RSS

Etiket arşivi: hayat

İnsan Neden Eskiye Özlem Duyar?

18.12.2025-Ayşe EKŞİ ELMACI

İnsan geçmişe özlem duyduğunu sanır.

Oysa bu özlem, zamanla ilgili değil,

insanın bugüne duyduğu yabancılıkla ilgilidir.

Bugün her şey var.

Bilgi sınırsız, iletişim anlık, seçenekler sonsuz.

Ama insan yok.

Daha doğrusu, orada değil.

Ekranların içinde çoğaldıkça

hayatın içinde azaldık.

Teknoloji ilerledi,

ama toplum olgunlaşmadı.

Hız arttı,

derinlik kayboldu.

Herkes konuşuyor,

kimse dinlemiyor.

Herkes görünür olmak istiyor,

kimse gerçekten anlaşılmayı talep etmiyor.

Eskiden insanlar daha iyi değildi,

sadece daha mecburdu.

Birbirine, zamana, beklemeye mecburdu.

Şimdi kimse kimseye mecbur değil.

Bir tuşla silinen ilişkiler,

bir kaydırmayla değişen insanlar var.

Bu özgürlük değil,

bu, bağ kurmaktan kaçan bir toplumun konforudur.

Eskiye duyulan özlem,

nostalji değil,

bu yüzeyselliğe karşı içten gelen bir itirazdır.

İnsan, sürekli meşgul edilip

hiçbir şeye gerçekten dokunamadığı bir hayata

sessizce isyan eder.

Ama geçmişe dönmek mümkün değil.

Zaten mesele de o değil.

Mesele, bugünü sorgulayabilme cesaretini göstermek.

Teknolojiyi kullanırken

ona teslim olmamayı başarabilmek.

Kolay olanı değil,

anlamlı olanı seçmek.

Bugün toplum,

hızlı tüketen ama geç doyan,

çok bilen ama az düşünen,

her şeye erişen ama kendine ulaşamayan

bir hâle geldi.

İnsan eskiyi özlemez.

İnsan,

insan olduğu zamanları özler.

#@ayseceeeee#

 
Yorum yapın

Yazan: 18 Aralık 2025 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , ,

GERÇEK SEVGİYİ ARAYAN ADAM

14.03.2025- Suat ÖZGE

~AİLESİNE KAVUŞMAK İSTEYEN ADAMLA, GERÇEK SEVGİYİ ARAYAN ADAM’IN HİKAYESİ…~

Havaalanında ailesinin geldiği uçağın piste iniş yaptığını öğrendiğinde içi içine sığmıyordu artık. Dış hatlar tarafından yolcular birer birer görünmeye başladığında, dikkat kesildi. Ve bembeyaz elbiseleriyle eşi Luisa’yı görmüştü. İki eliyle tuttuğu çocukları hemen yanındaydı… Tam beş metre kadar kalmıştı ki kavuşmalarına, kollarını açtığı an, gözlerini de açmıştı o güzel rüyasından uyanıp… Gecenin üçünde kan ter içinde hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı sonrada…

Çalışmak için gittiği ülkede tanıştığı ve çok sevdiği Luisa ile evlenmişti Tamer.Luisa özü sözü bir, dürüst ve fazlasıyla iyi niyetli eşinin karakteri ve yaşam tarzından okadar etkilenmiştiki …Tamer birtürlü vatandaşlık alamadığı ve Luisa da hasta ve yolculuk yapamayan annesini bırakamadığı için, ülkeye giriş, çıkış yaparak defalarca vizesini yenilemek zorunda kalmıştı ailesinden ayrılmamak için. Ülkede vatandaş olma şartlatı çok ağur olduğu için birtürlü içi rahat etmiyordu genç adamın…

İlk çocuğu doğduğunda ne kadar Türkiye’ye gelmek isteseler de hasta annelerini bir başına bırakamamışlardı yine…İkinci çocukları doğduğunda ise Luisa’nın annesi hastalığına yenik düşmüştü. Ailesiyle birlikte Türkiye’ye dönmeye karar verdikleri günlerde ise savaş patlak vermişti…Ülke vatandaşı olmayan herkes, sınır dışı edilirken, böyle bir sebepten eşi ve çocuğundan ayrı kalmak ciğerini yakmıştı Tamer’in… Her ülke kendi vatandaşları için uçaklar göndermişti. Ve tek bir vatandaşını bırakmamak için her ülke tarafından yoğun bir çaba harcanmıştı… Zorla havaalanına götürülürken, işgalci güçlerin de ailesini toplama kamplarına götürmesini içi yanarak ve gözyaşlarıyla izledi o gün Tamer…

Türkiye’ye geldiğinde ise günlerce süren yazışmalarda oradaki dostlarının bitirine ulaşmış, toplama kamplarında esir tutlan ailelerin çok yüksek para karşılığı serbest bırakılabileceği haberini öğrendiğinden beri her yolu denemişti para bulabilmek için… Ailesi her an ölümle burun burunayken, Tamer onlarda binlerce kilometre uzakta hergün ölüp ölüp diriliyordu sanki… Ve o bitmek bilmez rüyaları hergün görmeye devam ediyordu…

Tam beş sene geçsede ne bir haber alabilmişti ailesinden, nede yeterli miktarda para bulabilmişti. İşgal altındaki ülkeyi ele geçiren taliban kendi katı kurallarını halka diretmeye devam ediyordu… Eşinin ve çocuklarının esir edildiği ülkeyle tek bağlantısı, irtibat halinde olduğu arkadaşı Sanita’ydı artık…

Denemediği iş oynamadığı şans oyunu kalmamış yinede gerekli olan para şöyle dursun, geçineceği miktarda parayı dahi zor bulmuştu. Umutları tükenme noktasına gelmiş, parayı bulabilmek için boğazına kadar harama batmıştı artık.

