RSS

Etiket arşivi: bilke şafak sarıkaya

TÜRKİYE’NİN SİNOP SEVDALISI İLK TURİZM POLİSİ

SİNOP SEVDALISI-07 EYLÜL 2019- Şafak SARIKAYA

Eskiler bir başkaydı. Size, eskilerden saygın bir kişiyi anlatacağım. Evet, o bambaşka biriydi. Kendisi Türkiye’nin ilk turizm polisiydi, aynı zamanda da bir Sinop sevdalısıydı. Adı, Keramettin Sönmezgil. Memleketi, İstanbul.

Onunla ilk tanıştığımızda ben 20 yaşındaydım. O zaman, Sinop İskele girişindeki tek katlı Turizm Danışma Bürosu’nda gönüllü rehber olarak çalışıyordum. Bu bina, daha sonra iskele alanı genişletilince yıkıldı. Büro’nun hemen yan tarafında da, bir polis karakolu vardı. O sene 3 ay o büroda yüzlerce belki de daha fazla turiste yardımcı olmuştum.

Bir gün uzun boyu, beyaz kasketli, pos bıyıklı yaşlı bir adam belirdi. Yüzünde ilginç bir gülümseme vardı. Durdu binaya baktı, gülümsedi ve bir geri adım attı. Elini ağzına götürdü ve ne kadar tuhaf gibi bir işaret yaptı. Kapıya çıkıp, “Yardımcı olabilir miyim”, dedim. Hulusi Kentmen’den daha babacan bir ifadeyle bana birkaç soru sordu. Yaşımı sordu, öğrenince çok genç olduğumu söyledi. Ben bu işi senelerce yaptım,  Türkiye’nin ilk turizm polislerindenim dedi. Ne tesadüf, o tek katlı binada yan yana hem turizm bürosu hem de polis karakolu vardı. İçeri davet ettim, çay ikram ettim. Daha sonra beni sık sık ziyarete geldi. Sinop’tan evlendiğini, eşi nedeniyle yazları Sinop’a geldiğini anlattı. Sıklıkla, ben sizin (Sinop’un) damadınızım derdi. Kendisi gerçek bir İstanbul beyefendisiydi. Konuşması, kıyafeti, oturması kalkması ile İstanbullu olduğunu hemen anlardınız. Yani 4-5 göbek eskiye gidildiğinde memleket olarak ancak anne tarafından bir Gümüşhane çıkıyordu.

Zaman içerisinde ben İstanbul’a yerleştiğimde Kadıköy Rıhtım Caddesi’ndeki evine ziyaretine giderdim. Her gidişimde, bir tören eşliğinde eski siyah beyaz fotoğraf albümü açılır, Sultanahmet’te Kraliçe 2. Elizabeth’in karşılanışı, turizm polisi olarak onun refakati ile ilgili fotoğraflar gösterilirdi. Sinoplu değildi ama eşine duyduğu sevginin de etkisi ile Sinop’u çok severdi. Askere gitmeden önce, Okullar Caddesinde çalıştığım abimin kuruyemişçi dükkanının önünden geçerken gördüm onu. Dükkandan koşarak çıktım ve yanına gittim, düşünceliydi. “Bugün eşimi kaybettik, cenazeden geliyorum”, dedi. Çok şaşırmıştım, taziyede bulundum. Ama eşi ile tanışmak hiç nasip olmadı. Eşini çok severdi, Sinop’u da öyle.

Keramettin Amca, eşi vefat ettiği halde, Sinop’tan kopmayacak, Sinop’tan ev kiralayacaktı. Bizim aile, ondan çok bahsettiğim için görmemelerine rağmen onu tanıyordu. Bir gün kiralık ev ararken bula bula bizim evin alt katını tutmak istediğini ve evi tutmak isterken herkesin kendisini tanıdığını görünce çok şaşırdığını öğrendim. Birkaç yıl bizim kiracımız oldu. Yeniden evlendiği eşi ile yazları orada oturdu. Sonra Sinop’tan, kendine ev satın aldı.

