RSS

Etiket arşivi: ETİMOLOJİ

HELADAN KAÇIŞ

24.03.2024-Muhammet ŞAKİR

HELADAN KAÇIŞ (1)

İnsanoğlu ilk lokmayı yediğinde onun tadını ve kokusunu sevdi. O sevdiği şeyin adını koydu. Elma dedi ona, buğday dedi, ekmek dedi.

Elmayı yedikten sonra insanın karnı şişti. Sıkıntıya düştü. Sıkıntıyı gidermeye hacet duydu.

Hacetini görüp sıkıntıyı içinden çıkardığında, o çıkan şeyi beğenmedi. Ondan iğrendi ve onun da adını koydu.

Elmaya elma dedikten sonra onun adını hiç değiştirmedi. Buğdayın ve ekmeğin adını da öyle. Ama hacet anlarında içinden çıkan o kötü şeyin adını her ne koysa o kelime bir süre sonra ona kötü koktu. Kelimenin biri koktuğunda yenisine geçti. Kötü kokan kelimeden kaçışı hep sürdü.

Ancak insan o kötü şeye ilk koyduğu ismi de hiç unutmadı. Çünkü çirkinliğin adını çirkin koymak ve onun yerini unutmamak gerekir. Şunun üstüne basma, kendine bulaştırma, demek için…

Sen akıllısındır, onun üstüne basmazsın. Ama bu yetmez, neslini ve çevreni de ondan sakındırırsın. O yüzden çirkinliğin adını da, yerini de hem bilir hem bildirirsin. O yüzden insan o kötü şeyin ilk adını hiç unutmadı. Ama onun ilk adıyla da yetinmedi. Tarif üstüne tarif, isim üstüne isim ekledi. Kimini sırf tarif için ekledi, kimini ima, kimini şaka, kimini de nefretinin ifadesi olsun diye…

İnsanoğlu hacetinde dışarı çıkan şeyin adını anmaktan kaçındığı kadar, hacet anlarını da hep gözlerden sakladı. Her seferinde ortaya çıkan çirkinlikten arındı ve onu ortadan kaldırdı. Tamam canım, ben insandan söz ediyorum, herkesten değil.

İnsan, hacet anlarını saklayabilmek için, diğer insanlardan uzaklaşıp boş bir yer aradı. O boş yere helâ dedi. Zaten helâ, tenha demek, boş yer demek.

İnsan hacetini görmek için gittiği o tenha yere helâ dediğinde, derdini kibarca anlatmış oldu. Ancak bir süre sonra o yere herkes helâ demeye başladı. Oraya herkes helâ dediğinde insana o kelime de kötü kokmaya başladı. İnsanoğlu, kedi gibi, o kelimeyi de saklayıp örtmeye girişti. Yerine de hemen yeni ve temiz bir kelime aradı, buldu.

Ancak insanoğlunun kaçışları ve arayışları bir türlü sona ermedi. Çünkü onun eski kelimeyi atmak suretiyle kaçtığı koku, her seferinde peşinden gelip yeni koyduğu cici kelimenin üstüne bulaştı.

Elmayı yiyene heladan kaçış yok idi.

HELADAN KAÇIŞ (2)

Helaya ad olsun diye kullanılan kelimeler tüm dünya dillerinin en talihsiz kelimeleridir.

Ömürleri bence ortalama elli senedir. Kimi yüz yaşını gördü. Kimi otuzunda kaldı. Eninde sonunda hepsi kötü koktu ve çirkefe atıldı. Yerine yenisi bulundu.

Neden öyledir? Çünkü insan hacet anlarında içinden çıkan şeyin adını imalar ve şakalarla çoğalttı. Mesela Türkçede (b) ve (k) harflerinin arasına sıkıştırdığımız şu ilk kelime asıldır, dümdüzdür, imasızdır. Bu kötü kokulu kelimeyi kullanmayalım diye onun yerine koyduğumuz kelimeler ise, o nesnenin aslına bir dokunur, bir kaçar. Kırk naz ile kömbenin etrafında dolanır. Çünkü mevzuya doğrudan girmek ayıptır bu mevzuda.

Oysa insanoğlu elmanın, buğdayın, ekmeğin ve suyun adlarını bir kere koymuş ve sonra bir daha kurcalamamıştı. Helanın adını ise çok kurcaladı.

Dörtyüz sene geriden başlayarak, Türklerin helâ için kullandıkları kelimeleri de biz kurcalayalım. Aşağıdaki kelimelerin bazıları eski mimarîde de kullanılan teknik kavramlar.

AYAK YOLU: İnsanlar helâya Ayak Yolu dediler meselâ… Ne haceti anlatır bu söz, ne şu yaramaz nesneyi. İlgisizdir, alâkasızdır. Cemiyette aklına saygı duyulan bir kişi bir ara minderinden kalkarken ne için kalktığını bildirmek için “Kızanlar, ben bi ayak yoluna gidip geleyim” diye şaka yollu bu lafı etmiş olmalı. Onun bu şık buluşu, duyanlara gayet sevimli ve samimi gelmiştir. Her duyan artık o işi öyle söyler olmuştur. Aslı ima ya da şakadır.

