Köydeki evimizin altında hayvanların barındığı ahır, odunluk ile birlikte tavukların barındığı kümes vardı. O yıllarda, bu gün gibi saat çeşitleri yoktu. Evimizde kurmalı zemberekli bir saat vardı. Sık, sık arızalanırdı. Saatimizin bozuk olduğu zamanlarda kümesteki gür sesli horozumuzun ötüşünden vaktimizi anlamaya çalışırdık.
Eğer horoz gecenin ortalarında ikilerde falan öterse;
“İlk horoz vakti” derdi babam.
Sabaha yakın saatlerdeki ötüşüne de, sabah yaklaştı diye saatin hemen kaça geldiğini horozun ötüşüne göre tahmin ederdi. Anam Mutlaka horozun ikinci ötüşüyle birlikte kalkar, o gün yapılacak işlere erkenden başlardı. Evin bütün işleri ona bakardı. Yalnızdı, ne yardımcı kızı ne de gelini vardı.
Önce babamın sabah yemeğini hazırlar, aşağı dama iner inekleri sağar, onlara yemini verip, eşekleri doyururdu. Kümeste dışarı çıkmak için acele eden tavukları salıverir onları yemlerdi. Bunlar ne ki gün boyu bir sürü işler onu beklerdi. İnekler saat dokuza doğru keşik güden çobana katılacak, dam temizlenecek. Akşamın odunu çırası hazırlanacak, samanlıktan hayvanların samanı getirilecek, temizlik yapılacaktı. O günün sütü pişirilecek varsa yayık yayılacak, böyle yoğun işleri tamamlayıp üstüne üstlük bir de tarlaya giderdi.
Çift sürme zamanı babama tarlada yardım ederdi. Hasat zamanı da orak biçer, ekin toplar tırmık çekerdi. Eve dönünce bu işlerin bir bölümü gene yapılacaktı. Bazen de ben yardım ederdim. Elektrik yoktu. Odamız gaz lambası ile aydınlanırdı. Evin Gaz lambasını yakmak, ocağı yakarak evi aydınlatmak bazen bana düşerdi. Babamın işi daha da ağırdı. Anam aynı işleri usanmadan yapar asla yorulmazdı. Yoksulluğun getirdiği sıkıntılar bitmezdi. O yıllar geçinebilmek hayli zordu. Gelir yoktu. Bazen anam boş zamanlarda ıstar dokur Babama destek olmaya çalışırdı.
Benim anam ömrü boyunca bir erkek gibi hep çalıştı O lüks giysiler giyemedi Ayakkabıları hiç yeni olmadı. Gezemedi, göremedi. Sinop neresi tanımadı. Ömrünü yokluk yıllarında, zorluklar içinde tamamladı. Azimli, çilekeş tam bir Anadolu kadınıydı. Onun yokluğunu her zaman yüreğimde hissediyorum
“Dernek binamızın 20 metre yakınlarında oturuyor Tayyip SANDALCI. Değerli komşularımızdan. Yaşamını ne güzel kaleme almış Tayyip Ağabeyimiz. anılarının her satırı gelecek kuşaklar için örnek olacak ve iz bırakacak nitelikte. O şimdi hasta yatağında; yazdığı anıları bizimle paylaştığı için teşekkür ediyor, kendisine acil şifa diliyoruz.
Kent ve köy kültürlerinden yaşama yansıyanlar arasındaki farklılıkların uyuma dönüşme örneklerini yayınlamaya devam edeceğiz. Yaşam içindeki karşıtlıklar, bilinç ışığında değerlendirildikçe, her birimizin bilinç potansiyeli arttıkça, uygarlığa yol alacağız. BİLKE”
BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ -3-TAYYİP SANDALCI
3-4 yıl böyle geçmişti…………..
Bu yıllarda babam İstanbul’da çalışıyor, köyün bütün işleri benim sırtımda idi. Çiftçiliğe dair ne varsa her şeyi yapmaktaydım. Yaptığım işler yaşıma göre ağır işlerdi (13-15) .
Köyün yaşlısı Hayri hoca şöyle demişti:
” bu köyde iki çalışkan adam var, birisi Tayyıp, diğeri de Bilolun dayama” demişti. Dayama iç güveyiye denir, askerliğini yapmış iri yarı aslan gibi adamdı dayama. Her yetişkin öküz arabasına sapı yığıp yayladan kışlaya gelemezdi. Yollar 3-4 km ama kötü bir off-road gibiydi, eğer sapı arabaya sağlam yığamazsanız sap inişlerde bir yerde dağılır arabadan düşer yeniden yamada sıcağın altında sap yığmak mecburiyetinde kalırsın ki bu bir adamın başına gelebilecek en kötü durumdu.
