Şehrin sembol isimlerinden biri olan ve 6 yaşında bırakıldığı Deyrul Zafaran Manastırı’nda 70 yıldır annesini bekleyen Cercis Kaptan (Bahe) 2014 yılında vefat etti. Bahe için hayatının anlatan bir belgesel dahi yapılmıştı.
Bahe’nin Mardin’deki hikayesi annesinin onu 70 yıl önce Deyrul Zafaran Manastırı’na bırakmasıyla başlamıştı. O günden bu yana manastırda yaşayıp bahçıvanlık yapan 76 yaşındaki Cercis Kaptan, ‘Bahe’ adıyla biliniyordu.Mardin Kırklar Kilisesi başpapazı Gabriel Akyüz:
’Bahe’nin Süryani camaatinin sembolü olduğunu belirterek, “Annesi 6 yaşında iken kendisini Delrulzafaran Manastırı’nda bırakıp gitti. Bugün yani 76 yaşına bastığı bugünlerde bile annesini bekliyordu” dedi.
Bahe, bir süre önce rahatsızlararak hastaneye kaldırılmıştı. Özel bir hastanede tedavi gören Kaptan, p yetmezliğinden yaşamını yitirdi.
Bahe’nin vefatı Süryaniler başta olmak üzere Mardin’de büyük üzüntü yarattı. Mardin Valisi Ahmet Cengiz, Bahe’nin Mardin’in sembolü olduğunu belirterek, ölümünden büyük üzüntü duyduğunu dile getirdi.
HAYATI BELGESEL OLMUŞTU
Mardinli yönetmen Haydar Demirbaş, geçen yıl Bahe’nin yaşamını anlatan ’Misafir’ adlı belgesel film çekmişti. Yönetmen Haydar Demirtaş, annesinin Bahe’yi 6 yaşındayken 70 yıl önce ekonomik sıkıntılardan dolayı manastıra bıraktığını belirterek şunları anlatmıştı:
“Annesi iki kız kardeşi ile birlikte Suriye’ye gitmek zorunda kalıyor. Ve ona ’Bu manastırda bekle seni almaya geleceğim’ dedikten sonra gidiyor. Belgesel, Bahe’nin o günden bugüne 70 yıl boyunca manastırda büyük bir özlem ve umutla annesini beklediği hayat hikayesini içeriyor. Belgesel filmimizi yaparken, Bahe üzerinden Süryani’lerin kültürünü, dilini, tarihini de anlattık. Bahe’nin çocukluktan bugüne manastıra emek verme sürecini anlattık.”
Fransa’nın Grad bölgesinde küçük bir köy olarak bilinen Pont-Saint Esprit, kendi halinde yaşayan insanlardan kurulu, sessiz ve sakın bir yerleşim alanıydı. İnsanların günlük ihtiyaçlarını karşılamak için işinde gücünde olduğu kasaba 16 Ağustos 1951 günü tarihi bir olaya uyandı. O gün sanki herkes aklını yitirmiş gibiydi. Bazıları halüsinasyonlar görüp akıl almaz hareketler yaparken bazıları sadece mide bulantısından, baş ağrısından ve günlerce süren uyuyamama probleminden şikayet ediyordu. Fakat şu bir gerçekti ki herkeste bir anormallik vardı.
Aynı gün evinden çıkan bir kadın ise kendisine kaplanların saldırdığını söylemekteydi. Köydeki herkes hayal görüyordu. Yaratıklar, ejderhalar, kaplanlar, yılanlar ve daha niceleri köylüleri çıldırtıyordu.
İlginç yaratıklar gördüğünü söyleyen yaklaşık 300 insan incelenmeye başlandı. 50’si ise kontrol edilemediği için akıl hastanesine yatırıldı.
Hastaneye yatırılmaları da durumun kontrol edilmesini sağlayamadı. Doktorlara kalbinin yerinden çıktığını ve onu yerine koymaları gerektiğini söyleyenler bile vardı.
Uzun süredir kasabayı delirten ve toplamda 7 kişinin ölümüyle sonuçlanan olayların sorumlusu olarak ise köyün fırıncısı gösterilmekteydi.