Gecekondusunda ailesine kavuşabilme umutlarını tamamen yitirmiş şekilde günlerini geçirirken, birgün postacı bir zarf bırakmıştı kapısına. Zarfı açtığında,okuduklarıyla öyle şaşırmıştı ki…Çünkü zarftaki mektupta,

-“Bu belki hiç tanımadığım adreslere ve insanlara yazdığım bininci mektup.Tanımadığım insanlardan yardım istemek beni oldukça utandırıyor. Ama bu hayatta çok yalnızım. İhtiyar bir adamın hayatının son baharında,istediği yardıma kayıtsız kalmazsın umarım.Hastalıklarımla tek başıma uğraşmak okadar zorki… Belki sana çok garip gelecek ama bir aile sıcaklığı istiyorum…Belkide bir dost eli.Ücretsiz bir ihtiyara bakmak sana çok saçma gelebilir biliyorum. Ama çaresizliğimi anlamanı istiyorum. Başının gözünün sadakası olsun deyip yardım etmek istersen gözüm yollarda seni bekliyor olacağım… YILDIZLI SOKAK.. NO 22/B”-yazıyordu…

Tamer o gece uzun uzun ailesini düşünürken, hayatta gerçekten ne kadar da derdi olan insanlar olduğunu geçiriyordu aklından birtaraftan…

Gece boyu gözüne uyku girmedi.Çaresizliği okadar iyi biliyordu ki…Sabah erkenden hazırlandı. Ve şehrin bir ucundaki adrese gitti.Harabe, terkedilmiş yıkık dökük bir köşktü burası. Ve daha merdivenlere adımını attığında, derin derin öksüren bir adamın sesini işitti…İçeriye girdiğinde ise, duvaları yıkık küçük bir odada yatan ihtiyar adamı görmüştü… Benzi sapsarı ve oldukça halsiz bir adamdı. Tıpkı kendi üzerindeki elbiseler gibi,pejmürde bir haldeydi giyimi. Saçı sakalı oldukça uzamış, bıyıkları dudaklarını epeyce kapatmıştı bakımsızlıktan… Tamer kendini tanıttığında, yaşlı adam mektubuna ilk defa cevap veren ve ücretsiz bakımını üstlenen bu adama derin derin baktı yaşlı gözlerle… Sonrada,

-“Beni ne kadar bahtiyar ettin bilemezsin evlat-” demişti, gözyaşlarını görmemesi için bakışlarını Tamer’den kaçırarak…

Yaşlı adamı sırtına aldı tanışmaları bittikten sonra. Ve şehrin bir ucundaki gecekondusuna kadar taşıdı.Yaşlı adam okadar mutlu olmuştuki.Tamer ise kendi derdine çare bulamazken, yaşlı adamı mutlu etmenin huzurunu yaşıyordu bir anlık bile olsa.Saçını sakalını güzelce kesti, adının Muhsin olduğunu öğrendiği adamın.Sonrada aylardır yıkanmadığını anladığı yaşkı adamı yıkadı bir güzel .Belki yüzlerce defa kendisine teşekkür eden adamla öyle iyi bir dost, sırdaş olmuşlardı ki saatlet içinde… Tamer uzun uzun anlattı yaşadıklarını. O gözyaşı dökerken, Muhsin bey de derdine ortak oldu gözyaşlarıyla…

Ve bu garip tanışma, ikisinede sıkı bir dostluk kazandırmıştı.Hergün elleriyle yediriyordu yemeğini yaşlı dostuna.Birlikte çay içip sohbet ederlerken, tüm dertlerini unutuyorlardı biran için. Sonra Tamer ailesinin esir hayatından bahsediyor yine hüzünleniyor, ve birlikte ağlıyorlardı… Sanki kaybeytikleri ve bulamadıkları herşeyi birbirlerinde bulmuşlar, gerçek bir baba oğul olmuşlardı. Fakat Tamer ne zaman Muhsin beye hikayesini anlatmasını rica etse, suskunlaşıyordu adam. Ağlıyor, ağlıyordu… Tamer de fazla üzerine gitmiyordu daha fazla ağlamaması için…

Tam üç ay olmuşyu Muhsin bey’i evine getireli. Ve öyle içten davranmıştı ki ona. Arkadaşı Sanita ile yazışıp, ailesinden haber almaya çalıştığı hergün gözyaşlarıyla evine döndüğünde, Muhsin bey sakinleştirirdi Tamer’i…

Ve bir gün küçük bir inşaat işi için evden çıkmış, akşam üzeri eve döndüğünde gördükleriyle dizlerinin üzerine çöküp kalmıştı.. Muhsin bey cansız bir halde yatıyordu yatağında.Son günlerde pek iyi değildi ama böyle olacağını tahmin etmediği için öyle derin bir acı duymuştuki Tamer yüreğinde… Ailesinin yokluğunu biranlık dahi olsa unutturan yaşlı dostunu gözyaşlarıyla mahalle imamının bulduğu birkaç yardımseverle defnemişti o gün.

