişi yanmış sayılır ve 1.çizgiye alınır. Birinci çizgide bekler.
Birinci çizgi muhakkak duvar gibi olmalı, yakalananların bir ayağı duvarda olmalıdır. Ebe, sözlerini tekrarlar ve oyun devam eder. Yakalanan çıkar, yakalanmayanlar ebenin arkasına gelirler. Ebe, “embek zümbek davul zurna 1, 2, 3” derken oyuncular ebenin arkasına vurup yananlarla birlikte kale duvarına doğru koşarlar. 2. Çizgiye kadar yakalanan ebe olur. Kimse yakalanmazsa aynı kişinin ebeliği devam eder.
Çağımızda çocuklar telefon, bilgisayar kullanma alışkanlığı kazandılar. Her şeyi kolay elde etmek istiyorlar. Sokakta oyun oynayarak büyüyen çocuklar ise özgür ve sosyaldiler. Oyun kurmak, oyuna insan almak, sayıyı oluşturmak için çaba sarf ediyorlardı. Birbirleri ile iletişim kurarak yaparak yaşayarak öğreniyorlardı. Oyunlar unutulmasın diyor ve SİNOP çocuk oyunlarını kültür arşivimizde saklıyoruz. Okuyucularımızla paylaşmaya devam edeceğiz.
Bir zamanlar herkesin evinde olan özel dikim yorganlar, artık yerini fabrikasyon yorganlara bırakmaya başladı. Yorgancılık mesleği, gün geçtikçe yok olmaya yüz tutuyor dense de, mesleğin önemini kaybetmediği anlaşılıyor.
Boyabat’ta bu mesleği uzun yıllardır Nazmi ÖZBEK Ustadevam ettirmektedir. Halen yorgancılık yapmaya devam etmektedir ve iki oğlunu da yorgancı olarak yetiştirmiş.
Kendisine mesleği ile ilgili sorular sordum; o da cevapladı:
“Aslen Ayancıklıyım. Bu mesleğe ilkokulu bitirince babam sanat öğrensin diye yorgancının yanına verdi Daha 13 yaşındaydım. Elli yıldır bu mesleğime devam etmekteyim. İki oğlumda bu meslekte yetişti. Bu gün fabrikasyon ve elyaf yorganlar pek tercih edilmiyor el dikimi yorganlara talep var. Yorganlarda çok çeşitli ve isimlerde modeller olup müşterinin isteğine göre dikilir yorgan iğnesi ve yüksüğü de farklıdır. Yüksük üstü kabartmalıdır.
” dedi
Yorgan ölçü almada kullanılan malzemeler şunlardır: Mezur, metre,kalem, kağıt.
Yorganla ilgili ildiğimiz birçok atasözleri ve deyimler olduğunu biliyoruz .Bu deyimler ve ata sözleri:
Dikilen yorgan çeşitleri Gelin yorganı. Beşik yorganı. Çocuk yorganı gibi değişik amaçlarla dikilen yorganlardır. Her dönem el yapımı yorganlara ihtiyaç duyulmuş ve değerli bir meslek olarak devam etmektedir..
Yorgan Türkçe bir isimdir. Eski Türklerin “yoğurkan” sözü yorgan şekline girmiş yatarken üste örtülen örtü anlamını kazanmıştır.
Yorgan kelimesi Kıpçak dillerinde “yogurgan” nogayda’da da”yuvurgan” Altayca’‘da “yurkan” Kırgız Türkçesin de “çurkan” Türkmen türkçesinde “yorgan” Uygur Türkçesinde “yodkan” olarak kullanılmaktadır. Kaşkarlı mahmur u kelimeyi “yoğurkan” şeklinde kullanmış. Eski Türkçe de bu kelimenin anlamının “üstlük örtünülen örtü” manasını taşındığını biliyoruz.
GDO zararlıları yaşamımıza gireli, organik sebze, organik meyve artık hepimizin gündeminde. İnsan elindekinin kıymetini bilmez derler ya. Yaptığımız da aynen bu. KRAL ÇIPLAK demiyoruz ve yanlışlara göz göre göre göz yumuyoruz, yumduğumuzla kalmayıp hayatımızın içine de kabul ediyoruz. Geliyoruz bu günlere. Su bozuldu, hava bozuldu demek doğru olur mu? Sanırım BOZDUK demek daha doğru olacak. Doğanın bize sunduklarının kıymetini bilemedik.
Kültür konusuna değer vermemiz bu yüzden. Kolaylıkla yaşamdan çıkarıverdiğimiz unutulan değerler, bizi bu günlere getirdi. İnsan sanayi devrimiyle giysisini, kullandığı eşyaları, yaşadığı evi geliştirdi de; akıl ve duygusal zekası yarar anlamında ne kadar yol aldı düşündürüyor gerçekten.
Bu gün kaybolan kültürlerimizden eski değirmenlere yer vermek istiyorum. Boyabat’tan Hasan MUSLU hazırlamış ve göndermiş. Yazıyı gönderdiği gibi aynen yayınlıyorum.