KADEMGÂH: Türkoğlu “ayak yolu” demeyi eskittiği zaman aynı lafın bir de Farsçasını bulup söyledi, kademgâh dedi. Bunu söyleyince de kendini çok kibar hissetti. Çünkü bin yıl kadar önce büyük şehirlerin yüksek sosyetesi arasında Farsça konuşmak yaygın idi. Farsça konuşmak değilse bile, cümlenin içine Farsça kelimeler serpiştirmek kofultuyordu o zamanki adamları. Bugünkü kolej çocuklarının Amerikalıların kemik geven ağzıyla konuşmaktan kofulması gibi.

Hemen de başkasına kızmayın. Önce kendinize bakın. Siz televizyonunuzun sinyal alıcısına risivır demekten, elektrikli çaydanlık yerine ketıl, rendeye bilendır demekten nasıl hoşlanıyorsanız, bu tatsız tuzsuz gevintileri kendi ağzınıza nasıl yakıştırıyorsanız, eskiden de aynı ezik duyguların etkisiyle, Farisi ağzından çıkan kelimeler öyle güzel görünüyordu kibarlığın düşkünlerine. Çünkü bir memlekette ipek giysili ve sabun kokulu kadınlar hangi dili konuşuyorlarsa, o ülkede o dil makbul olur. O sıra onlar pek Türkçe konuşmuyorlardı demek ki. Farsça şiirler okuyorlar, gazeller dinliyorlardı.

ÂBHÂNE: Bu kelime de Farsçada su odası demek. İçinde (s) ve (ç) sesleri bulunan şu meşhur Türkçe hecemiz ile hiç ilgisi yokmuş gibi. Ama başka ciddi bir anlamı da yok gibi ya, o sebepten, bu imayı duyan kişi hemen anlıyor o lafı edenin karnının şişkinliğini.

MEMŞÂ: Bu kelime ise Arapça. Yürüme yeri ya da yürümelik demek. Kısacası ayak yolu işte. Bizim elmayı yedikten sonraki derdimiz ile Arabın hurmayı yedikten sonraki derdi aynı. Onlar da (s) ve (ç) seslerinden kurduğumuz şu sert heceyi söylemekten kaçıp böyle imalara sığınıyorlar. Muzip Türkler bunu memişâneye çevirmişler. Muhtemelen âbhâneden ilhamla icat etmişlerdir. Anlamsız bir kelime. Fakat bu işlerde attığın nesne hedefi vurduysa başka anlam aranmaz.

KENEF: Aslı kenîf olan bu kelime de Arapça. Kanat altı, koltuk altı, kucak, bağır, sîne gibi, civcivin, yavrunun, eniğin saklanıp sığındığı yer. Korunak, sığınak. Bu kelimeyi hela anlamında kullanan ilk kişinin, Türk kafasına göre gerelti, saklantı, gölgelik gibi bir şey demek istediğini sanıyorum.

HALÂ: Kitaplarımızda helâ diye inceltilen bu kelimenin aslı da Arapçadır ve tenha, ıssız, boş yer demektir. Hacet için en uygun yer. Bunu bizim yöreden birine tercüme ettirseler, tehne ya da tehnelik derdi. Yani tenha ya da tenhalık…

DÂR UL FERAĞ: Boşaltım odası demek. Çok düz, çok teknik bir tarif. İması ve şakası az. Doktor lafı gibi. Ama yine de “saçmak” kelimesinin sözlükteki şu çirkin komşusundan uzak durmaya özen gösterilmiş. Bu kelime de Arapça.

ABDESTHANE: Eğer bu kelimeyi pinçiklersek, el yıkama yeri olur ki, lavabo ile aynı anlamda. Ama abdestin dini anlamını ihmal etmememiz gerekir. Yani yine imalı bir kelime. Helaya gidişinizi “Ben kötü bir şey yapmayacağım, namaza hazırlanacağım” diye güzellemenize ya da yutturmanıza yarıyor bundaki ima.

GEZENLEMEK: Gezenneyip gelmek dedi bir de insanoğlu. Bunu bizim yöreden bir insanoğlu söyledi. Fazla uzağa gitmeden, yakın civarda gezinmek anlamındaki bu sözlerle helaya gitmeyi ima etti.

ÇİÇEK TOPLAMAK: Liseli ve üniversiteli bazı kızlar arasında, helâ ihtiyacı için, çömelmekten kinaye ile çiçek toplamak tabiri de kullanılırdı bizim gençliğimizde. Halâ yaşıyor mu bilmem.

