Felç geçiren Cahit Sıtı Tarancı, konuşma yeteneğini yitirir. Ünlü şairi Cavit Orhan Tütengil, 1 Şubat 1955 tarihinde Diyarbakır’ daki baba evinde ziyaret eder…
Tütengil o gün yaşadıklarını, duygularını “Yenilik” dergisinin Mart sayısında şairin hasta yatağındaki fotoğrafıyla birlikte yayınlar… İşte o tarihi fotoğraf ve Tütengil’in o yazısından paragraf..
“Konuşulanları anlıyor, fakat cevap veremiyor. Ağzı var dili yok.. Biricik tepkisi gülümsemek veya ağlamak.. Kendisine son bir kaç ay içinde yayınlanan şiir kitaplarından söz ettim, ilgiyle dinledi. Şair adları geçtikçe de yüzünde gülümseme dolaştı.. O, sadece susuyor.. Anacığı yanı başında oturuyor.. Sessizlik, salonun mırıltılarını hissettirdikçe aklımdan parça parça mısralar geçiyor.. Üzüntü veren mısralar.. Yüzüne baktığımda sanki ”Ah, aklımdan ölümüm geçer” diyor ….
Cahit Sıtkı Tarancı bir yıl sonra tedavi için gönderildiği Viyana’ da son nefesini verecek, sosyoloji profesörü olacak olan Cavit Orhan Tütengil ise yirmi dört yıl sonra, 7 Aralık 1979 evinden üniversiteye giderken katledilecektir.. Şair ve bilim insanın anılarına sonsuz saygıyla….
Bu resmi çizen Albrecht Durer isimli 1471-1528 yılları arasında yaşamış bir ressam.
18 çocuklu bir ailenin resimle ilgilenen 2 erkek çocuğundan biri.
İki kardeşin de resme karşı olağanüstü bir ilgileri ve yetenekleri var.
Her ikisi de sanat okuluna gidip büyük bir ressam olma hayali kuruyorlar.
Aile ise bu durum karşısında çaresiz.
Madencilik yaparak geçinmeye çalışıyorlar ve karınlarını ancak doyurabiliyorlar.
Bu durum karşısında iki kardeş kendi aralarında kura çekmeye ve kazananın Sanat Okulu’na gitmesi, geride kalanın daha çok çalışıp diğer kardeşi okutması yönünde bir karar alıyorlar.
Albert ve Albrecht arasındaki bu kuranın koşulu olarak, okula giden döndüğünde diğer kardeşini okuması için okula gönderecek ve kendisi de madende çalışacaktı.
Kurayı kazanan Albrecht okula gider ve bütün öğretim görevlilerini kendine hayran bırakarak çok büyük başarılar elde eder.
Okulu birincilikle bitirdiğinde yöredeki bütün okullarda ismi bilinmektedir artık. Eve büyük bir gururla döner.
Ailesi, Albrecht onuruna güzel bir yemek verir.Kendisini öven konuşmalardan sonra Albrecht söz alır ve kendisine bu başarıları yaşatan kardeşine teşekkür eder.
Şimdi sıranın kardeşinde olduğunu ve okumaya göndereceği kardeşi için madende çalışmaktan büyük gurur duyacağını söyler.
Kardeşinin yanıtı ise; “İmkansız sevgili kardeşim” olmuştur. “Seni okulda okutabilmek için çalıştığım senelerde bütün parmaklarım madende defalarca kırıldı ve değil kalem tutmak senin şerefine şu şarap kadehini bile zor tutuyorum”.
Kardeşinin durumuna hakikaten üzülen Albrecht ise kendisini dünyanın en ünlü ressamları arasına sokan o ellerin, kardeşinin ellerinin resmini çizer.
Aşağıda gördüğünüz bütün dünyanın bildiği, ismi ‘Hands’ (Eller) olan resim Albrecht Durer’in kardeşinin elleridir…
Amerika’nın NewYork şehrinde bir soygun sırasında hırsız banka içindeki çalışanlara bağırmış; Kıpırdamayın! Para devletin, hayatınız da sizindir. Yani herkes sessizce uzansın..