Hasan MUSLU
Araştırma-Derleme
SU DEĞİRMENLERİ
Boyabat ve çevre köylerinde su ile çalışan değirmenler teknolojik yenilikler nedeniyle güncelliğini yitirmiş olduğundan kullanım dışı kalmıştır. Değirmenin kurulu olduğu binalar da bakımsızlıktan çürümüş ve çökmüş halde. Bulunmaktalar.
Az sayıda olan su değirmenlerinden hiç çalışanı olmadığı öğrenildi. Boyabatın bir çok köyünde değirmenler vardı. Gazidere ve Gazidere tabaklı çok bilinenlerden olup dağ köylerinde olanlar tamamen yılıp kaybolmuşlardır. Geçmişte Boyabat merkezde Su ile çalışan iki değirmen bulunduğu bilinmektedir. Birisi Şamlılar değirmeni panayır yolunda diğeri de bu gün yeni mahallede Şamlılar çeltik fabrikası olarak işletin yer.
Burası ilk defa Dink olarak keşkek, bulgur dövme yeri, sonra un değirmeni, daha sonra çeltik dövme yeri olarak faaliyetini sürdürmektedir. Geçmişte İlk sahibinin kuyumcu Esat diye bilenen şahsa olduğu aktarılmaktadır. Panayır yolundaki değirmeni tamamen dağılmış.
Değirmenciliğin tarihi
Muhtemelen göçebe yaşam biçiminden yerleşik hayata geçiş ile birlikte yaygınlaşmaya ve gelişmeye başlayan değirmenlerin ilk defa nerede ve kimler tarafından kullanıldığı tam olarak bilinmemektedir.
İlk çağlardan MÖ. 1 yüzyıllarda orta Asya’da icat edildiği ve oradan yayıldığını, bazı tarihçiler de su ile işleyen her türlü makinenin dolaysıyla değirmenlerin ilk olarak Çin’de icat edilip kullanıldığı belirtilmekte.
Türkçe bir kelime olan değirmen kahve buğday nohut gibi taneleri öğüten araç veya alet. İçinde öğütme işlemi yapılan yer.Değirmeni işleten kişiye de değirmenci denilmektedir.
Buğday mısır gibi hububatların una dönüştürülmesinde kullanılan değirmenlerin kullandıkları enerji kaynaklarına göre çeşitleri vardır. El değirmeni, Ayak değirmeni, Su değirmeni, Yel değirmeni, Gelgit değirmeni.
Değirmenler sadece tahıl öğütmek için kullanılmamış zamanla dokumacılık zeytin ve şeker kamışı ezme ve şarap endüstrisi gibi farklı alanlarda da değirmenlerden yararlanılmıştır.
Genelde taştan bir ya da iki katlı olarak yapılan su değirmenleri 5×10 m boyutlarında,2.5 m yüksekliğinde yapılardır.
Değirmenler Anadolu da şahıslar. vakıflar yada imece usulü ile işletilmişlerdir. Değirmenciler öğütülen üründen miktarına göre belli bir oranda hak alırlar. Boyabat köylerinde alınan bu hakka değirmenci hakkı derler.
Hikaye ve masalların içinde gizli dersler saklıdır. Hikayeler halkın yaşadığı olaylardan var olurlar. İnce nükte ve ders özelliği taşırlar. Değerlerin kaybolduğu günümüzde, yeni nesil sanal dünyanın oluşturduğu normlar arasında zaman geçirmektedir. Hepimize ders olacak bir hikaye:
“Annemden, herkesin yaşamına ders olacak güzel bir köy hikâyesi dinledim. Çocukluğumda dinlediğim bu hikâye bana, ömür boyu unutamayacağım bir hayat dersi olmuştur. Annem hikâyeyi, Tilkilik köyünde büyüklerinden dinlemiş.
“Çocuk, ilk defa değirmene tek başına gidecekmiş. Buğday çuvalını almış sıkı, sıkı giyinmiş. Sorumluluk almaktan mutluymuş. Evden çıkmadan babasına” değmende nasıl ekmek edecem” diye sormuş? Baba: “Oğul, değmene zallu koca gelü, sana ekmek ediverü” demiş. Zallu goca gelince bi yapulu ki”. Çocuk “zallu goca yardım edecekmiş, ne iyi“diye sevinmiş. Gitmiş değirmene.
Buğdayı öğütmeye başlamış, derken gece olmuş. Buğdayları koyuyor, öğütme devam ediyormuş. Çocuk “daha sabaha kadar buradayım karnım da acıktı, yahu bu zallu koca nerede kaldı gelemedi” diye düşünmüş. Ateş yakmış, ısınmış, etrafta ne var ne yok bakmış. Sağa bak, sola bak derken ne gelen var ne giden. Bir taraftan da karnı iyice acıkmış. Baktı ki gelen giden yok, değirmenin hamur teknesini almış önüne, öğüttüğü undan biraz koyup su ile karıştırıp hamur yapmış ve küle gömmüş. Tuzsuz ve mayasız pişirdiği kül çöreğini iştahla yemiş. Hem acıktığı, hem de hayatında ilk defa kendi başına ekmek yaptığı için ona çok tatlı gelmiş.