En zoru da çift sürmekti benim için. Kara sabanla çift sürmek belli bir enerji gerektiriyordu, koştuğun öküz güçlü ve eğitilmiş olmalıydı. Hiç unutamayacağım böyle bir yıl yaşamıştım. Kömüşlerimiz yaşlanmış çok ağırlaşmışlardı, gençleştirmek gerekiyordu. Son baharda Gerze’de panayır kurulur, genelde hayvan pazarı hareketli geçerdi. Diğer çadır eğlenceleri de kurulurdu. Yaşlı mandalarımızı getirip, gençlerle üste para vererek takas ettik. Genç güzel, uyumlu bir çift malak alıp döndük köye. Ancak, ben acemi malaklar acemi, kocaman bir çiftlik sürülecekti, malaklar boyunduruk görmemiş güçleri yetmiyor sabanın peşinde benim de gücüm yeterli değil. Kabaçam denen mevkide büyükçe bir tarlamız vardı, killi topraklı, toprak jiklet gibi sabana sarar sabanı kabul etmezdi. Bir hafta boyunca bu tarlayla uğraşmıştık. Aslında normal şartlarda yetişkin bir adam iyi bir öküzle bir günde sürebilirdi bu tarlayı. Zaman zaman dışkımdan kan geliyordu, sabanı karnımla bastırmaktan. Gücüm yetmedikçe hayvanlara ve önünde yürüyen eşime vurduğum bile olmuştur. Allah afetsin.
Arazimizin bir bölümü 1 saatlik %40 eğimli bir yolla çıkılan yayla mevkiinde , bir bölümü ise 1,5-2 saatlik mesafede usta köyünde bulunuyordu. Ekim-nisan ayları arasında hava müsait olduğu hergün mutlaka çift sürme işi devam ederdi.
Bir de çobanlık vardı bu yaşamın içinde: kış gelip kar oturduğunda köy merkezi ve yaylalar artık uzunca bir süre kar altında kalacaktır, çobanlıktan başka yapılacak iş yoktur, bu günlerde koyun keçileri alıp kardan etkiyi azaltmak, hayvanların yiyecek kökçe bulabildiği Derekışla’ya inilirdi. Dere kışla, köy merkezinden yaklaşık 300m düşük rakımlı vadinin tam da tabanında, tepelerden bakıldığında denizden (doğu-batı) dağlara yukarı yavaş yavaş belli bir eğimle uzayıp giden bir kanyon bir vadiyi andırır. Ağacın dalları gibi kollara ayrılarak zikzaklarla Göktepe ormanına çıkar bu vadi. Koyun keçi sahiplerinin Derekışla’da ilkel bir mandırası ve çoban kulübesi bulunurdu. Bizimde burada bir mandıramız vardı hayvan kışlatmak için . Mandıra iki katlı idi, keçiler bir katına koyunlar diğer kata konur yada karışık konurdu. Mandıra çobanın kaldığı kulübeye oranla daha muntazamdı. Bizim kulübenin bir cephesi mandırayla ortak duvara, arka cephe toprağa dayalı, ön cephe kapı ve hemen kapının bitişiğinde ocak, diğer sağ cephede 2-4 cm çapında yaşken 3-5 cm çapında, meşe ve çitri dallarından sepet zembil örgüsü gibi örülmüş arası sarı toprak saman karışımı ile sıvanıp doldurulmuş, yaklaşık 2×2 ve ya 2×3 ölçüsünde bir kulübe idi. Altında keçi çöpüründen dokunmuş döşeğin içinde ince bir yün veya keçi çöpürü, üstünde yine birkaç tane keçi çöpüründen dokunmuş döşek. Bu örtülerle gecenin soğuğuna karşı koymak çok zor olurdu. Mecburen ocağı sürekli yakmak durumundaydınız, gündüzleri hem hayvanları otlatırken diğer taraftan gece yakılacak odunu temin etmek işin önemli bir bölümü idi. Neyse ki yakın çevrede odun boldu gece sık sık kalkıp ocağın ateşini canlı tutmalısınız. Genelde gündüz kıyafetleri ile yatılır ki üşütüp hasta olmayasın. Çobanın günlük kıyafeti; yünden dokunmuş aba ve pantolon başında da yine yünden dokunmuş başlık bulunurdu.
Ayva’da ramazan imamlığı yaptığım zaman teravihi kıldırıp mandıraya geldiğm oluyordu bazen.
