Hemen, “Küçük adam derken kısa boylu, ufak tefek bir adamı kastetti.”, dediler.
Biri hayır dedi, aslında bir çocuk ama adam olacak çocuk.
Başka biri fantastik bir anlatım yaptı aslında, yok küçük adam dedi.
Herkes bir şey söyledi ama hiç biri değildi aslında.
Zeytin ağaçları arasından heyecanla koşarak indi taş merdivenlerden. Büyülü bir atmosferde masmavi deniz karşınızdaydı. Küçük bir koy içinde çocukların neşe dolu sesleri uzaktan da işitiliyordu. Denize dalınca bile o sesler yine duyuluyordu.
İşte o esnada birbirine yakın 2 kayalık göründü. Alelade kayaydı. Ama bulunduğunuz ortamı diğerlerinden farklı, kalıcı kalan gözünüzle gördüğünüz mü, yoksa belleğinizde kalıcı olarak yer etmesi mi?
Bu kayalık yer çok sıradan dediler. “Hiçbir özelliği yok, neresini beğendin. “
Çocuk burası çok farklı, çok özel dedi. Burası onun için kayadan çok bir ada gibi görünüyordu. Kayanın üzerine çıkıyor, denizin ortasında bir adada gibi hissediyordu. Burası benim adam dedi, burası Küçük Ada’m.
Küçük Adam buydu, aslında.
Çok konuşulmuştu, çok yorum yapılmıştı ama küçük olan bir adam değil, bir adaydı, aslında ada bile değildi, bir kayalıktı.
Her bir obje, her bir şey insanın belleğinde nasıl yer ederse o kadar özeldi, herkes kendi bakış açısına göre yorum yapıyordu.
Demek Küçük Ada’yı Küçük Adam anlamışlardı Büyük Adamlar.
Olsun adası bile küçük oluversin, hayal etmesi bile güzeldi, hayallerine de mi engel olacaklardı?
Önemli olan küçük şeylerle mutlu olmasını bilmekti. Yoksa herkes zaten eleştiriyordu doğası gereğince.
Dünyanın herhangi bir anında, hiç kimse aynı noktada değildir. Hepimiz farklı yerlerdeyiz ve bu yüzden dünyaya farklı açılardan bakıyoruz.
Kısa bir bağımsızlığın ardından Azerbaycan toprakları yine işgal edilecekti.
Bu tehlikeyi önceden görüp bütün aileye bunu söyleyen ve göçe yönlendiren kişi, Kerim dedenin de büyük dedesi Kara’ydı. Bunu öngören Kara ile birlikte, Türkiye’ye göçmek üzere bütün akrabalar, bütün aile toplanıp yola çıktılar. Altınlarını, paralarını bellerine bağlayarak, eşyalarını sırtlarında taşıyarak yürüyorlardı.
Tüm hayatlarını geride bırakarak..
Kara, Türkiye’ye kadar hepsine rehberlik yapan kişiydi… Bellerinde yükleri, sırtlarında çuvalları, tam altı ay yürüdüler. Altı ay sonra bir ermeni köyünde iyi insanlara denk geldiler ve orada misafir edildiler. Köylüler yolculara yemek verdiler, su verdiler, banyolarını yaptırdılar. Büyüklerimiz, bu köyde bir ay kadar dinlenip, tekrar yola çıktılar.
Aylarca yürüdüler. Bu sefer bir müslüman köyünde misafir oldular. Kara, bilgili insanlara yol soruyordu, nereye gidelim, diye, ama yanlış yol gösterenler oluyordu. Şu dağın arkasına gidin, orası Türkiye, diyenler, aslında onları o dağın arkasındaki Gürcistan’a gönderdiler..
Gürcistan’ın bir ermeni köyünde, köylüler, büyüklerimizi, odunlukta, tendir damlarında misafir ettiler. Bu arada Kerim dedenin annesi hamile kalmıştı. Gürcistan’ın o köyünde de annesi Kerim dedeyi doğurdu. Ancak, dediler ki, yolumuz daha çok, bu çocuğu burada bırakalım, götüremeyiz, taşıyamayız, bir zarar gelir. Ama ablası, ben götürürüm, burada bırakamayız, Allah Kerim’dir, dedi ve bir bezle onu sırtına bağladı. Kerim dedeyle birlikte bütün bir aile, bütün akrabalar tekrar yola koyuldular. Tek hayalleri Türkiye’ye varmaktı.
Aylar geçti. Kerim dede altı aylık oldu. Sonunda konaklaya konaklaya, yürüye yürüye Türkiye’ye varmışlardı.
Aradan tam üç yıl geçmişti… Üç yıl boyunca tüm zorluklara rağmen, pes etmeden, Türkiye’ye ulaşabilmek için yürümüşlerdi. Vardıklarında karşılarında askerleri gördüler ve çok korktular. Ve askerlerimiz onlara, korkmayın, biz Türk askerleriyiz, burada cumhuriyet ilan edildi, dedi.