Ailesinin acısına bir acı daha ekleyip eve geldiğinde, hüzünle rahmetli Muhsin bey’in döşeğini kaldırırken, yastığının altında bir mektup bulduğunda öyle şaşırmıştı ki… Hayretle okuduğu mektupta şunlar yazıyordu…

-“Kalan üç aylık ömrümü menfaatsiz ve çıkarsız sevginle geçirmemi sağladığın için sana minnettarım evlat. Evlat diyorum çünkü öz oğlumun göstermediği sevgiyi gösterdin bana. Hep hikayemi sorardınya. Ailesi tarafından bile sadece parası için sevilen bir adamım ben.İflas ettiğimi düşünen eşim beni boşadı. Çocuklarım ise parası biten hasta babalarını sokaklara atacak kadar insafsızmışlar meğerse. Ama hiçbiri zor günler için sakladığım bankadaki kasamı bilmiyordu. Onların gerçek yüzünü gördükten sonra, hep gerçek sevgiyi aradım durdum. Bu sevgiyi sende buldum evlat. Aşağıda yazdığım bankaya git. Ve müdür Esat beye göster bu mektubu. Tüm param artık senindir. Ailene kavuşacak, ve seni bir ömür boyu rahatça yaşayabilecek o para gösterdiğin sevginin karşılığı değil, bir babanın evladına bıraktığı mirasıdır… Bu dünyadan çıkarsız sevgiyi gören bir Muhsin geçti çok şükür-“

Tüyleri diken diken olmuştu Tamer’in. Titreyerek ellerini açtı ve sonrada ağlaya ağlaya dua etti Muhsin bey için..

Tam üç gün sonra heyecandan içi içine sığmıyordu. Eşinin ve çocuklarının olduğu uçak alana iniş yaptığında dış hatlara çevrilmişti gözü… Luisa bembeyaz elbisesiyle iki eliyle çocuklarını tutmuş halde öylesine mutlu bir halde koşuyordu ki eşine. Beş metre kaldığında gözlerini açtı Tamer. Rüya değildi işte…Rüya değildi. Doyasıya sarıldı senelerce hasretini çektiği ve ayrı kaldığı ailesine… Gözyaşlarıyla hepsini öperken kokluyordu da biryandan. Ve içten içe Muhsin bey’e teşekkürler ediyordu defalarca…

#Yazar#Suat#Özge

 
Yorum yapın

Yazan: 14 Mart 2025 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

GÜLÇİÇEK VE TEMİZLENEN NAMUS

01.03.2025- Yazar Suat ÖZGE

~GÜLÇİÇEK TİYATROSU~

İncir ağacının altında iki kardeş gülüşüp sohbet ederlerken, sinirli sinirli evden çıkan, anne babaları, amcaları ve yengeleri Bünyamin’i yanlarına çağırdılar. Gülçiçek o an ters giden birşeyler olduğunu anlamıştı…

-“O gardaşın olacak kız sözlediğimiz amcaoğluna ihanet etmiş.Değirmencinin Nizyazi’nin oğluna yazdığı mektubu bulmuş anan yastığının altında.Topkandık.Hükmünü verdik. Gardaşın namusumuzu kirletmiştir. Ve temizlemek sana düşer Bünyamin… -” dediklerinde yüzü bembeyaz kesilmişti.Ne dediyae kabuk ettiremedi. Eline tutuşturulan silah ile ilk defa tanıştığı okadar belliydiki… Binbir şey söyleyip aklını bulandıran ve kardeşini infaz etmesi için kulaklarına sürekli birşeyler fısıldayan ailesine karşı koyamadı en sonunda…. Gülçiçek’i kolundan kavrayıp kaldırdığında zavallı kız çoktan anlamıştı neler olduğunu… Önüne doğru itekledi sonra kardeşini. Gündoğan şelalesine yürümesini söyledi bağırarak….İlk defa ona sesini yükseltirken canı yanıyordu.

-“Abi ne olur yapma. Uyma o cahillere. Sadece sevdim. Namusuma halel getirmedim. Zorla evlendirmek istedikleri amca oğulumu kardeş bellemiştim ben… Nolur kıyma… Ne istersen vereyim. Kölen olayım yapma abi… İnsan gardaşına kıyar mı? -” derken sözlerini hıçkırıkları bölüyordu…

Human couple relationship problems and difficulties. Colorful watercolor art. Jealousy, breakup and freedom

Gündoğan şelalesine geldiklerinde, ikiside hüngür güngür ağlıyorlardı birazdan ayrılacakları için…

Sonra Bünyamin daha fazla uzatmadan iki el ateş etti. Bir parça kumaş yırttı sonra Gülçiçek’in elbisesinden. Elinde tuttuğu kumaş kanlanmıştı….Ve kanla kirlenen gömlek namuslarının temizlendiğinin işareti olacaktı… Gülçiçek daha on sekizinde ölmüştü oracıkta…Ölüm denen şey geröekten bu kadwr basit birşeymiydi?

Kardeşinin cesedini Gündoğan şelalesine iteklerken hiçbir delil kalmaması için, yüreğinin ağrığını hissetti… Bir saat kadar sonra Bünyamin ölü gibi girdi evlerinin avlusuna… Kardeşinin kanlı gömleğini ailesine verdiğinde, evden ölü çıkmamış, sanki bayram havası gelmişti evlerine…Nedendi bu şenlik?

Ve sonra kahraman ilan edildi Bünyamin. Omuzlara alınırken amcaları tarafından gözleri kıpkırmızı olmuş hüngür hüngür ağlıyordu acısından….Gitmişti. Biricik kardeşini artık dönüşü olmayacak bir yola göndermişti. Tam bir erkek mi olmuştu artık. Ailesi, kardşini öldürdüğünde öyle olacağını söylemişti de.

Dert ortağı, herşeyi biricik kardeşi yoktu artık. Ve hayat zindan olmuştu o günden Bünyamin’e.

