Felç geçiren Cahit Sıtı Tarancı, konuşma yeteneğini yitirir. Ünlü şairi Cavit Orhan Tütengil, 1 Şubat 1955 tarihinde Diyarbakır’ daki baba evinde ziyaret eder…
Tütengil o gün yaşadıklarını, duygularını “Yenilik” dergisinin Mart sayısında şairin hasta yatağındaki fotoğrafıyla birlikte yayınlar… İşte o tarihi fotoğraf ve Tütengil’in o yazısından paragraf..
“Konuşulanları anlıyor, fakat cevap veremiyor. Ağzı var dili yok.. Biricik tepkisi gülümsemek veya ağlamak.. Kendisine son bir kaç ay içinde yayınlanan şiir kitaplarından söz ettim, ilgiyle dinledi. Şair adları geçtikçe de yüzünde gülümseme dolaştı.. O, sadece susuyor.. Anacığı yanı başında oturuyor.. Sessizlik, salonun mırıltılarını hissettirdikçe aklımdan parça parça mısralar geçiyor.. Üzüntü veren mısralar.. Yüzüne baktığımda sanki ”Ah, aklımdan ölümüm geçer” diyor ….
Cahit Sıtkı Tarancı bir yıl sonra tedavi için gönderildiği Viyana’ da son nefesini verecek, sosyoloji profesörü olacak olan Cavit Orhan Tütengil ise yirmi dört yıl sonra, 7 Aralık 1979 evinden üniversiteye giderken katledilecektir.. Şair ve bilim insanın anılarına sonsuz saygıyla….
Atatürk’ün hastalığı ağırlaşmış, ölümle mücadele etiği bu günlerde bile canı kadar sevdiği küçük kızının bayram telgrafını ( 29 Ekim için ) cevapsız bırakmamış , ona gönderdiği bu son telgrafını büyük bir insan gibi Ülkü’ye hitaben yazmış imzalamış ve Ankara’ya göndermiştir.. (31 ekim 1938 )
Atatürkün Dolmabahçe Sarayındaki son zamanlarında Ülkü de Saraydaydı ancak Atatürk zaman zaman komaya giriyordu uyanınca kendisinin ne karar baygın kaldığını çevresine soruyor ama kimseden doğru cevaplar alamıyordu.
Atatürk bu şüphesi üzerine bir baygınlığından sonra uyanınca bana hemen Ülkü’yü yollayın o bana doğruyu söyler dedi Atatürk minik kızı Ülkü’nün ona hiç bir zaman yalan söylemeyeceğini biliyordu çünkü doğru söylemeyi ona kendisi öğretmişti
Sarayda hemen Ülkü bulundu ancak Ülkü içeri girmeden kapıdaki doktorlar Atatürk komada kaldığını sorarsa kısa bir süre olduğunu söylemesini sıkı sıkıya tenbih ettiler Ülkü buna itiraz edince bunun Atatürk’ün iyiliği ve sağlığı için söylemesi gerektiğini zorladılar Ülkü üzgün bir tavırla başı yerde korkak bir şekilde odaya girdi Atatürk’e korkarak yaklaştı Ülkü’nün bu halini gören Atatürk sana bir şey soracaktım ama artık sormayacağım vazgeçtim demiştir Atatürk o üstün sezi yeteneği ile soruyu sormayarak onu yalan söylemekten kurtarmış o hasta halinde bile sevgili kızı Ülkü’yü kendisinden çok sevdiğini ve düşündüğünü göstermiştir.
Ülkü’nün arkasından odaya giren Ülkü’nün annesi Vasfiye Hanım’a
Ülkü’nün bu kendisinin ağırlaşan durumuna çok üzüldüğünü görerek:
“sizi Ankara’ya yollluyorum ben de iyileşip gelirim her seneki gibi Cumhuriyet bayramını beraber kutlarız diyerek onu annesi Zübeyde Hanım’ın yadigarı Ülkü’nün annesi Vasfiye Hanım’la beraber Ülkü’yü Ankara’ya çifliğe yollamıştır.
.. Soğuk bir Balıkesir gecesinde eve dönerken, sarhoşa benzeyen bir adam gördüm. Bir sağa bir sola yalpalıyordu. Ve yanındaki direğe sarılmıştı. Bir vitrine bakıyormuş gibi yaparak göz ucuyla onu seyrettim. Otuz yaşın üstünde olmalıydı. Kendisine biraz daha sokuldum.
Üstü başı son derece temizdi. Yanından geçen bazı kişiler, yüksek sesle konuşarak içki içmenin kötülüğünden bahsediyor, bazıları da alay edip gülüyorlardı….. Yavaşça yanına gidip:
– İyi misiniz? diye sordum. Bir ihtiyacınız var mı?
Dudaklarından, iniltiye benzeyen tek bir kelime çıktı:
– Hastayım!…
Düşmemesi için, bir kolumu beline dolayarak taksi beklemeye koyuldum. Akşam vakitlerinde kesilen kar yağışı tekrar başlamış ve yavaş yavaş buzlanmaya başlayan yollarda, birbiriyle yarışan sokak köpeklerinin dışında bir hayat emaresi kalmamıştı. Araba bulmaktan ümidimi kestiğim sırada, yanımda bir taksi duruverdi. Şoföre durumu anlatarak acele etmemiz gerektiğini söyledim. Hastamızı arka koltuğa yatırarak Balıkesir Şehir Hastanesine götürdük hemen gerekenler yapıldı, serum verdiler verilen serum tamamlanana kadar başucunda bekledik.