TELEFON ETMEK: Otuz yıl kadar önce “bir telefon edip gelmek” ya da “bir özel görüşme yapmak” aynı anlamda kullanılan birer ima idi. Cep telefonlarından önce sokaklarda telefon kulübeleri yaygındı. O kabine giren kişinin durumu ile şu öteki kabine giren kişinin durumu arasındaki benzerlik bu nükteli deyime ilham vermiş.

Benim gençliğimde bizim arkadaşlar Corç Buş’a telefon ederlerdi.

Helâ için Batı’dan aldığımız kelimeler var bir de. Ama onları ayrı yazı konusu yapalım.

Şimdilik kabinden çıkıp temiz havada biraz gezenleyelim.

Azcık arımlanalım. Ârâm olalım.

HELADAN KAÇIŞ (3)

Yüz Numaraya Terfi

Elmayı yedikten sonraki şişkinliğimizi gidermek için gidip çömeldiğimiz tenha ve kapalı sokuntuya ad olsun diye Avrupa’dan aldığımız ilk kelime Yüznumara. Kelime Türkçe tabii. Ama anlamını Fransızlardan almışız.

Fransızlara, siz bu helâya neden yüz numara diyorsunuz kardeşim diye sorarsan adamlar, vallahi billahi biz öyle bir şey demedik, diyorlarmış. Aslında onlar helâya yüznumara dememişler. Ama bizim oğlanlar öyle anlamışlar. Anlatalım.

Otel, pansiyon, iş hanı, hastane, kışla ve bunlara benzer büyük binalarda, uzun yol trenlerinde ve yolcu gemilerinde odaları tarif etmek bir sorundur. Bunun için bulunan en kolay çözüm, odalara numara vermektir.

Bu numaralandırma için iki basamaklı sayılar yetiyor çoğunlukla. Bir kattaki oda sayısı yüzü aşar mı? Eski tip yığma yapılarda pek aşmaz. Buna rağmen bu tür yapılarda üç basamaklı oda numaraları da görebiliyoruz; 113, 213, 313 gibi. O zaman baştaki numara katları gösteriyor. Şimdi modern mimaride oda sayısı zibil gibi çoğaltılabiliyor. O yüzden dört basamaklı oda numaralarına da rastlıyoruz.

Bu tür binaların her katının bir köşesinde helâlar olur. İşte bu helâlar diğer numaralı odalarla karıştırılmasın diye Fransızlar bir akıl bulmuşlar; Helaların giriş kapısına 00 yazmışlar. Bunu San Numero diye okurlarmış. Numarasız demek. Yazılışı Sans Numero. Sans kendi dillerinden, numero İtalyancadan. İngilizce, “without number” demekle aynı şey.

Fakat Fransızcanın bir cilvesi varmış… San Numero dediğiniz zaman bunun, ses olarak, iki ayrı anlamı olurmuş. “On davar” demekle “onda var” demenin arasındaki sesteşlik cilvesi gibi. İki lafın anlamları farklı mı? Farklı. Ama kulağın duyduğu ses aynı.

Kafanız karıştı mı şimdi? Üzülmeyin. Sultan Abdülhamid’in Paris’e gönderdiği Jön Türklerin kafaları da karışmış o konuda.

Birinin yazılışı, yukarıda dediğimiz gibi Sans Numero. Numarasız demek. Diğerinin yazılışı ise Cent Numero. 100 Numara demek. Ama ikisi de aynı okunuyor.

Fakat Fransızlar helâların kapısına 00 yazarken 100 numara demek istememişler. Onlar, “Bu odanın satışı yok, bunu hesaba katmayın” demek istemişler.

Gördüğünüz gibi, ben bu Fransızların derdini anlıyorum.

Ama Sultan Abdülhamid’in Matematik, Fizik, Kimya, Tıp, Ziraat, Coğrafya ve Madencilik okuyup öğrensinler de sonra dönüp memleketimizi kalkındırsınlar diye Paris’e gönderdiği zehir oğlanlar, bu benim anladıklarımı o vakit anlayamamışlar:

– San numero?

– Vi, mösyö!

– Ha, iyi, yani cent numero… (Neden 100 diye sormayayım şimdi. Sonra mösyö kızar.)

San numeroyu 100 numara diye anlayan bizim oğlanlar o bilgiyle Türkiye’ye döndüklerinde, evlerindeki, okullarındaki, işyerlerindeki helânın adını da Yüz Numara yapmışlar. Öylece daha kibar olmuşlar.

Bu kelime 1900 yılı civarında ortaya çıkmış. Gördüğünüz gibi, aslında 100 ile hiçbir ilgisi yok. Bunu 100 diye okumak bir Türk bönlüğü imiş ki, bu bönlüğe düşenlere tarihte Jön Türkler deniyor. Ya da biz hüsnüzan edelim; belki de Jön Türkler “san numero”nun anlamını gayet doğru anlamışlardı da sırf espri olsun diye onu “yüz numara” diye çevirmişlerdi. Hangisi doğru bilmem. Ama ben Necip Fazıl’ın bir kitabında bu işi böyle okumuştum.