Günahı yüreğini dağlıyordu.Ailesiyle konuşup bu günahın bedelini nasıl ödeyebileceğini sorğunda, yoksula el uzatmasını, fakiri doyurmasını, düşküne yardım etmesini söylediler alay eder gibi.Sanki infaz emrini veren o gaddar insanlar kendileri değillerdi…

İlçeden beş kimsesiz, sokakta yaşayan çocuk buldu ertesi gün. Onları bir kuruma yerleştirip, ölen kardeşinin yerine koydu hepsini. Elinden geleni yapıyor, okul masraflarını ve yurt paralarını eksiksiz ödemeye çalışıyordu… Böyle böyle teselli etti kendini…

Bir hayali vardı bu hayatta kardeşi Gülçiçek ile birlikte kurduğu.Yaşadıkları kasabaya kendilerininde oynayacağı bir tiyatro kurmak.Babaları, onlar küçükken hastalıkları sebebiyle büyük şehire götürdüğünde görmüşlerdi ilk defa tiyatro oyununu. Ama paraları olmadığı için giremedikkeri için ise bu durum içlerinde ukte kalmıştı.Koyunlarına çobanlık yaparlarken merada, hep türlü oyunculuklar sergilerlerdi.Ama yoktu artık Gülçiçek. Ve kardeşiyle kurduğu hayalin gerçek olması için elinden gelen herşeyi yapmalıydı…Ancaj bmyle rahat edebilirdi içi.

Uzun uğraşlar verip bir oyunculuk kursuna katıldı.Ve boş vakitlerinde kayıldığı kursta küçük tiyatro oyunları oynarken yaşadığı vicdan azabınıda bir nebze unutuyordu…

Hayatı tiyatro ve bakımını üstlendiği çocuklardan ibaretti artık… Var gücüylrie gece gündüz çalışıp sürüsünü genişletti hayallerine ulaşabilmek için. Kasabadaki en büyük sürü ise Bünyamin’in sürüsü olmuştu artık… Koyunlarını başında hak ağlayıp, kah gülerek çalıştığı tiyatro oyunlarını gören komşuları,

-“Çoban bünyamin delirmiş zaar-” deyip dalga geçerlerdi onunla…Ve onca sene hep ailesine soğuk durdu. Kardeşine kıymasına izin verdikleri için öyle öfkeliydiki hepsine…Nasıl bir töreydi bu? İnsanların akıllarını kemiren ve olmaz işler yaptıran töre denen şey ne cahillikti böyle.

Ve böylece tam on yedi sene geçti aradan.Geçen onca senede hayalini gerçekleştirebilmek için çalışıp didinip öyle çok uğraş vermişti ki. Ama herşey tamamdı artık. Kasabada tiyatroyu kuracağı mekanı bile bulmuştu.İçi biraz olsun huzur bulmuştu ama, tamda o günlerde birdenbire vücudunda halsizlikler hissetmeye ve olduğu yerde bayılıp kalmaya başlamıştı…

Doktora gittiklerinde ise küçükten beri peşini bırakmayan rahatsızlığın artık son raddesine geldiğini anlattı doktor. Beynindeki tümörden artık ameliyattan başka kurtuluşu yoktu…Risk büyüktü.Hemde çok büyüktü…

Fakat ne ameliyat olacak kadar parası , nede ameliyatı yapabilecek cesaretli ve donanımlı doktor bulamamışlardı…

O günlerde postacı kapısını çalıp bir mektup bırakmıştı Bünyamin’e. Mektupta ise,

-“Borçlar bir gün ödenmeli. Binyamin ağabey bir zamanlar okul ve yurt masraflarını karşıladığın beş öğrenciden biriyim.İhtisasımı yurt dışında tamamladım.Hastalığını yardım ettiğin okul masrafkarını karşıladığın diğer arkadaşlarımdan öğrendim. En yakın zamanda Türkiye’ye dönüp ameliyatını yapacağım…. Sana minnettar olan NAZENDE.. “yazıyordu mektupta…

Bir hafta sonra ameliyat masasına yattı Bünyamin. Ve çıkamaz dedikleri o riskli ameliyattan Nazende hanımın olağan üstü çabasıyla çıktı… O günlerde aile efradından en son kalan töre aşığı gaddar babası ise yatağa düşmüştü artık… Günleri sayılıydı…

Hastahaneden çıkar çıkmaz gözyaşlarıyla bir tabela yaptırdı. Kasabada açtığı tiyatro salonunun kapısının üzerine asmıştı tabelayı gözyaşlarıyla. Tiyatro salonunun adı”GÜLÇİÇEK TİYATROSU” olmuştu…

Sokak sokak solaşıp herkesi ilk gösterisine çağırırken içi öyle garip olmuştuki. Tam bin kişi gelmişti salona….Oyunu oynarken yüreği titredi Bünyamin’in. Çünkü kendi hayat hikayesini konu edinmişti ilk tiyatro oyununda…

Son sahneye geldiğinde ise Gündoğan şelalesinin başına gözyaşlarıyla gelip,

-“Sevgi can almaz kardeşim… Sevgi yaşatır… Nolur dön ağabeyine Ceylan gözlüm… dediğinde bira önce doktor rolünde oynayan Nazende hanım boşluktan elini uzatıp elini tutmuştu Bünyamin’in… Sonra binlerce kişinin önünde hıçkıra hıçkıra ağlayıp, sarıldılar…. Dakikalarca öyle hasretle sarılmaya devam ettiler birbirlerine. Peki ölen bir insan geri gelebilirmiydi? Hayalindekini mi canlandırmıştı oyununda Bünyamin?