Ve Kerim dedenin adı da, Allah Kerim, denilerek getirilmesinden yola çıkılarak, Kerim konuldu.
Devlet, hepsine muhacir hakkıyla ev verdi. Geldikleri yer Kars şehriydi. Kendilerine, farklı şehirlere de gidebilirsiniz, size oralarda da ev verilebilir dediler. Ama büyüklerimiz, tüm mal varlıkları, düzenleri Azerbaycan’da olduğu için ve belki tekrar geri dönerler umuduyla, Azerbaycan’a yakın diye bu şehirde kalmak istediler.
Aradan yıllar geçti. Bu akrabaların içerisinde bir aile vardı ki, bir kardeşlerini yola çıkmadan önce Azerbaycan’da kaybetmişlerdi. Ve bu hüznü hep sessizce, içlerinde taşıdılar. Kendi evlatlarına dahi bundan hiç bahsetmemişlerdi. Kardeşlerden biri, hep kardeş acısıyla yanıp tutuşan türküler söyleyerek dolaşırdı. Adı Habip idi. Habip Bey’in evlatları onun türkülerini dinlerlerdi ama anlam veremezlerdi. Babalarının sesi çok güzeldi.. Çocukları, erken yaşta babalarını kaybettiler.
Büyüdüler, evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar. Onlar için büyümek on sekizine bile gelememekti… Çünkü çocuklar, 1970’li yıllara denk gelmişlerdi. Darbeden önce sağ sol olayları patlak vermişti. Memleket karışmıştı. Komşular komşularını vuruyordu. Bir mahalleden diğer mahalleye gidemiyorlardı. Her mahalleyi birileri sahiplenmişti.
O dönemde okullarını, olay çıkaranlar basıp herkesi eve gönderiyorlardı. Yolda, eve giderken de polisler çevirip öğrencilere, okula gitmelerini söyleyerek baskı kuruyorlardı. Biri diğerinin inancına küfrediyordu. Diğeri ise o küfürleri kendine yediremiyordu. Haksız yere insanlar ölüyordu.
Güzeller güzeli Hamiyet de bu öğrencilerden biriydi. Bu olayların içinde ayakta kalmaya çalışıyordu. Sağ’ın, sol’un ne demek olduğunu bile bilmiyordu Hamiyet. Sağ elini kaldıranların içinde dayak yememek için o da sağ elini kaldırıyordu. Sol elini kaldırıp sloganlar atanların içinde de sol yumruğunu havaya kaldırıyordu.
Acıklı türküler söyleyen babasını erken yaşta kaybetmişti. Ve o da diğer kardeşleri gibi doğru düzgün okuyamadan erken yaşta evlenmek zorunda kalmıştı. O dönemlerde öyleydi. Kız çocuklarının, erkenden büyümek zorundalığından ve peşine düşenlerden korunmak için evlenmekten başka seçenekleri yoktu.
Ama ortalık o kadar karışıktı ki, evleneceği kişi diğer mahalledendi ve nikahtan önce ancak haftada bir gün taksiyle üzerine battaniye örtülerek gizlice gelip Hamiyet’i görebiliyordu. Hatta bir gün kadın kılığında evden gizlenerek çıkarılmıştı. Onu Hamiyet’in mahallesine getirdiğini öğrenen karşıtlar, taksi şoförünü öldüresiye dövmüşlerdi. Geceleri evlere silahlı saldırılar oluyordu. Evlerinin önlerine barikatlar kurarak gecelerini geçiriyorlardı. Kına gecesi de, nikâhı da gizlice yapılmıştı.
Büyüdü Hamiyet. Çocuklarını da büyüttü. Bir gün eşiyle birlikte Azerbaycan kanallarından birini izlerlerken yaşlı birini gördü eşi televizyonda. Elinde, Hamiyet’in dedesi Hasan dedenin fotoğrafı vardı.
Yaşlı adam, fotoğraftaki Hasan dedenin babası olduğunu ve babası ile kardeşlerinin işgalden dolayı Türkiye’ye göç ettiklerini ve o sırada onları kaybettiğini, şimdi son çare bu programa çıkıp, onlara ulaşmak istediğini anlatıyordu.
Adı Ali Ekber’di. Ali Ekber Bey, Sibirya’ya sürgün edildiğini, yirmi beş yıl orada esir kaldığını anlatıyordu. Hamiyet şaşkınlıkla dinliyordu. Bir yanda ise Ali Ekber Bey’in arkasında bir kütüphane duruyordu. Ben şairim, bütün bu kitapları ben yazdım, diyordu. Ben kardeşlerime aileme hasret kaldım. Esaretten kurtulunca Azerbaycan’a döndüm, onlara ulaşamadım, diyordu. Burada aile kurdum, kız kardeşimin adını evladıma, yetmedi torunuma verdim. Ama doyamadım. Kars şehrinde yaşıyorlarmış, onlara ulaşmak istiyorum, diyordu.