Kısacası Jön Türkler sayesinde milletimiz Ayak Yolu’na seferber olmaktan kurtulup Yüz Numara’ya terfi etmişler.

HELADAN KAÇIŞ (4)

Yüz Numaraya Tuvalet Densin Gari

Ben küçükken benim memleketimde hacet odasının harbî adı halee idi, helâdan bozma. Ama ağır misafir yanında yüz numara demek daha uygun görülürdü.

İlkokula başladığımızda, öğretmenimiz İbrahim Koç yüznumaraya da, haleeye de gitmeyi bize yasakladı. Sadece tuvalete gitmemize izin verdi. Demek ki öğretmenimiz de hem haleeden, hem helâdan, hem ayak yolundan, hem de yüznumaradan kaçıyordu.

Eğitimli insanların helâya tuvalet demeleri gerekiyormuş. O gün onu anladık.

Peki, nedir bu tuvalet?

Yine ben küçükken kasabamızın az dışındaki Karagöz Çayırı’nda iki günlüğüne güreş meydanı kurulmuştu. Oraya gelecek kalabalığın iki günlük ihtiyacı için bir ayak yolu hazırlamışlardı. Kırk beş elli yıl önce öylesi gelgeç bir ayak yolu nasıl hazırlanır? Modern malzemeler henüz yok. Oluklu saç filan pahalı. O zaman yapacağın iş şudur: Çayırın kıyısını tarlalardan ayıran hendeğin üstüne çuldan çaputtan bir kabin gerersin. O gereltinin tabanına dört taş koyar, üstüne de üç dört tahta dizer, ortayı açık bırakırsın, işte bu. Tuvalet denen şeyin aslı da zaten çuldan çaputtan öyle bir gerelti. Yani aslında senin sandığın gibi, fayanslı, sifonlu, lavabolu, sabunlu, öyle çok modern bir köşe değil.

Bu çuldan çaputtan helâ, meselâ inşaat ameleleri için de kurulur, arsanın uzak bir kenarına. Eski obaların da herhalde böyle gereltileri oluyormuştur. Belki Ertuğrul Bey’in otağının bitişiğinde de vardır aynısından. Ama bey çadırının bitişiğindeki koku ağır olmaz mı? Hani çadırında toy verdiği zaman rüzgârın getireceği haberi ne’tcek Beyimiz? Öyleyse belki biraz uzakta, söğütlerin altına doğru bir yerdedir o gerelti. Fakat obanınkilerden de ayrıdır bence. Yoksa Ertuğrul Bey orada kuyruğa girip Bamsı’nın kabinden çıkmasını mı beklesin?

Şimdi gelelim tuvaletin kelime manasına. Tuvalet, aslında seyrek dokunmuş çul, çaput veya bezden kesilen parça demek. Yani işin başında helâ ile hiçbir ilgisi yok. Nasıl olmuş da helâ anlamına gelmiş peki bu çul çaput? Şimdi de ona bakalım.

Buldan bezi ya da Şile bezi görmüşsünüzdür. Beziyle ünlü başka yerler de vardır. Nasıl da ince dokurlar o bezi, sanki gül yaprağı gibi. Nasıl da tiril tiril olur gömleği. Ama her dokunan bez öyle midir? Yok, değildir. Çuval bezi var bir de. Sanki ben dokumuşum gibi. Benden kötüsü dokursa o da harar olur.

İşte, benim bile dokuyabileceğim kaba çuval bezine eski Romalılar tela demişler. Terziyle işi olanlar bunu bilir. Fransızlar bu lafı “tuval” diye söylemişler. Herhalde ağızları lokma doluyken söylemişlerdir de telanın tuval olması ondandır.

Bir çerçeveye o çuval bezinden bir parça gerip üstüne de fırçayla resim çiziyorlar ya… İşte, o da tuval.

Bu çul, çuval, çaput, bez gibi şeyleri küçümsediğimizde çulcuk, çuvalcık, çaputçuk, bezcik filan deriz hani. Fransızlar da tuvali küçümsediklerinde tuvalet diyorlar.

17. yüzyılda kadınların giyim kuşam malzemelerinin topuna tuvalet deyip geçmişler. Herhalde, “Amaan be, hepsi çul çaput işte…” manasına öyle denmiştir.

18. yüzyılda ise tiyatro ve müzik sahnelerinde kadınlar görülmeye başlıyor. Bu kadınlar sahnenin arkasında soyunup giyinecekler, makyaj yapacaklar. Bunun için bir köşeye çuldan, çaputtan, bezden bir perde gerilip kapatılıyor. Bu gereltinin adına da tuvalet diyorlar. Çuldan, çaputtan, bezden diye hani.