“Buna anlık akılla ikna denir “ Hırsızlar çalmayı bitirince üniversite mezunu olan en genç hırsız, ilkokul mezunu en yaşlı olan hırsıza dedi ki; “Abi kaç para aldık sayalım.” Liderleri olan yaşlı hırsız bozuldu ve ona dedi ki; Aptal mısın? Bu çok para ve saymamız uzun sürer, bu gece ne kadar para çaldığımızı haberlerden öğreneceğiz!
“Bunun adı tecrübe” Hırsızlar bankadan çıktıktan sonra banka müdürü şube müdürüne polisi çabuk ara demiş. Ama şube müdürü ona bekle 10 milyon dolar alıp kendimize saklayalım daha önce zimmetimize geçirdiğimiz 70 milyon doları da ekleyelim.
“Buna akışına yüzmek ve durumu lehine çevirmek denir” Banka müdürü demiş ki; yani her ay soygun olsa çok iyi olur…
“ve buna çok ileri gitmek denir” Ertesi gün haber ajansları bankadan 100 milyon dolar çalındığını duyurur! Hırsızlar parayı tekrar tekrar sayarlar. Her seferinde miktar 20 milyon dolar çıkar. Hırsızlar çok sinirlenir. 20 milyon dolar için hayatlarını riske attıklarını söylerler. Banka müdürü suya sabuna dokunmadan 80 milyon dolar çalar. Bu hikâyenin özeti Maskeli hırsız ile kravatlı hırsız arasındaki farklı bilgiydi.
“Bunun da adı bilgi altına eşittir ” Banka müdürü milyoner olduğu için gülümsüyordu. Borsadaki tüm kayıplarını bu soygunla telafi etmişti. “Bunun adı da risk almaktır ” Gerçek hırsızlar çoğunlukla yüksek rütbeli olanlardır. Ama “hırsız” olarak tanınanlar hep ev ve cüzdan hırsızları olacaktır.”
Eski zamanlarda askerlik vakti gelen delikanlının biri askere çağrılır. Yeni evlendiği eşine yalnız kaldığında şöyle der.
” Eve gönderdiğim her mektubun sonuna üç tane nokta koyacağım. Üç tane nokta… O üç nokta senin içindir. Anladın değil mi?”
Uzun askerlik yıllarında eve gönderdiği her mektubunun sonuna o üç noktayı koyar delikanlı. Mektup eve gelince önce delikanlının anası tarafından kucaklanır. Sonra delikanlının babası, dedesi, nenesi, amcası, teyzesi, derken konu komşu da dahil olur bu mutluluğa ve hepsi doluşuverirler heyecanla tek göz odaya. Evin okumayı bilen en küçüğünün eline tutuşturulur mektup ve okutulur.
Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpüldüğü, komşular, teyzeler, amcalar ve tüm tanıdıkların hâl ve hatırlarının sual edildiği, sağlık ve sıhhat temennisiyle devam eden mektup, selam ile son bulur. Ve sonunda kimsenin dikkat etmediği o üç nokta olur. Bitti diye elden bırakılan mektubu delikanlının eşi alır ve son satırındaki o üç noktayı arar, bulur ve okur!
Herkesin bitirdiği yerde başlar onun satırları. Görünmez bir kalemle yazılmıştır sanki, dakikalarca bakar bakar, hem okur hem ağlar. Mektubu üzerine damlayan gözyaşları ile yıkar. Gelen her mektubun son satırında hep olur o üç nokta. Heyecanla ve sabırsızlıkla yeni gelecek bir sonraki mektubu bekler kadın. Aradan çok çok uzun zaman geçer ve toruna torbaya karışır, iki yaşlı çift olurlar.
Bir gün evin en kıymetli eşyalarının saklandığı bir kutudan afacan torunları tarafından ortaya saçılır sararmış mektuplar. Çocukları babalarının askerlik mektuplarını görünce hemen alır ve heyecanla okurlar. Anneleriyle babalarının askerlik döneminde evli olduğunu bilen çocuklar merakla sorar babalarına, yazdığı mektuplarda neden annelerinin halini hatırını sorup ona selam göndermediğini. Adam cevap verir.
“Ben ona harfler değil, yüreğimi gönderdim o okudu!”
Kadın devam eder.