Nöbetçi doktor, hastayı en azından donmaktan kurtardığımızı ifade ediyor, genç adam ise, henüz konuşamadığı için, bize bakıp gülümsemekle yetiniyordu. Şoför de yanımdaydı… Hastamız bir süre sonra kendine geldi. Onu tekrar arabaya bindirip evine götürdük. Hastamızın eşi, onun sık sık şeker komasına girdiğini bildiğinden müthiş bir paniğe kapılmış ve oğlunu da alarak sokağa fırlamıştı.
Bizi görünce koşarak yanımıza geldiler ve büyük bir sevinç içinde kucaklaştılar. Saatlerce süren yorgunluğumuzdan eser bile kalmamış, bize nasıl teşekkür edeceğini şaşıran o ailenin mutluluğu karşısında gözlerimiz dolmuştu. Ellerimize sarılarak bizi uğurladıklarında, şoföre borcumu sordum. Başını sallayarak:
– Borçlu değil, alacaklısın dostum!.. dedi. Çünkü böyle bir iyiliğe beni de ortak ettin. Ama belki de yirmi yıldır ağlamayı unutan bir adama bu güzel duyguyu hatırlattığın için, alacaklı duruma düştün.
O mert adamla kucaklaşıp ayrılırken, gecenin ayazını hissetmiyor ve evime yürüyerek dönmek istiyordum. Kim bilir? Belki de yolumun üzerinde, yardımımı bekleyen bir insan daha bulabilir miyim diye? İnsanlık hala ölmemiş. İnsan olmaya devam….. Alıntıdır #Sevgimle Bilge
Yoğurdu ağzına aldığında şöyle derin bir oh çekti. “Yaban mersini koymak aklıma geldi, gerçekten harika oldu. Kendimi Moda’da dondurma yiyormuş gibi hissettim. Orada meşhur bir dondurmacı var, biliyor musun? Gözlerini kapadı, tekrar tattı ve işte Moda’dayım.”
Bu kadar ilaç, ağrı, sızı içerisinde yoğurttan dondurma tadı almak ilginçti. Ama ne yapsın insan belki tutunacak bir dal, bir ümit arar ve böyle basit şeyler basit gözükse de bazen çok önemli ve kıymetli olabiliyorlardı. Bir şeyin önemini anlamak ve kavramak onun yokluğu ile çok daha iyi anlaşılır olabiliyordu.
Yoğurt tatlı bir rehavet verdi ve düşünmeye başladı ya da düşündüğünü mü sanıyordu yoksa hayal mi görüyordu emin değildi. Bulutların üstünde gibiydi, üç çocuk Zeytinlik’te çelik çomak oynuyordu. Aslında ikisi oynuyor, üçüncüsü izliyordu. “Çocuklar, buraya gelin.”, dedi. Artık dördü bulutun üstünde birlikte oturuyor ve aşağısını izliyorlardı.
Şöyle bir düşündü: “Bu bahçede asılı çamaşırlar var kokusunu alıyorum”, dedi. Birden bir kadın ve yanında 5-6 yaşlarında küçük bir kız belirdi. Kadın çok sinirliydi ve bağırıyordu. “Bana bak sen! Oraya gelirsem ağzını carrrrt diye ikiye ayırırım.”
Yeri gelmişken cart kelimesini açmak istiyorum, hani öyle kağıdı keser gibi değil, carrrrrt diye yani r harfine vurgu yaparak, anlatımı kuvvetlendiren el hareketleri ile, elini beline koyup, kafasını da hafif sallayıp, kaşlarını ve gözlerini de oynatarak karşısındaki kadına gözdağı veriyordu. Jest ve mimik de tamamdı, büyük oynuyordu. Peşinden o ile başlayıp u ile biten malum ve masum olmayan kelime ile anlatım iyice kuvvetleniyordu. (Efendim sosyal medyada zılgıt yemeyelim siz anladınız ne olduğunu.) Ufak kızcağız da annesinin dedikleri aynen tekrar ediyor ve bazen koro halinde karşısındaki kadına baskın çıkmaya çalışıyorlardı. Aradan geçen zamanda bu ufak kız büyümüş çok başarılı bir öğrenci akabinde hatırı sayılır bir mesleği olmuştu. Ama zihinlere kazınan bu hali ise insanı gülümsetmeden edemiyordu. Bulutun üstündeki 4 kişi de, kah gülüyor kah “bak gördün mü, ne dedi”, diye birbirlerini iterek şakalaşıyorlardı.
Adam çamaşır kokusunu tekrar içine çekti, “yumuşatıcı kokusunu çok iyi duyuyorum, ne güzel”, diye aklından geçirdi. Çamaşır içine dolan rüzgarla dalgalanıyordu. “İşte bu sese de bayılırım.”, dedi.
O esnada “hadi kalk amca, damar yolunu bulacağım, ilaç zamanı”, diye bir sesle irkildi, gelen hemşireydi. O zaman nerede olduğunu fark etti. Acıları, ümitsizliği, çaresizliği aklına geldi.
İyi ki yoğurt var dedi, ama süzme olacak, iyi ki akıl ettim bu yaban mersinlerini üstüne koymayı. Aslında çare ve ümit ne yaban mersininde ne de yoğurttaydı. Ama kimi zaman bir çareye bir ümide bu basit gözüken şeyler vesile olur. Basit gözüken şeyler işte o an inanılmaz olur. Bir çare olur, bir ümit olur.
Hemşire doktor hanım gelecek birazdan dedi. Doktor geldi tetkiklerini yaptı.
“Yahu bu bizim ufak kız değil miydi biraz önce gelen, ağzını cart diye ikiye ayıracağım diyen, nereden nereye. Biraz önce bulutların üstündeydim, çocuklar da gitmiş. Ama olsun yoğurt var, hem de yaban mersinli. Bir oh demek varmış, çok şükür, şimdi bu odada değil de; Moda’da olmak varmış.”