Gözleri kıpkırmızı olmuş halde elini tuttu Nazende hanım’ın. Ve sahnenin tam ortasına gelip, defalarca aynı cahilliğin yapıldığı şehrininin insanlarının gözlerinin içine bakıp,

-“Öldürmedim kardeşimi… Ben katil değilim. Oda bir adamı sevdiği için suçlu değil. Artık ona kimse dokunamaz. Ailemizden son kalan yöreyi benimsemiş babam şimdi ölüm döşeğinde.Kimse peşine düşemez kardeşimin. Kimse artık ona birşey yapamaz. Ve ben herşeyi açıklayabilirim…Evet o şelalesinin başında Gülçiçek öldü. Ama kurşunla değil…Yeni bir hayata doğdu o gün kardeşim.Onu herkesten gizli okutabilmek için öyle eziyet çektimki.Koskoca bir doktor artık. Ve ağabeyinin hayatını kurtardı benim ceylan gözlüm… Ağalar, teyzeler bu oyun gerçekti… Gülçiçek ölmedi…Ölen böyle sapkınlıkları isteyebilme cüretini gösteren kirli beyinlerimizdi. Kanlı gömlekle namus temizlenmez.İnsan insanın ölüm hükmünü veremez-“dediğinde dizlerinin üzerine çöktü Gülçiçek… Ağabeyinin ayaklarına sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlarken, binlerce insan gözyaşlarıyla ayağa kalkıp iki kardeşin hikayesini avuçları acıyıncaya kadar alkışladılar…

Gülçiçek ölmedi… Ama töreler ölsün.Nice sapkın zihniyetler nice çiçekleri solduruyor. Kanla namus temizlenmez. Kimse kimsenin namusunu ölçüp ölüm hükmünü veremez…

#Yazar#Suat#Özge

 
Yorum yapın

Yazan: 01 Mart 2025 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , ,

RİZELİ HEDİYE’NİN HİKAYESİ

08.12.2024- Alıntı

Fırtına Vadisinin Cazibesi: Rizeli Hediye’nin Hikayesi

Karadeniz’in fırtınalı havası kadar özgür ruhlu ve sert mizaçlı Hediye, Rizeli bir kadındı. Genç yaşta evlenmiş, ancak kaderin cilvesiyle eşini bir deniz kazasında kaybetmişti. O gün, Fırtına Vadisi’nde, hüzünle boynunu bükmüş çay ağaçları gibi o da yalnız kalmıştı.

Ama Hediye, Karadeniz’in o hırçın ve inatçı dalgalarını karakterine almış bir kadındı. Ne kaderin acımasızlığı ne de köy halkının diline düşme korkusu onu yolundan döndürebilirdi. Hediye, dul kaldıktan sonra

“artık oturup yas tutar” diyen komşularını şaşırtarak hayatına bir neşe ve cesaret kattı.

Kendine özgü havası, konuşurken gözlerinin pırıltısı ve kahkahaları, köyün gençlerinden yaşlılarına kadar herkesin dikkatini çekiyordu. Ama o dikkat çekmekten korkmazdı.

“Benim gönlüm deniz gibidir; bir gider bir gelir!” derdi.

Bir Çay, Bir Gülüş, Bir Kalp Çarpıntısı Hediye’nin çapkınlık hikayesi, en çok köy kahvesinin önünden geçerken belli olurdu. Elinde çay toplamak için kullanılan sepete yaslanır, başındaki eşarbı düzelterek köyün erkeklerini tatlı bir muhabbetle selamlardı. Bir gün, kahvehanenin önünden geçerken Ali Bey adında dul bir adam Hediye’ye laf attı:

“Hediye Hanım, Fırtına Deresi bile senin gibi şen gürlemez!”

Hediye, dönüp hafif bir gülümsemeyle cevap verdi:

“O zaman bir çay ısmarlarsın da şenliğin hakkını veririz!”

Bu laf, kahvehanedekileri kahkahaya boğarken, Ali Bey’in yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ama Hediye’nin cazibesi, Ali’yi çoktan büyülemişti. Hediye ise sadece eğleniyordu. Hediye’nin Kuralları Hediye, çapkınlıklarında bir denge ustasıydı. Herkese göz kırpar, ama kimseyi kendine fazla yaklaştırmazdı. Onun gönül oyunları, samimiyetiyle tatlı bir şakadan ibaretti. Ama köyde bir rivayet vardı: Hediye birini gerçekten severse, o kişi onun büyüsünden asla kurtulamazdı. Hediye’nin en büyük sırrı ise şu sözüydü:

“Erkekler, Fırtına Deresi’nin taşına benzer. Sert görünürler ama doğru rüzgar esti mi yerinden oynarlar!” Köy Düğününde Bir Macera Bir yaz günü, köyde büyük bir düğün düzenlendi. Hediye, giydiği renkli Karadeniz kıyafetiyle ortalığı adeta büyüledi. Düğünde hem gençlerin hem de yaşlıların gözleri hep onun üzerindeydi. Herkesle oynuyor, gülüyor, neşe saçıyordu. Ama en çok dikkat çeken, genç öğretmen Cemil’in ona olan ilgisiydi. Cemil, Hediye’nin yanına yaklaşıp utangaç bir şekilde:

“Hediye Abla, sizinle bir horon tepmek isterim,” dedi. Hediye, alaycı bir gülümsemeyle cevap verdi:

“Horon bilmeyene abla değil, hoca olunur! Önce öğren bakalım, sonra oynarız.”

O gece herkes Cemil’in Hediye’ye olan hayranlığını konuştu, ama Hediye yine zarif bir şekilde uzak durdu. Onun gönlünde, sadece kendisiyle barışık ve cesur bir adam yer bulabilirdi. Fırtına Gibi Bir Hayat Hediye, hayatı boyunca çapkınlıkları ve muzip kişiliğiyle Fırtına Vadisi’nde bir efsane oldu. Onun kahkahası, vadinin derinliklerinde yankılandı. Ancak kimse onun gerçek aşkını öğrenemedi. Belki de o aşk, onun özgürlüğüydü.

Bir gün komşusu Fatma Hediye’ye sordu:

“Hediye, neden birini seçip yeniden evlenmiyorsun?” Hediye gülerek cevap verdi:

“Denizin dalgasını kimse hapsedemez Fatma! Ben de böyleyim işte, özgür gezerim.”

Ve Hediye, kahkahası ve cazibesiyle köyde herkesin hafızasında hep bir soru işareti bıraktı: “Acaba onun gönlü kime aitti?”