Olayları araştıran Dr. Gabbai, Dr. Lisbonne ve Dr. Pourquier makalesinde şu ifadelere yer verdi:
“Olayın bir başlangıç noktası herkes bir fırından dağıtılan ekmekleri yedikten sonra bir hallere giriyordu. Ekmekten yenilen miktar ise insanların akli dengesini belirleyen etken oluyordu. Az yiyenlerde 6 ile 48 saat arasında mide bulantısı, kuvvetli baş ağrısı, uyuyamama gibi semptomlar görünüyordu. Çok yiyenler ise kontrol altına alınamıyordu. Az şekilde etkilenenlerde insomnia (uyuyamama) geçtiği zaman hastalığın da geçtiğini anlıyorduk fakat ciddi boyutta olanlar hatta ölümcül boyutta olanlar da vardı. Bunlar 10-12 gün sonra delirmeye başlayabilenlerdi. Tüm köy zehirlenmişti ve bazı insanlar deliyordu. Buna neden olan ise ortaya atılan iddialara göre ekmeğin içerisine karıştırılan “ergottu”. Yapılan araştırmalar sonrasında köylülerin ekmeklerine ergot isimli bitki mantarı veya mantarın içindeki kimyasalların karıştığı tespit edildi.
LSD’nin ana maddesi olarak bilinen ergot mantarı, dünya üzerindeki en güçlü halüsinojen maddelerden bir tanesi olarak biliniyordu.
Kasabadaki garipliğin nedeni ergot mantarı ile çözülmüş gibi dursa da, üzerinde birtakım soru işaretleri her zaman bulunmaktaydı. Çünkü akıllarda hala “ergot mantarı ekmeğin içine karıştırılsa bile işlenmemiş halde bu kadar güçlü etki yaratabilir mi? gibi sorular vardı. Ergot mantarının işlenmeden unun içine karıştırılması, bu kadar güçlü bir halüsinasyon dalgası yaratabilir miydi? Ayrıca yüksek fırın ısısının mantarın içindeki etkileri yok edip edemeyeceği konusunda araştırmalar yapılmamıştı. Bu da ortaya belki de direk LSD’nin ekmeklere karıştırılmış olabileceği teorisini ortaya çıkardı.
Kasabanın toplu halde delirmesinden 2 yıl sonra yaşanan intihar vakası ise kasabada yaşananlar hakkında farklı tezlerin ortaya çıkmasını sağladı.
Soğuk savaş döneminde zihin kontrolü konusuna oldukça fazla önem veren CIA, zihin kontrolünü sağlamak için LSD’yi kullanarak çeşitli gizli deneyler yapıyordu. “LSD zihin kontrolünü sağlayabilir mi?” sorusuna cevap aramak için onlarca çalışma yapmıştı. Bu da CIA’in fırıncıya talimatı verip farklı miktarlardaki LSD’nin insan zihni üzerindeki etkisini analiz etmesini sağlamış olabilirdi.
CIA’nın MK-Ultra adını verdiği ve zihin kontrolünü amaçladığı deneylerde, belirli miktarda LSD verilerek zihni kontrol edilmeye çalışılan kobay Frank Olson kaldığı otelin 13. katından atlayarak intihar etti. Olson’un bilincini kaybettiği ve yapılan deneyi tüm dünyaya duyurma isteği duyduğu düşünülüyordu. İntiharla ilgili yapılan araştırmalar sırasında ulaşılan belgede, bir ilaç firması ile bir CIA ajanı arasında geçen görüşmelerde, kasabada yaşananların tamamen LSD nedeniyle olduğu iddia edilmeye başlandı. LSD tıp literatüründe en güçlü halüsinojen olarak bilinirken, fazla miktarlarda alınması halinde insanın aklını kaybetmesini sağlayabiliyordu.
O dönemde Avrupa’da LSD üretimi yapan tek ilaç firması olma özelliğini elinde bulunduran firmanın kasabaya 100 km yakınlıkta üretim tesisinin bulunması ise bu iddiaların gerçek olabileceğini düşündürürken, CIA ile ilaç firmasının MK-Ultra projesi için birlikte çalıştığı biliniyordu.
Bu olay hakkındaki en güçlü teori ise CIA’in tüm köyü kobay olarak kullanarak farklı LSD miktarlarının insan zihnini nasıl etkilediğini görüp, LSD’nin insan zihnini kontrol edip edemeyeceğini keşfetmek olduğu düşünülmekle birlikte hiçbir teori hala kanıtlanmış değil.