Çulla bezle gerip perdelediğimiz yerin arkası mahrem bir yerdir, öyle değil mi? Bakmak ayıp. Kem gözlere şiş. 19. yüzyılda helâ ihtiyacı için çevrilen her türlü odacığa da tuvalet demeye başlamışlar. Sahne arkasındaki soyunma odasına benzediği içindir herhalde. Helâya çömelenin mahremiyet ihtiyacı ile sahne arkasında makyaj yapan kadının mahremiyet ihtiyacı birbirine benziyor ya. Ondan da olabilir. İki yerde de kem gözlere şiş.

Fransızın çul çuvaldan iki günlüğüne gerediği tuvaletin adı, eskiden bizim evlerimizdeki, konaklarımızdaki, köşklerimizdeki taştan, tuğladan yapılmış bin yıllık helâyı şimdi öte yana kaktırıp onun yerine geçti.

Konaktaki paşa kızının üstüne sahne arkalarından bulunup getirilen bir kuma gibi.

HELADAN KAÇIŞ (5)

Düşün Kaşın Klozettir Taşın

Kırk elli seneden beri Türklerin hemen hemen tamamı klozeti tanıyor olmalı. Ama Türklerin tamamı onun keyfini tecrübe etmiş midir, emin değilim. Kimi evlerin banyosunda fiskos masası gibi kendine bir misafir bekler durur. Ya da yenge hanım kirliler sepetini onun üstüne koyuyordur.

Yalnız, hastalık düşkünlük zamanlarında fikirler değişecek. Önce bir iki deneme sürüşü yapılacak. Yav, aslında fena da değilmiş denecek. Yaşlılıkta oraya adamakıllı tünenecek.

Klozet dediğin, işte o tünek taşıdır diyorsunuz, değil mi? Ama aslında öyle değil işte.

Kentlerde doğup büyümüş olanlarınız bilmeyecektir; Yığma tarzda inşa edilen eski nesil evlerimizin bayramlık/misafirlik bir odası vardır hani. Evin çocuklarına ve misafire bayramlık. Ama haneye bebek getiren leyleklerin kalkış ve teslim adresi de çoğu kere o odadır.

İşte o odada kapı arkasına rastlayan duvarın içinde bir musandıra vardır. İçine yorgan döşek koyduğumuz sabit dolap. Yüklük de denir. Musandıranın uzak köşesinde boş bir kabin bulunur. O da bir çeşit dolap. Duvar içinde bir kapantı… Zemini kille kaplı ve eğer o evde halen eğleniliyorsa nemlidir. Ama eğlenenler dedeniz ile ninenizse son yıllarda orayı artık fazla ıslatmıyor olabilirler.

İşte oranın adına yünmelik denir. Klozet dediğin de işte o dolap gibi, yünmelik gibi kapalı yerlerin Avrupa dillerindeki adı oluyor. Aslında buna kapantı desen yeri. Bunu da ben uydurdum. Ama “Cek iz on dı bilekbort” zamanlarından kalma bilgimize göre “kloz” demek kapatmak demek zaten, onu biliyorsunuz.

Klozetin duvara gömülmüş küçük bir oda ya da bir dolap kapantısı olduğunu anladık hadi… Peki nasıl helâ olmuş bu kapantı?

O da belli ki şöyle olmuş; Betonarme çağından önce Batılılar evlerinin bir köşesini su dökmeye müsait şekilde düzenleyip döşemişler. Bizim musandıralı evlerdeki gibi… Duvarları ve zemini killi toprakla sıvayıp su geçirmez hale getirmişler. Şöyle musandıradan biraz daha geniş bir odacığa dönüştürüp orayı kendilerine helâ edinmişler. Ama bu yeni dolaba yeni bir ad aramamışlar. Onun yerine eskiden bildikleri klozet lafını buna da yamayıp devam etmişler.

Öyle olunca, eskiden duvardaki gömme dolabın adı olan klozet, zamanla artık helânın adı olmuş. Dikkat ettiyseniz klozetin adı helânın içindeki delikli taşın şekline dayanmıyor. İster çömelme taşı koysunlar ister tünek taşı… Ya da istemezlerse delikli taş koymasınlar da, eski Fransızlar gibi, silbinç ya da leğen koyup, hünerlerini onun içine arz etsinler… Sonra eserlerini hürmetle kucaklayıp aşağıya ahıra taşısınlar… Her durumda o odacığın adı klozet.

Şimdi bu musandıra, yüklük ve klozetten/kapantıdan oluşan gardrop görünüşlü sistemin bir otel odasında olduğunu düşünelim. Müşteri ani bir ihtiyaç üzerine kendine bir kapantı aradığında yanlış kapağı açıp takım elbiseler için ayrılmış yere tünemeye kalkarsa… Ertesi gün büyük sorun.

Aman öyle bir şey olmasın!