 
Yorum yapın

Yazan: 08 Aralık 2024 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

ÜNLÜLERDE ÜVEY ANA VE ÜVEY BABA

14.10.2024-Necati Güngör

Cemal Süreya çocukluğunda üvey ana zulmü görmüş; Tarık Dursun K. ise, üvey baba gölgesinde yetişmişti.

Cemal Süreya’nın öz annesi, çocuklarını küçük yaşta öksüz koyup dünyadan ayrılır; babası ikinci kez evlenir. Eve yerleşen üvey ana adeta bir zulüm makinesi gibidir, çocuklara hayatı zehir eder…

Yıllar sonra Cemal Süreya çocuklar için kaleme aldığı bir yazısında (Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi) üvey ana motifini konu edinirken, çocuklara, üvey anayı bir insan olarak görmelerini öğütler. O size uzaksa, siz ona karşı adım atın, der. Bir çiçek verin mesela ya da bir şarkı söyleyin onun için…

Bunu derken, kendi üvey anasının yaptıklarını insancıl bir kalbin derin sularına gömmüştür çoktan…

Tarık Dursun K.’nın öz babası, çocuk yaşlarındaki iki oğlunu karısının üstüne atıp büyük kente kaçar. Bir daha geriye dönüp de çocuklarını anımsamaz! Başka bir kadınla evlenerek ondan olan çocuklarına babalık eder.

Tarık Dursun K.’nın annesi (Ayşe Hanımefendi) de yeni bir erkekle yaşamını birleştirir.

Üvey babasının gölgesinde büyüyen Tarık Dursun o denli sever ki adamı, yıllar sonra çocuğu olduğunda, oğluna öz babasının değil, üvey babasının adını verir: Muzaffer. “Deniz’in Kanı” romanını da “Babam Muzaffer’e / Oğlum Muzaffer’e” diye ithaf eder. Üvey babası kovboy filmlerini seviyor diye, yayıncılığı döneminde western kitapları yayımlar…

Ne zaman sözü geçse, hep iyilikle anardı üvey babasını. Öz babasının soyadını kitaplarında kullanmamak için, yalnızca baş harfini almakla yetinmişti: K.

Üvey baba gölgesinde büyümüş olan bir başka yazar da Memet Fuat’tı… “Gölgede Kalan Yıllar”da öz babasını da, üvey babasını da açık yüreklilikle anlatır.

Memet Fuat’ın öz babası, sinemacı, operet yazarı Vedat Örfi Bengü’dür. Üvey babasıysa, herkesin malumu, Nâzım Hikmet. Babası, eşi ve çocuklarını geride koyup Mısır’a gitmiş, uzun yıllar orada yaşamıştır. Dul kalan Piraye Hanımefendi, Nâzım’la evlenmiş…

Nâzım üvey çocuklarına asla üveylik etmez… Onları öz evlat olarak benimser ve öylesine içten davranır. Küçük Memet, üvey babasının işten döneceği saatlerde pencereye çıkıp, onun geleceği yola sabırsızlıkla bakar… Bir an önce eve gelsin, kendisiyle oyunlar oynasın diye özler!

İyi insanlar, iyilikleriyle anılır.

 
Yorum yapın

Yazan: 14 Ekim 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

TAM 50 YIL ÖNCE BEKLENMEDİK BİR ÖLÜM ACISI

26.06.2024- Ayşe Yaşar SARIKAYA

İnsan hafızası, yıllar geçse de anıları içinde saklıyor. Hafıza, nokta kadar hacimsiz, elastiki bir torba gibi de genişleyen bir alan. Bir saniyede anımsadığımız geçmiş, anları ard arda ekleyerek bellekte film rulosu oluşturarak bize seyir zevki yaşatıyor. Acısı ve tatlısıyla. Verileri hafızadan çağırdıkça, geçmiş belleğimizde canlanıveriyor.

Nedir zaman, bilim insanlarını ve felsefecileri yıllar yılı meşgul eden zaman nedir? Bire bir içinde yaşadığımız an+an+ anların toplamı ve gelecek+ geçmişi içine alan GENİŞ ZAMAN. Bir de tümünün toplamı DEHR, evrenin ya da evren+ evren ötesi hafızası. Derinlere dalmadan anıma geçeyim:

50 yıl önce, çiçeği burnunda 19 yaşında genç bir köy öğretmeniyim. Ordu ili Fatsa ilçesi Yeniköy-Sarıyakup Mahallesi okulunda görevliyim. İki derslikli okulda mevcut 90, yeni  öğretmen atanana kadar tek öğretmenim. Öğrencileri sabahçı öğlenci yaptım. 1-2-3 sabah, 4-5 öğleden sonra eğitime devam ediyoruz. Sabah 8.30 başlıyor, akşam 17.00′ de bitiriyoruz. Öğle arası da bayram için koro, halkoyunları çalışmaları yapıyoruz. Çocuklarla, çocuklar kadar şen yakan top oynuyor, ip atlıyor, koşuyoruz. Gençlik işte, beden bu tempoyu kaldırıyor. Gel de bu gün yap bakalım.

Gönlümde yanan  öğretme aşkı ışığı ve görev sorumluluğumu omuzlarımda taşıyor, çalışıyor, çabalıyorum.  Ev sahibimin kızı Gülsüm evlenecek. O zamanlar köylerde gelinlik adeti yok. Nasıl cesaret ettiğimi bilmiyorum ama ona gelinlik diktim. Maaş günü ayda bir Fatsa’ya iniyorum. ÇAMAŞ henüz nahiye, yürüyerek Çamaş’a oradan da jeep ile Fatsa’ya gidiyorum. O zaman bu günün yolcu minibüsleri nerede, 5 kişilik jeepe  9- 10 kişi biniyor, virajlı yollardan tekerin biri uçuruma ha gitti ha gidiyor korkusuyla yol alıyoruz.

Gelinlik dikmek için Manifaturacıdan kumaş ve diğer gerekli malzemeleri aldım. Dikiş makinesi buldum, teyel, prova derken gelinliği diktim gerçekten. Köyde ilk defa bir kız, düğününde gelinlik giymiş oldu. İlçeden etamin de almıştım, genç kızlara etamin üzerine kanava işlemesini de öğrettim. Sabahtan akşama kadar okulda çalışıyor, akşamı da boş geçirmiyordum. Okulda tiyatro, koro, halk oyunları çalışmaları da sürüyor bir taraftan. 23 Nisan Bayram kutlaması, çocuklarla beraber ettiğimiz emeğe değdi.

Hazırladığımız Antep Ekibi, okul bahçesinde coşkulu anlar yaşattı. Öğrenciler çok başarılıydı. Gübre torbasını kasnağa geçirerek yaptığımız davul da işimizi görmüştü. SÜTÇÜ İMAM tiyatrosunu sergiledik, köy halkının duygulanışı ve alkışları muhteşemdi. Öğrenciler, Maraş’ın işgalini ve halkın direnişini tiyatro öğrencileri gibi canlandırdılar.

Öğretirken öğreniyor, insan karakterleri üzerinde coğrafya ve tabuların etkisini anlamaya çalışıyordum. 4. sınıfta gözleri şimşek gibi pırıl, pırıl parlayan Ali ve tatlı kız kardeşi Ayşe vardı. Anneleri 27 yaşında, genç ve becerikli bir Karadeniz kadınıydı. Kadınlarla çok anı paylaşmıştım. Yurdumun kadınları çilekeşti, tarlada, dağda bayırda ormanda birer kahramandı hepsi. Bu günün köyden kente göçen kadınları ise asla onların eline su dökemezdi. Ayşe’ye bayram için prenses giysisi dikmiştim. Ali, sobaların yanmasında, odunların kesilmesinde, okul nöbetlerinde, bir yerden alınması gereken ihtiyaçlarda en yakın yardımcımdı.

Bir gün sınıfta ders yaparken, dışarıdan sesler geldi. Dışarı çıktım ve baktım.  Köyün adamları, hep beraber sal ile hasta taşıyorlardı. Ali ve Ayşe’nin annesi fındık bahçelerken kaza geçirdi dediler. Dere tarafında bir tarlada fındık diplerini kazıyormuş, tepeden üstüne kocaman bir kaya yuvarlanmış. Tarladan alıp önce dereye, sonra da köye gelene kadar aradan 2 saat geçmiş. Acil ilçeye götürülecekti, köyün ileri gelenleri ” sen de bizimle gel” dediler. Çocukları evlerine yolladık, bindik cipe gidiyoruz. Fatsa hastanesine gidene kadar tam 1 saat geçti, yani 3 saat zaman kaybettik. Hastada hareket yok, sadece nefes alıp veriyor. Çocuklar gözümün önüne geliyor, ne yapmalıyım, kime gitmeliyim diye düşünüyorum. Hastaneye geldik, atladım arabadan, hemen acilde çalışanları “zaman kaybettik” diyerek harekete geçirdim. Sedye geldi, hastayı içeri aldılar. Hastayı röntgene, gerekli tahlillere hazırladım. Hayatımın ilk deneyimlerini yaşıyordum. Sonra doktor, ameliyata alacağız, üstündekileri çıkar ameliyat giysisini giydir dedi. Ameliyata hazırlarken hastanın yarasını çok yakından gördüm. Yanakta, göz altından çeneye kadar ay gibi kavisli bir yarık vardı. Giysisini çıkarırken yarık açıldı ve tüm dişlerini gördüm. Bu kareyi hayatım boyu unutmadım, çok etkilenmiştim. Daha çok genç ve deneyimsizdim. O kadar çok İyi olmasını istiyordum ki. Hastayı hazırladım. Hastanın eşi, annesi ve ev sahibimle birlikte sonucu bekliyorduk.  15-20 dakika sonra çıkardılar. Bize  tam teşekküllü bir hastaneye götürün dediler.  Artık anlaşılmıştı, hasta beyin kanaması geçiriyordu. Hastayı tekrar giydirdim ve hazırladım.

Eşi hastayı doktorun tavsiyesi üzerine Samsun Hastanesine götürdü, ben akşam köye döndüm. Ali ve Ayşe’ye ne diyecektim. İçim sızlıyor, yüreğim dayanmıyordu. Onlar benden iyi haber bekliyorlardı. Eve içim kan ağlayarak gittim, çocuklar gözlerimin içine bakıyordu.

Hayatımın en zor anıydı.   Sanıyorum hepsi 6 kardeşti. Çocuklarla göz göze geldiğim anın acısını şimdi de yaşıyorum.

Ertesi günü köye cenaze geldi……….

Ali şimdi İstanbul’da iyi bir işte çalışıyor. Telefonla bana ulaştı, eski günleri andık. O beni unutmamış, ben de onu unutmamıştım. Öğretmenim sizi unutmadım dediğinde sesinde, eski günleri anımsıyordum.

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

4 AĞUSTOS DOĞUM VE ÖLÜM

03.08.2023- Şafak Gündüz SARIKAYA

ERİK DALI

Bir Kızılderili atasözü der ki :

“Bitkilerin canlı olduğunu düşünürüz. Onların suyu, kanlarıdır. Doğar ve büyürler. Aynı gerçek, ağaçlar için de geçerlidir. Her şey ölür. Her şey öldüğüne göre, her şey canlıdır. Her şey canlı olduğu için, her şeye hediyeler vermek, gönüllerini hoş tutmak gerekir.”