Bu programı izleyen Hamiyet, akrabalarına durumu anlattı ve Ali Ekber’in çocuklarına ulaştılar. Ama çocukları, arayan akrabalarına, kızgın bir şekilde, bunca yıldır neredeydiniz, neden babamızı aramadınız, babamızı o programdan sonra kaybettik, dediler.
Kimsenin Ali Ekber dededen haberdar olmadığını onlar da telefonda öğrendi…
Ali Ekber Bey’in çabası karşılığını bulmuştu. Yeğeni onu görüp ona ulaşmıştı ama o artık yaşamıyordu…
Bu hikâyedeki Hasan dede, benim büyük dedem, sesi güzel olan ve acıklı kardeş türküleri söyleyen Hamiyet’in babası Habip Bey, benim hiç göremediğim öz dedem ve Hamiyet, benim canım teyzem.
Ben bu hikâyeyi teyzemden dinlerken, göz yaşlarım kalbimden akıyordu.
İçimizden gelenler…
‘Ben bu hayata bunları yapmak için geldim.’, dediklerimizin, hislerimizin, yeteneklerimizin, atalarımızın bize kalan mirasları olduğunu her hikâyelerini dinlediğimde daha da iyi anlıyorum.
Mücadelelerimiz, yeteneklerimiz, isteklerimiz, onların yeteneklerini devam ettirmek üzere bizden açığa çıkıyor. Bunu hissediyorum.
Üç yıl yollarda yürüyerek, büyük zorluklarla mücadele etmiş, yaşadıklarını kabullenip, şiirler yazarak, türküler söyleyerek dile getiren, içimde o sonsuz güçlerini hissettiğim büyüklerimin kalplerinden öpüyorum.
Ali Ekber dede, yıllarca süren uğraşları sonucunda, kimseye ulaşamadan öldü. Ama biz onun varlığına, ruhuna ulaştık.
Bu yazı, gözyaşlarımdan akıp senin ruhuna, şiirlerine, kalbine ulaşsın Ali Ekber dede..
Bir gün Nasreddin Hoca, yağmurlu bir günde evinin balkonunda oturmuş gelen geçenleri seyrediyormuş. Bu arada herkes yağan yağmurdan kaçışmaya başlamış. Bunlar arasında Hoca’nın tanıdığı yaşlı başlı, aksakallı, cüppesiyle yağmurdan kaçan bir adam da varmış. Hoca adama oturduğu yerden seslenerek: – Çoluk çocuğun koşmasına şaşırmadım da senin şu saçın ve sakalınla Allah’ın rahmetinden kaçtığını biraz tuhaf karşıladım, demiş. Zavallı adam evine yürüyerek gitmiş, gitmiş ama yağmurdan da sırılsıklam olmuş. Bir başka yağmurlu gün, bunun tam tersi olmuş. Daha önce yağmurdan sırılsıklam olan adam evinin penceresine oturmuş, yağmuru ve yağmurdan kaçan insanları seyrederken bir ara paçalarını sıvayıp yağmurdan kaçan Hoca’yı görmüş: – Bu ne hâl Hoca? Ele verirsin talkını, kendin yutarsın salkımı, demiş. Hoca bu, hiç altta kalır mı? Hemen cevabı yapıştırmış: – Ben senin gibi yağmurdan kaçmıyorum ki. Allah’ın rahmetini çiğnememek için tabanları yağlıyorum. Eskiden ayakkabı olarak, ham deriden yapılma çarıklar giyilirmiş. Taban ölçülerine göre kesilen ham deri, kenarlarından yine deriden kesilme iplerle büzülüp bağlanırmış. Çarıklar özellikle yaz aylarında, tozdan topraktan ve sıcaktan dolayı kurur, kuruyunca da sıkılaşıp darlaşırmış. İşte bu yüzden, arada sırada zeytinyağı veya başka bir yağ ile tabanları yağlanarak yumuşak kalması sağlanırmış. Özellikle uzun yola çıkacak olanlar bir gün önceden çarık tabanlarını iyice yağlarlarmış. Yola çıkmak, kaçıp gitmek mânialarında kullanılan bu deyim o günlerden kalmadır…………. GÜNAYDIN…ADALETLİ UMUTLU YARINLAR DİLEĞİYLE….. Dr.Kayıhan Ö. Turan
Bu resmi çizen Albrecht Durer isimli 1471-1528 yılları arasında yaşamış bir ressam.
18 çocuklu bir ailenin resimle ilgilenen 2 erkek çocuğundan biri.
İki kardeşin de resme karşı olağanüstü bir ilgileri ve yetenekleri var.
Her ikisi de sanat okuluna gidip büyük bir ressam olma hayali kuruyorlar.
Aile ise bu durum karşısında çaresiz.
Madencilik yaparak geçinmeye çalışıyorlar ve karınlarını ancak doyurabiliyorlar.
Bu durum karşısında iki kardeş kendi aralarında kura çekmeye ve kazananın Sanat Okulu’na gitmesi, geride kalanın daha çok çalışıp diğer kardeşi okutması yönünde bir karar alıyorlar.
Albert ve Albrecht arasındaki bu kuranın koşulu olarak, okula giden döndüğünde diğer kardeşini okuması için okula gönderecek ve kendisi de madende çalışacaktı.
Kurayı kazanan Albrecht okula gider ve bütün öğretim görevlilerini kendine hayran bırakarak çok büyük başarılar elde eder.
Okulu birincilikle bitirdiğinde yöredeki bütün okullarda ismi bilinmektedir artık. Eve büyük bir gururla döner.
Ailesi, Albrecht onuruna güzel bir yemek verir.Kendisini öven konuşmalardan sonra Albrecht söz alır ve kendisine bu başarıları yaşatan kardeşine teşekkür eder.
Şimdi sıranın kardeşinde olduğunu ve okumaya göndereceği kardeşi için madende çalışmaktan büyük gurur duyacağını söyler.
Kardeşinin yanıtı ise; “İmkansız sevgili kardeşim” olmuştur. “Seni okulda okutabilmek için çalıştığım senelerde bütün parmaklarım madende defalarca kırıldı ve değil kalem tutmak senin şerefine şu şarap kadehini bile zor tutuyorum”.
Kardeşinin durumuna hakikaten üzülen Albrecht ise kendisini dünyanın en ünlü ressamları arasına sokan o ellerin, kardeşinin ellerinin resmini çizer.
Aşağıda gördüğünüz bütün dünyanın bildiği, ismi ‘Hands’ (Eller) olan resim Albrecht Durer’in kardeşinin elleridir…
Gecenin 3’ü mü, yoksa 4’ü müydü bilemiyorum. Gürültülü çalan ev telefonu uykumu bölmüştü. Karşıdaki ses ablan ya da annenle görüşmek istiyorum diyordu. İçimden gecenin bu vakti aranır mı demek istiyordum, gözlerimden de uyku akarken annemi uyandırırdım
Annem uykusundan uyanan herkesin yapacağı gibi;
” niye arıyor bu kadın, ne istiyor gece gece” diye söylenip gelir, uzunca derdini döktükten sonra da telefon kapatılır, herkes uykusuna dalardı.
Ama bu bir rutine bağlanmıştı, zırrrrr diye çalan telefonla gecenin bir yarısı uyanır buldum kendimi yine, içimden,
“buyurun efendim Sarıkayalar Malikhanesi demek gelmedi değil. Söylem, aynıydı :“Ablan ya da annen lütfen.”
Bu ne böyle bir bilgisayar programı gibi, “for next” döngüsü içinde dönüyoruz diye düşünüyorsunuz bir an, ama yapacak bir şey yok, telefon yatağımın hemen yanımda, annem yine teselli eder, öğütler verir,
Kızmak kolaydı, belki ters söz söylemek, işin gücün yok mu senin, gecenin bu saatinde arıyorsun demek de gerekti.
Ama bir taraftan karşıda acısı olan bir insan vardı ve yırtık yelken ve kırık direklerle bir liman arıyorken, ne yapacaktık, git başka limana mı diyecektik.
Annem vicdan sahibiydi, bir de eğitim almamışken nasıl kendini yetiştirmişti, böyle duyarlı olmuştu? Varsın uykunuz gitsin ama karşıdaki insanın yarasına merhem olduysanız bu sizi değerli kılmaz mı?
Vicdan, merhamet insanın merkezinde ve odağında olmalı, insan adil olmalı, merhametli olmalı, bunu kendisi için istiyorken başkaları için de istemeli. Bizi farklı kılan, onurlu kılan bu değil mi?
Vicdan bu işin merkezinde olmasa, öfkeyle hareket edip bir çuval inciri berbat edebilirsiniz, ya da kurnaz hareket edip kendinize menfaat sağlayıp, karşınızdakini de incitebilirsiniz. Bizim örf ve geleneklerimizde zaten yardımcı olmak, dayanışma sağlamak yok mu, düşünün bir köye bir turist gelse köy yardım edeceğim diye seferber olur. Buna karşın trafikte birbirimize nazik davranmayı hala çözemediğimiz de bir gerçektir.
Yıllar öncesinin o zırıltılı telefonu yine kulaklarımda çınladı. Zamanla telefonlar azaldı, ama ben müsterihtim, keza annem de öyle. Vicdan önemlidir, hatta deriz ya vicdanın hiç sızlamadı mı diye. Vicdan aradan yıllar yıllar geçer, geçmiş gelir aklınıza, ama rahatsınızdır. Peki vicdanımıza ne oldu, nereye gitti, bir yerlere mi gizlendi?
Vicdan sahibi bir toplum gelecek nesillere de güvenli, ferah ve huzurlu bir emanet bırakır.
Yaşar Kemal’in sözleri ekleyerek bitirmek istiyorum:
Bebeklerin ishal salgınından öldüğü 1926 yılında, Aksaray’da dünyaya gözlerini açtı.
Altı çocuklu ailenin beşincisiydi. Öleceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Aksaray’ın tek eczacısı olan babası gözünü karartıp aşırı dozda ilaç verdi oğluna. Kendi çocuğunu bu yolla kurtarınca, ilçenin öteki çocuklarını da ölümün pençesinden alıverdi!
Babasının yaşama bağladığı çocuk, yaramazlıklarıyla adamcağızı canından bezdirecekti!…
Aklı fikri “şeytanlığa” çalışıyordu boyuna.
Örneğin iki katlı kerpiç evlerinin nasıl yanacağını merak edip ateşe veriyordu!
Bir başka gün, eczane çalışanlarının yemeğine vazelin yağı katıyordu!
Ak saçlı eczacı kalfasının başına, uyuduğu sırada, mavi boyalı ilaç boca ediyordu…
Babasının, saygın konuklarına ikram ettiği konyak şişesinin içine keskin müshil ilacı koyuyordu…
Yine en etkili müshil ilacı olan İngiliz tuzunu havanda dövüp tuzluklara dolduruyordu…
Tabii yaptığı her yaramazlık beraberinde, öfkeli babasının dayağını getiriyordu!
Dayak yiye yiye büyüdü. Güzel Sanatlar Akademisi’ne öğrenci oldu. 1953 yılında Akademinin Resim Bölümünü bitirdi. Gazeteciliğe başladı. Anadolu insanının dertlerini kendine dert edindi. Edebi tadı olan birbirinden güzel sayısız röportaja imza attı. Dolaştığı yerlerden getirdiği çarpıcı fotoğraflarla iz bırakan sergiler açtı.
Emekli oluncaya kadar kitaplar dolusunca yazılar yazdı.
Aksaraylı o yaramaz çocuk, yetişkin çağında Babıali’nin yürekli kalemi sıfatıyla basın tarihindeki yerini aldı.
Emekli olduktan sonra kendini tümüyle resim yapmaya adadı.
Kimden söz ettiğimi elbette bildiniz:
Fikret Otyam.
(Önceleri, ailenin soyadı Otyam değil, Artur’du. General McArtur’u andırıyor diye babası soyadını değiştirmek istemişti. Bu nedenle, dönemin Sağlık Bakanı Refik Saydam, ona “Otyam” soyadını verdi. Otlardan ilaç yapan anlamına geliyordu.)
Osmanlı döneminde, yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adında bir kadı varmış. Bir gün Karakuşi Kadı, bir fırının önünden geçerken, burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış, sahibini bekleyen nefis bir ördek duruyor. Karakuşi Kadı, fırıncıya,
‘Ben bunu aldım’ demiş.
Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş. Az sonra ördeğin sahibi gelmiş:
‘Hani bizim ördek?’ diye sormuş. Fırıncı boynunu büküp,
‘Uçtu’ deyince, iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarmış; korkusundan kaçmaya başlamış. Gayrimüslim vatandaş da peşinde koşuyor. Duvardan atlarken, öteki taraftaki hamile bir kadının üstüne düşmez mi! Kadın oracıkta düşük yapmış; kocası da fırıncının peşine düşmüş. Fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış…
Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler, hepsini yakalayarak Karakuşi Kadı’nın karşısına çıkarmışlar. Ördeğin sahibi,
‘Bu adam ördeğimi hiç etti’ diye şikayet etmiş. Kadı, fırıncıya sormuş:
‘Ne yaptın bu adamın ördeğini?’ Fırıncı
“Uçtu” demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış: Ördeğin karşısında ‘Tayyar’ yazılı.
“Tayyar ‘Uçar’ anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil” diyerek fırıncının beraatına karar vermiş. Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşın şikayetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
“Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o Müslüman’ın tek gözü çıkarıla.” Karakuşi Kadı, “Şimdi” demiş, “Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.”