“Kim demiş o mektupta bana ithafta bulunulmamış diye. O mektupta en güzel cümleler, en güzel şiirler bana yazıldı!”
Yıl 2021… İletişim aletleri zenginleşti, iletişim fakirleşti. En güzel cümleler bile artık samimiyetsizleşti. Ne kimse kimsenin anlatmak istediğini anlıyor, ne de kimse kimseye kendini anlatabiliyor. Uzun yollara çıkan insanlar yarı yolda iniyor. Çoğu insan bakıyor görmüyor, dinliyor duymuyor…
Yani şu üç noktada anlatılanları artık hiçbir cümle vermiyor. Üç nokta bazen aşktır, bazen pişmanlıktır… Bazen çok büyük bir haykırıştır. Söyleyemediklerin, anlatamadıklarındır. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı andır. Yalnızca ve yalnızca okuyanın anladığı kadardır.
Yürekten konuşanlara alfabe, yürekten duyanlara sestir. Böyle insanlara denk gelebilmek ise en büyük nimettir. Kulakları duyan, kalbi sağır olan ; gözleri gören, yüreği âmâ olan insanlar uzağınızda olsun. “Konuştuklarınızı duymayanlara inat, Sustuklarınızı duyabilen insanlar hayatlarınızda hep var olsun.
Karadeniz’in fırtınalı havası kadar özgür ruhlu ve sert mizaçlı Hediye, Rizeli bir kadındı. Genç yaşta evlenmiş, ancak kaderin cilvesiyle eşini bir deniz kazasında kaybetmişti. O gün, Fırtına Vadisi’nde, hüzünle boynunu bükmüş çay ağaçları gibi o da yalnız kalmıştı.
Ama Hediye, Karadeniz’in o hırçın ve inatçı dalgalarını karakterine almış bir kadındı. Ne kaderin acımasızlığı ne de köy halkının diline düşme korkusu onu yolundan döndürebilirdi. Hediye, dul kaldıktan sonra
“artık oturup yas tutar” diyen komşularını şaşırtarak hayatına bir neşe ve cesaret kattı.
Kendine özgü havası, konuşurken gözlerinin pırıltısı ve kahkahaları, köyün gençlerinden yaşlılarına kadar herkesin dikkatini çekiyordu. Ama o dikkat çekmekten korkmazdı.
“Benim gönlüm deniz gibidir; bir gider bir gelir!” derdi.
Bir Çay, Bir Gülüş, Bir Kalp Çarpıntısı Hediye’nin çapkınlık hikayesi, en çok köy kahvesinin önünden geçerken belli olurdu. Elinde çay toplamak için kullanılan sepete yaslanır, başındaki eşarbı düzelterek köyün erkeklerini tatlı bir muhabbetle selamlardı. Bir gün, kahvehanenin önünden geçerken Ali Bey adında dul bir adam Hediye’ye laf attı:
“Hediye Hanım, Fırtına Deresi bile senin gibi şen gürlemez!”
Hediye, dönüp hafif bir gülümsemeyle cevap verdi:
“O zaman bir çay ısmarlarsın da şenliğin hakkını veririz!”
Bu laf, kahvehanedekileri kahkahaya boğarken, Ali Bey’in yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ama Hediye’nin cazibesi, Ali’yi çoktan büyülemişti. Hediye ise sadece eğleniyordu. Hediye’nin Kuralları Hediye, çapkınlıklarında bir denge ustasıydı. Herkese göz kırpar, ama kimseyi kendine fazla yaklaştırmazdı. Onun gönül oyunları, samimiyetiyle tatlı bir şakadan ibaretti. Ama köyde bir rivayet vardı: Hediye birini gerçekten severse, o kişi onun büyüsünden asla kurtulamazdı. Hediye’nin en büyük sırrı ise şu sözüydü:
“Erkekler, Fırtına Deresi’nin taşına benzer. Sert görünürler ama doğru rüzgar esti mi yerinden oynarlar!” Köy Düğününde Bir Macera Bir yaz günü, köyde büyük bir düğün düzenlendi. Hediye, giydiği renkli Karadeniz kıyafetiyle ortalığı adeta büyüledi. Düğünde hem gençlerin hem de yaşlıların gözleri hep onun üzerindeydi. Herkesle oynuyor, gülüyor, neşe saçıyordu. Ama en çok dikkat çeken, genç öğretmen Cemil’in ona olan ilgisiydi. Cemil, Hediye’nin yanına yaklaşıp utangaç bir şekilde:
“Hediye Abla, sizinle bir horon tepmek isterim,” dedi. Hediye, alaycı bir gülümsemeyle cevap verdi:
“Horon bilmeyene abla değil, hoca olunur! Önce öğren bakalım, sonra oynarız.”