Ilık bir rüzgarda dalları nazlı nazlı sallanan bir erik ağacı düşünün. Baharda çiçek açıyor, dalları pencereye kadar uzanıyor, komşunun bahçesinde bu ağaç ve odanıza uzanan dalları var. “Bu erikleri yersem komşuya ayıp olur mu?”, diyorsunuz. Daha sonra o bahçe satılıyor ve o sizin bahçeniz oluyor. Bir gün o canım ağaç kesiliyor, anılar da gidiyor onunla birlikte.

Aslında o bahçe her köşesinde anı biriktirmiş. Rahmetli babam da özellikle bu bahçede çalışmayı çok severdi. Zamanının çoğunu geçirirdi, yoruluncaya kadar çalışırdı. Biz de bu kadar kendisini yormasın diye ona yardım ederdik. Kimi zaman da erik dalının içeri uzandığı odada onu, bağdaş kurmuş eski makaralı teyplerle kayıt yaparken bulabilirdiniz.

Babam o zamanlar uzun yıllar çalıştığı Amerikan Üssü’nden emekli olmuştu. Elektronik aletlere çok meraklıydı. Makaralı teyplerin küçük büyük her çeşidini almıştı. Şimdiki neslin bilmediği eski makaralara o kadar çok kayıt yapardı ki. Her bir makarayı da özenle, ilgiyle, dikkatle fihristlendirirdi. Kaydı yaptığı odadan, yine sevgi dolu erik ağacının pencereye değdiğini, -sanki ben buradayım der gibi- tıkırtısını duyardınız.

Bu makaralarda neler var, neler yoktu ki? Tüm ailemin hayatlarının farklı dönemlerinde söylediği şarkılar, kimi zaman radyodan ve zaman ilerledikçe televizyon kayıtları, ne ararsanız. Benim doğduğum günün anısına ağlama sesim bile vardı. Elbette o zamanlar Google, Youtube ve sosyal medyanın olmadığı zamanlardı. Kayıtları ailecek dinlediğimizde çoğu zaman gülerdik, Sarıkayaların çaldığı bağlama, gitar, elektro bağlama gibi enstrümanlar ile çoğunlukla anneme eşlik edilirdi. Babam bu işten büyük bir keyif alırdı, elbette ki bizler de. O eski seslerde enerji öyle müthişti ki. Dijital olmayan, saf temiz sesler daha mı etkiliydi bilemiyorum.

Nayniya Türküsü’nü ben ilk defa bu makaralardan dinlemiştim. Ben doğmadan yapılan bir kayıttı bu. Annem ve kardeşlerim seslendirmiş, babam da kaydetmişti. Keşke o kaydı bulup sizlere de dinletebilseydim. Ama enerjisini çok beğendiğim için tekrar bunu nasıl yaparız diye düşünmüş ve rap sound’u ile yeğenlerimin altyapısı ile ve becerisi ile biz de yeni teknoloji ile kaydettik.

Babamın o özenle fihristlediği makaralar, zamanla teybin bozulması sonucu koliler içinde çatıya kaldırılmıştı. Tüm kayıtlar ve hatıralar, hep belleğimizde kalacaktı.

Bu keyifle birlikte paylaşılan neşe, eğlence, kahkaha artık yalnızlığımızda içimize doluyor ve bizi o günlere sürüklüyor. Bu da hayatın bir paradoksu ya da insanların hayata bakışıyla ilgili olabilir mi? Tam tersine, İlber Ortaylı da “Yalnız kalamayan insanın düşünce ve gözleme kabiliyeti yarım oluyor. Bu yüzden ben insanlara yalnız kalmayı öğrenmelerini öneriyorum. Yalnız kalmayı bilmek iyidir, önemlidir”, demiş.

Neyse o konu bir yana, rahmetli babam gel arkada (bahçede) 5 dakikalık kısa bir işimiz var derdi, anlayın ki, o işi 2 saatle ter içinde bitireceksiniz ve o zaman içten içe kızardım biraz. Tahtalar, tuğlalar taşınır; üzüm asması onarılır, bahçe sulanır, babamın işi her zaman çoktu. Zamanla bu yorgunluktan keyif alır oldum. Fazla soru sormadan, fazla mantık yürütmeden yardım ederdim, hatta hepimiz ederdik. Hep beraber yapılan iş ona da huzur verirdi, Bu durum bana Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık Romanında yaşanılanları hatırlatıyor. Babamın kayıt yapma hobisi genetik olarak sanki torununa geçmiş gibi.

Zamanla hiçbir şey yok olmuyor aslında, sadece değişiyordu. Dalı gevrek olan erik ağacı kesilmiş ama bahçede köklerinden 2 ağaç ve hatta daha fazlası bitmişti. Erik ağacı yok olmuyordu. İnsanlara inat tüm ağaçlar da yok olmayacaktı.

Babam artık gitmişti, enerjisi, heyecanı, varlığı yoktu, ama her köşede bıraktığı izler kaybolmamıştı. Yok olan sadece bedendi. Kayıtlar da, nemlenen makaralarda kayboldu ama hafızamızdan silinmedi.

Evet, bugün 4 Ağustos, babamın aramızdan ayrılışının 4.yılı ve yine ne tuhafdır ki; 4 Ağustos aynı zamanda ikiz torunlarının da doğum günü.

Kızılderililere göre, “Doğa akarsu gibidir.” Çünkü akarsu her zaman değişir doğa da, akarsu gibi kendini yeniler, bakmışsınız hayat ta yenilemiş kendini.

Bir yerde acı varken, o acı yerini bir umuda ve yenilenmeye bırakmış, o akış içinde kendine yer edinmiş.

Heyecanınız ve enerjiniz hiç dinmesin, umutlar asla yok olmasın!

Babam ve erik ağacını 4 Ağustos’ta anmak istedim. Yakınlarını kaybeden herkese bu vesile rahmet diliyorum,

Kızılderilinin dediği gibi; “Her şey öldüğüne göre, her şey canlıdır.”

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 03 Ağustos 2023 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,