Eve gelince babası“ oğul nettin” demiş. “ Baba bekledim bekledim zallu koca gelmedi, ben de unu hamur ettim kül çöreği yaptım.” “Bak oğul” demiş baba, “işte zallu goca gelmiş ve sana çöreği yaptırmış”.
Hikâye bu… Kullanılan zallu kelimesi, zorlu işle karşılaşma- zorda kalma anlamındadır. Güçlüklerin bize hayatı öğrettiğini anlatır. Her insanın kendi ayakları üzerinde durarak, zorluklara karşı çözüm üretmesi gerektiğini vurgular.”
Yaşara SARIKAYA- Bir İnci Memleketim/2010, sayfa: 412
Boyabat, İsfendiyar sıradağları ile Ilgazlar arasında yer almaktadır Yöre halkı, her dönem ilçenin doğal avantajlarını kullanmış ve çevrede varlık göstermiştir. Boyabat’ın etrafı dağlarla çevrili olduğundan, doğal olarak korunan bir yapısı vardır. Eski tarihlerde, bu yapı önemli bir özelliktir. İlçe, eskiden sancak olan Kastamonu’ya çok yakın olduğundan, resmi ilişkilerini rahat sürdürmüştür. O tarihlerde Sinop’un, Anadolu illerine ve İstanbul’a ulaşımını sağlayan önemli bir merkezdir.
Boyabat, bu gün Sinop’un ilçeleri arasında ticari hareketliliği ile öne çıkar. Sinop’ta, nüfusu en fazla olan ilçemizdir. İlçe çevresinde bulunan Vezirköprü, Kargı ve Taşköprü, gelenekler açısından Boyabat ile benzer özellikler taşır. Bu benzerlik, yöreye göçen Türkmen ve Yörük topluluklarının geleneksel yapısından ileri gelmektedir.
Strabon coğrafyasında, Taşköprü Pompeipolis; Neapolis ise Vezirköprü’dür. Boyabat adı hakkındaki bilgiyi Strabon’un şu anlatımlarında arayabiliriz. Strabon[1]: ”Ilgaz Dağı etrafında, Sinopis yakınındaki ülkeyi kasdediyorum. Ilgaz dağı olağanüstü yüksek ve tırmanması zordur. Bu dağın her yerinde kurulmuş olan tapınaklar Paflagonyalıların elindedir. Etrafındaki Blaene ve Domanitis oldukça verimli topraklardır. İkincisinin içinden Amnias ırmağı geçer” der. Yazının devamında savaşlar anlatılır ve sonra: “……Ve burada yapılmış bir iskan olan Pompeipolis kent olarak ilan edildi. Bu kentteki Sandarakurgion Dağı (Kırmızı Zırnık Dağı) Pimolisa’dan uzak değildir ve şimdi harabe halindeki bu krali kaleden ötürü ırmağın her iki yanındaki ülkeye Pimolisene denmektedir. Sandarakurgion Dağının yapılan madencilikten dolayı içi boşaltılmıştır. Çünkü işçiler altında büyük oyuklar açmışlardır. Maden vergi mültezimleri tarafından işletilmekteydi ve burada suçlarından ötürü pazarda satılan tutsakları madenci olarak kullanmaktaydılar” diye devam eder.
Prf.Dr.Bilge Umar, Domana, Domanitis, Tuwana, Tumana büyük olasılıkla Durağan yöresidir der. Blaene, Pala için Prf. Dr. Sedat Alp Kastamonu çevresidir demektedir. Strabon’un şu ifadesi önemlidir: “Sinopis yakınındaki ülke”. Ilgaz Dağı etrafında Çankırı, Çorum ve Kastamonu’nun bazı yerleşkeleri vardır. Fakat hiç biri, Durağan, Boyabat ve Saraydüzü kadar Sinop’a yakın değildir.
Bu konu bize ne kazandırabilir? Yöremizin tarihi dokusu, kendini apaçık ispatlamaktadır. Eski kültürlerin varlığı, ilçenin turizm alanında gereken yerini bulmasını sağlayacaktır. Yöre insanımız, korunaklı olan bu dağların ardına gelip yerleşmiş ve 1085 tarihinden beri sadakatle devlete görevlerini yerine getirmiştir.
Güzel memleketimizin, her bir karışı çok değerlidir. Bu güzellikleri korumak, geliştirmek ve yaşatmak hepimizin görevidir. Dünyaya egemen güçlerin yarattığı tabloda, bizler neredeyiz? Küçük ölçekli kısa vadeli yapılanmalar, yutan sermaye sistemi içinde yok olup gitmektedir. Tüm Sinop nüfusunun büyük çoğunluğu göçle büyük şehirlere taşınmıştır. Türkiye’de inşaat, tekstil, tarım, gıda, medya ve daha sayamadığım birçok sektörün hangisinde yer almaktayız? Doğal olarak bize sunulan tarihi birikimden faydalanmalı ve gecikmeden turizm sektöründe yerimizi almalıyız.