O gece herkes Cemil’in Hediye’ye olan hayranlığını konuştu, ama Hediye yine zarif bir şekilde uzak durdu. Onun gönlünde, sadece kendisiyle barışık ve cesur bir adam yer bulabilirdi. Fırtına Gibi Bir Hayat Hediye, hayatı boyunca çapkınlıkları ve muzip kişiliğiyle Fırtına Vadisi’nde bir efsane oldu. Onun kahkahası, vadinin derinliklerinde yankılandı. Ancak kimse onun gerçek aşkını öğrenemedi. Belki de o aşk, onun özgürlüğüydü.
Bir gün komşusu Fatma Hediye’ye sordu:
“Hediye, neden birini seçip yeniden evlenmiyorsun?” Hediye gülerek cevap verdi:
“Denizin dalgasını kimse hapsedemez Fatma! Ben de böyleyim işte, özgür gezerim.”
Ve Hediye, kahkahası ve cazibesiyle köyde herkesin hafızasında hep bir soru işareti bıraktı: “Acaba onun gönlü kime aitti?”
Sultan Mahmut kıyafet değiştirip, beraberinde sadrazam ve birkaç muhafız ile halkı teftişe çıkmış. Dolaşırken bir kahvehaneye girip oturmuşlar. Bakmışlar müşteriler kahvehaneciye seslenip duruyor: “Tıkandı Baba, çay getir,”
“Tıkandı Baba kahve getir”.
Tıkandı Baba lakabı Sultan Mahmut’a ilginç gelmiş. Merak edip kahvehaneciyi çağırmış. Kahvehaneci gelince;
‘’Baba sana neden “Tıkandı Baba” derler? Hele otur da anlat, ‘’demiş.
Tıkandı Baba başlamış anlatmaya ‘’ Ben bir gece, Rüyamda tanıdığım tüm insanların bir çeşmesi vardı ve hepsinin çeşmesinden oluk oluk su akıyordu. Benim de bir çeşmem vardı fakat benim çeşmemdeki su ip gibi akıyordu. Sonra ben,
“Keşke benim çeşmem de onlarınki kadar aksa” diye içimden geçirdim.
Sonra yerden bir çomak alıp suyun geldiği oluğu dürtmeye başladım. Ben oluğu dürterken çomak kırıldı ve ip gibi akan suyum damlamaya başladı. Bu sefer ben;
“Keşke çeşmem diğerlerininki kadar olmasa da, bari eskisi kadar aksa” diye içimden geçirdim ve oluğu kurcalamaya devam ettim.
Ben uğraşırken suyun geldiği oluk tamamen kırıldı. Az önce damlayan suyum, tamamen kesildi. Ben yine uğraşmaya devam ediyordum ki, o sırada Cebrail göründü,
“Tıkandı, baba! Artık uğraşma!” dedi.
“O gün bu gündür bu rüyamı kime anlattıysam adım Tıkandı Baba’ya çıktı. Hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp zar zor geçinmeye çalışıyorum.’’ Tıkandı Baba’nın anlattıklarından etkilenen Sultan Mahmut, muhafızlarına;
“Bundan sonra her gün bu adama bir tepsi baklava getirin; her baklava diliminin altına da bir altın koyun.” diye emir vermiş. Hemen ertesi gün askerler ilk tepsi baklavayı getirip, Tıkandı Baba’ya teslim etmişler. “Padişahımızdandır” diyerek…
Tıkandı Baba baklavaya sevinmiş. “Ne zamandır tatlı yemişliğim de yoktu” diye içinden geçirmiş.
Almış tepsiyi tutmuş evinin yolunu. Yolda düşünmüş kendi kendine;
“Yahu ben bir canıma nasıl yerim bir tepsi baklavayı? En iyisi ben buna hiç dokunmadan satayım.” Tıkandı Baba işlek bir yol kenarına kurmuş tezgâhını başlamış;
“Taze baklava! Taze baklava!” diye bağırmaya..
Bu sırada yoldan geçen bir Yahudi baklavaya talip olmuş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar, Yahudi baklavayı alıp gitmiş… Tıkandı Baba baklavadan kazandığı ile ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı evine götürmüş. Bir dilim atmış ağzına… Fakat dişine bir şey değmiş… Bu nedir diye bir bakmış ki; altın. Ve baklavanın her diliminin altında bir tane altın… Yahudi bu duruma anlam veremese de ertesi gün tekrar aynı yere gitmiş ki; aynı adamı görür müyüm diye… Bakmış ki adam orada… Demiş ki;
“Sen her akşam burada olacaksan, biraz indirim yap da ben her akşam alayım bu baklavaları senden.” Tıkandı Baba kabul etmiş ve her akşam baklavayı Yahudi’ye satmaya başlamış. Sultan Mahmut, bir ay baklava gönderdikten sonra;
“Bakalım Tıkandı Baba şimdi ne durumda?” deyip adamlarıyla beraber tutmuş kahvenin yolunu. Fakat bu kez kıyafet değiştirmeden… Sultan Mahmut bakmış ki, Tıkandı Baba aynı tas aynı hamam. Ne uzamış ne kısalmış. Yine aynı kahvehanede, ekmek kavgasında… Sultan Mahmut, Tıkandı Baba’yı yanına çağırtıp sormuş,
‘’ Tıkandı Baba sana yolladığım baklavaları almadın mı? Tıkandı Baba biraz mahcup’’,
Geldi hünkârım, demiş. Ben de satıp ihtiyaçlarımı giderdim. Duacınızım.’’
Sultan Mahmut, bunu duyunca tebessüm etmiş.
“Anlaşıldı Tıkandı Baba, sen gel bakalım benimle” demiş. Birlikte sarayın yolunu tutmuşlar. Saraya varınca Sultan Mahmut, Tıkandı Baba’yı doğruca hazine odasına götürmüş. Sultan Mahmut ,Tıkandı Baba’nın eline bir kürek tutuşturup,
‘’ Baba daldır bakalım küreği istediğin yere… Küreğin üzerinde ne kalırsa senindir, ‘’ demiş. Bunu duyan Tıkandı Baba öyle heyecanlanmış ki; küreği ters tuttuğunu fark etmemiş bile… Hızla küreği daldırıp çıkarmış ama ne çare? Kürek ters olunca üzerinde bir tanecik altın kalmış o da düştü düşecek… Derken o da düşmüş. Sultan Mahmut,
‘’ Baba, demiş. Senin buradan nasibin yok! Sen şu bizim askerleri takip et. Onlar ne derse yap.’’
Tıkandı Baba boynunu büküp düşmüş askerlerin önüne… Sultan Mahmut askerlerden birini yanına çağırmış,
‘’ Bu adamı alın Üsküdar’a götürün deyin ki; baba bir taş seç. Seçtiği taşa karışmayın. Sonra deyin ki: seçtiğin taşı fırlat. Tıkandı Baba taşı ne kadar uzağa atarsa; durduğu yerden taşı attığı yere kadar ona verin.’’
Askerler Tıkandı Baba’yı alıp Üsküdar’a götürmüş. Demişler ki baba bir taş seç. Tıkandı Baba sormuş,
“Ne için ki?” diye ama askerler bir şey söylememiş. Tıkandı Baba; şu büyüktü, şu küçüktü, şu yamuktu derken kocaman bir kayaya sarılmış demiş ki seçtiğim taş budur. Askerler demiş ki;
“Baba sen şimdi bu taşı fırlat, ne kadar uzağa atarsan o kadar yer senindir.” Bunu duyan Tıkandı Baba heyecanla seçtiği taşa atılmış, güç bela yerden kaldırmış. Fakat taşın ağırlığını direyemeyip elinde taş olduğu halde sırtüstü devrilmiş. Taş da üzerine düştüğünden oracıkta can vermiş. Askerler gidip durumu Sultan Mahmut’a anlattıklarında, Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş,
17.11.2024- Turgut ÜNSAL(İki yaka bir deniz hikayesinden) – Yusuf Ziya ÖZALP
60 yıl öncesiydi. Kış, Simi Adası’na beyaz bir yorgan gibi serilmişti o sabah. Balıkçı Aristo, oğlu Vasili’yi usulca omzundan tutarak kayığa yönlendirdi. Deniz, sanki yüzlerce yıllık bir efsanenin sırrını mırıldanıyordu. Aristo, bu sesleri dinleyerek büyümüştü. Babasından ve onun babasından kalan bilgiyi şimdi oğluna aktaracaktı.
