Adı Jiro’ydu. Japoncada ikinci çocuk anlamına gelen bu isimden dahi anlardı babasının ona olan sevgisini. Ağabeyi babasından bir tokat dahi yememişken, Jiro en küçük hatasında yaşının kaldıramayacağı dayakları yer ve sonrada ceza olarak aç acına kömürlüğe kilitlenirdi…
Daha o yaşlarda yüzü çirkin ve gözleri şaşı olduğu için babasından gördüğü bu muamele yüreğine işlemişti Jiro’nun. Anneleri onlar daha çok küçükken ölmüştü. Babasının sevgisizliğini ise hiç anlayamadı küçük çocuk. Daha o yaşında ona iyi hissettiren şeye robot yapmaya adamıştı kendini. Kim sorsa, neden böylesine robotlarla uğraşmayı sevdiğini de anlatmıyor, bu soruya hep sessiz kalıyordu…
Yıllar yılları kovaladı. Babası Jiro’ya vir kez olsun iyi davranmadı. Çirkin görüntüsünden dolayı hep hor gördü. Dövdü ve aşağıladı… Teselliyi ise hep yarım yamalak yaptığı robotlarında aradı Jiro…Gözyaşlarıyla uğraşıp durdu robotunun başında. Uzun yıllar sonra evlendiği eşi ise canından çok sevdi Jiro’yu. Ama onun yüreğinin bir tarafı hep kanayıp durmuştu. Ve bir fabrika da işci olarak çalışsa da hayalindeki robotu yapma isteğinden hiç vazgeçmedi…
Eşi Naomi ise hep destek oldu Jiro’ya. Hayalindeki robotu yapabilmesi için inandı, güç verdi eşine. Ve tam yedi yılın sonunda, büyük uğraşlarının sonucunda dünyada büyük yankı uyandıran konuşan oyuncak bir robot yaptı Jiro. Daha piyasaya sürülmeden, birçok ülkeden milyonlarca şipariş alınmıştı. Çünkü dünyada bir ilkti konuşan robot. Robotun tanıtılacağı gün binlerce çocuk ve velileri fuar alanında toplanmışlardı büyük bir heyecanla. Oğlunun zengin olacağını öğrenen Jiro nun yaşlı babası da gelmişti alana. Sonra robotun üzerindeki örtü açıldı. Jiro’nun babası gördükleriyle donup kalmıştı o an. Çünkü robot birebir, tıpatıp kendine benziyordu. Jiro robotuypa gözgöze geldi . Gözyaşları yanaklarını ıslatmıştı bile o anda. Ve robotun tuşuna basıldığında konuştuğu ilk cümle ise,şefkatli bir ses tonuyla:
-“Jiro.. Oğlum seni çok seviyorum -” olmuştu… Bir insanı kim severse sevsin, onu dünyaya getirenler sevmediyse bütün sevgileri eksiktir… #Yazar #Suat #Özge
Kısa bir bağımsızlığın ardından Azerbaycan toprakları yine işgal edilecekti.
Bu tehlikeyi önceden görüp bütün aileye bunu söyleyen ve göçe yönlendiren kişi, Kerim dedenin de büyük dedesi Kara’ydı. Bunu öngören Kara ile birlikte, Türkiye’ye göçmek üzere bütün akrabalar, bütün aile toplanıp yola çıktılar. Altınlarını, paralarını bellerine bağlayarak, eşyalarını sırtlarında taşıyarak yürüyorlardı.
Tüm hayatlarını geride bırakarak..
Kara, Türkiye’ye kadar hepsine rehberlik yapan kişiydi… Bellerinde yükleri, sırtlarında çuvalları, tam altı ay yürüdüler. Altı ay sonra bir ermeni köyünde iyi insanlara denk geldiler ve orada misafir edildiler. Köylüler yolculara yemek verdiler, su verdiler, banyolarını yaptırdılar. Büyüklerimiz, bu köyde bir ay kadar dinlenip, tekrar yola çıktılar.
Aylarca yürüdüler. Bu sefer bir müslüman köyünde misafir oldular. Kara, bilgili insanlara yol soruyordu, nereye gidelim, diye, ama yanlış yol gösterenler oluyordu. Şu dağın arkasına gidin, orası Türkiye, diyenler, aslında onları o dağın arkasındaki Gürcistan’a gönderdiler..
Gürcistan’ın bir ermeni köyünde, köylüler, büyüklerimizi, odunlukta, tendir damlarında misafir ettiler. Bu arada Kerim dedenin annesi hamile kalmıştı. Gürcistan’ın o köyünde de annesi Kerim dedeyi doğurdu. Ancak, dediler ki, yolumuz daha çok, bu çocuğu burada bırakalım, götüremeyiz, taşıyamayız, bir zarar gelir. Ama ablası, ben götürürüm, burada bırakamayız, Allah Kerim’dir, dedi ve bir bezle onu sırtına bağladı. Kerim dedeyle birlikte bütün bir aile, bütün akrabalar tekrar yola koyuldular. Tek hayalleri Türkiye’ye varmaktı.
Aylar geçti. Kerim dede altı aylık oldu. Sonunda konaklaya konaklaya, yürüye yürüye Türkiye’ye varmışlardı.
Aradan tam üç yıl geçmişti… Üç yıl boyunca tüm zorluklara rağmen, pes etmeden, Türkiye’ye ulaşabilmek için yürümüşlerdi. Vardıklarında karşılarında askerleri gördüler ve çok korktular. Ve askerlerimiz onlara, korkmayın, biz Türk askerleriyiz, burada cumhuriyet ilan edildi, dedi.
Ve Kerim dedenin adı da, Allah Kerim, denilerek getirilmesinden yola çıkılarak, Kerim konuldu.
Devlet, hepsine muhacir hakkıyla ev verdi. Geldikleri yer Kars şehriydi. Kendilerine, farklı şehirlere de gidebilirsiniz, size oralarda da ev verilebilir dediler. Ama büyüklerimiz, tüm mal varlıkları, düzenleri Azerbaycan’da olduğu için ve belki tekrar geri dönerler umuduyla, Azerbaycan’a yakın diye bu şehirde kalmak istediler.
Aradan yıllar geçti. Bu akrabaların içerisinde bir aile vardı ki, bir kardeşlerini yola çıkmadan önce Azerbaycan’da kaybetmişlerdi. Ve bu hüznü hep sessizce, içlerinde taşıdılar. Kendi evlatlarına dahi bundan hiç bahsetmemişlerdi. Kardeşlerden biri, hep kardeş acısıyla yanıp tutuşan türküler söyleyerek dolaşırdı. Adı Habip idi. Habip Bey’in evlatları onun türkülerini dinlerlerdi ama anlam veremezlerdi. Babalarının sesi çok güzeldi.. Çocukları, erken yaşta babalarını kaybettiler.
Büyüdüler, evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar. Onlar için büyümek on sekizine bile gelememekti… Çünkü çocuklar, 1970’li yıllara denk gelmişlerdi. Darbeden önce sağ sol olayları patlak vermişti. Memleket karışmıştı. Komşular komşularını vuruyordu. Bir mahalleden diğer mahalleye gidemiyorlardı. Her mahalleyi birileri sahiplenmişti.
O dönemde okullarını, olay çıkaranlar basıp herkesi eve gönderiyorlardı. Yolda, eve giderken de polisler çevirip öğrencilere, okula gitmelerini söyleyerek baskı kuruyorlardı. Biri diğerinin inancına küfrediyordu. Diğeri ise o küfürleri kendine yediremiyordu. Haksız yere insanlar ölüyordu.
Güzeller güzeli Hamiyet de bu öğrencilerden biriydi. Bu olayların içinde ayakta kalmaya çalışıyordu. Sağ’ın, sol’un ne demek olduğunu bile bilmiyordu Hamiyet. Sağ elini kaldıranların içinde dayak yememek için o da sağ elini kaldırıyordu. Sol elini kaldırıp sloganlar atanların içinde de sol yumruğunu havaya kaldırıyordu.
Acıklı türküler söyleyen babasını erken yaşta kaybetmişti. Ve o da diğer kardeşleri gibi doğru düzgün okuyamadan erken yaşta evlenmek zorunda kalmıştı. O dönemlerde öyleydi. Kız çocuklarının, erkenden büyümek zorundalığından ve peşine düşenlerden korunmak için evlenmekten başka seçenekleri yoktu.
Ama ortalık o kadar karışıktı ki, evleneceği kişi diğer mahalledendi ve nikahtan önce ancak haftada bir gün taksiyle üzerine battaniye örtülerek gizlice gelip Hamiyet’i görebiliyordu. Hatta bir gün kadın kılığında evden gizlenerek çıkarılmıştı. Onu Hamiyet’in mahallesine getirdiğini öğrenen karşıtlar, taksi şoförünü öldüresiye dövmüşlerdi. Geceleri evlere silahlı saldırılar oluyordu. Evlerinin önlerine barikatlar kurarak gecelerini geçiriyorlardı. Kına gecesi de, nikâhı da gizlice yapılmıştı.