Toplamda 300 köylünün uzun süre hayal gördüğü, 50 köylünün uzun süreler tımarhanelerde tedavi altına alındığı ve 7 köylünün de hayatını kaybettiği ‘Lanetli Ekmek’ olayı halen daha aydınlatılmış değil.
300 Kişilik Köyün Aynı Anda Delirdiği ve 7 Kişinin Ölümüyle Sonuçlanan ‘Lanetli Ekmek’ Olayı Tarih: 15 Ağustos 1951 Olay Yeri: Pont-Saint Esprit köyü, Fransa Olay: Köyde yaşayan 300 kişinin bir anda delirip, halüsinasyonlar görmeye başlaması. Suç Aracı: Ekmek Fransa’da küçük bir köy olan Pont-Saint Esprit, 15 Ağustos 1951 günü tarihi bir olaya uyandı. O gün sanki herkes aklını yitirmiş gibiydi. Bazıları halüsinasyonlar görüp akıl almaz hareketler yaparken bazıları sadece mide bulantısından, baş ağrısından ve günlerce süren uyuyamama probleminden şikayet ediyordu. Fakat şu bir gerçekti ki herkeste bir anormallik vardı. Bazı köylüler ejderha gördüklerini iddia ediyorlar, bazıları yılanların kendilerine saldırdığını söylüyordu. O dönem 11 yaşında olan Charles Granjhon evinden çıkıp büyük annesini boğmaya çalışıyor, bir işçi olan Gabriel Validire ise kendisinin öldüğünü iddia ediyordu. Validire’ye göre hem kendisinin hem de arkadaşının kafası bakırdan yapılmıştı ve karınlarını yılanlar yemişti. Bir başka kadın ise kaplanların kendisini yediğini iddia ediyordu. Köy tam bir tımarhaneye dönmüştü. Yaşanan bu akıl almaz olaylar artınca yetkililer ve doktorlar olayı araştırmaya başladılar. 250’den fazla kişi takip altına alındı ve 50 kişi kontrol edilemediğinden akıl hastanesine yatırıldı. Akıl hastanesine yatırılanlar orada da boş durmadı, kalbinin yerinden çıktığını iddia edip yerine koyulmasını talep edenler bile vardı. Hatta olaylardan 8 gün sonra akıl hastanesindeki bir kadın çığlıklarla kendisini 2. kattan aşağı attı ve düştükren sonra koşmaya başladı. Kendisinin bir uçak olduğunu iddia ediyordu. Olay neticesinde 50 kişi akıl hastası oldu, 7 kişi ise öldü. Olayın sorumlusu olarak ise fırıncı Roch Briand gösteriliyordu. Herşey o lanetli ekmeklerden sonra ortaya çıkmıştı. Yapılan araştırmalar gösterdi ki fırıncı ekmeklerin arasına LSD’nin ana maddesi olan ergot mantarını karıştırmıştı. Bilindiği üzere LSD dünyadaki en güçlü halüsinojen etkenidir.
Genç adam sokağın başındaki büyük binanın giriş katında camın tam kenarında oturup dışarıya bakan yaşlı kadınla selamlaşıyordu her sabah… Kadın bir gün genç adama seslendi:
– Bakar mısın delikanlı?
– Buyur teyzecim? dedi her sabah selamlaştığı kadına ve cama yaklaştı. Yaşlı kadın:
– Evladım benim iki bacağım da yok bana ekmek parası verir misin? dedi.
