12.02.2022-Seyfullah ÇALIŞKAN

Öyküleri fazla yormamak lazım. Onlar canı isteyince kendilerini anlatırlar. Kelimeleri küflü bir kova ile kuyudan su çeker gibi çıkarmak anlatıcıyı mutsuz eder. Tatsız, tuzsuz, bölük börçük bir kurgu içinde debelenip tükeniverir.
Bırdırcın zamanı o kasabaya incecik yağmurlarla gelir. Sonbahar sabırla bekleyen son ateş böceklerini yakıp yakıp söndürür. Yarısı kuru, yarısı çiğli ve ıslak istif dikenleri üzerinde. Gecenin içinde yanan fosforlu kuyruklarıyla sabaha kadar beklerler. Kış gelmeden, yazın son kırıntıları kırlardan silinmeden önce son bir sevişmeyi düşlerler.
O kasabanın bıldırcın mevsimini anlatmak benim harcım değil. Ben sadece palamutlar çaparalarda (çapari) görünmeye başladığında vaktin, saatin gelip çattığını biliyorum. Gecede ilk yankılanan ve ok gibi uzayan bir ses duyulur. Buna kimisi bıldırcın ebesi ötüyor der. Kimisi de kurbacı kuşu sesi bu… Ben o kasabanın doğma büyüme yerlisi değilim. Öyle olsa babamla geceleri bıldırcına çıkmış olurdum. Ada başından Korucuk altına kadar her otu, her ağacı her çalıyı adım adım bilirdim.
Yağmur çiseliyor bu akşam. Abalı çayırları cıvıl cıvıl kuş olacak. Sonrasını anlatmaya korkuyorum. Löküsler, algarlar ve yürekleri yerinden çıkacak kadar heyecan içinde insanlar kendi karanlığında kalsın. Bütün av hikayeleri boynu vurulan, kafası koparılan kuşlara çıkar. Konuyu değiştirecek mecalim de yok. Bıldırcınları anlatacak hevesim de… Bırakalım yiyecek artıkları birikmiş tabaklar masada kalsın. Yarısı içilmiş kadehler, devrilmiş tuzluk ve ezilmiş sigara izmaritleri de kendi halinde. Susarsak diyorum, susarsak bıldırcınların son çırpınışları ve çaresizlikleri silinir aklımdan belki.