Öyleyse ne yapmak lazım? Garanti olsun diye, klozetin başına bir kelime daha ekleyip Wotır Klozet demişler. Yani Su Odası veya Su Dolabı. Ee hani Osmanlı da aynı odaya Âbhâne dememiş miydi? Tıpkı o işte… Su Odası… Mantık aynı.

Elmayı doğuda yesen de aynı, batıda yesen de aynı. Sonucu hiçbir yerde değişmiyor. Hacet aynı hacet.

WC ne demektir, artık onu da anlamışsınızdır; Wotır Klozet lafının baş harfleri oluyor.

Hayır efendim, Winston Churchill’in parafı değil. Water Closet… Su kapantısı… Yünmelik kapantısı.

HELADAN KAÇIŞ (6)

Lavaboya Ne İş İçin Gidecektiniz?

Helaya hela demeyelim diye çok kaçtık bu kelimeden. Yalnız ondan da değil, onun yerine koyduğumuz her yeni kelimeyi eskitip sonra da ondan kaçtık.

Aslında hela kelimesi kötü bir kelime değildi. Onun yerine kullandığımız diğer kelimeler de kötü kelimeler değildi. Ama kendi zihnimiz kirlendikçe biz o kiri o masum kelimelerin üstünde gördük.

Bir gün birkaç arkadaş, bir masanın etrafında toplanmış çalışıyorduk. Biri müsaade istedi. “Ben bi lavaboya gideyim müsaadenizle,” dedi. Ben de “Hadi git, ama lavaboya etme, tuvalete et,” dedim. Arkadaş önce anlamadı, dönüp yüzüme baktı. İki üç saniye sonra anladı, dizinin birini karnına kaldırıp gülmeye başladı, sonra kıvrana kıvrana kaçtı gitti. Aklına neler geldiyse…

Şimdi böyle bir akım var. Yirmi otuz yıl önce başladı. İnsanlar cemiyet içinde tuvalet kelimesini kullanmak istemiyorlar. Oysa 1973 yılında ilkokul öğretmenimiz İbrahim Koç bize tuvalet dedirtmek için uğraşıp didiniyordu. O kelime gayet ciciydi, cilloptu o vakit.

İnsanlar şimdi tuvalet yerine lavabo derlerken, “Benim tuvalete gittiğimi düşünmeyin, sadece el yıkamaya gittiğimi düşünün” demek istiyorlar. Ama bu utangaçlık insanlarda hep vardı. Üç yüz sene önce de bir hacı amca ya da bir hacı teyze ayak yoluna çıktığında, abdest almaya gittiğini düşünmemizi istiyordu. Onun için oraya abdesthane diyordu.

Helaya kelime aramanın sonu yok. Bu uğurda kaç kelime tedavülden kalktı, yerine kaç kelime kuma geldi. Ama hiçbiri kalıcı olamadı. Şimdi lavabo kalır mı? Kalmaz, onun da tahttan ineceği gün gelir.

Peki bu lavabo nedir?

İncil’in Latincesinde geçiyor. Havarilerden Pontiyus Pilatus diyor ki: “Ellerimi günahtan yıkayacağım…” Yani, “Lavabo inter innocentes manus meas.”

Öyleyse, lavabo ne demek oluyor? “Yıkayacağım” demek oluyor. Eski dille, yüyeceğim, yuyacağım. Yalnız bundan ibaret. Yani işin içinde musluk yok, sabun yok, fayans yok… Tuvalet hiç yok.

Filmlerde görüyoruz, papaz kilisede ayine başlayacağı zaman ona bir tas su uzatılıyor. Ellerini o tasa sokup günahını yıkıyor. Kendi günahlarını değil canım, anca bizimkileri. Su bir tas. Anca bizimkine yeter.

Lavabo inter innocentes manus meas, diye diye ellerini yüyor. Ama onunkiler zaten bembeyaz. Adam öyle bir iyi adam. Abdestsiz yere basmıyor.

Papaz elini tasa sokup, lavabo ileri lavabo geri derken, Latinceden anlamayan Fransızlar “La bu lavabo dedikleri, papazın elini yıkadığı su tası belli ki…” diye düşünmüşler. O tasın adı böylece olmuş lavabo. On altıncı yüzyılda oluyor bu iş.

On dokuzuncu yüzyılda ise Fransızlar artık kendi el yıkama leğenlerine de lavabo demeye başlamışlar. İlle papazın leğeni olması şart değil. Laik vatandaşların ellerinin kiri de kutsallaşmış artık. Onların dilinde de aynı zikir: “Lavabo inter innocentes…”

Ben küçükken evlerimizde bakırdan birer leğen ile ibrik olurdu. Misafirin elini yıkaması için leğeni önüne koyar, eline sabun verir, su dökerdik. “Eline su dökebilmek” oradan gelir herhalde. Hizmet etmeye layık olabilmek anlamında. El yıkama bitince omzundaki temiz havluyu uzatırsın konuğa.