Genç adam çok üzüldü ve bütün parasını kadına verdi. Sonra işe gitti. İş yerinde hep o kadını düşündü. Kim bilir ne zordu kadının durumu. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar zordaydı. İki bacağı da yoktu. Ertesi sabah erkenden kalkıp bakkala gitti. Bir şişe süt ve bir ekmek aldı…Kadın camdaydı. Poşeti kadına verdi. Kadının gözlerinde ki mutluluk onu heyecanlandırdı. İyi bir şey yaptığına inanıyordu. İçinde çok büyük bir huzur vardı. İş yerinde ki bir arkadaşına durumu anlatınca, arkadaşı kahkahalarla gülmeye başladı: – Oğlum sen manyak mısın, hangi devirde yaşıyoruz. Senin gibi saflar inanır buna sadece. Bacakları yokmuş? Ben de yedim! Safsın oğlum kabul et. Her cam kenarında oturanın bacakları olmasaydı memleket bacaksızdan geçilmezdi ,dedi ve alay etti. O gün akşama kadar genç adamın ağzını bıçak açmadı. Arkadaşının sözlerini düşündü hep! Ya Ümit haklıysa? Ama kadının bakışları çok inandırıcı ve huzur doluydu. Ertesi sabah yine bir şişe süt ve bir ekmek aldı. Kadının penceresine doğru yaklaştı, ona görünmeden binanın arka tarafında bulunan giriş kapısından içeri girdi ve elindeki poşeti usulca yaşlı kadının kapısının önüne bıraktı. Gazete dağıtıcılarının aceleci tavrıyla zile basıp içindeki yüksek tedirginlikle kapı açılmadan hızlıca uzaklaştı binadan. Kadın kapıyı açmamalıydı. Ya sakat değilse, ya Ümit haklıysa…
O günden sonra genç adam bir daha da kadına görünmedi. Onun gözlerinde gördüğü mutluluğa olan inancından dolayı her sabah aynı şekilde içi dolu beyaz poşeti kapının önüne gizlice bırakıp, zile basıyor ve kaçıyordu. Bu iş böyle yıllarca devam etti. Hiç kimseye anlatmadı. Yine bir sabah kahvaltısını yaptı. Poşeti hazırladı ve sokağa çıktı. Binaya girmek üzere kapıya doğru yönelince kalabalığı fark etti. Ciddi bir kalabalıktı bu. Belli ki kötü bir şey olmuştu. Kapının önündeki memura yaklaştı ve ne olduğunu sordu.
– Giriş katta yaşayan yaşlı bir kadın varmış. Dün sabah üst kattaki komşusundan aşağı inerken merdivenlerden kaymış ve kafasını basamaklardan birinin köşesine çarparak ölmüş, dedi memur.
Dünyası başına yıkıldı genç adamın, elindeki ki beyaz poşet yere düştü. İçindeki süt şişesi kırıldı. Ümit haklı çıkmıştı ve o tam üç sene boyunca bir sahtekara hizmet etmişti. Neyse polis poşeti yerden aldı ve içine baktı. Aradığı parmak izini bulmuş bir dedektifin yüzünde oluşan ifadeyle merdiven boşluğuna doğru seslendi:
– Amirim beklenen kişi geldi… Amir, dışarı seslendi:
– İçeri yolla! Polis memuru genç adama:
– Amirim sizi bekliyor içeride… diyerek genç adamı içeri yolladı.
Ne olmuş olabilirdi ki? Şüpheliler listesinde adının geçtiğini duyan bir masumun sıkıntılı yüz ifadesiyle içeri girdi. Amir üzerinde ‘Sabah 8:15’te elinde süt şişesiyle gelen adama verilecek!’ yazan sarı zarfı,
– Bu mektup rahmetlinin üzerinden çıktı. diyerek adama uzattı… Eski bir zarftı. İçinde bir mektup vardı. Ne olabilirdi ki? Az önce hezimete uğramış bir beden yeni bir sarsıntıyı kaldıramazdı. Mektupta aynen şunlar yazıyordu:
– Birine bir iyilik ya da kötülük yaparken, içinde zerre kadar şüphe oluşursa hemen vazgeç yapacağın iyilik ya da kötülükten. Sen her sabah kapıma bir ekmek, bir şişe süt ve kocaman bir şüphe bırakıp gidiyordun. Acı çekiyordun. Kapıyı açma ihtimalimden korkuyordun hep. Oysa ben sana sarılmayı ne çok isterdim. Oğlum demeyi, gözlerine bakmayı isterdim. Hesap yapmadan yaşa evlat ve yüzleşmekten korkma… Eğer iyi bir şey yaptığına inanıyorsan, yaptığın şey mutlaka iyidir. İyi bir şey yaparken acı çekenler, başkaları için iyilik yapanlardır. Hayatın boyunca kimse için hiçbir şey yapma, her ne yapıyorsan sadece kendin için yap; çünkü ben hep öyle yaşadım.
Etkilenmişti; ama yazılanlar kadının yalanının üstünü kapatmıyordu. Mektubu cebine koydu, çıkmak üzere kapıya yönlenirken üst kattan gelen yüksek bir ağlama sesiyle irkildi. Kadının biri ;
‘Benim yüzümden öldü, benim yüzümden öldü!’ diyerek hüngür hüngür ağlıyordu. Amire sordu:
– Bu ağlayan kadın kim? Sabahtan beri olup biten her şeyden haberi olan amir, konuya tam olan vukufiyetiyle anlattı:
– Rahmetli iyi bir kadınmış. Her sabah bir şişe süt ve bir ekmek götürüyormuş üst kattaki bu yatalak komşusuna. Dün sabah yine götürmüş, dönerken koltuk değneklerinden biri kırılmış, yaşlı kadın o yüzden düşmüş merdivenlerden; ama aldırış etme, yaşlılar böyle olur. Ekmeği sütü kesildi ya ona ağlıyordur. Genç adam küçük dilini yutmuş gibiydi. Üst üste aynı kişi hakkında taban tabana zıt bu kadar şeyi düşünmek… Hemen yukarı çıktı. Ağlayan kadına yaklaştı. Kimsesiz bir yatalaktı. Gözyaşını silip sarıldı ve elini öptü. Kadının gözlerinde ölen yaşlı kadının bakışları vardı.
1975 ve daha önceki yıllarda ekmeklerin altına hangi fırında pişirildiğini belirten pullar yapıştırılması zorunluydu. Bunun zannedildiği gibi reklamla falan alakası yoktu. O zamanlar özellikle ekmekte belediyelerin sıkı denetimi vardı. Sağlık şartlarına uygun pişirilmiş mi? İçinde yabancı madde var mı? En önemlisi belediye tarafından belirlenen ağırlıkta mı olduğu, zabıta memurları tarafından sık sık fırınlara baskın yapıp, kontrol edilirdi.
Bakkallarda farklı fırınlardan gelip satılan ekmeklerde herhangi bir kusur görülür, vatandaşlardan şikayet gelirse ekmeğin arkasındaki pullardan hatalı fırın tespit edilir, hakkında işlem yapılırdı. Hala önemli ama o zamanlar en önemli gıda maddesi ekmekti.
Çoğunuz hatırlamazsınız ama Ramazan ayı geldiğinde ekmeklerin üzerine susam eklenirdi. Zamanla yapıştırılan pulların arkasındaki ekmeğin yenilmediği, ekmek israfına sebep olduğu, bazen de kağıtların yanlışlıkla yenildiği öne sürülerek, bu uygulamadan vazgeçildi. Bence yararlı bir uygulamaydı, sanki şimdi ekmek israfı önlendi mi? Ekmek kalitesi o kadar düştü ki artık imkanı olanlar normal ekmek yemiyorlar. Fırınlardan mısır ekmeği, tam buğday, sarı buğday, ekşi maya, Çavdar ekmeği, Kara kılçık ekmekleri gibi özel unlardan yapılıp 30 lira civarında satılan ekmeklerden alıyor birkaç gün bayatlamadan kalan bu ekmeklerden alıp yiyorlar. Ben de bu ekmeklerden alıyorum ama birkaç kere alınca bıkıp, başka çeşidi deniyorum. Ben Sümerbank çocuğuyum, Nazilli Sümerbank lojmanlarında doğdum, Sümerbank ekmeğiyle büyüdüm. Aslında tam aradığım şey çocukluğumdaki, fabrika fırından yeni çıkmış, fırından alp eve getirinceye kadar farkına varmadan yarısını yediğim sıcak ekmeğin burnumdaki kokusu ve tadı. Acaba sizler de benim gibi mi düşünüyorsunuz? Sümerbank çocukları. Sağlıcakla kalın. İLHAN ÖDEN- NAZİLLİ SÜMERBANK
BİLKE YORUM: İlerliyor muyuz yoksa geriliyor muyuz düşündürüyor insanı. Ekmeğin üzerine üreten fırının markası neden yapıştırılmıştır? Fırıncıyı zengin etmek, kodamanların rant elde etmesini sağlamak için değil. Ekmeğin hazırlanışı ve pişene kadar geçirdiği adımların halka zarar vermesini önlemek için denetim ve kontrol amaçlı yapılmıştır. Devlette atılan tüm adımlar, halka ve yerel zenginliklerimize değer katma amaçlı olmalıdır.
TL’nin ABD doları karşısındaki değeri (Dolar kuru), 1923-38 yılları arasında, en düşük 1.28, en yüksek 2.12 TL olarak belirlenmiştir. Savaştan çıkmış bir ülke, dünya devleri ile yarışmıştır. Her ayrıntı, bize bu memleketi ne kadar hor kullandığımızı vurguluyor. Sorumluluk bilinciyle hareket edecek toplum olalım.
En az iki senesi var. Bir akşamüzeri çıkıp gelmişti. Hava iyice kararmıştı. Önce açık seçik görememiştim hatta. Bir karartı zeytinin dibinden kulübenin altına doğru geçer gibi olmuştu. Sonra yeniden kulübeye yaklaşıp geri kaçmıştı. İyice yaklaşınca tekir bir kedi olduğunu anladım. Akşamın bu vakti nerden çıkıp gelmiş kim bilir? Bize en yakın evle aramızda bir kilometre mesafe var. Dümdüz açık bir alan olsa yine anlaşılabilir. Ama ağaçlar ve yamaçlar, tel örgülerle dolu.
Seslendim. Belki yirmi kez yakınımıza kadar gelip geri kaçmıştı. Fukara sofrasından hayır mı çıkar. Az önce makarna yemiştik. Kalandan biraz da ona verdim. Zaten başka bir şey de yoktu. Kendimizden bir kaç metre öteye koydum kabı… Tabağın etrafında gittikçe daralan daireler çizip durdu. En sonunda bir gözü bizde makarnasını yedi.
Ben tutkuyla kedi, köpek veya başka bir hayvan sevmem. Ama bütün canlıları kendimce severim. Kıyamam, kesemem, vuramam, öldüremem… Kafeste kuşlarla, akvaryumdaki balıklarla birlikte yaşamışlığım vardır. Ama hepsi bu… Neyse şimdi kafa açmanın sırası değil. Ertesi akşam yine geldi. Aynı saatte. Randevusuna çok sadıktır desem abartmış sayılmam. Süt ve ekmeğimiz vardı. Rümeysa ile arkadaşlığımız böyle başladı işte. Neden mi Rümeysa? Özel bir nedeni yok aslında. İşçiler hemen yanımızda bir buçuk iki ay mandalina keserler. Çavuş akşama kadar Rümeysa ‘ya bağırıyordu. Hadi Rümeysa, sohbet etmeye mi geldik. Telefonun sırası mı şimdi Rümeysa. Seni bir daha dikilirken görmeyeyim. Bunu o kadar çok duymuştuk ki artık hiç görmediğimiz, tanımadığımız Rümeysa kulağımızda yer etmişti. Hatta beynimize işlemişti. O anda aklımıza geliverdi öyle kaldı. Kedinin zaten buna aldırış ettiğini sanmıyorum. Sadece pisi pisi deyince tepki gösteriyor. Ve gerçekten çavuşu zıvanadan çıkaran o haylaz kızı hiç görmedim. Mandalina ağaçları arasında kim kimdir? Nereden bileceksin?
Yoğurtla, sütle, makarnayla olmaz bu iş deyip mama aldım. Bir kaç kez azıcık yedi. Sonra tabakta öylece bırakmaya başladı. Makarna kadar İyi sonuç alamadık. Kocaman bir tabak makarnayı sabaha kadar gidip gelip bitiriyor. Hiç abartısız kocaman bir tabak makarnayı… Bulunca çok ama çok yiyerek kendini sağlama alıyor diye düşünüyorum. Sabah veya gündüz kesinlikle gelmiyor. İlla akşamüzeri ve yemek kalmışsa gece boyunca gelip gider. Gün ışığı bir Sindirella masalı saklıyordur. Güneş doğunca başka bir canlıya mı dönüşüyor? Merak, işte gördüğünüz gibi sadece kediyi öldürmüyor.