Her dalga, her fırtına, her yıldız, onun için birer harf, birer kelimeydi. Vasili’ye öğretilecek çok şey vardı. Balıkçılık, yalnızca bir meslek değil, yüzyılların deniz kokulu mirasıydı. Kayık usulca Simi limanından ayrıldığında sabahın serin rüzgarı yüzlerini yaladı. Gökyüzü gri ve öfkeli bulutlarla kaplanmaya başlamıştı. Aristo, bu değişimi bir denizcinin sezgisiyle fark etti. Daha güçlü küreklere asıldı ama rüzgar oyunbozan bir çocuk gibi kayığın etrafında dolandı, büyüdü ve lodosun hırçın kollarına dönüştü. Kayık, devasa dalgalarla savrulurken Vasili’nin minicik bedeni, korkunun soğuk elleri tarafından esir alınmıştı. Parmakları, kayığın kenarına sıkıca yapıştı, gözleri kocaman açıldı, sessiz bir dua gibi babasına baktı.
“Vasili, korkma!” diye bağırdı Aristo, sesinin titremesine engel olmaya çalışarak. Oğlunun gözlerindeki korkuyu yok etmek istiyordu ama deniz, bu küçük balıkçı ailesini acımasızca sınamaya kararlıydı. Poseidon çıldırmıştı adeta. Deniz beşik, kayık beşikte ağlayan bebek gibiydi. Sicim gibi inen yağmur, hız rekoruna soyunan fırtına onları tanıdıkları sulardan koparıp Datça’ya doğru sürüklüyordu.
O sırada Datça’nın sularında, Süleyman Badal ve kardeşi Mehmet de avdan dönüyordu. Onlar da, çocukluklarından beri denizin şarkılarını dinleyerek büyümüş, hayatlarını onun cömertliğine bağlamışlardı. Rüzgarın tuhaf bir uğultuyla konuştuğunu duyduğunda Süleyman, bir kayığın dev dalgalar arasında yalpaladığını gördü. Hemen küreklere asıldı, kararan denizin ortasında yardım çağrısına kulak verdi. Aristo ve Vasili’nin çaresiz kayığını kendi sandalı Kara Mehmet’e yanaştırdı.
Gün kararıyordu. Simi’ye geri dönülecek gibi değildi hava. “Misafirimiz olursunuz,” dedi Süleyman, sesi gür ama güven vericiydi. “Hava düzelince geri dönersiniz.” Kargı koyuna doğru yol aldıklarında, aniden sahil koruma botunun acı sireni havayı yardı. Aristo’nun yüreği bir anlık umutla çarptı, sonra o umut, tutuklanma anının soğuk gerçekliğine dönüştü. Çünkü izinsiz Türk karasularına girmişti, casusluk şüphesiyle tutuklandı, Kavakdibindeki hapishaneye kapatıldı. Küçük Vasili, babasının kolundan koparılışını gözyaşlarıyla izledi.
“Baba!” diye haykırdı, sesi rüzgarın hırçınlığa karıştı.
Süleyman Badal, gözlerindeki acıyı saklamaya çalışarak Vasili’ye yaklaştı.
“Ağlama, küçük,” dedi, o kocaman ve nasırlı ellerini çocuğun omuzlarına koyarak.
“Baban yoksa ben varım. O özgür kalana kadar birlikteyiz.”