Beyaz bir köpeğim vardı Çatalkaya’dan ıslık çalardım vadinin karşı yakasından çaya iner çaydan geçip ters denilen yerden yukarı ormanın içinden sadece yaya ve at eşek le geçilebilecek yamalardan yukarı önüme gelirdi. Bütün bunlar 15-20 koyun bir o kadar da keçi için yapılırdı. 2000’li yıllarda Acun Ilıcanın Survivor programını izlerken hep dere kışladaki yaşam koşullarını hatırlardım. Köpeğin koyunların ve sen birde Allah. Akşam geldiğinde kendine çorba, köpeğine yal yapacaksın su dereden elektrik çam çırası…
Ekmek birkaç günde bir köyden gelir. Ekmek katığı (ekşi pekmez gibi dayanıklı ekmek katığı, şansın varsa evde pişen yemekten yemek de gelebilir) ama bu her gün değil. Hava şartları elverişli değilse gelen giden olmaz, başının çaresine bakmak zorundasın.
Çok uzun sürmezdi bu serüven ama sert ve zor geçerdi. Doğayla uyum içinde olacaksın. Hayvanları doğanın bu zor şartlarından daha az etkilenmesi için biraz deneyimli olmalısın. Rüzgarın yönüne göre daha az rüzgar alan, daha çok güneş alan yerleri bileceksin günlük hava koşullarına göre hareket edeceksin böylece Aralık-mart ayları arası oldukça zor geçen kötü hava koşullarından daha az etkilenerek ilk baharın kuyruğunu yakakalamaya çalışırsın.
Dışarıda lapa lapa kar yağıyor, ben de ahşap köy evinden dışarıyı seyrediyordum. Yukarıdan aşağıya inen kar taneleri değil de sanki notalardı. Portenin, arştan yeryüzüne kadar inen beşlisi üzerinde notalar yerleşiyor, melodileri de yüreğime iniyordu. Beni benden alıyor, senfoni orkestrasının konserine götürüyordu.
“Ayşe Hoca, gız Ayşe Hoca”
Birden bu sesle irkildim, Ümmehan’ın sesiydi bu. Okula en yakın evin bir odasında kalıyordum. Ümmehan evin en büyük kızı idi, Hacer Teyze’nin ineği doğum yapmış ne olur beni de oraya götür demiştim.
“Efendim” dedim.
“Babam çığır açtı, Hacer Yenge’ye gidiyon, geliyon mu?”
“Biraz bekle, geliyorum” dedim.
Hazırlandım, çıktık. Siyah lastik çizmelerimi giydim. Eğer çığır açılmasa, kar kesinlikle çizmeden içeri dolardı. Neyse ki komşu yakındı ama kar bizi bir hayli oyaladı. 15 dakika sonra eve geldik.
Ümmehan mert yürekli bir kızdı. Açtı kapıyı, daldı içeri. Ben kapıda bekliyorum, Hacer Teyze,
“ gel hocanım kızım” dedi.
Girdim, sevimli buzağı evin içinde değil mi? Ocak ateşi çıtır, çıtır yanıyor, buzağı da evin içinde dolaşıyordu, sevdim doyasıya. Teyze bu soğukta buzağı üşümesin diye eve getirmişti. Buzağı büyüyecek, inek olacak süt verecek, teyze yoğurt yapacaktı. Ayran yayıp ondan da yağ çıkaracaktı. Köy yerinde kıymetliydi buzağı.
Bizim köy kadınlarımız taşı sıksa suyunu çıkarırlardı. Ne kadar çalışkan, ne kadar dayanıklıydı kadınlarımız.
Ümmehan,
“Hacer Yenge odunu ne ettin” dedi.
“Kızım oduna gidemedik, mısır köklerini edivedim, unları yakıyon” dedi.
Her taraf çam ormanıydı ama çam ağacı kesmek yasaktı. Diğer ağaçlar da her yıl odun ihtiyacı için kesildiğinden, kalın değildi. Köylü dağdan odun diye çalı çırpı getiriyordu. Odunlarını sonbaharda hazırlayanlar, kışın rahat ediyorlardu. Hazırlamayanlar da işte Hacer Teyze gibi mısır köklerin yakıyordu.
Ben buzağıyı seviyordum, birden Ümmehan’ın kahkahası yükseldi.
“Ne diyon Hacer Yenge doğrumu”
Ben anlamadım, kulak kabarttım.
“ Doğru kızım doğru, kar doldurunca eşeğe iki gün yal vemedim. O da acıkmış damın kapısını yemiş” dedi Hacer Teyze.
Eşeğin kapıyı kemire kemire karnını doyurmasına çok üzülmüştüm. Ümmehan bu olayı daha sonra konuşup konuşup gülecekti. O konuştukça gülecek, benim de yüreğime bıçak saplanacaktı.