Devamı—–
Bizimki etiyle, buduyla, huyuyla suyuyla dört dörtlük bir kedir. Kedinin de çakması mı olurmuş diyeceksiniz. Evet olur. Miyavlamayan kedi gördüm ben. Tırnağını veterinere kestirilen, tıraşa götürülen kedi. Maması değiştiği için tüy döken, strese giren. Alerji nedeniyle gözleri akan kedi… Fare görse kaçacak delik arayan, gün boyu uyuz uyuz yatarak ömür tüketen kediler. Kumundaki parfümü beğenmeyen, suyu makine ile pınar gibi akıtılan kediler … Rümeysa’yı sal kırk gün ekmek su verme. Kuş tutar, fare avlar, çekirge böcek yakalar. Denk gelirse yılanmış, kertenkeleymiş gözünün yaşına bile bakmaz. Bize geldiği yolda her akşam tilkileri görüyoruz. Tilki bu şakaya gelmez. Yakalayıp öldürüverir.
Bize gelip giderken bir ay falan oldu olmadı bir baktık ilişki durumu karmaşık. Her geçen gün karnı büyüyüp duruyor. Selçuk Devlet Hastanesine muayeneye götürecek değiliz ya, bekleyip göreceğiz dedik. Vakti saati gelmiş olmalı akşamları uğramaz oldu. Fakat doğumun yaklaştığını bize haber verdi. Özellikle kulübenin içine girmek, bir yere yuvalanmak ister bir hali vardı. Ama daracık mekânımız bu işe pek uygun değil. Üstelik ne zaman geleceğimiz ne zaman döneceğimiz belli değil.
Sonradan öğrendik. Bizimki gidip kayaların arasında yavrulamış. Mandalina bahçesinde çalışanlar görmüş. Bekçi de yavruları ile birlikte alıp evine götürmüş. Dört küçük yavrusu olmuş, Hepsi tekir hepsi gri, siyah ve kahve… Bekçinin evine yavruları görmeye gittik. Rümeysa dönüp yüzümüze bile bakmadı. Azıcık kırılacak gibi olduk. Azıcık da bozulduk. Ama hayvan tepeden tırnağa haklı yani… Kim ekmek verir, su verir sahip çıkarsa, sevgisi de ilgisi de ona. Bu bir yaşam mücadelesi… Kişisel algılamanın hiç gereği yok.
Dört yavrusunun üçü büyüdü. Biri ne oldu? Bilmiyorum. Aylar sonra yeniden gelmeye başladı. Hep akşamüzeri veya hava karardıktan sonra… Ama kesinlikle gündüz değil. Makarnasından azıcık yer, tavuktan varsa, süte doğranmış ekmeği ya da… Sonra karnı doymadan gelip ayaklarınıza dolanmaya başlar. Biraz kendini sevdirir ve yeniden tabağının başına döner. Sonra gelip yeniden kendini sevdirir. Yemeği bitince kucağınıza tırmanır. Mırıl mırıl bir saat yatar. Kaldırmazsan belki birkaç saat… Mırıltısı hiç bitmez, yorulmaz, usanmaz. Elimi sürdüğüm tüyleri seğirir. Karnı ve sırtı seğirir. Bir kez olsun ne bir pençe atmıştır, ne ısırmaya çalışmıştır. Bildiğim, gördüğüm en sevgi dolu hayvandır. Fakat bekçinin evinin önünde yüzümüze bakmaz. Bunu anlayamıyoruz. Hayal kırıklığı tadında bir dargınlık hissi bizimkisi…
Ne zaman geleceğine o karar verir, ne zaman gideceğine de. Zamanla bir anlaşma, bir yol tutuluyor, bir iletişim şekli gelişiyor. Ben gideceğini anlıyorum. Veya yemeği beğenmediğini… Miyavlarken kullandığı sesinin tonundan. Ya da ayaklarımızın altında fır dönmesi bunu anlatıyor.
Kediler hakkında çok fazla efsane var. Kulaktan kulağa bilimselmiş gibi yayılıyor. Kediler bizi şöyle görüyor. Kuş veya fare avlayıp hediye getiriyor. Örneğin kendine bakanları hizmetçisi gibi algılarmış. Şöyle hisseder, böyle algılar gibi daha bir çok saçmalık. Biz onları hiçbir zaman anlamayacağız ve onlar da bizi. Bir gün konuşacakları tutarsa o başka. Ya da yazmayı öğrenirlerse. Gerisi fasa fiso… Bütün kapıları açan tek bir anahtar vardır. Seversek seviliyoruz. Kediler için de aynısı geçerli.