Amcam bizde oturup bir şeyler yediğinde, onun eline ben su dökerdim. Takma dişlerini evire çevire yıkardı.

Oralardan bugünlere geldik. Şimdi helalarımızın önünde bir odacık var. Orada duvara çakılıp sabitlenmiş bir el yıkama teknesi oluyor; taştan, mermerden veya sacdan. Üstünde de bir musluk bağlı. Havlu ise duvarda asılı. Omzunda peşkir tutan uşağa gerek kalmıyor. Günümüzde lavabo artık burası.

İncil’in Latincesinde geçen lavabo sohbeti 16. yüzyılda papazın el yıkama törenine dönüştüğünde iş orada dursa iyiydi ama durmadı. Durmadı da bak, ne oldu? Yirmi, otuz seneden beri, darda kalan her Türk, dedesinin helâsını bırakıp papazın su tasına koşuyor. Koşsun… Ne var bunda?

İyi de adam el yıkamaya koşmuyor ki!

Her sıkıştığında lavaboya koşan Türklerin “Ellerimi günahlardan yıkayacağım” diye dua etmek yerine, “Önce altımı, sonra ellerimi yıkacağım” demeleri gerekiyor, ama bizimkiler Latince bilmiyorlar.

Gördünüz mü bak, şimdi lavabo da kirlendi. Yeni bir şey arayıp bulacaksınız artık. Hadi bakalım.

HELADAN KAÇIŞ (7)

(Orada pis-su-mu-var)

İnsanoğlunun elmayı yedikten ve soğuk suya kandıktan sonra içinde büyüyen sıkıntıdan kurtulmak için düştüğü halleri altı bölümdür inceliyorduk. Tek bölüm kalmıştı. Şimdi onu da inceleyip bitirelim. Aleme hizmetimiz tamam olsun.

Bir arkadaşım var, pisuvar denen hacet kayığına pis-su-var der. Ama şaka olsun diye değil. Onun doğrusunun o olduğuna inanmış. Halk etimolojisi dedikleri bu oluyor işte. Ben de düzeltmem. Pis-su-var ileri, pis-su-var geri. Kendinden aşırı emin insanları düzeltmek yararsız çabadır, yorgunluktur.

Şimdi bu kibar arkadaşı pis-su-varın yanında bırakalım da başka bir hikayeye geçelim.

Mahallede bir cami inşaatı vardı. Bodrum kat tamamlanmış ve geçici olarak namaza açılmıştı. Bahçeye bir hela ve abdesthane de yapılmış, bahçe düzene sokulmuş, cemaat için oturaklar konmuştu.

Bir ikindi vakti cemaat namaza hazırlanıyordu. Kimileri abdest alıyor, kimileri oturaklara oturmuş, ezanı bekliyorlardı.

Bahçeye birkaç genç geldi. Birinin sırtında evrak çantası, birinin elinde fotoğraf makinası vardı. Ötekiler de telefonlarını çıkarmış, caminin sağından solundan fotoğraf çekiyorlardı. Cemaatin, bu gelenleri tanıdığı belliydi. İnşaatı denetlemeye gelen mimar ve mühendisler imiş. İçlerinden biri kadındı ve onun, bu ekibin amiri olduğu anlaşılıyordu.

Kadın helaya yöneldi. İki genç erkek de erkekler helasına… Cemaatin yaşlılarından Vasfi Amca içeriden çıkıyordu. Gençlerle kapıda karşılaştılar. Yaşlı adamın bir diyeceği varmış, hemen söyledi:

– Gençler, şu işemeliklerin dip tarafındaki bölgü mermerlerinden birinin üst bağlantısı kopmuş, yandaki bölgünün üstüne devrilmiş. Şimdi ona dayanıp duru. O da olmadık zamanda kırılırsa birini sakatlar bu.

– Ne? Neresi?

– Yav, içeride işemelikler yok mu? Hah! Onların arasında da birer gergi, bölgü yok mu? Git içeri, dip köşeye bi bak. Devrileni görcen sen orda.

– Tamam, amca, bakalım biz ona.

Gençler gülüşüyorlardı. Aslında Vasfi amcanın neyi anlattığını daha baştan çok iyi anlamışlardı. Ama şu “işemelik” lafını ona tekrarlatıp keyiflenmek istiyorlardı. Amirleri olan kadın da az ötedeki kapının önünde bu konuşmayı duydu, az durup dinledi, sonra içeri girdi.

Gençler heladan çıkınca bahçedeki diğer arkadaşlarının yanına vardılar. “İşemeliklerde arıza varmış” diye lafı sündürüp kikirdemeye devam ettiler. Konuyu henüz bilmeyen arkadaşlarına anlatıp aynı kikirtiden pay dağıttılar.

Amirleri olan kadın da az sonra heladan çıktı geldi. Sonra inşaatın yüklenicisi Akif Bey geldi. Misafirlere selam verip ellerini sıktı. Gençlerden biri heladaki bozukluğu yükleniciye aktardı.