Bu sözler, denizin iç çekişine, fırtınanın iniltisine bir cevap gibiydi. Vasili, Süleyman’ın evinde ikinci bir yuvaya, sıcak bir aileye kavuştu. Her sabah, annesi gibi onu seven Süleyman’ın eşi, masanın başında bir tabak sıcak çorba ile karşıladı onu. Mehmet, yeni bir kardeş gibi koluna girip sokaklarda gezdirdi. Yıllar birbirini kovaladı, fırtınalar dindi, deniz sakinleşti. İki yıl aradan sonra bir gün, Aristo özgürlüğüne kavuştu. Baba-oğulun gözyaşlarıyla kucaklaştığı o an, Datça’da hayat bir an durdu.
Vasili, yeni ailesine minnetle veda etti, Aristo ile birlikte Simi’ye geri döndü. Yıllar yıllar sonra, genç bir adam olan Vasili, Datça’dan gelen bir haberle sarsıldı. Süleyman Badal, onu hayata bağlayan adam, son nefesini vermişti. O an Vasili’nin yüreği, onca zaman denizin bağrında birikmiş tüm acılarıyla yankılandı. “Babaaa!” diye haykırdı, sesi Simi’nin kayalıklarından denize savruldu. Lodos, sanki o feryadı alıp Datça’nın kıyılarına götürdü. Orada, kayaların arasında, rüzgar hâlâ o kelimeyi taşıyor gibiydi; bir babanın yerine geçen, bir çocuğun kalbine kök salan o adamın anısını. (Datça’da yaşanmış olan ve dilden dile dolaşan bu hikaye, Turgut Ünsal’ın “İki yaka bir deniz” isimli çalışmasından ve Yusuf Ziya Özalp ‘in yazılarından kurgulanmıştır.”
Voynich el yazması kitabı; kim tarafından, ne amaçla ve hangi dille yazıldığı bilinmeyen, elle yazılmış resimli bir kitaptır…
Dünyanın en eski el yazması olan bu kitap ile ilgili yapılan karbon testleri 15. yüzyılda yazıldığını ortaya koymuştur. İçerisinde bitki, astroloji ve ilaçbilimi ile ilgili resimler bulunan 234 sayfalık bir kitaptır..
Kitap ortaya çıktığı günden itibaren, dilbilimciler tarafından araştırma konusu olmuş, hakkında çeşitli teoriler ortaya atılmış fakat yüzlerce yıldır sırrı çözülememiştir..
Yıllarca kitabın gizemini ve şifresini çözmeye çalışan kriptoloji uzmanlarının ve tarihçilerin akli dengelerini kaybetmiş olduğu bilim tarihine geçmiştir..
Kitap, 1912 yılında Wilfrid M. Voynich adındaki kişi tarafından, Polonyalı bir sahaftan alınmıştır..!!
İsmini bu kişiden alan kitabın İtalya’da Rönesans sırasında oluşturulduğu tahmin edilmektedir.
Bazı sayfalarının eksik olduğu düşünülen kitapta 23 ile 40 arası farklı harf ve 38 kelime bulunur.
Sayfaların çoğunda çizimler yer alan kitap, soldan sağa doğru yazılmıştır.
Voynich el yazması kitabı, 1969 yılında Hans P. Kraus tarafından Yale Üniversitesi’nin Beinecke Nadir Kitaplar ve El Yazmaları Kütüphanesi’ne bağışlanmıştır.
Dünyanın en esrarengiz 10 tarihi eser arasında yer alan el yazması Voynich kitabındaki bulunan yaklaşık 40 bin sözcükten sadece 300’ü çözülebildi.
Dünyada sırrı çözülememiş 10 tarihi eser arasında yer alan Voynich’in El Yazması olarak bilinen kitap 600 yıldır gizemini koruyor. Khan Noonien Singh
Anlam ve kökeninin gizemini koruduğu kitabın içerisinde çok sayıda yıldız, birbirine bağlı küvette yıkanan kadınlar, ilginç resimler ve yazılar bulunmaktadır.
Kitabın astroloji, bitki bilimi gibi çeşitli konularla ilgili bilgiler verdiği düşünülmektedir.
Kitabın rastgele yazılmış anlamsız bir işaret yığını olmadığı, doğal bir dilin yazıya geçirilmiş hali olduğu düşünülmektedir.
Fakat hangi dil olduğu konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu kitabın esas gizemi metinlerinde değil de görsellerinde.