Tabii gayrimüslim şikayetinden hemen vazgeçmiş. Çocuğunu kaybeden kadının kocasına da Karakuşi Kadı, “Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak” diye hüküm kesmiş. Böyle olunca adam da şikayetini anında geri almış. Kadı, Yahudi’ye sormuş:
“Senin şikayetin ne?” Yahudi ellerini açmış,
‘Ne diyeyim kadı efendi’ demiş, “Adaletinle bin yaşa sen, e mi!”
* Merhum Süleyman DEMİREL : fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek; “Ananı öpen, kadı ise; kime şikayet edeceksin? Bugün ülkedeki durum bu! Anladınız mı?” demişti. #Hayatvefarkındalık
Ömer Seyfettin çalıştığı okulda, öğretmen arkadaşlarıyla tartışırken;
“ilim başka, irfan başka; âlim başka, arif başka” diyor.
Arkadaşları bu görüşe katılmıyorlar. Bir gün bu öğretmen arkadaşlarına,
“Avusturya’dan vagonlar dolusu şeker geliyor, şeker çok ucuzlayacak” diyor. Arkadaşları haberin doğruluğundan şüphe bile etmiyorlar. Herkes şeker kıtlığı bitecek diye çok seviniyor.
O sırada öğretmenler odasına temizliğe gelen bir hademeye de aynı haberi veriyor Ömer Seyfettin. Hademe;
“İnanma beyim, Avusturya bu savaş zamanı şekeri bulsa kendi yer, bize niye yollasın?” deyince; Ömer Seyfettin öğretmen arkadaşlarına dönüp:
“Gördünüz mü cancağazım? Siz bütün ilminize rağmen habere inandınız. O irfanı sayesinde yutmadı. Demek ki arif başka, alim başka; irfan başka, ilim başkaymış, gördünüz mü” diyor.
Orta Karadeniz Bölgesi’nin dağlık bir köyünde yaşayan; karakaş kara gözlü, uzun siyah saçlı, kırmızı yanaklı, beyaz tenli, boyu endamı yerinde, on beş on altı yaşlarında, güzel bir çocuk gelin Gülizar.
O da her gelin gibi verilen görevi yerine getirecek; kaynana, kaynataya, kendinden büyük eltilere, kayınlara, görümcelere saygıda kusur etmeyecekti. Sabah erken kalkıp; ineği sağacak, hamur yoğuracak, odun ateşinde ekmek yapacak, yemek yapacak, bulaşık yıkayacak, evi damı temizleyecek, tarlaya gidenlere azık hazırlayacak. Kuşluk vakti koyunları sağacak, sütü pişirecek, peynir yoğurt mayalayacak, çökelek yapacak. Orak biçecek, yığın yığacak, harman sürecek, ekin yıkayacak, bulgur kaynatacak, taş değirmende yarma çekecek. Sırtında odun taşıyacak.
Yunaklığa kazan kurup, çamaşır yıkayacak, daha neler neler… İşini düzgün yapamaz ve yetiştiremezse, dayak yiyecek ve en önemlisi de çocuk doğuracak. Çocuğu olmazsa yandı, Anadolu kadını… Köyde kış bastırmış; kar neredeyse bir insan boyuna gelmişti. Yollarda, evlerin saçaklarında buz kalıpları oluşmuş, şehirle olan irtibat kesilmişti. Tipi gittikçe hızını artıyordu.
O dönemde telefon, elektrik yoktu köyde… Sabahın erken saatleri; bizim evin tahta kapısına güm güm vuruluyor, aralıksız!
– Geldim, geldim!
– Durun hele, ne oldu, alacaklı gibi ne vuruyonuz kapıya!
Babannem açıyor kapıyı.
Ne oldu bacı, hayrola bu saatte?
– Gelin sancılandı, yetiş bacı!
– Ben yaptıramam doğumu, bi yerden ebe bulun bacı.
– Ebe yok, oğlan gitti yarı yoldan geri döndü. Kar kapatmış yolları, tepeye kadar zor varmış, at daha fazla yol alamamış.
Eli böğründe öylece duruyor, beti benzi atmış oğlanın. İki tokat salladı babası, gendine gelsin deyi.
-Etme bacı, elini ayağını öpeyim. Senden başka yaptıracak kimse yok, yetiş! Kulun kölen olayım, yetiş diyom sana!
Babaannem canhıraş çıktı evden. Gece yarısı oldu dönmedi. Dedem;
“gidip bakayım” diyerek, lastik ayakkabılarının üstüne çorap geçirip gitti. Saatler sonra tek başına geri geldi.
“Gelin doğuramamış, hay Allah, ne yapsak ki” diyerek, söylene söylene girdi içeri. Sabah hep birlikte gittik, Gülizar gelinin evine. Ben sekiz dokuz yaşlarındayım… Yatırmışlar yatağa Gülizar gelini. Her tarafından ter boşalmış, sanki bir kova su dökmüş gibi. Evin kerpiç duvarlarından çıkan feryatlar, köyün üst başında yankılanıyor, göğü deliyor adeta! İnim inim inliyor, Gülizar gelin!