– Akif Bey, erkekler helasında köşedeki pisuvar bölgüsünün üst bağlantısı kopmuş. Bölgü boşalıp beridekinin üstüne devrilmiş. Bir sakatlık çıkmadan onu tamir edin.

Hikayemiz bu kadar. Şimdi sorulara ve sorgulara gelelim.

Yaşlı amca pisuvarlara neden işemelik diyor? Cahilliğinden mi, kabalığından mı? Hem cahilliğinden hem kabalığındandır herhalde, değil mi? Biz şimdi, öyledir diyelim. Hem cahilliğindendir hem kabalığından…

Genç adam işemeliklere neden pisuvar diyor? Okumuşluğundan mı, inceliğinden mi? Hem okumuşluğundan hem inceliğindendir herhalde, değil mi? Bunu da şimdi, öyledir diyelim. Hem okumuşluğundandır hem inceliğinden…

Şimdi, kardeşim… Biz, bu işemelik ne demektir, onu anlıyoruz, biliyoruz. Tarife hacet yok. Öyle değil mi? Haceti olan önden buyursun. Fakat bizim bilmediğimiz, pisuvar. Pisuvar ne demek? Çok kibar bir laf herhalde. Bonsuvar gibi, orövuar gibi.

Sizce ne olabilir? Acaba bunun aslı leğen, lenger, ne bileyim, tas çanak filandı da şimdiki lâzımlık anlamını sonradan mı kazandı?

Ama ne olursa olsun, aslı kibar olmalı. Nö dö olsa Fransözce bi laf lö! Bizi modern dünyaya götüren devrimlerin şahı oradan şarladıydı ya… Silvuple! Yeşilçam’ın köşklerinde bıyık buran Hulusi Kentmen entari giymiyordu, hatırlayın, rob-dö-şambr giyiyordu. Sİlvuplee! Silvuple!

Pisuar ya da pisuvar deyip de, kelimenin sesine şöyle bir kulak verdiğimizde, bu nadide parça Fransızca bir şarkının bir yerinden kopmuşa benziyor be! Öyle değil mi bizim oğlan? Çok asil bir kelime olduğu kılıfından belli.

Gerçi mermerin kovuğuna küçük su dökerken, köpüklerin içinden çıkan horultulu sese de benziyor ama işe o taraftan bakarsak, ona pis-su-var diyen arkadaş haklı olur. Oysa o arkadaşın haklı olmadığını baştan belli etmiştik.

O yüzden biz şimdiden kalbimizi bozmayalım. Siz de bu kelime hakkında iyi şeyler düşünün… Fuar, fluar, kulvar, rezervuar gibi şirin ve kardeş kelimeler mırıldanın. Meselâ adam caddede sıkışmış, umumi helaya koşmuş, pisuvara içini dökmüş, rahatlamış… Ondan sonra mutlu mesut gülümseyip, helâda gördüğü herkese “bonsuvar! bonsuvar!” diye coşkuyla selam veriyormuş gibi düşünün meselâ… Ne bileyim işte, öyle güzel şeyler düşünün. Ben de bu arada bir sözlük açıp sayfa karıştırayım. Sonra dönüp bulduklarımı size okuyayım.

Hah, buldum işte. Kelimenin kökeni pisser. Vay be! İşemek demekmiş ama bu. Düpedüz işemek. Bu kelimenin sonuna -torium diye bir ek koyuyorsun, sonra bu eki başından sonundan kısaltıyorsun, elde pisuvar kalıyor. O da, fiilin bildirdiği işi yaptığın yer demek oluyor. Yani işeme yeri. Daha Türkçesi işemelik.

Anşante! Anşante!

Çıka çıka bu mu çıktı yav? Hani kibar bir laf çıkacaktı?

Bizim Vasfi Dede de yekten işemelik diyordu zaten. La bu pisuvarın aslı buyduysa bizim dedeye neden güldük biz o kadar?

Neden gülelim? Vasfi Dede bizim dededir de ondan güldük. Pisuvar ise dükün, kontun, baronun hacet yeridir, ciddiye alırız. Ona gülemeyiz.

Anşante!

O pis kovuğa pisuvar demeyi matah iş sanan kibarlara söyleyin, Vasfi Dede’ye gülmesinler. Dönüp de kendilerinde gülecek bir kovukluk arasınlar…

Akıl kovukluğu.

Vasfi amcayı bir daha görürsem ona şöyle diyeceğim:

Bundan sonra işemeliklere işemelik demeycez Vasfi Dede. Öyle çok ayıp oluyo. Bundan sonra onlara bonsuvar deycez gari.

Bonsuvar!

ETİMOLOJİ-SÖZCÜKLERİN KÖKENİ GRUBUNDA YAYINLANAN YAZIDAN ALINTI

 
Yorum yapın

Yazan: 24 Mart 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , ,