RSS

Etiket arşivi: genel

“SESSİZ GEMİ” ŞİİRİNİN KISA ÖYKÜSÜ

12.10.2024- Hatice Gül DEĞİRMENCİ

Sessiz Gemi’yi tabut ile ilişkilendirip ölüm yolcusu bildik hep. Oysa üstad Yahya Kemal için ölümden de beterdi. Ayrılıktı.

Üstad Yahya Kemal, Nazım Hikmet adlı gencin evinde kendisine Türkçe şiir dersleri vermeye başlar.

Aradan günler aylar geçer ve üstad Yahya Kemal Beyatlı o gencin annesine aşık olur. Genç Nazım bu durumu fark edince hocasının paltosunun cebine bir not bırakıverir.

Not şöyledir;

“Bu eve öğretmenim olarak girdiniz ama babam olarak giremeyeceksiniz.”

Ve o eve bir daha girmedi Yahya Kemal Beyatlı. Ve sevgilisi, Nazım Hikmet’in annesi Ayşe Celile hanıma bir daha yaklaşamadı. Ressam Ayşe Celile Hikmet, resimleri ile olduğu kadar güzelliği ile de tüm İstanbul’un dilinde destan olmuş asil bir hanımefendiydi.

Yahya Kemal vefat ettiğinde evraklarının arasının içinden kurumuş iki yaprak ve kısa bir not bulunan zarf çıktı.

Şöyle yazıyordu notta:

“Bu zarfın içindeki hatıra 19 Ağustos 1930’da Sirkeci Garında gece saat 10’da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçektendir.

Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim.”

Ayşe Celile Hikmet muhtemelen bu aşkın devam etmeyeceğini anladığı gece göğsünde duran o iki yapraklı çiçeği Paris’e gitmeden önce Sirkeci Garında Yahya Kemal’e vermişti.

Aralarında ki aşkın öyküsü uzundur ve ressam Ayşe Celile hanım Heybeliada’dan ayrılırken Yahya Kemal’in elinden hiçbir şey gelmez ve her dizesi ölümden de beter o ayrılığın acısı olan meşhur şiirini yazar..

SESSİZ GEMİ…

Artık demir almak günü gelmişse zaman dan,

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller!

Ne giden son gemidir bu!

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Birçok seneler geçti dönen yok.

 
Yorum yapın

Yazan: 12 Ekim 2024 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

SÜMERLERİN EN AHLAKLI ESNAFI KASAP DUMUZİ’NİN HİKAYESİ

09.10.2024-memurmedya.com

Sümer topraklarının bereketli şehirlerinden biri olan Lagaş’ta, Dumuzi adında genç bir kasap yaşardı. Dumuzi, kasaplık mesleğini babasından öğrenmiş, küçük yaşlardan itibaren hayvanları nasıl dikkatle seçip kestiklerini, nasıl etleri temiz bir şekilde hazırladıklarını gözlemlemişti. Babası ona hep, “Kasaplık sadece hayvan kesmek, eti kemikten ayırmak değildir. İnsanların sofralarına helal lokma koymak, onlara güven vermek ve ahlakla çalışmak demektir,” diye tembihlerde bulunurdu.

Babası ölünce Dumuzi, babasının mirası olan bu dükkânı devraldı. Genç adam sadece babasının işini sürdürmekle kalmayıp, mesleğini ahlaki değerlere dayandırarak bir adım ileri taşımayı hedefledi. Dumuzi, etin tazeliğine ve kalitesine çok önem verirdi. Şehirdeki diğer kasapların çoğu, ellerinde kalan etleri uzun süre bekletir, hatta bozulmuş eti satırla çekip, çeşitli bitkilerle kokusunu bastırır, satmaya çalışırdı. Domuz etini kuzu eti diye satar, ete türlü hileler karıştırırlardı. Ancak Dumuzi, asla bu yolu seçmedi. “Namus ve ahlak, kazandığın altından daha değerlidir,” diye düşünürdü.

Bir gün, şehre büyük bir sürüyle bir tüccar geldi. Sürüsünü Fırat nehri kıyısında otlata otlata getirmişti. Bu tüccar, kasaplara hayvan satıyor, altın ve bakırla takas ediyordu. Tüccar, ilk olarak Dumuzi’nin dükkânına uğradı. Dumuzi tüccara ve kafilesine soğuk içeçekler ikram etti. Onları ağırladı. Daha sonra hayvanlara bakmak üzere dışarı çıktılar. Gerçekten devasa bir sürüydü. Lakin bir sorun vardı.

“Bu hayvanlar hastalıklı!” dedi Dumuzi. Tüccar şaşkınlıkla ona yaklaştı. Keçilerden birini tutup ağzını gösterdi. “Birkaç haftaya kadar çoğu telef olacak.”

“Nasıl olur?” diye çıkıştı tüccar. “Bence sen fiyatı düşürmek için yalan söyleyen ahmağın birisin!”

“Şu arabaya yüklediğin domuzlardan kapmış olmalılar.” Kağnı arabalarına yaklaştı. “Bak, gözlerinde fer kalmamış, onların da ağızları köpüklü. Bunları satın alamam. Bu şehirde de satmana izin veremem.”

Tüccar, Dumuzi’ye daha fazla para kazanabilmesi için şöyle bir teklifte bulundu: “Tamam, sen kazandın. Bu işin ehli olduğun belli. Hayvanları sana yarı fiyattan vereceğim. Böylelikle ikimiz de kazanmış olacağız. Kimsenin ruhu bile duymayacak.”

Dumuzi bu teklife karşı sessizce başını salladı ve tüccara şöyle cevap verdi: “Bu eller, helal ve temiz kazançtan başka bir şeyle kirlenmeyecek. Kazancım az olabilir, ama huzurum çok olacak. Ahlakımı para uğruna satamam. Halkıma hastalıklı et yediremem.” Tüccar, Dumuzi’nin kararlılığı karşısında şaşırdı ama onun işine karışmadan sürüyü toparlayıp orayı terk etti.

Bu olay, şehirde duyuldu. Dumuzi’nin namusu ve ahlakı, dilden dile yayıldı. Müşterileri, ona daha fazla güvenmeye başladı ve dükkânı gün geçtikçe daha da iş yapar hale geldi. Dumuzi, her gün kasabına gelen insanlara dürüstçe hizmet etti. Onlara daima en iyi eti sundu, fiyat konusunda adil davrandı ve asla müşterilerini aldatmadı.

Tüccar sürüyü Ur şehrine götürmüş, bütün hayvanları uyanık kasaplara satmıştı. Kısa süre sonra halk arasında salgın baş gösterdi. Ur kralı sorumluları yakalattırıp idam ettirdi.

Olay Lagaş kralı Urgakina’nın kulağına kadar gitti, Dumuzi’den büyük bir davet için ziyafet hazırlamasını istedi. Bu, Dumuzi’nin mesleğinde dönüm noktası oldu. Kral, davetteki tüm misafirlerine Dumuzi’nin kasaplığını ve ahlakını övdü ve “Bu adam sadece et satmıyor, bize bir insanın nasıl ahlaklı olması gerektiğini öğretiyor,” dedi.

Zamanla Dumuzi’nin kasabı o kadar meşhur oldu ki, şehirdeki diğer kasaplar onun izinden gitmeye başladı. Eski yöntemlerini terk edip, daha temiz ve dürüst bir şekilde iş yapmaya başladılar. Dumuzi, sadece bir kasap değil, aynı zamanda şehrinde ahlakın sembolü haline geldi. O, kimseyi kandırmadan, kimsenin hakkını yemeden de nasıl başarılı olunabileceğini gösterdi.

Dumuzi’nin dürüstlüğü ve çalışkanlığı, kuşaklar boyunca anlatılan bir hikâye oldu. Sümerler, “Dumuzi gibi olmak” derlerdi; bu, namuslu ve ahlaklı çalışmanın sembolüydü.

 
Yorum yapın

Yazan: 09 Ekim 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

İSKAMBİL DESTESİNDEKİ 4 PAPAZ

08.10.2024- Nezahat GÖÇMEN

İskambil destesinde bulunan 4 papazın, aslında tarihteki dört hükümdarı temsil ettiğini biliyor muydunuz? Sinek Papazı, Büyük İskender’i

Karo Papazı, Jül Sezar’ı

Kupa Papazı, Kral Şarlman’ı

Maça Papazı, Davud’u temsil eder….

İskambil kağıtlarının yayıldığı o dönem Fransa’sında dört grup öne çıktığı için kartlar da bu grupları temsil ettiği rivayet edilir.

-Kupa krallığı ve soyluları

-Maça orduyu, şövalyeleri

-Karo orta sınıfı,

-Sinek avam tabakası , köylüyü temsil etmekteydi.

Bugün briç, poker veya benzeri oyunlarda, kupanın en değerli, sineğin ise en değersiz kart olmasının nedeni bu sınıflandırmadan gelmektedir. Karo papazının ellerinin kesik olduğu görülür ki bu konu hakkında oldukça fazla rivayet vardır kumarı ilk bulan olduğu için cezalandırılıp ellerinin kesildiği gibi … Caesar’ın kollarının kesik olmaması yüzünden karo papazının Caesar’ı temsil etmesi de muammadır. -Tek bıyığı olmayan papaz Kupa papazıdır ve kendini öldürürken resmedilir. kültür ve merak grubu

 
Yorum yapın

Yazan: 08 Ekim 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

BU KİTAPLAR İNSAN DERİSİNDEN

07.10. 2024- sabitfikir.com

Pahalı ve eski kitapları bir araya getiren büyük kütüphanelerde her daim garip bir yan vardır. İnsanların fısıldayarak konuştuğu bu ortamı yapay bir sessizlik kaplar. Toz kokusu ise sürreal bir hava yaratır. Söz konusu garip kütüphanelerse şüphesiz hiçbir yer, Harvard Üniversitesi’yle boy ölçüşemez.

Çünkü birkaç yıl önce bu kütüphanede bulunan üç kitabı, diğerlerinden ayıran bir şey fark edildi. Onların deri kaplaması, diğerlerine benzemiyordu. Yapılan araştırmalar da gösterdi ki, bu pürüzsüz kaplamalar, insan derisindendi. Hatta bu kitaplardan birisinin derisi, canlı bir insandan yüzülmüştü.

Aslında insan derisiyle kitap kaplamak 17. yüzyılda epey yaygındı. Adı “anthropodermic bibliopegy (insan derisiyle kitap ciltleme sanatı)” konulmuştu ve bu sanat, özellikle anatomi kitaplarına uygulanıyordu. Kitaplar, genellikle tıbbi görevlilerin, araştırmaları sırasında kadavradan yüzdükleri deriyle kaplanıyordu. Herhalde hiçbir şey boşa gitmesin istendiğindendi bu.

Harvard’daki bu garip kitaplardan biri Roma şiirini, bir diğeri Fransız felsefesini ele alıyor. Canlı canlı yüzülen bir insanın derisiyle kaplanan sonuncu kitap ise Ortaçağ İspanya’sının hukuk düzeni üzerine bir inceleme. İçinde ise şu ilginç paragraf bulunuyor:

“Bu kitabın kaplaması, 4 Ağustos 1632’de, Wavuma tarafından, henüz canlıyken derisi yüzülen sevgili arkadaşım Jonas Wright’tan geriye kalan tek şey. Kral Mbesa bana bu kitabı verdi ki bu kitap da zavallı Jonas’ın sahip olduğu birkaç şeyden biriydi; şimdi onun üzerini derisi kaplıyor. Huzur içinde yatsın.”

Harvard’a uğrarsanız bu kitapları inceleyebilirsiniz. Greg Newkirk‘in Roadtrippers Daily’de yayınlanan makalesini Gökçe Gündüç, Türkçeleştirdi.

*** *** ***

 
Yorum yapın

Yazan: 07 Ekim 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

TESADÜF MÜ, KEHANET Mİ? TİTANİK’TEN 14 SENE ÖNCE!

01.10.2024- Mert METİN

Kahramanımız Morgan Robertson (1861 – 1915) Genç bir denizci iken işleri iyi gitmeyince Newyork’ta kuyumculuk yapmaya başlar ve amatörce hikayeler yazar. Nasıl olursa yazdıkları satılır iyi para kazanır ve bunun üzerine epeydir aklında olan, eski mesleğinden aşina olduğu konularla ilgili bir roman yazmaya girişir. Roman biter, basılır ama pek ilgi görmez satılmaz.. Yıl 1898’dir.

Burada biraz duralım: Ne anlatmaktadır bu romanda Robertson ona göz atalım:

Romanda büyük bir gemi vardır. İngiltere’den yola çıkar Newyork’a gitmektedir ama yolda bir buzdağına çarparak batar.

Hemen ne düşündünüz. Elbette Titanik.. Batışından tam 14 yıl önce yazılmış bir romanda benzer bir tema. Eğer benzerlik bu kadarla sınırlı kalsaydı çok da ilgi çekmez şaşırtıcı olmazdı ama şimdi sıkı durun:

* Robertson’un romanındaki gemi Southampton limanından yola çıkıp New York’a gidiyordu. 14 Yıl sonra Titanik’de Southampton limanından yola çıkıp New York’a gitmek üzere hareketlenmişti.

*Romandaki gemi ile, Titanik arasında sadece birkaç metre fark vardı. Romandaki gemi 244 metre, Titanik 269 metreydi.

– İki geminin ağırlıkları da çok yakındı. Robertson romanındaki gemi 70.000 ton ağırlığında idi; gerçek Titanik ise 66.000 tondu.

– Her iki geminin de üç pervanesi vardı ve her ikisinde yolcu kapasitesi 3000 idi. Romanda gemi dolu olarak 3000, Titanik 2228 yolcu taşıyordu. Gerek romandaki hayali gemiye gerekse de gerçek Titanik’e Avrupa’nın sayılı zenginleri ve ünlü aileleri binmişlerdi.

-Her iki olaydaki gemiye de asla batmaz denilmişti.

– Robertson’un romanındaki dev gemi, New Foundland yakınında; Kuzey Atlantik’te bir buzdağına çarparak battı ve işte belki de en inanılmaz ama gerçek kısım; Titanik de 14 yıl sonra aynı koordinatta, aynen romandaki benzeri gibi bir buzdağına çarparak okyanusa gömüldü.

– Ve her iki gemide de; yeterince can kurtaran filikası yoktu; Robertson romanındaki gemide 24 filika bulunduğunu yazıyordu; Titanik’te ise 20 filika vardı ve bu yüzden can kaybı büyük oldu.

*Her iki geminin yolculuğu da Nisan ayında idi.

* Darbe hızı, darbe zamanı, etki noktası gibi pek çok teknik bilgi de ya aynı ya da çok benzerdi.

Peki geliyoruz sona.. Asıl sürpriz burada. Robertson romanındaki gemiye hangi adı vermişti dersiniz: Titan..

Ne dersiniz, bu kadar tesadüf nasıl bir araya gelmiş olabilir. Denizcilik geçmişinden dolayı bu benzerliği normal karşılayanlar yanında daha sıklıkla yapılan yorum Robertson’un psişik yetenekleri olduğu yönünde çünkü bu kadar olmasa da kehanetlerle dolu başka kitapları da var.

Robertson başarısız bir yazar olarak Mart 1915’de bir otel odasında geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Tabi bu kadar bilgiyi tesadüfi olarak nasıl birleştirdiğinin sırrı da onunla birlikte gitmiş oldu.

 
Yorum yapın

Yazan: 01 Ekim 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

BİZE BÖYLE GERÇEK ÖĞRETMENLER GEREK

29.09.2024-Serkan ÖZMEN

“Çankaya’daki küçük okulda okuyan kızların bilgilerini yoklayan Gazi, iyi yetişmediklerini görmüş, Rüsuhi Bey’i bunun nedenini öğrenmekle görevlendirmişti. Gazi çalışırken Rüsuhi Bey ile Genel Sekreter Tevfik Bey geldiler.

‘Evet?’

Rüsuhi Bey bilgi sundu:

‘Öğrencilerin çoğu hatırlı kimselerin çocukları. Öğretmen bu yüzden öğrencileri sıkmıyor, ders yapmak yerine daha çok oyun oynatıyormuş.’

Gazi Tevfik Bey’e,

‘İlgililerle konuş..’dedi,

‘..bu dalkavuk öğretmeni oradan alsınlar. Hatır gönül dinlemeden öğretmenliğin gereğini yapacak birini yollasınlar.’

‘Peki efendim.’” (3)

“Çankaya’daki küçük okula yeni bir öğretmen atanmıştı. Çalışkan, ciddi, öğrencilerini yetiştirmek için çabalayan gerçek bir öğretmendi. Sabiha, Rukiye ve Zehra yine ödevlerini yapmamışlardı. Üstelik öğretmene kafa tutuyorlardı. Üçüne de bağırmaya başladı:

‘Susunuz! Hem tembel hem şımarıksınız. Kimin nesi olursanız olun, tembelliğe, şımarıklığa, hele küstahlığa hakkınız yok. Şimdi okulu terk edin. Bir daha da buraya ayak basmayın!’

Zehra, ‘Sizi Gazi Paşa’ya şikâyet edeceğiz! dedi.

Öğretmen kıpkırmızı kesildi. Kapıyı gösterdi:

‘Çıkııııııın!’

Kızlar çantalarını toplayıp sınıftan çıktılar. Öfkeden gözlerinden yaş iniyordu.

‘Her şeyi Gazi Paşa’ya anlatalım.’

‘Bizi azarlamak, kovmak ne demekmiş anlasın.’

‘Eski öğretmen ne iyiydi. Hep oyun oynatırdı.’

Koşa koşa köşke geldiler. Gazi’yi buldular.

‘Ne oldu? Anlatın bakayım.’

İçlerini çeke çeke anlattılar:

‘Eski öğretmenimiz çok iyiydi.’

‘Bu her gün ev ödevi veriyor.’

‘Her gün sınav yapıyor.’

‘Bilemezsek azarlayıp duruyor.’

‘Tembeller diyor.’

‘Şımarıklar diyor.’

‘Bu yoksul millete kaça mal olduğunuzu biliyor musunuz diyor.’

‘İyi davransın diye sizin kızınız olduğumuzu söyledik.’

‘Aldırmadı bile.’

‘Çok gücümüze gitti.’

‘Biz de kızdık, ev ödevimizi yapmadık, bundan sonra da yapmayacağımızı söyledik.’

Sabiha elinin tersi ile gözyaşlarını sildi:

‘Üçümüzü de sınıftan kovdu.’

‘Bir daha da gelmeyin dedi.’

Gazi ‘Bitti mi?’ diye sordu.

‘Bitti.’

Ayağa kalktı:

‘Çok kötü bir şey yapmışsınız çocuklar. Savaştı, işgaldi, iyi bir eğitim görmediniz. Öğretmen eksiklerinizi tamamlamaya çalışıyor. Daha ne istiyorsunuz? Öğretmene karşı gelmek ne demek? Öğretmenlikten daha yüksek bir mevki mi var sanıyorsunuz?’

Kızlar Gazi’yi herkesten yüksek sanıyorlardı. Çok bozuldular.

‘Rüsuhi Bey!’