Dayanacak gibi değil feryatlara! Doğuramıyor, çok acı çekiyor, iniltiler yürekleri dağlıyor.
“Hiç umut yok” diyor büyükler.
“Ölecek ölmeye de, bari çocuk kurtulsa” fısıltıları yayılıyor…
Sonraki gün, bütün köylüler çare arıyor. “Kağnıyla gezdirelim, kağnı sallandıkça belki bebek aşağı iner, kolay doğurur.
” Kağnıya yatırdılar Gülizar gelini. Kafasını örttüler, yün atkılarla. Ayaklarını yapağılarla sardılar, üşümesin diye. Altına yün döşek serdiler. Üzerine bir yün yorgan, iki tane de kıldan dokunmuş çul örttüler. (Kıl çul üşütmezmiş.) Dakikalarca dolaştırdılar köyün etrafında, gene çare yok. Bu işlem bir kaç defa tekrarlandı. Ümitler kesiliyor, hayaller kırılıyor…
Daha sonraki gün; Gülizar gelin artık, gözlerini açmıyor. Harap bitap düşmüş, mecali yok, sesi çıkmıyor, sadece dudakları oynuyor. Ne söylediği anlaşılmıyor. Eller kollar yana düşmüş, dudaklar morarmış, suratı şişmiş, adını bilemediğim garip bir renk gelmiş yüzüne. Dudaklarını ısıra ısıra yaralar oluşmuş. Zar zor nefes alıyor, boylu boyunca yatıyor. Herkes ağlaşıyor, ağıtlar yakılıyor.
“Vah zavallı vah, vaah! Gençliğine doymadan gidecek yavrum! Pek de güzel yavrum! Kara topraklara yakışır mı, bu güzellik! Bu nasıl bir kader, bu nasıl bir talih, Allah anasına babasına sabır versin!”
Arada bir elleriyle kontrol ediyorlar Gülizar gelini, soluk alıyor mu diye. Umutsuz bekleyiş devam ediyor… Bilmem kaçıncı gün hatırlamıyorum. Ebe;
“nasıl olsa gelin ölecek, çocuğu kurtaralım” diyor. “Bana bi cilet (jilet) getirin hele, çabuk olun durman öyle, sıcak suyla sabun getirin! kesip çocuğu alacam. Hazır mı, sıcak su? Sabun nerde, haydin ne duruyonuz, Haçça, Fadime, Zöhre, size diyom haydin, ölüyo görmüyonuz mu?..”
Kesiyor ebe jiletle. Kim bilir ne kadar kesti! İki elinin parmaklarıyla bebeği çıkarmaya çalışıyor, var gücüyle asılıyor, bebek gelmiyor.
“Bağırsak dolanmış, gelmez bu bebek!”
Birinci hamlede sonuç yok. Bir hamle daha, gene yok. Üçüncü hamlede doğuyor bebek, boynunda bağırsak (kordon) dolalı bir şekilde, kanlar içinde. İnga, inga! Bebek sesi yankılanıyor, evin içinde. Sanki; annesinin çektiği acılara üzülüyormuş gibi, var gücüyle bağırıyor. Yıkayıp kundakladılar bebeği. Kendinden habersiz, baygın yatan annenin yanına yatırdılar.
“Ağzına biraz su verin gelinin.”
Gelin ceset gibi yatıyor. Kaşıkla su veriyorlar ağzına. Arada bir yanaklarına dokunuyorlar, hafif hafif şamarlıyorlar, nefesini kontrol ediyorlar.
“Gülizar, Gülizar, Gülizar gız, aç gözünü!” Sesleniyorlar arada bir.
Saatler sonra, belli belirsiz iniltiler geliyor. Gözünü yarım yamalak açıyor, Gülizar gelin… Bir gün sonra kendine geliyor.
– Bebeğin oldu gelin.
– Gız mı, oğlan mı? Soruyor, bitkin bir vaziyette, zor duyulan sesiyle.
– Oğlun oldu gözün aydın, gelin! Onca acıya rağmen hafifçe gülümsüyor, Gülizar gelin.
– Yaşıyo mu, sağlam mı?..”
– Turp gibi maaşallah, bi görsen. Elleri yumuk yumuk, kapkara saçları var. Ayakları bi lokma, ağzı gayfe gaşığı gibi. Bi güzel, bi güzel. Aynı sana benziyo gız, valla billa bak. Bak bak görüyon mu, sesini duyuyon mu?