Yaşı benden büyüktü ama arkadaş gibiydik. Daha sonra hastalandığını ve 2015 yılının Ocak Ayında, Keramettin Amca’nın öldüğü haberini aldım. Babam, Keramettin Amca’nın öldüğünü duyunca çok üzülmüştü. Soğuk bir Şubat günü, babamla beraber Keramettin Amca’nın mezarını çok aramıştık. Müdürlük, isim ve soyadından Kerametin Amca’nın yerini bulamadı. Ada ve pafta numaralarını bilmiyorduk, çabalarımız sonuç vermedi. Çukurbağ Mezarlığını o kadar dolaşmıştık ki; anılar gözümde canlanıverdi. Amerikalı James Ogborne’dan, Alman Cristia Asmus Beker ‘e kadar Sinop’u sevip oraya gömülmek isteyenler ve daha niceleri vardı. Babam midesi ağrıdı ve çok üşüdü, geri döndük. Babam hastalanmadan 1,5 yıl kadar önce böyle yaşadık bu hikayeyi.

TURİZM BÜROSUNDA ÇALIŞTIĞIM ZAMAN

Yaşamı, hep zamana göre tanımladığımızı düşünüyorum. Mesela kelebeğin ömrü 1 gün diye bilinir. Aslında kelebeklerin ömrü, 2 hafta ile 6 hafta arasında değişir. Bazı kelebekler, 3 ay kadar bile yaşayabilirler.

Ama ilginç olan bazı kelebek türlerinin bir günlük ömrünün, hücre bölünmesinin hızlı olmasından dolayı, insanın 80 yılına denk olmasıdır. Bu durumda 70 yaşında ölen bir insan mı daha uzun yaşar, 25. saatini gören bir kelebek mi sorusu aklına geliveriyor insanın. Bu şekilde düşünecek olursak, kelebekten daha kısa bir ömrümüz olduğu aşikâr. (1)

Kozadan larvaya, larvadan kelebek olma dönemini ise, hiç dikkate almıyorum. İnsanın yaşlanması da hücre bölünmesi işleminin yavaşlaması ile hız kazanıyor. İçimizdeki en yaşlı hücrenin ömrü de birkaç günlük. Yani biz hücre denen sistemlerle oluşturulmuşuz.

Çukurbağı, Sinop’u pazara kadar değil mezara kadar sevenlerle doluydu. James Ogborne, Cristia Asmus Beker, Ahmet Muhip Dıranaz ve diğerleri. Bu vesileyle Türkiye’nin ilk turizm polisi Başkomiser Keramettin Sönmezgili’i size tanıtmak, tanıyanlar için de anmak istedim. Bu arada mezarının yerini bilen varsa ve söylerse çok sevinirim. Babama gösteremeyeceğim ama en azından ben yerini öğrenmiş olurum.

Toprağı bol olsun, huzur içinde uyusun. Kibar, hoş sohbet, centilmen, saygın bir kişiliği olan Türkiye’nin ilk turizm polisiydi. Mekanı Cennet olsun!

 

ŞGS

 

1-Zülfü LİVANELİ, Kardeşimin Hikayesi

 
 

Etiketler: , ,

BERDUŞ- Şafak SARIKAYA

BERDUŞ 

Rüzgar hafifçe esiyordu, Murat Abi’nin kahvesinin önünde, Cemal ile Suat tavla oynuyorlardı. Pulların sesi ileriden çok rahat duyuluyordu. Birden, Suat yüksek sesle güldü ve Murat Abi’yi hafifçe dürttü.

-Bak, Berduş geliyor dedi.

Berduş Rıza her zamanki gibi zil zurna sarhoştu. Yalpalaya yalpalaya geldi, gözlerini hizalamakta güçlük çekiyor, gözleri kayıp gidiyordu. Kirli saçları, hırpani kılığı ile korkunç görünüyordu. Ama o muhitte herkes onu tanır ve zararsız olduğunu bilirdi, bir zararı varsa kendineydi.

-Gençler, ne yapıyorsunuz, dedi.

Cemal gülerek ona seslendi:

-Gel Berduş, otur şöyle.

Suat düşmesin diye kolundan tutup oturmasına yardımcı oldu. Cemal, bağırarak:

-Murat Abi, Berduş’a bir orta kahve diye seslendi.

Murat Abi, sessiz sessiz kafasını salladı. Kahvesi her zaman hazırdı ama Berduş gururluydu, bedava kahve içmezdi hele bir de inadı tutarsa, kalkıp giderdi. Ama bu üçlü istisnaydı. Emekli Öğretmen Hakkı Amca da, Berduş’a sürekli yiyecek verirdi, bazen para verdiği de olurdu. Hakan Abi ile çocukluğu beraber geçmiş çok iyi arkadaştılar ama son 5 yıldır görüşmüyorlardı, küsmüşlerdi.

Mahalleli onu severdi. Berduş da bunun farkındaydı ve suistimal etmek istemezdi. Hem Cemal hem de Suat, Berduş’u çocukluklarından beri tanırdı. Cemal, Berduş’un omzuna dokundu ve sordu:

-“ Abi, nasılsın, bir ihtiyacın var mı?”

-“Yok, dün bir rüya gördüm, rüya mıydı, gerçek miydi anlayamadım” , dedi.

Suat sordu:

-“Hayrola?’”

Berduş devam etti, “Rüyamda ölmüştüm ve kendi cenaze namazımda saftaydım. Kiminin elinde cep telefonu mesajlaşıyor, kimi başka birisi ile sohbet ediyor, cenazede olduğunu unutup gülüşenler bile vardı. Bir köşede Hakan’ı gördüm, görüşmüyoruz biliyorsunuz. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, Hakkı Amca da, çok üzgündü. Hakan’a başın sağ olsun dedim, dostlar sağ olsun dedi, beni tanıyamadı. Cenaze namazını kılarken hoca sordu nasıl bilirsiniz diye, bir an düşündüm kendimi nasıl bilip bilmediğimi fark ettim.

Cemal gözlerini açmış Berduş’u şaşkınlıkla dinliyordu. Murat Abi kahveyi getirdi:

“Düşünme bunları Berduş”, dedi.

Berduş işte böyleydi, pis kokar, ağzı içki kokar ama o ağızdan şaşırtıcı sözler dökülürdü. Kimin aklına kendi cenaze namazına katılmak gelirdi.

Cemal, Berduş gittikten sonra, Suat’a döndü:

-“2 gün önce Berduş’u bir turist sandala bindirmiş gezdiriyordu. O kadar mutluydu ki, görmeliydin” dedi heyecanla. “Gözlerinin içi gülüyordu, sandaldan inince yanıma geldi, güzel bakan insan güzel görür” dedi ve denize bakarak “bu Hollandalı benim gibi birini sandala alıp, hiçbir menfaat gözetmeden gezdiriyorsa o kişi benim için dünyanın en kıymetlisidir”sözleri döküldü ağzından. Hafif ağlamaklı, dudakları titreyerek:

-“Güzel gören, üstündeki kıyafeti görmez, o kıyafetin, o tenin çirkin kokusunu duymaz, ağızdan çıkan telaffuzlara, çirkin sözlere çok takılmaz.” dedi ve ağır ağır yürüdü, gitti.

Suat:

“Berduş bize her zamanki gibi insanlık dersi verdi, elin Hollandalısı bu garibi böyle sevindirmişse, ne sevaba girmiştir,”  dedi.

Birkaç yıl sonra bir köşede alkol komasında iken ölü bulundu Berduş. Cenaze namazı kılındı nasıl bilirsiniz diye soruldu, Suat, Cemal, Murat Abi, Hakkı Amca hep beraber “iyi biliriz”, dediler. Suat ile Cemal sessizce bakıştılar. Hakan Abi cenazeye bile gelmemişti.

.

Hayat böyle bir şeydi zaten.

Kendi gitmiş kala kala akılda sözleri kalmıştı:

“İnsan güzel bakarsa karşıdakinin ne kılığını ne de kıyafetini görür, insan güzel bakarsa ne pis kokusunu duyar, insan güzel bakarsa ağzından çıkan kelimeleri değil anlamını fark eder ve değer verir” demişti.

Önemli olan güzel bakmak, görmek.

Berduş, kendi gitti, sözleri kaldı yadigar.

 

ŞGS

 
 

Etiketler: , , ,

SOKAĞIN SESLERİ

Şafak Gündüz SARIKAYA- 30 HAZİRAN 2019

Ne güzel insanlar geçerdi kapımızın önünden

Kimi elinde davulu,

Kimi akordeonu.

Yanından eksik olmazdı köpeği kiminin,

Kiminin de gülümsemesi yüzünden.

Tarzan Kemal’den önce,

Davulunun sesi gelirdi kulaklarımıza,

Sonra adımlarını duyardık.

Köpekler de ardı ardına

Yürürlerdi hep birlikte yeşile doğru dostça….

Deli Emin küçük davuluyla gelirdi sokağa. Sessiz, sessiz gelip sessiz, sessiz giderdi. Önce utanarak boğazını hafifçe temizler, sonra aynı hafiflikle başını kaldırırdı. Etrafına mahcupça bir bakış fırlatır, sonra başını öne eğerdi. Hele bir de karnını doyurdu mu? Sevine sevine, geldiği gibi sessizce giderdi.

Rahmetli teyzem, her geçişlerinde onlarla sessiz bir iletişim kurardı. Teyzem sezgileri çok güçlü, sadece mecbur kaldığın zaman çok az konuşan, insanlarla iletişim kurmayan biriydi. Etrafında olan biten hiçbir ayrıntıyı kaçırmadığını görürdük. O, bizim için çok değerliydi. Bu insanların her geçişinde yüzünde hafif bir tebessüm belirir ve için, için sevgisini gülümsemesine yansıtırdı.

Neydi bu insanların sırrı? Kaygısız, içten, menfaatten uzak, hakiki, dingin bir gülümsemenin bedeli. İnsanlara, imbikten süzülmüşçesine bir rahatlık bırakan; dersle, terbiyeyle öğretilmesi zor, doğal hal ve tavırlardı.

Tarzan Kemal’in, Deli Emin’in davul sesi, iç dünyalarının bir yansıması gibiydi. Hayata bakışlarını, davulun ritmi ile anlatıyorlardı. Dinlediğim zaman, o ses sanki bir kitabın sayfalarını teker teker aralıyor, okumak da insanı hiç yormuyordu.   Tarzan ve Deli Emin’in giyimleri kendilerine hastı. Deli Emin, camilere gider namaz vakitlerini kaçırmazdı. Tarzan, sadece kışın giyinir, yaz ve baharlarda doğanın güneşinden faydalanırdı. Biz onları unutamıyoruz, çünkü üst giysilerinden çok, içlerinde sakladıkları güzellikler aklımızdan çıkmıyordu. Tarzan’da kıyafet yoktu, ama kifayet çoktu.

Bir de her daim gülen ama aynı zamanda şık olan Şenol belirirdi sokakta. Şenol, sürekli iyi giyinirdi. Takım elbisesini bazen bir papyonla ya da kravatla tamamlar, elleri arkaya bağlar, mahalleyi teftişe gelmiş edasıyla hacıyatmaz gibi ağır ağır yürürdü. Başında bir kasketi olur havalı olsun diye onu biraz yan takar ve ağır ağır konuşurdu. Çocuklar onunla dalga geçmeye çalışırlar, muzip ve çokbilmiş bir tavırla ironi yaparak cevaplar verir çocukların kafasını karıştırırdı. Şenol bir anlamda biz kaçın kurasıyız der gibi bir kaşını hafifçe yukarı kaldırır, bu birkaç saniye sürerdi, siz kiminle dans ediyorsunuz der gibi yüzünde bir mimik belirirdi. Ama bir yandan da sabrın, tevazunun güçlü bir örneğiydi. Mutlu ve gülen Sinop’un o zamanlar kuvvetli bir timsaliydi, yüzünden gülümseme hiç eksik olmazdı. Demek ki, şehrin havasında, suyunda tılsımlı bir etki vardı. Bu da havayı kapsıyor insanları etkiliyor, mutlu ve güler yüzlü Sinop oluyordu.

20190701_092659

foto, Eczacı Seyhun ÜSTÜN’den alınmıştır, üst köşedeki küçük foto, Sinoplu Kore Gazi’sine aittir

Ramazanları ellerinde süslenmiş kayıkları ile helesa (1) manileri söyleyen çocuklar gelirdi sokağa. Seslerini sokağın ötesinden duyardık. “Heyamola”, diyerek mani başlar, çok sevdiğim “ayva varsa taşlama” kısmı gelirdi. sonra maninin içinde bana çok komik gelen “dan dili dandan kuyruğu yandan” mısralarına sıra gelirdi. Sanıyorum bu ifadeyle anlatılmak istenen fareydi. Helesa kelimesi Yunanca deniz anlamında kullanılıyordu.  Kelimenin kökeninin deniz sözcüğünden gelmiş olması, Helesa’nın gemici ezgisi olarak Trabzon Rize illerinde de söylenmesi, kültürlerin nasıl da yayıldığını ve her ilde farklı yerel motiflerle doldurulduğunu gösteriyordu.

Gerek Ramazan gerekse Kurban Bayramında Davuli, sokağımıza konuk olurdu. Kendinden emin ifadesi ile ve eşsiz tekerlemeleri ile sesi, sokağımızda yankılanırdı. Yanında yardımcısı olur, elinde uzunca bir sopa ve ucunda bir bayrak bulunurdu. Bu sopa rengarenk süslenmiş bir flamaya benziyordu. Davuli, ritmik çalan davulcusu ile birlikte maniler söyler, ciddiyetini asla yitirmezdi. Tiyatral yeteneğini de ustaca konuşturan Davuli her geldiğinde, babam bu eşsiz gösteriyi hiçbir zaman karşılıksız bırakmaz bahşişi çıkarır  bana verir, ben de Davuli!nin yanındaki asistanına uzatırdım. Davuli, mani sonunda “bahşişi aldım, giderim” der, giderdi. Ne güzeldi eski bayramlar.

not: fotoğraf Zeynel.Z.ÖZCAN’IN fotoğraf sergisinden fotoğraflanmıştır

Bunun yanı sıra, üzülen suratlar da vardı. Sokaktan her geçen mutlu değildi. Herkesin dalga geçtiği, down sendromlu olduğunu tahmin ettiğim bir genç vardı. Genç olmasına karşın minyondu, tipi nedeniyle çocuk zannedilirdi. Kimi zaman bariton sesiyle irkilip ne dediğini anlamaya çalışırdık, o buna gülerdi, peşinden biz de gülerdik. Bu sebeple çocuklar kendisiyle dalga geçerler, özellikle kızdırır, ergenliğe adım atan bariton sesini duymak isterlerdi. Bir gün hastaneden geldiğini ve annesine başını yasladığını gördüm, çok hastaydı, gülen halinden eser yoktu. Annesi için zor olmalıydı ama acı içinde annesine sarıldığını ve kadıncağızın çaresizliğini, ümitsizliğini yüzünde görmüştüm. Daha sonra annesiyle birlikte, kömür zehirlenmesinden hayatlarını kaybettiklerini öğrendim. Annesi ona o kadar çok şefkatliydi ki, kader onu annesinin arkasına bırakmadı.

Evet, ne güzel insanlar geçerdi ama ne çaresiz insanlar da geçerdi sokaktan. Hemen bir aşağı sokakta, ağzından köpükler saçan ufak bir çocuk aniden karşınıza çıkardı. Zeka yaşı ne kadardı bilmiyorum ama giyimi, kuşamı hali hareketi insanları kaçırırdı.  Bir gün annesi ile beraber sokakta görüldü. Anne çocuğuna ne güzel ilgi gösteriyordu. İnsanlar ona ve çocuğuna garip ve utançla bakarken o, çocuğuna daha fazla, daha da fazla sevgi sunarak eksiği tamamlamaya çalışıyordu. Hayat ne garipti, herkes kendi penceresinden bakıp duruyor, kimse birbirini anlamıyordu.

Ne güzel insanlar geldi ve geçti bu sokaktan.  Şimdi bu sokaklarda ne davullarının sesi, ne de onların sesleri kalmadı ve tebessümleri de.

Ama o bilgelik, o tevazu, o güler yüzlülük asla unutulmadı. O sabır, o annelik o şefkat unutulmadı. Tılsım devam ettiği sürece yeni Tarzan’lar, yeni Şenol’lar, yeni Emin’ler, yeni Davuli’ler, yeni anneler gelmiştir belki.

Kibirden uzak, güler yüzlü Sinop’un yüz gülümseten müşfik insanlarına saygı ve rahmetle.

 

ŞGS

 

1-Helesa, Ramazan ayında iftardan sonra çocukların ev ev dolaşıp maniler söyleyerek ve bahşiş toplayarak yaptıkları tören. Sinop’un yanı sıra, İnebolu’da da benzer törenler yapılmakta.

 
Yorum yapın

Yazan: 30 Haziran 2019 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , ,