Fotoğrafta bir kadın, kucağında küçük bir kız gülümsüyor. Yanında tedirgin, sakallı bir adam.
Kadın muhasebeci, adam mühendisti.
Onlarla hiç karşılaşmamış, hiç görüşmemişti.
Ama bu aileye sempati duyuyor ve bu fotoğrafı ne zaman görse gülümsüyordu.
Trinidad çoğu ormanla kaplı bir adaydı, Eduardo evine yürürken kahve kokusu buram buram burnuna geliyordu.
Eve geçince hemen Red Kit, Texas, Tommiksleri okumaya başladı. Bu çizgi romanlar o kirli sakallı mühendis adamındı. İlginç olan, bu çizgi romanları okuyan adamın aslında göründüğü gibi olmadığıydı.
Bu kitapları okuyorsa çocuksu bir ruhu olmalıydı. Eduardo çocuk hali ile bunu anlayabiliyordu. Ama mühendis çok eleştiriliyordu özellikle karısı tarafından. Sigara ve içki yüzünden karısı çok kızıyordu ama cezayı da çizgi romanlar çekiyordu.
Bu cezalı çizgi romanları ise Eduardo okuyordu. Yaşlı Roberto Amcası, özellikle Red Kit’i okumayı çok severdi. Yaşlı adam Red Kit’e, Dalton Kardeşlere ve özellikle hile yapan kumarbazlara uygulanan katran tüy uygulamasına bayılıyordu. Yaşlı adam ve küçük çocuk saatlerce gülüyorlardı. Ne zaman karısı kocasına kızsa, hırsını kitaplardan alıyor, onları toplayıp kapının önüne koyuyordu. Eduardo’nun annesi bu çizgi romanları oğluna getiriyordu. Annesi ve kadın aynı muhasebecide beraber çalışıyorlardı.
“Eduardo” , dedi amcası. “İnsanları görünüşleri ile yargılamamak lazım. Bu içki sigara müptelası adam, eşi beğenmese de bana göre iyi bir insan.” Eduardo, döndü ve gülümsedi amcasına, destekler gibi seslendi, “Bence de, amca. ”
Eduardo da, amcası gibi en fazla Red Kit’i seviyordu, Rin Tin Tin, Daltonlar, Dül Dül en sevdiği karakterlerdi. Aslında annesi getirmeden önce bu tarz kitapları çok az okurdu, bunları bir misyonmuş ve cezalı bir adamın cezasını yerine getiriyormuş gibi hissediyordu, böylelikle ruhu da hafifliyordu, vicdanı da rahatlıyordu bir nev’i.
Roberto Amca, “getir şu fotoğrafı bakayım” , dedi. Yavaş yavaş konuşuyordu:
Siyah beyaz fotoğraf.
Bir kadın, bir adam ve bir kız çocuğu.
Dağılan bir yuva. Alkolik bir adam.
Ne gördüm ne de karşılaştım onunla, ne Trinidad’da ne de Tobago’da.
Çiçekleri, ağaçları, hayvanları seviyormuş, bence o iyi bir insan.
Eduardo aradan geçen onca yıla rağmen garajlarındaki bu tozlu çizgi romanları görünce gülümsedi. Artık Roberto Amca da yoktu, çizgi romanlar tozlanmış, hatta örümcek ağları kaplıydı.
Sonra birden o siyah beyaz fotoğraf dikkatini çekti. Orada duruyordu. Karışık duygular içindeydi.
Bu yazıyı Koca Yusuf’un hazin ölümü üzerine yazmak istedim. Tarihler 21 Mayıs 1898’i gösterdiğinde, yoğun bir sis vardı ve gemi kaptanı ezbere bir güzergâh takip ediyordu. Azor Adaları yakınlarında Koca Yusuf’un içinde bulunduğu gemi büyük bir hız ve gürültü ile Fransız bandıralı Cromartyshire adlı şileple çarpıştı. Bu kazada tam 670 yolcu boğuldu, 41 yolcu kurtuldu. Boğulanlardan biri de Koca Yusuf’tu…
Ancak, gemi personelinden ölen hiç kimse olmadı. Şu an efsanevi Türk güreşçi Yusuf İsmail’in (Koca Yusuf) naaşının Portekiz Azor Adaları’nda bir kilisede olduğu iddia edildi. İddiaların ardından bir komisyon kurularak cenazenin teşhis edilerek Türkiye’ye getirileceği belirtilmişti. Koca Yusuf’u kendi köylüleri de unutmadı. Bulgarların işine gelmese de; efsane pehlivana bir anıt mezar yaptırdı. Köylüler, bu anıtı çevreleyen demirlerin içine de Koca Yusuf’un idman yaptığı 450 kiloluk taşı yerleştirdiler.
Koca Yusuf, mindere çıkan ve grekoromen güreşi yapan ilk Türk pehlivanı olduğu sanılmaktadır. Bugün Bulgaristan sınırlarında yer alan Şumnu Kasabası’nın Karalar Köyü’nde dünyaya geldi, 1885 yılında Kırkpınar başpehlivanı olmuş; 1894 yılından itibaren Avrupa ve ABD’de devrin en ünlü güreşçileri ile güreşmiştir.
138 kilo sıkletindeki sporcu, 1.88 metre boyundaydı. Kırkpınar tarihinde 26 yıl boyunca üst üste başpehlivanlığı elinde bulunduran ve Sultan Abdülaziz’in başpehlivanı olan Kel Aliço ile 1885 yılında güreşti. Sabah başlayan mücadele akşam sona erdi. Kel Aliço mücadele sırasında güreşi bırakmış ve kendi elleriyle ülkenin başpehlivanlığı unvanını Koca Yusuf’a devretmiştir.
Serbest güreşin efsanevi isimlerinden olan Yusuf, iri gövdesi, güreş becerisi, gücü ve sporcu ahlakı ile “Koca” lakabını almıştır. Önceleri doğduğu köyden ötürü “Karalarlı Yusuf”, sonra “Şumnulu Yusuf” olarak anılmış, 1896’dan itibaren çırağı “Erikli Mehmet”e “Küçük Yusuf” denilmeye başlanınca kendisine “Büyük Yusuf” denilmişti.
Dünyada “Terrible Turk” (Korkunç Türk) olarak tanındı. Kendisinden sonra başka Türk güreşçiler de bu unvanı kullandılar. Bir Amerikalı güreş yorumcusu, onu şöyle tanımlıyordu kendi makalesinde : “Eğer Koca Yusuf, Okyanus’un derinliklerinde yatıyorsa, kesinlikle yüzükoyun yatıyordur.” Koca Yusuf, duruşu, mertliği, güreşteki acı kuvveti ve ustalığı ve tabii ki, genç denecek yaşta Okyanus’ta boğulması ile her zaman ilgi odağı olmuştur.
Koca Yusuf’un içinde olduğu La Bourgogne isimli transatlantiğin batmasından tam 14 yıl sonra Titanic te Kuzey Atlantik’te batacaktır. Bu yazı ile Koca Yusuf’u anmak istedim. Ölümü ilgili çeşitli iddialar var, fazla detaya girmedim. Azor Adaları yerine Kanada açıklarında (Yeni İskoçya) geminin batmış olduğu da söylenmekte.
Kırkpınar’da güreşen bütün efsane pehlivanların bir mezarı, bir mezar taşı var ancak bir tek mezarı olmayan sanıyorum Koca Yusuf’tur.Toprağı bol olsun!
Brugge, Belçika‘nın kuzeyindeki Flaman bölgesinin en özel şehirlerinden biridir. Orta Çağ atmosferi ve sanatsal birikimi ile kültür turlarından hoşlanan gezginleri kendisine çekiyor. Bir zamanlar ticari gemilerin Avrupa’nın dört bir yanından değerli yükler taşıdıkları kanalları ise görülmeye değer. Ben Amsterdam’a iş için gelmiş ve trenle önce Brüksel’e oradan da Brugge’e geçmiştim.
Şehrin gastronomik zenginliğini de atlamayalım. Belçika’nın çikolatası meşhur. Çikolata dükkanları Brüksel’deki gibi dikkat çekiyor. Hava biraz daha açık olsa iyiydi diyorum içimden.Brugge, kuzeyin Venedik’i olarak bilinir. Nüfusun çoğu Flaman’dır. Kamusal alanda Fransızca ve Almanca etkin olmasa da; hukuksal alanda 3 dil kullanılır. Zira Belçika’nın resmi 3 dili var. Şehrin ismi Flemenkçe olan versiyon; Fransızcası Bruges, Almancası Brügge, İngilizce’de de Bruges olarak kullanılıyor.
Brugge’e gelmeden önce şehri şöyle bir turlayayım derseniz In Bruges filmini izleyebilirsiniz.Brugge, her sokağında sizi geçmişe ışınlayan pek sevimli, bir o kadar da estetik bir şehir. Bir zamanlar ona liman kimliğini kazandıran kanalları, bugün Brugge’ün her yerde karşımıza çıkan tablo gibi manzaralarının sahibi. Tabii, tüm bu güzellik kanallarla sınırlı değil. Ne şanslı ki insanı nostaljik bir filmin oyuncusu gibi hissettiren Orta Çağ mimarisi savaşlarda hiç zarar görmemiş. Yıllar sonra aslına uygun şekilde tamamen yenilendiğinde bile şehirdeki bu Orta Çağ dokusu hiç değişmemiş ve bu sayede Brugge, Avrupa’nın en iyi korunmuş şehirlerinden biri haline gelmiş.Arnavut kaldırımlı film seti gibi sokaklar, renkli kapı ve pencere detaylı eşsiz taş mimari, rengarenk meydanlar ve şimdilerde turistik amaçlı gezilerin merkezi olan kanallar Brugge’ü bugün dünyanın en romantik şehirlerinden biri yapan detaylardan sadece bazıları.
Her ne kadar kendisine Kuzey’in Venedik’i dense de; Brugge’ün sadece kanallarına odaklanmak biraz haksızlık olur. En iyisi, yürüyerek Brugge’ü keşfe çıkın. Brugge eski çağlarda bulunduğu coğrafyanın en önemli ticaret merkezi idi. Brugge Avrupa tarihinde, 13. Yüzyıldan itibaren menkul kıymetler borsacılığının geliştiği ilk şehirdir. Arnavut kaldırımı sokakları, kanalları ve ortaçağdan kalma yapıları gezilmeye değer. Havası sert biraz, yaz akşamları bile serin. Her birinin dokusu ve mimarisi sayesinde kendinizi adeta Orta Çağ’ın içinde hissedeceksiniz.
Brugge’de bir fahri başkonsolosluğumuz da var. Gezilebilecek yerler için şöyle bir sıralama yaptım:Market Meydanı: Hani o her fotoğrafta gördüğümüz renkli renkli dondurma tadında evler var ya işte bu meydanda. Dön dolaş bütün yollar buraya çıkıyor. Belediye binası ve Kutsal Kan Kilisesi sizi karşılıyor. Kilisede Hz.İsa’ya ait olduğuna inanılan kanlı bir bez fanusun içinde sergileniyor. Rivayetlere göre bu fanus Kudüs’ten getirildiğinden beri hiç açılmamış. Kiliseye giriş ücretsiz fakat öğleden sonra 14.00-17.00 arası açık. Yine bu meydanda paçalı atların olduğu faytona binebilirsiniz. Buraya gelmişken gözünüze hemen ilişecek olan Historium müzesini de gezebilirsiniz. Teras kafesi pek meşhur.
Belfort Tower: Belfort 13.yy’da inşa edilmiş ve en önemli özelliği 47 tane farklı çan sesine sahip olması. 83 metre uzunluğundaki Belfry Kulesine çıkabilirsiniz ama içeriye aynı anda sadece 70 kişiyi alıyorlar. 1240 yılında yapılmış ama zarar gördükçe tekrar tekrar restore edilmiş. UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde. Kanal Turu: Tur esnasında kaptanlar sizi şehirle ilgili bilgilendiriyor ama çok sıra var. Ama Brugge’e gitmişken bence o tur mutlaka yapılmalı. Binaları yakından görüyorsunuz, yapılış tarihleri üstlerinde yazıyor, 1614, 1683 gibi.
Teknede neden çok İngiliz var derken, düşünüyorum ve denizin karşısı İngiltere aslında yadırgamamak lazım.Minnewater Park: Aşk Gölü anlamına gelen park Nisan – Mayıs döneminde giderseniz lalelerle dolu. Her güzel şehrin güzel parkı olur mottosuna ait tasarlanmış bir huzur merkezi.Aziz Salvator Katedrali:Brugge şehrinin en büyük kilisesi. Yapımı 10. yüzyıla dayanır. Belçika’nın 1830 yılındaki bağımsızlığına kadar bu katedral Fransız yönetimine bırakılmış. son olarak 1839 yılında kule yapılmıştır.
Historium Müzesi:İçinde gezerken Orta Çağ’ı özel efektler eşliğinde çok iyi anlatan 7 oda içeriyor. Yılda 200.000 turist ziyaret ediyormuş.Eski Aziz John Hastanesi:11.yüzyıldan kalan bugünlerde müzeye çevrilmiş eski bir hastane.Diğer görülebilecek yerler arasında Grote Markt , Begijnhof , Groeningemuseum, Kutsal Kan Bazilikası , Gruuthusemuseum ,Bizim Leydi Kilisesi (The Church of Our Lady) , Belediye Sarayı , Choco-Story , De Halve Maan Bira Fabrikası , Kantcentrum , Torture Museum Oude Steen , Frietmuseum sayılabilir.Şu an nerede miyim, elbette evdeyim, market-ev arasında alışveriş ve yürüyüş amaçlı gezinti yapabiliyorum.Sağlıcakla kalın!
Prag’a daha önce gelmemiştim. Fazla zamanım yoktu, yine bir iş için gelmiş ve kısa zaman ayırmak zorundaydım.Prag, eski Çekoslavakya’nın bugünün Çek Cumhuriyeti ya da Çekya’nın başşehri. Birçok yere de yakın. Prag’da iken eski çalışma arkadaşım olan Gabor’u da görmeyi ihmal etmedim. Ona bir Sinopspor kaşkolu hediye ettim. Hatta farklı ülkelerden çocukların okuduğu okulun etkinliğine bile katıldım(1.resim), Gabor’un çocukları da orada okumaktaydı. Kendi ülkeniz dışında tanıdık bir sima görmek çok iyi gelmişti bana.
Prag’a geri dönersek, ilk görülmesi gereken tarihi Saat Kulesi’nin de yer aldığı Eski Şehir Meydanı yani Old Town Square (Staromestske Namesti (Old Town Square)). Buraya ayak basıp da o turist kalabalığının içine karışana kadar siz kendiniz de Prag’a gelip gelmediğinize emin olamıyorsunuz, o derece. Önce bi’ o Asyalı turistlerin arasında kalıp hepsinin fotoğraf karelerinde ölümsüzleşin, sonra anlarsınız. Eski Şehir Meydanı’nda mutlaka görülmesi gereken yerler, Astronomik Saat ve kule ile Tyn Kilisesi. 15. yüzyıldan kalma işlemeleri, eski meclis salonu, Çıkma Pencere Şapeli gibi bölümlerini görmeden ayrılmamanızı önereceğim yapının en ilgi çekici bölümünü ise 14. yüzyılda yapıya eklenen kulesi ve üzerindeki Astronomik Saat oluşturuyor.
Tyn Kilisesi ise, yapım süreci 14. yüzyılın ortasında başlayıp 16. yüzyılın ilk yıllarında tamamlanan Tyn Kilisesi, Âdem ve Havva adlarını taşıyan 80 metre yüksekliğindeki ikiz kuleleri ve Gotik dış mimarisiyle kentin en görkemli yapılarından biri olarak gösteriliyor. (3. ve 8.resim)Charles Köprüsü (Bridge):Prag’da gezilecek yerler listemizde şehir simgesi olarak kabul edilebilecek yer 516 metre uzunluğundaki Charles Köprüsü.(4.resim) Burası Old Town Meydanı tarafı ile kalenin bulunduğu tarafı bağlayan pek çok açıdan görmeniz gereken bir nokta. 1342’de yaşanan sel felaketi sırasında ağır hasar gören Judith Köprüsü’nün yerine yapı, IV. Charles’ın emriyle 1357-1402 yılları arasında inşa edilmiş. Yapılmasını emredenin adıyla anılmaya 1870’de başlanan köprünün her iki yakasında savunma amaçlı kuleler bulunuyor. Ayrıca üzerinde Hz İsa’nın yanı sıra aziz ve azizelerin betimlendiği 30 heykel yer alıyor (bir tanesi muhtemelen Osmanlı olmalı) hem de kulesine çıkabiliyorsunuz. (5.resim)Köprüden karşıya geçip sağa, Kafka Müzesi’nin olduğu noktaya doğru yürüdüğünüzde aşağı doğru inen bir yol göreceksiniz. Bu nokta tam olarak Vltava Nehri kenarında ve Charles Bridge View Point diye geçiyor. Köprüyü fotoğraflamak ve kaz saldırısına uğramak için iyi bir nokta. Evet kazlar biraz agresif.
Franz Kafka, tuhaf veya sürrealist ön yargılarla ve anlaşılmaz sosyal-bürokratik güçlerle karşı karşıya kalan izole kahramanlara sahip eserlerinde, yabancılaşma, varoluşsal kaygı, suçluluk ve saçmalık temalarını keşfetme olarak yorumlayan, 20. Yüzyılın en önemli edebiyatçılarından biri, Kafka aynı zamanda sigortacı, meslektaşım yani.
40 yaşında veremden ölmüş (03.06.1924)“Dayanılmaz olan aslında yaşam değilmiş, insanlarmış.” Ve “ Her şeyim tastamam. Sadece bir daha kendime ihtiyacım var.” Gibi tanınmış sözler ona ait.Kafka Müzesi:Kafka’nın hayatı ile ilgili daha fazla bilgi almak istiyorsanız doğru adres burası. Kafka’nın yaşamını, Prag’ın Kafka ve yazdıkları üzerindeki etkisini, hatta yazarın kendi el yazısı ile yazılmış notlarını ve çalışmalarını görebilme imkanınız bile var. Kafka müzesi bilindik müzelerden farklı bir müze. İçeride daimi sergi bulunmasına rağmen genellikle Kafka’nın mektupları, kitapları, taslaklar, notlar gibi eşyaları sergilenmekte. İçerisi oldukça karanlık ve kasvetli bir ortam. Tül üzerine yansıyan görüntüler ve ilginç müzikleri ile kendinizi bir Kafka romanının içinde hissetmeniz mümkün.
Müzeye geldiğinizde Milena’ya yazılan mektupların orjinallerini görmek ilginç. Bu ikilinin hikayesi ise şöyle; Kafka, Prag’da bir dost meclisinde gazeteci Milena Jesenska ile tanışıyor ve O’ndan öykülerini Çekçe’ye çevirmesini istiyor. Bu çeviriler sırasında ise Viyana’da yaşayan ve o sıralarda evli olan Milena ve nişanlısı olan Kafka birbirlerinden etkileniyor ve aşık oluyorlar. Daha sonra birbirlerine hem yazdıkları yazıları göndererek hem de aşklarını anlatarak oldukça etkileyici mektuplar yazıyorlar.Müze’de merdivenlerden indiğinizde bambaşka bir bölüm karşılıyor bizi. Burada duran ve arada bir çalan telefon ahizesini kaldırdığımızda muhtemelen Almanca olan bir ses duyuluyor.
Eğer ilginizi çekerse Prag’ın en dar sokağı olan U Luzickeho Seminare adlı sokak o kadar dar ki, sokağın bağında ve sonunda trafik lambası var. Bu şekilde aşağıdan ve yukarıdan aynı anda insanların sokağa girmesinin ve ortada bir yerde kilitlenmesinin önüne geçilmiş.Prag Kalesi:Yürümekten yorulmadıysanız, Kampa Island’da biraz soluklandıktan sonra St. Nicholas Kilisesi’ni de şöyle bir görüp Prag’ın en güzel sokaklarından biri olan (ki bu şehirde bu oldukça iddialı bir laf, düşünün o derece) Nerudova Sokağı üzerinden kaleye doğru yukarı çıkın. Prag Kalesi’ne görüyorsunuz. Burada görmeniz gereken St. Vitus Katedrali, St. George’s Bazilikası, Old Royal Palace gibi pek çok nokta var. Ayrıca aşağıda bahsedeceğimiz Ulusal Galeri’nin 6 lokasyonundan biri de burada yer alıyor. Son olarak Golden Lane’i de gördünüz mü burayı büyük ölçüde keşfetmiş olursunuz. Golden Lane, zamanında Kafka’nın 22 numaralı evde yaşadığı, tarihi oldukça eskilere dayanan pek şirin bir sokak.45 hektarlık alana yayılan ve içerisinde tarihi saraylar, ofisler, askeri yapılar, bahçeler, dini yapılar barındıran arazisi sayesinde dünyanın en büyüklerinden birisi olarak anılan Prag Kalesi, Premysl Hanedanı tarafından 9. yüzyılda inşa ettirilmiş. Geçmişte Bohemya Krallığı’nın ve Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun yönetim merkezi olarak kullanılan gösterişli yapının bir bölümü, günümüzde Çekya Cumhurbaşkanı’na tahsis edilmiş.Aziz Vitrus Katedrali, Ülke yönetimini devralan kral ve kraliçelerin taç giyme törenlerine sahne olmuş, bazılarının ebedi istirahatgahı konumundaki Aziz Vitus Katedrali, 1344 yılında inşa edilmeye başlanmış. Yaklaşık 600 yılda tamamlanabilen katedral Neo-Gotik ağırlıklı olmak üzere Rönesans ve Barok tarzları kullanılarak inşa edilmiş.
Petrin Tepesi ve Gözlem Kulesi:15. yüzyılda üzüm bağları ile ünlenen Petrin Tepesi, 1825 yılında halka açılmış. Her yıl 1 Mayıs’ta Pagan ritüelleri ile ilgili kutlamaların gerçekleştirildiği 300 metre rakımlı tepeye yerel halk ve gezginler hem temiz havası hem de manzarası nedeniyle gelmeyi tercih ediyor. (10.resim)1891 yılında hizmete alının füniküler aracılığıyla ulaşabileceğiniz yükseltinin üzerinde Aynalar Labirenti, Strahov Stadyumu, Açlık Duvarı, Karel Hynench Macha Heykeli ve Aziz Laurentius Kilisesi gibi görülmeye değer yapı ve eserler bulunuyor.Tabi ziyaret edilecek birçok yeri barındıran tepeyi manzara izlemek için gelenlerin ilgisini daha çok Petrin Tepesi Gözlem Kulesi çekiyor. (Burada öğrenci değimi için gelen Türk öğrencilerle karşılaştım, biraz sohbet ettik.)Strahov Manastırı ve Strahov Kütüphanesi , Letna Park , Dancing House, Mucha Müzesi, Zizkov Bölgesi, Karlin Bölgesi, Kampa Adası, John Lennon Duvarı, Mala Strana diğer gezilebilecek yerler arasında.Jaroslav hasek’in ünlü roman kahramanı Aslan Asker Şvayk (Svejk) resmini de gördüm.(12.resim) Karlovy Vary’ye gidemedim zamanım olmadı.Gezebileceğimiz nice güzel günlere…Sağlıcakla Kalın!
Paris’e bir toplantı için gitmiştim, havaalanından otele geçmek için metroyu kullandım. Metro çıkışında taksiye bindiğimde, şoför otelin çok yakın olduğunu belirtti. Gerçekten 500 metre kadar yürüdüm. Yürürken sanki Paris’te değil de; sırası ile Çin, Hindistan ve Arap ülkelerinden geçiyor gibiydim. Paris’in göbeğinde farklı kültürler kendi mahallerinde yaşamlarını sürdürüyorlardı.
Elimdeki haritaya bakıp otelin yerini tam arıyordum ki, bir Fransız nereye aradığımı, yardımcı olmak istediğini sordu, bereket az Fransızcam sorusunu anlayıp cevaplandırmaya yetiyordu. Takım elbise ile elimde harita tutan bir turist gibi miydim bilmiyorum, otelin yerini gösterdi ve hemen şurada dedi. Otelin yakını sanki zamanda yolculuk yapmış havası veriyordu, küçük bir pazar yeri kurulmuş çoğu Araplardan oluşan kişiler yaprak tütün, baharat satıyorlardı. Biraz daha ileride Afrikalılar vardı, onlarda tezgah açmıştı. Fransa’da, olaya Fransız kalmıştım.
Otele yerleştikten ve toplantı bittikten sonra en yakın yer olarak Montmarre’de bulunan Paris’in sembolü sayılan Sacre Coeur Bazilikası vardı.16 Haziran 1875 tarihinde başlayan inşaat, maliyetinin tamamına yakın Fransız halkı üstlenmiştir. Yapımı 1914 yılında biten Basilique du Sacré-Cœur, sadece I. Dünya Savaşından sonra açılmıştır. Burası, şehrin en yüksek 2. Yeri, (Ressamlar Tepesi olarak ta bilinir)manzara sevenler için çok uygun bir yer, merdiven basamaklarını çıkmak zorundasınız mutlaka.
Kesinlikle görülmesi gereken başka bir yer elbette ki Louvre Müzesi. Brası dünyanın en büyük sanat müzesi. Louvre Sarayı’nda kurulmuş bu müze şehrin içinden geçen Sen Nehri’nin kıyısında yer alıyorr. Tarih öncesi çağlardan, 21. yüzyıla kadar uzanan, oldukça geniş bir koleksiyon yelpazesi var. Yaklaşık 35.000 kadar tarihi sanat eseri, 72.735 metrekarelik bir alanda sergilenmekte. Paris Metrosu 1. hatla kolayca ulaşılabilirsiniz.
Sadece içeriğiyle değil, içine kurulmuş olduğu tarihi yapıyla da oldukça önem taşıyan müzenin binası; 12. yüzyılın sonları ile 13. yüzyılın başları arasında dönemin kralı II. Philippe tarafından kale olarak yaptırılmış, fakat şehrin hızla gelişip kale sınırlarını aşması sonucunda yapı savunma özelliğini kaybettiği için 1546 yılında I. François’in emriyle Fransız krallarının resmî konutu olarak kullanılması adına saraya çevrilmiştir.
Bugün müzenin bodrum katında hala kalenin kalıntılarından izler görülebilir. Defalarca genişletme çalışmaları geçirdikten sonra nihayetinde 1682 yılında XIV. Louis’nin Versay Sarayı’na taşınma kararı vermesiyle beraber Louvre, aralarından Yunan ve Roma medeniyetlerinden kalma önemli eserlerin de bulunduğu kraliyet koleksiyonun sergilenmeye başladığı müze olmayan ama aynı işlevi gören bir yer haline gelmiştir. Yaklaşık 10 yıl kadar kullanıldıktan sonra 1692 yılında kraliyet adına kurulmuş olan edebiyat ve heykeltıraşlık okulları buraya taşınmış ve 100 yıl boyunca burada eğitime devam etmişlerdir.
Fransız Devrimi sırasında kurulan meclis, Louvre’un Fransız sanatının eserlerinin sergilendiği bir müze olarak kullanılması gerekliliğine karar verdiği için tekrar müzeye çevrilmiştir. Yine de, XVIII. Louis, X. Charles ve İkinci Fransız İmparatorluğu devirlerinde büyümesini sürdüren müzenin koleksiyonuna 20.000 yeni eser ilave edilmiştir. Bugün müzenin sahip olduğu tüm sanat koleksiyonu sekiz ayrı başlığa göre ayrılmış durumdadır ve bu düzene göre sergilenmeye devam etmektedir. (1)Müze içindeki önemli eserler olarak Marsysas Heykeli, Üç Güzeller Mozaiği, Mevsimler Mozaiği, Auxxere Kadını, Rampin Binicisi, Heracles Heykeli, Milo Venüsü, Büyük Sfenks hemen akla gelebilir.Ama en dikkat çeken elbette Mona Lisa ve etrafında bir fotoğraf çekecek fırsat bulabilirseniz ne ala, inanılmaz kalabalıktı.
Notre Dame Katedrali: Türkçede bizim hanımımız, hanımımız veya hanımefendimiz gibi anlamlara gelir. Anlatılmak istenen kişi Meryem Ana’dır. Paris’e gittiğim yıl 2016’ydı. 2019 yangının da 3 yıl önceydi ve 2 ay önce yapılan metro saldırısı nedeniyle her yer elleri silahlı polisle doluydu. Temeli 1163’te dönemin papası tarafından atılan yapı, Seine Nehri’nin kıyısındaki Ille de la Cite Adası’nda bulunuyor.
Victor Hugo’nun 1831 tarihli “Notre Dame’ın Kamburu” eseriyle ünü ölümsüzleştirilen katedral, özellikle Fransız Devrimi döneminde ciddi zarar gördü ve tarih boyunca birçok kez restore edildi. Vatikan’ın da “Hristiyanlığın Fransa’daki sembolü” olarak tanımladığı yapı, Paris Başpiskoposluğuna ev sahipliği yapıyor. Paris’te görülmesi gereken bir diğer yer, yapımına 1661 yılında başlanan Versay Sarayı’dır. Paris’in biraz dışında ama tarihi bir Fransız şatosu gibi. Ancak gittiğimde tadilatı ve onarımı devam ettiği için göremeden geri geldim. RER C hattını ve treni kullanmalısınız.
Elbette Paris’in ve Fransa’nın sembolü nedir derseniz akla önce Eyfel Kulesi gelir. Gitmek için yine metrodan yararlandım. Aslında Şanzelize’den (Champ Elysee) uzaktaki kuleyi seçebiliyorsunuz. Şanzeli’den yürüyerek Eyfel Kulesi’ne geçtim. Bir yazıda dolandırıcı olduklarını öğrendiğim bir kadın yere bir şey düşürdüğümü söyledi bak ne buldum gibi bir şeyler söylüyordu, ama ona hiç aldırmadım. (Bu numarayı çok yapıyorlarmış.) Kule yılda 6 milyon turist çekmekteymiş.
Eyfel Kulesi 1887 ile 1889 yılları arasında Gustave Eiffel’in firması tarafından, Fransız Devrimi’nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Expo 1889 Paris fuarının giriş kapısı olarak inşa edilmiştir. Aslında kulenin mimarı Gustave Eiffel değil, İsviçreli Maurice Koechlin ‘in siparişi üzerine tasarlayan Stephen Sauvestre’dir. Fotoğraf çekmesini istediğim kişilerin Türk çıkması da tesadüftü.Paris’te Şanzelize (Champ Elysee) Caddesi ve cadde sonundaki Zafer Takı (Arc de triomphe), Disneyland, Orsay Müzesi, Pantheon, Lüksemburg Bahçeleri, Moulin Rouge, Rodin Müzesi diğer görülebilecek yerler arasında, aslında daha çok yer var.Sadece Louvre Müzesi’ni uzun uzun gezmek bile saatlerinizi biraz zorlarsanız 1 gününüzü alabilir. Bu güzel şehre ayrı zaman ayırmak lazım. Belki onları görürsem ve tekrar gidebilirsem başka bir yazıda anlatırım.Sağlıcakla Kalın!