Başını sallıyor, dudağının kenarından zar zor gülümsüyor, yine Gülizar gelin… Kendi acısını unutup; evlat sevgisini dolduruyor, yüreğinin ta derinliklerine, Anadolu kadını. Evlat sevgisi bastırıyor acıyı!.. Göher Güler (Yaşanmış bir hikaye)
O çok istediği hedefine ulaşmış ve zengin olmuştu artık. Çok uzun yıllardır kurduğu hayalini de gerçekleştirmek istedi ve çocukken “bir gün zengin olursam, babamın her hafta sonu eve gelirken bir tane getirdiği, o çok sevdiğim şekerlerden doyuncaya kadar yiyeceğim “sözünü aklından geçirerek ve gülümseyerek en yakın marketin yolunu tuttu.
Artık zengindi ve dilediğince alabilirdi o şekerlerden. Rafları gezdi ve aradığı şeyi bulmuşluğun sevinciyle gözleri parladı. Tam bir koca kutu aldı ve evine gitti. Daha ilk paketi açıp tadına bakınca, ne tadı nede kokusunun aynı olmadığını anlamıştı…
Hemen yardımcısını çağırdı ve şeker şirketini araştırmasını istedi. Aradan bir gün geçmiş ve bir dosya getirilmişti önüne. O zamanlar küçük bir dükkan olan işyeri geçen onca seneden sonra büyümüş ve artık uluslararası satış yapan bir firma haline gelmişti. Ozamanki dükkanın ustası ise patron olduğu için artık, şirketinde çalışan binlerce eleman yapıyordu şekerleri.
“Demek ki bu yüzden tadı ve kokusu tutmadı şekerlerin” diye düşündü kendi kendine. Nede olsa şekeri yapan usta çok mühimdi. El ayarı dedikleri şeyde çok önemliydi… Zengin adam hayalinin peşini bırakmadı ve ertesi gün kalkıp şeker şirketinin yolunu tuttu. Maddi açıdan zor durumda olduğunu öğrendiği şirkete ortak olmak ve büyükte bir yatırım yapmak istediğini söyledi… Ama bir şartla…Şartını ise şöyle söyledi şirketin yaşlı patronuna:
-“Ben küçükken babam her hafta sonu sizin dükkanınızdan bir şeker alır getirirdi bana. Tadı ve kokusu enfes bu şekerlerden kutu kutu yemek isterdim ama fakirlik işte. Ancak bir tane alabiliyordu babam. Ve ben bir gün söz verdim kendi kendime. Eğer bir gün zengin olursam doyuncaya kadar bu şekerlerden yiyeceğim. Fakat siz işlerinizi büyütmüşsünüz ve patron olmuşsunuz. Elemanlarınızın yaptığı şekerlerden ne o kokuyu, nede tadını alamadın malesef. Sizden ricam benim için üretim haneye gidip benim için aynı kokulu ve tadı olan şekerlerden yapmanız…
– ” Koskoca patron şirketini zor durumdan kurtaran ortağına karşı çıkamamış ve hemen önlüğümü takıp belki yirmi beş sene sonra üretimhanenin yolunu tutmuştu. Ve kendinden istenileni yapıp şekerleri ortağı olan genç adamın önüne getirdi. Heyecanla şeker paketini açıp tadına ve kokusuna baktı genç adam. Yine olmamıştı. Ne aynı koku, nede aynı tadı vardı…
who need help the poor street children
Şirket sahibinden belki onca yıldan sonra el ayarını tutturamadığını söyleyerek tekrar şeker yapmaması için ricada bulundu. Ve tekrar üretimhanenin yolunu tuttu adam. Bu olay belki beş defa böyle tekrarlanmış, genç adam hayalindeki, çocukluğundaki o şekerin kokusunu ve tadını bir türlü alamamıştı. Üzgün bir şekilde evine gitmek için kapıdan çıkarken, yeni ortağı olan şeker şirketinin sahibi,
– “Babanız yaşıyor mu?” – diye sordu genç adama. Babasının uzun yıllar önce öldüğü cevabını alınca ise, sadece bir paket şeker uzattı ve yolcu etti yeni ortağını… Genç adam zengin olsa da hayalini gerçekleştirememenin üzüntüsüyle evine varmış, ve elindeki şeker paketine bakmaktaydı hüzünlü bir şekilde. Sonra neden üzerinde bir kağıt olduğunu gördü. Kağıdı açıp okuduğunda ise gözlerinden yaşlar boşalmıştı. Şöyle yazıyordu kağıtta;
-“Çocuklukluğunda yediğin ve hayalin olan hiçbir şekerde o kokuyu o tadı bulamayacaksın artık. Bu şekerleri gerçek ustası, yani ben yapsam bile.. Çünkü sana o şekerleri baban getiriyordu ve şekerin üzerine sinen babanın kokusuydu. Ve şekerleri baban getirdiği için bu kadar tatlı oluyordu -“… #Yazar #Suat #Özge