‘Buyrun efendim.’

‘Al bunları hemen şimdi okula götür. Öğretmenin elini öpüp af dilesinler. Mesleğinin gereğini yaptığı için de kendisine çok teşekkür ettiğimi söyle. Bize böyle gerçek öğretmenler gerek. Haydi okula!’

Kızlar süklüm püklüm okulun yolunu tuttular. Demek öğretmen Gazi Paşa’dan daha yüksekti ha!” (4)

(1) Mustafa Kemal Atatürk; Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, Kültür Bakanlığı Yayınları 393, Ankara, 1981, s.11.

(2) İsmail Hakkı AKANSEL, Atatürk ve Yaverleri, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 2006

(3) 244 Turgut Özakman; Cumhuriyet Türk Mucizesi, İkinci Kitap, Bilgi Yayınevi, 24.Basım, İstanbul, Ekim 2010, s.216.

(4) Turgut Özakman; Age, İkinci Kitap, s.225-22

 
Yorum yapın

Yazan: 29 Eylül 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

BAYAN SÖZÜ NEREDEN GELİYOR

24.01.2024-Suzan ULUOĞLU-Rus Dili ve Edebiyatı Öğretim Görevlisi

Atatür, BAYAN kelimesinin öz Türkce olduğu konusuna dıkkat çeker.(BİLKE)

“Eski Rus putperestlik tanrılarının ve mitolojik simaların adları hem Hint – Avrupa hem de Türk kökenlidir (Mokoş, Veles, Boyan gibi). Bu da EskiSlav ve Türk dillerinin ve kültürlerinin karşılıklı etkileşim sürecinde olduklarınıkanıtlamaktadır (Baskakov 1985:143-146).
Bayan ~ Buyan ~ Boyan adı Eski Slavca’ya, Eski Türk ve Bulgar dillerinden geçmiştir. Boyan adı Rusların en eski destanı olan “İgor Seferi Destanı”nda yer almaktadır. Bu destanı ve bu destanda yer alan Türkçe kökenli sözcükleri çok ayrıntılı bir şekilde inceleyen N.A.Baskakov, bu adın Türk Lehçelerinde ve Slav dillerindeki kullanımı ile ilgili bilgilere de geniş bir yer vermektedir. “İgor Seferi Destanı”nda yer alan “Boyan Veles’in torunu” ifadesine dayanarak, mitolojik şarkıcı olan Boyan ~ Bayan’ın, Hayvan Tanrısı Veles ile akraba olduğu söylenebilir. Bu sözcük de Veles ~ Volos sözcüğü gibi Eski Bulgar dilinden alınmıştır. “İgor Seferi Destanı”nda ve “Zadonşçina”da Boyan, ilerisini gören ozan olarak yer almaktadır.
Boyan ~ Buyan adı, günümüzde Rusya, Eski Yugoslavya, Bulgaristan ve Polonya’da özel erkek adı olarak görülmektedir. Boyan ~ Bayan ~ Buyan ~ Poyan adı Türk ve Moğol halklarında da görülür, örneğin Hakaslarda (Poyan), Tuvalılarda (Buyan), Buryat ve Moğollarda (Bayan ~ Buyan); ayrıca Türkçede “bayan” kelimesi de vardır. Bayan ~ Buyan ~ Boyan adı Eski Slavca’ya, Eski Türk ve Bulgar
dillerinden geçmiştir. Eski Bulgar dilinde, “Bulgar çarının adı” anlamındaki “Boyanus” sözcüğünün bulunması da bu durumu kanıtlamaktadır. P.M.
Melioranskiy’e göre bu sözcük Türkçe’deki bay “zengin” sözcüğünden gelmektedir. Bayan adını Türkçe’deki Bayan “zengin yönetici” sözcüğüyle karşılaştıran F.E.Korş da bu görüşe katılır. Ancak Baskakov’a göre Boyan ~ Bayan sözcüğü bazı eski ve çağdaş Türk dillerinde bulunan kaynaşmış gövde ile bağlıdır. Bu kaynaşmış gövdeler şunlardır: bay – ~ bay – ~ bağ – ~ bağ “büyülemek, büyülemek (hayran bırakmak)” ~ “kutsal yasak”. Bay – ~ pay – ~ may – ~ bay – ~ pay gibi kökler farklı Şaman boylarının dini konulu dramları, eğlenceleri, büyüleri ve ayrıca kurban kesme törenleri, ziyafetleri, törensel şarkıları, hikaye ve masallarıyla bağlıdır. Örneğin Çağataycada bay – y < bayyğ “büyüleme, büyücülük”,
Türkçede bağ – ~ bay – “ büyülemek, hayran etmek”, bay – y –džy “büyücü”, Altaycada
bay – lu “gizli, yasak, kutsal”, bay – lu – dyer “yasak, kutsal, büyülü yer, gizli”, bay – lu sös ~ bay sös “yasak sözler”, bay – la –Çağdaş Rusça’da обаявать “büyülemek, etkilemek, palavrayla kandırmak” ve “alım, alımlı, alımlı kadın” sözcükleri de vardır.
Efsanevî şarkıcı Bayan / Boyan’ın adı da büyük bir ihtimalle bu sözcükle bağlantılıdır. Bayan adı Sibirya’nın bazı Türk boylarının hafızasında kalan, Eski Türk Tanrı adlarıyla bağlıdır. Yakutlarda: bayanay – avcıları ve balıkçıları koruyan perilerin genel adıdır; tya bayanay “ orman perisi, orman devi”; uu bayanay “su perisi”dir. Bu gibi perilerin sayısı yedidir ve onların baş perisi baay bayanay ~
bayanay toyon ~ bayanay bootur’dur. Altaylılarda: payana, Büyük Tanrı Ülgen’in iyi ruhlu kölesidir ve tanrıça pay – ana ~ may – ana, eski Türkçede (Orhun abidelerinde) Umay “tanrıça, çocukların koruyucusu olan tanrıça” dır.
Boyan adının Eski Türk, Eski Bulgar, Eski Avar kökenli olması, onun hem Eski Bulgar ve diğer Eski Türk kavimlerinde (Hunlarda) özel ad olarak geniş şekilde görülmesiyle (örneğin Boyan, VII.yy.’daki Avar Hanının ve VIII. – X.yy.’daki Bulgar Hanlarının adıdır), hem de daha sonraki Türk kavimlerinde özel ad olarak kullanılmasıyla (örneğin Boyan – 1301 – 1302 yıllarında Altın Ordu devletindeki Han tacına talip olanlardan birisinin adıdır – Sası – Buk Hanın babası) ispat edilmektedir.
“Zadonşçina”daki Boyan’a gelince (muhtemelen “İgor Seferi Destanı”ndaki “ozan, şarkıcı”, “ilerisini gören Boyan’la aynı kişidir): Bu Boyan’ın, 927 yılında ölen Bulgar Çarı Simeon’un ileriyi gören oğlu Boyanus (Bayanus) ile karşılaştırılmasına oldukça sık rastlanmaktadır. Ayrıca Boyanus, Bizans tarihçilerine göre, “büyüyü o kadar iyi öğrendi ki, aniden bir kurda ve herhangi başka bir vahşi hayvana dönüşebilirdi”.Böylece Eski Rus putperestlik tanrılarının ve mitolojik simaların adları hem
Hint – Avrupa hem de Türk kökenlidir (Mokoş, Veles, Boyan gibi). Bu da Eski Slav ve Türk dillerinin ve kültürlerinin karşılıklı etkileşim sürecinde olduklarını kanıtlamaktadır (Baskakov 1985:143-146).
Antroponyms Of Turkish Origin Covered In Works On The War Of Kulikovo- Suzan ULUOĞLU-Rus Dili Ve Edebiyatı

 

Etiketler: , , , , , , ,