2021’nin ilk günlerinde 2015 yılında iş için gittiğim Viyana’da gördüğüm birkaç yerle ilgili gözlemlerimi paylaşacağım. Viyana’da aslında görülecek çok yer var ama ben öncelikle Umberto Eco’nun meşhur “Gülün Adı” romanına esin kaynağı olmuş dünyanın en ünlü barok manastırı San Benedict’ten bahsedeceğim.
San Benedict, Viyana’dan önceki Avusturya’nın başşehri olan Melk’te bulunuyor, Viyana’ya 70 km. uzaklıkta, trenle 70 dakikada gidebilirsiniz. Melk tarihi o kadar eski ki; şehir 1089’da Benedict Rahipleri’ne hediye edilmiş.Manastıra geniş ve güzel bir bahçeden devam ediyorsunuz, ön avlu girişinde tepede bir çocuk heykeli ve fıskiyesi olan bir havuz sizi karşılıyor.
Manastır günümüzde ortaokul ve lise olarak hizmet vermekte. İçine girdiğinizde bir tarafında Habsburg Ailesi’ne mensup önemli kişilerin resimlerinin asılı olduğu 200 metre uzunluğundaki koridor var.Benedict Manastırı adını 6 yy’da burada üç yıl yaşayan Papa Benedict’ten almış. Benedict aynı zamanda bir şifalı bitki çayının adı. Eski manastırlarda keşişler 30 çeşit bitkiden yapabiliyorlarmış.Maria Theresia Habsurg Hanedanlığı’nın devletini bizzat yöneten tek imparatoriçe. İmparatoriçe Fransız İhtilali’nde idam edilen Marie Antoinette’in annesi. (1)Manastırda 497 oda ve 1365 pencerenin olduğu ve yapımında tam 1 milyon adet tuğla kullanıldığı söylenmekte. Emperyal salonlarda teşhir edilen eserlerin zenginliği karşısında şaşırmamak elde değil. Binanın görkemine paralel altın kaplı kutsal emanetler, kupalar, giysiler, el yazması kitaplar özel cam bölmelerde teşhir ediliyor. 500-600 yıllık eserleri gördükten sonra bir odadan çıkınca hemen Orta Çağ’dan kalma kıymetli mücevherlerin saklandığı büyük bir sandık görülüyor. Bu kasadaki kilit sistemi çok ilginç, 12 adet ayrı kilit sistemi birbiri ile bağlantılı. Bir iddiaya göre 2. Viyana Kuşatması çok korkuttu da derler; ne kadar doğrudur bilmiyorum.
Manastırın kütüphanesi Avrupa’nın en zengin kütüphanesi sayılabilir. Arşivinde 100 bin cilt kitap var. İlk bölümde 16 bin kitap yer alıyor. El yazmaları önemli yer tutuyor. Kütüphanedeki kitaplıkta bilim adamlarının isimlerinin yazılı olduğu metal silindirler var ve orada (bir Türk olarak ismini görmek gurur verici)Murat Vural ismi de yer alıyor, Son bölüm Barok Kilise’ye geçmeden önce terasta kalıp kenti kuş bakışı seyredebilirsiniz.
Viyana’daki önemli yapılardan birisi de Schönbrunn Sarayı. Schönbrunn Sarayı’nın ve bahçesinin yapımı ancak 1744-1749 yılları arasında imparatoriçe Maria Theresia tarafından tamamlatılmıştır. 1683’deki II. Viyana Kuşatması’nda, çevredeki binaların yok edildiği bilgisi de var.1569’da, Kutsal Roma İmparatoru II. Maximilian, bir tepenin altında Viyana nehrinde büyük bir su ovasını satın almış. II. Maximilian günümüzde sarayın bulunduğu bölgede kaynayan bir su görüp, sudan biraz içmiş ve tadını beğenerek, suyun üstününe bir çeşme yapılmasını emretmiş. Çeşmeye de, güzel çeşme yani “Schönbrunn” adı verilmiş.Schönbrunn Sarayı ve Bahçesi 1996 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak ilan edildi.
(2)Schönbrunn Sarayı dışında, Belvedere Sarayı, Hofburg İmparatorluk Sarayı, Viyana Opera Balosu, Avusturya Milli Kütüphanesi de görülecek yerler arasında.Sanata özellikle Barok Döneme ilgi duyanların görmesi gereken bir şehir Viyana.Rahat gezebileceğimiz günler geldiğinde, görmek dileğiyle,Sağlıcakla kalın!ŞGSKaynaklar:1-https://www.hurriyet.com.tr/dunyanin-en-unlu-barok…2-https://tr.wikipedia.org/wiki/Sch%C3%B6nbrunn_Saray%C4%B1