Büyüdü Hamiyet. Çocuklarını da büyüttü. Bir gün eşiyle birlikte Azerbaycan kanallarından birini izlerlerken yaşlı birini gördü eşi televizyonda. Elinde, Hamiyet’in dedesi Hasan dedenin fotoğrafı vardı.
Yaşlı adam, fotoğraftaki Hasan dedenin babası olduğunu ve babası ile kardeşlerinin işgalden dolayı Türkiye’ye göç ettiklerini ve o sırada onları kaybettiğini, şimdi son çare bu programa çıkıp, onlara ulaşmak istediğini anlatıyordu.
Adı Ali Ekber’di. Ali Ekber Bey, Sibirya’ya sürgün edildiğini, yirmi beş yıl orada esir kaldığını anlatıyordu. Hamiyet şaşkınlıkla dinliyordu. Bir yanda ise Ali Ekber Bey’in arkasında bir kütüphane duruyordu. Ben şairim, bütün bu kitapları ben yazdım, diyordu. Ben kardeşlerime aileme hasret kaldım. Esaretten kurtulunca Azerbaycan’a döndüm, onlara ulaşamadım, diyordu. Burada aile kurdum, kız kardeşimin adını evladıma, yetmedi torunuma verdim. Ama doyamadım. Kars şehrinde yaşıyorlarmış, onlara ulaşmak istiyorum, diyordu.
Bu programı izleyen Hamiyet, akrabalarına durumu anlattı ve Ali Ekber’in çocuklarına ulaştılar. Ama çocukları, arayan akrabalarına, kızgın bir şekilde, bunca yıldır neredeydiniz, neden babamızı aramadınız, babamızı o programdan sonra kaybettik, dediler.
Kimsenin Ali Ekber dededen haberdar olmadığını onlar da telefonda öğrendi…
Ali Ekber Bey’in çabası karşılığını bulmuştu. Yeğeni onu görüp ona ulaşmıştı ama o artık yaşamıyordu…
Bu hikâyedeki Hasan dede, benim büyük dedem, sesi güzel olan ve acıklı kardeş türküleri söyleyen Hamiyet’in babası Habip Bey, benim hiç göremediğim öz dedem ve Hamiyet, benim canım teyzem.
Ben bu hikâyeyi teyzemden dinlerken, göz yaşlarım kalbimden akıyordu.
İçimizden gelenler…
‘Ben bu hayata bunları yapmak için geldim.’, dediklerimizin, hislerimizin, yeteneklerimizin, atalarımızın bize kalan mirasları olduğunu her hikâyelerini dinlediğimde daha da iyi anlıyorum.
Mücadelelerimiz, yeteneklerimiz, isteklerimiz, onların yeteneklerini devam ettirmek üzere bizden açığa çıkıyor. Bunu hissediyorum.
Üç yıl yollarda yürüyerek, büyük zorluklarla mücadele etmiş, yaşadıklarını kabullenip, şiirler yazarak, türküler söyleyerek dile getiren, içimde o sonsuz güçlerini hissettiğim büyüklerimin kalplerinden öpüyorum.
Ali Ekber dede, yıllarca süren uğraşları sonucunda, kimseye ulaşamadan öldü. Ama biz onun varlığına, ruhuna ulaştık.
Bu yazı, gözyaşlarımdan akıp senin ruhuna, şiirlerine, kalbine ulaşsın Ali Ekber dede..