Papa 9. Gregory tarafından dini hükümleri açıklamak için bastırılan bu kitapta, o zamanın modasına uygun olarak metinlere eşlik eden kaligrafiler ve illüstrasyonlar bulunuyor.
İşte ilginçlik de burada başlıyor. Normalde Meryem Ana, İsa ve Azizlerin süslediği dini külliyat sayfalarının tersine bu külliyatta kılıçla kafa kesen dev tavşanlar, bir kurdu idam eden kazlar ve tek boynuzlu atlar gibi Hristiyan öğretileriyle (görselden de anlaşılacağı gibi) açıkça çelişen tasvirler bulunuyor.
Kitabın yazımında gerçek bir dil kullanıldığı, fakat konuşulan bu dilin yazıya dökülmemiş olduğu için anlaşılmadığı düşünülmektedir.
Japon savaş kodlarını çökerten Amerikalı şifreci William Friedman ve ekibi, kitap üzerinde aylarca süren çalışmalar gerçekleştirmiş ve ‘’çözülemez’’ olarak nitelendirmiştir.
Kitap ile ilgili yapılan çalışmalara, 2001 yılında Yale Üniversitesi son vermiştir.
Bu metinleri inceleyen din adamları ve tarihçiler, Smithfield külliyatının gizemini maalesef hâlâ çözebilmiş değiller..!!
Cemal Süreya çocukluğunda üvey ana zulmü görmüş; Tarık Dursun K. ise, üvey baba gölgesinde yetişmişti.
Cemal Süreya’nın öz annesi, çocuklarını küçük yaşta öksüz koyup dünyadan ayrılır; babası ikinci kez evlenir. Eve yerleşen üvey ana adeta bir zulüm makinesi gibidir, çocuklara hayatı zehir eder…
Yıllar sonra Cemal Süreya çocuklar için kaleme aldığı bir yazısında (Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi) üvey ana motifini konu edinirken, çocuklara, üvey anayı bir insan olarak görmelerini öğütler. O size uzaksa, siz ona karşı adım atın, der. Bir çiçek verin mesela ya da bir şarkı söyleyin onun için…
Bunu derken, kendi üvey anasının yaptıklarını insancıl bir kalbin derin sularına gömmüştür çoktan…
Tarık Dursun K.’nın öz babası, çocuk yaşlarındaki iki oğlunu karısının üstüne atıp büyük kente kaçar. Bir daha geriye dönüp de çocuklarını anımsamaz! Başka bir kadınla evlenerek ondan olan çocuklarına babalık eder.
Tarık Dursun K.’nın annesi (Ayşe Hanımefendi) de yeni bir erkekle yaşamını birleştirir.
Üvey babasının gölgesinde büyüyen Tarık Dursun o denli sever ki adamı, yıllar sonra çocuğu olduğunda, oğluna öz babasının değil, üvey babasının adını verir: Muzaffer. “Deniz’in Kanı” romanını da “Babam Muzaffer’e / Oğlum Muzaffer’e” diye ithaf eder. Üvey babası kovboy filmlerini seviyor diye, yayıncılığı döneminde western kitapları yayımlar…
Ne zaman sözü geçse, hep iyilikle anardı üvey babasını. Öz babasının soyadını kitaplarında kullanmamak için, yalnızca baş harfini almakla yetinmişti: K.
Üvey baba gölgesinde büyümüş olan bir başka yazar da Memet Fuat’tı… “Gölgede Kalan Yıllar”da öz babasını da, üvey babasını da açık yüreklilikle anlatır.
Memet Fuat’ın öz babası, sinemacı, operet yazarı Vedat Örfi Bengü’dür. Üvey babasıysa, herkesin malumu, Nâzım Hikmet. Babası, eşi ve çocuklarını geride koyup Mısır’a gitmiş, uzun yıllar orada yaşamıştır. Dul kalan Piraye Hanımefendi, Nâzım’la evlenmiş…
Nâzım üvey çocuklarına asla üveylik etmez… Onları öz evlat olarak benimser ve öylesine içten davranır. Küçük Memet, üvey babasının işten döneceği saatlerde pencereye çıkıp, onun geleceği yola sabırsızlıkla bakar… Bir an önce eve gelsin, kendisiyle oyunlar oynasın diye özler!