Bir gün Nasreddin Hoca, yağmurlu bir günde evinin balkonunda oturmuş gelen geçenleri seyrediyormuş. Bu arada herkes yağan yağmurdan kaçışmaya başlamış. Bunlar arasında Hoca’nın tanıdığı yaşlı başlı, aksakallı, cüppesiyle yağmurdan kaçan bir adam da varmış. Hoca adama oturduğu yerden seslenerek: – Çoluk çocuğun koşmasına şaşırmadım da senin şu saçın ve sakalınla Allah’ın rahmetinden kaçtığını biraz tuhaf karşıladım, demiş. Zavallı adam evine yürüyerek gitmiş, gitmiş ama yağmurdan da sırılsıklam olmuş. Bir başka yağmurlu gün, bunun tam tersi olmuş. Daha önce yağmurdan sırılsıklam olan adam evinin penceresine oturmuş, yağmuru ve yağmurdan kaçan insanları seyrederken bir ara paçalarını sıvayıp yağmurdan kaçan Hoca’yı görmüş: – Bu ne hâl Hoca? Ele verirsin talkını, kendin yutarsın salkımı, demiş. Hoca bu, hiç altta kalır mı? Hemen cevabı yapıştırmış: – Ben senin gibi yağmurdan kaçmıyorum ki. Allah’ın rahmetini çiğnememek için tabanları yağlıyorum. Eskiden ayakkabı olarak, ham deriden yapılma çarıklar giyilirmiş. Taban ölçülerine göre kesilen ham deri, kenarlarından yine deriden kesilme iplerle büzülüp bağlanırmış. Çarıklar özellikle yaz aylarında, tozdan topraktan ve sıcaktan dolayı kurur, kuruyunca da sıkılaşıp darlaşırmış. İşte bu yüzden, arada sırada zeytinyağı veya başka bir yağ ile tabanları yağlanarak yumuşak kalması sağlanırmış. Özellikle uzun yola çıkacak olanlar bir gün önceden çarık tabanlarını iyice yağlarlarmış. Yola çıkmak, kaçıp gitmek mânialarında kullanılan bu deyim o günlerden kalmadır…………. GÜNAYDIN…ADALETLİ UMUTLU YARINLAR DİLEĞİYLE….. Dr.Kayıhan Ö. Turan
Gecenin 3’ü mü, yoksa 4’ü müydü bilemiyorum. Gürültülü çalan ev telefonu uykumu bölmüştü. Karşıdaki ses ablan ya da annenle görüşmek istiyorum diyordu. İçimden gecenin bu vakti aranır mı demek istiyordum, gözlerimden de uyku akarken annemi uyandırırdım
Annem uykusundan uyanan herkesin yapacağı gibi;
” niye arıyor bu kadın, ne istiyor gece gece” diye söylenip gelir, uzunca derdini döktükten sonra da telefon kapatılır, herkes uykusuna dalardı.
Ama bu bir rutine bağlanmıştı, zırrrrr diye çalan telefonla gecenin bir yarısı uyanır buldum kendimi yine, içimden,
“buyurun efendim Sarıkayalar Malikhanesi demek gelmedi değil. Söylem, aynıydı :“Ablan ya da annen lütfen.”
Bu ne böyle bir bilgisayar programı gibi, “for next” döngüsü içinde dönüyoruz diye düşünüyorsunuz bir an, ama yapacak bir şey yok, telefon yatağımın hemen yanımda, annem yine teselli eder, öğütler verir,
Kızmak kolaydı, belki ters söz söylemek, işin gücün yok mu senin, gecenin bu saatinde arıyorsun demek de gerekti.
Ama bir taraftan karşıda acısı olan bir insan vardı ve yırtık yelken ve kırık direklerle bir liman arıyorken, ne yapacaktık, git başka limana mı diyecektik.
Annem vicdan sahibiydi, bir de eğitim almamışken nasıl kendini yetiştirmişti, böyle duyarlı olmuştu? Varsın uykunuz gitsin ama karşıdaki insanın yarasına merhem olduysanız bu sizi değerli kılmaz mı?
Vicdan, merhamet insanın merkezinde ve odağında olmalı, insan adil olmalı, merhametli olmalı, bunu kendisi için istiyorken başkaları için de istemeli. Bizi farklı kılan, onurlu kılan bu değil mi?
Vicdan bu işin merkezinde olmasa, öfkeyle hareket edip bir çuval inciri berbat edebilirsiniz, ya da kurnaz hareket edip kendinize menfaat sağlayıp, karşınızdakini de incitebilirsiniz. Bizim örf ve geleneklerimizde zaten yardımcı olmak, dayanışma sağlamak yok mu, düşünün bir köye bir turist gelse köy yardım edeceğim diye seferber olur. Buna karşın trafikte birbirimize nazik davranmayı hala çözemediğimiz de bir gerçektir.
Yıllar öncesinin o zırıltılı telefonu yine kulaklarımda çınladı. Zamanla telefonlar azaldı, ama ben müsterihtim, keza annem de öyle. Vicdan önemlidir, hatta deriz ya vicdanın hiç sızlamadı mı diye. Vicdan aradan yıllar yıllar geçer, geçmiş gelir aklınıza, ama rahatsınızdır. Peki vicdanımıza ne oldu, nereye gitti, bir yerlere mi gizlendi?
Vicdan sahibi bir toplum gelecek nesillere de güvenli, ferah ve huzurlu bir emanet bırakır.
Yaşar Kemal’in sözleri ekleyerek bitirmek istiyorum:
Babam ağabeyime şiir yazdığı için kızmazdı. Fakat ,
“sen doğru dürüst bir memur ol. Gündüz çalış, akşam gel şiirini yaz” diye telkinlerde bulunurdu.
Babam muhafazakar bir insandı. Memuriyet ile şairliğin bağdaşmadığını pek kabul edemezdi. Hatta babama sorsanız,
‘”memur ol, şair olma” derdi.
Ağabeyim de hem kendi parasını kazanmak, hem de babamı memnun etmek için bir kez memuriyete girdi çıktı. Bir süre çalıştı ve istifa etti.
Babam uzun yıllar Mızıka-yı Hümayun’da görev yaptı. Anılarını yazmak istiyordu. Orhan Ağabeyime söyledi. O da yazalım dedi. Ama sonra bir araya gelemediler. Bir de ağabeyim babamın yanında sigara içemiyor tabii..
“Sigara yok, nasıl oturup yazayım” derdi, gülerdik.
O anılar yazılabilseydi eğer, bugün müzik tarihimiz açısından çok önemli bir kaynak olurdu.
Çok sevilen “İstanbul Türküsü” şiirinde,
“İstanbul’da Boğaziçi’nde
Bir fakir Orhan Veli’yim
Veli’nin oğluyum
Tarifsiz kederler içinde..” diyen Orhan Veli ile babası arasında, şiirin yayımlandığı günlerde, gülümseten şu diyalog yaşanıyor.
İstanbul Türküsü’nün yayımlandığı günlerdi… Babam şiirin konusunu bilmiyordu. Dostları ise babamı gördüklerinde şiirden bahsetmiş, şakalaşmışlar. Bu şakaların etkisiyle babam eve döndüğü zaman,
“Orhan nerede?” diye sordu. Ağabeyim hemen geldi.
“Oğlum sen neler yazmışsın, bir fakir Orhan Veli’yim, bir garip orhan Veli’yim, Veli’nin oğluyum demişsin. Fukaralığını gazetelerden herkese ilan ediyorsun, beni ne karıştırıyorsun, ben hayatımdan memnunum’ demişti.”
Mehmet Veli Kanık, Orhan Veli’nin vefatından üç yıl sonra, 1953’de hayatını kaybetti.
Türlü türlü kabak var diyeceksiniz türlü türlü de kabak hikayesi. Ama bizim konumuz su kabakları üzerine. Bir çoğunuzun belki de işlevsel olarak düşündüğü ya da sadece dekoratif objeler için bir ham madde olarak diye düşünebilirsiniz. Ama bu kabaklar bugün gündelik hayatımızda sıkça kullandığımız deyimlerin başrol oyuncusu.
Kabak tadı verdi! Kabak eskiden birçok mutfak gereci olarak kullanılan işlemesi kolay yerine yenisi konulabilen tedariki kolay bir malzeme. Özellikle saplı olanlar pekmez sırası taşırmada, yine hububat küreği olarak kullanılırdı daha uzun olanlar ise su şişesi matara görevi içindi. İrice büyük göbekte olan kabaklar ise kuru gıdaları saklamakta birebirdi.
Hal böyleyken elbette ki yapılan pekmez üzüm şırası şarap bu kabaklarda bekletilirdi. Hatta küçük olanları şarap su ve benzeri içkiler için bardak kadeh olarak kullanılırdı.
Uzun süre kabak içinde bekletilen şaraplar haliyle içinde bulunduğu kabın kokusunu ve tadını da aldığı için halk arasındaki tabirle “kabak tadı verdi “ifadesini kullanırlardı bazen de durumdan hoşnut olmayan akşamcılar: Bu kabaktan kadeh ve şişeleri meyhanecinin başında kırar buna da “kabak başında patladı “ifadesi kullanılmıştır. Yine bir detay Orta çağ ve yakın çağ Rusya’sında şaraplar votkalar bu kaplarda bekletildiği için halk arasında meyhaneye kabak denilirdi. Tohum & Toprak Dostluğu