RSS

Etiket arşivi: ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

BİR GARİP YOLCU

Sinop yazlık sineması, çocukluk günlerimin unutulmazları arasındadır. Sinop Kalesi surlarını sıkıca sarmış olan sarmaşıklardan aşağıya, sinemanın yanlarına iniyorduk. İnanılması güçtü ama biz, çok yüksek olan bu surlardan aşağıya gerçekten de iniyorduk. Annemi ve arkadaşlarımın annelerini, o sarmaşıklardan aşağıya inerken bizi gördüğünü düşünmek bile istemiyorum.

Sinop’ta, bir zamanlar Nermin ve Melek sinemaları vardı. Yazlık sinema, Sinop Kalesi’nin duvarına yansıtılan dev bir ekranda izlenirdi. Seyirciler ahşap sandalyelere oturur, gazozcudan alınan gazozlar keyifle içilirdi.  Yazın açık havada sinema izlemek ise ayrı bir zevkti. Nermin Sineması için, ellerinde megafon “dikkat, dikkat bu akşam Nermin Sineması’nda şu film var” anonsunu yapan çocukları da, gün gibi hatırlıyorum.

Bu mekana ilişkin, hafızamın derinliklerinde sadece tek bir film kaldı.  O da, “Bir Garip Yolcu” isimli filimdi. Ailece gittiğimiz sinemada biletlerimiz aile bölümünden alınır, heyecanla yerimize otururduk.  Unutamadığım bu filimde Cüneyt Gökçer ve Emel Sayın başrolü paylaşıyordu. Cüneyt Gökçer, filmin sonunda elinde bir kemanla,  yağmurdan ıslanmamak için uğraşırken, gözlerinden hafifçe yaş boşanıyor,  Emel Sayın ise o esnada sahnede “Bir Garip Yolcuyum” şarkısını seslendiriyordu. Tipik hüzünlü bir Yeşilçam filmiydi işte.

Şimdi bile zaman zaman  “Bir garip yolcuyum, hayat yolunda” şarkısı dilime dolanır ve beni o eski günlere götürür.  Şarkının sözlerinden ziyade, acı veren üzüntülü ezgisini içimde hisseder, çok duygulanırım.  Her defasında da, şarkının beni neden etkilediğini düşünür dururum.

Nedenini araştırırken, Sinop’un eski yazlık Nermin Sineması olduğunu anımsadım. Sinop Kalesi olarak adlandırılan bu yer, aslında Sinop şehrini kuşatan kalenin güney burcudur. Kale surları da neredeyse şehrin dört tarafını kuşatır, İstanbul ve Anadolu’da ve hatta Avrupa’da bulunan eski şehirler (old town) gibi. Gerek kale, gerek ilerisindeki Saat Kulesi, bizim gibi çocukların sürekli gittiği uğrak yeriydi ve kalenin iskeleyi gören tarafı açıktı. Yani mazgallar henüz yapılmamıştı. Aşağıya korka korka bakardınız ve kalenin önünde deniz vardı, iskele ve sahil tarafı henüz doldurulmamıştı o yıllarda. Biz, Sinop Kalesi benim, Saat Kulesi senin, yürür, koşar, sarmaşıklardan Nermin Sineması’na inip dururduk. Askeri Gazino’nun arkasındaki Kadınlar Cezaevi’nde kalan birkaç kadın mahkumu bile kaleden seçiyorduk.

Maceracı çocuklarla, bunlarla yetinmeyip bir gün, balıkçıların arka deniz tarafında gördüğü iddia edilen Canavar Kaya’yı bulmaya karar verdik. O zamanlar sadece çok büyük kayaların bulunduğu şimdiki Karakum Tatil Köyü üzerinden, Sis Düdüğü’nü geçip, Canavar Kaya’yı saatlerce aradık ama bulamadık.  Sinop’ta 1950’li ve 1990’lı yıllar arasında faaliyet gösteren Amerikan Üssü’nün yanından karanlıkta geçerken, askerlerin ve havlayan köpeklerin sesi duyulur.  Sülük Gölü’nün balçıklı zemininden koşar adım gidip, neredeyse 10 saatlik bir yürümenin ardından nihayet eve varırdık. Maceracı bu arkadaş grubumuzla, hep anılarımızı yazalım der dururduk. Ama bu düşüncemize hayat koşturmacasından bir türlü fırsat bulamadık. Yaramaz değildik, fakat maceracıydık ve diğer çocuklardan farklıydık.

Daha ilkokulda iken, özellikle gruptan üç kişi Sinop’taki tüm kitapçıları dolaşır,  kitap satın alırdık. Bu kitapçılardan en gözde olanında, Roman bir satıcı çalışırdı. Bu üç kişiyi yani “bizi”, çok iyi tanır ve çocuk olmamıza rağmen bizlere bir yetişkin gibi davranır, daima kibar ve asil bir şekilde karşılardı. Kimi zaman yaşça bizden büyük çocuklara masal, hikaye önerirdi ama çaktırmadan göz kırpar ve kulağımıza müşteriler gidince onlar sizin klasmanınızda değil, bu kitaplar size hafif gelir, derdi. Bizi, bir nev’i teşvik ederdi. Onun varlığı ile sürekli o kitapçıdan kitap almaya giderdik. Kitapları uzun uzun anlatır, tanıtırdı. İyi bir satıçıydı. Bu üç arkadaştan en büyüğümüz ise, işi iyice abartmış evinin bir köşesini kütüphaneye çevirmişti bile. Ben ve diğer arkadaşım, bir kütüphaneci gibi ona yardım eder, kitapları fihristler, numaralandırır, arşivlerdik. O tarihlerde aldığımız kitapların bir kısmı hala bende durur, Alphonse Daudet’in yazdığı, “Hayaletler Sonatı”, Sabahat Emir’in “Büyük Eserleri ” gibi kitaplar. Şimdi bakınca bizim yaşlardaki çocuklar için ağır sayılabilecek tarzda kitaplardı. Kitapçıda çalışan yaşlı adam eğitimsizdi ama ruhunun içinde bir yerlerde saklı kalan ve onu bizim çocuk gözümüzde ulvi bir şahsiyet haline getiren özellikleri yine çocuk gözümüzde nice eğitimli kişilerden üstündü. Benim ilgi alanım zamanla internetin ve cep telefonunun aktif olmadığı bir zaman diliminde, biraz ansiklopedi tarafına kayacak, gazetelerden biriktirdiğim kuponlarla birçok ansiklopedi alıp, bir müddet kitap dünyasından uzaklaşacaktım.

Roman satıcıyı, yıllar sonra Adliye Sarayı’nın karşısında ayakkabı boyarken gördüm, o mu dedim, bir an şaşırdım, o da beni fark etti. Ona doğru yürüyüp konuşmak isterken yüzünü çevirdi, yüzü ağlamaklı oldu. Baktım inciniyor, gururu kırılıyor diye yolumu değiştirdim.

O adamcağız okuma, araştırma konusunda bize hep destek verdi, ayakkabıları fırçalayan ve parlatan her fırça darbesi onu çok üzüyordu besbelli. Gözünün biri bozuktu ve koyu siyah saçları iyice beyazlaşmış, avurtları çökmüştü, biraz kamburlaşmıştı ve esmer teni ile etrafa bakıyor ve geçenlere sesleniyordu, “Parlatalım abiler.”

Ayaklarım zoraki beni Atatürk Caddesi tarafına yöneltti. Kafamda deli sorular ve yine aynı bilindik şarkı takıldı zihnime.

“Bir garip yolcuyum, hayat yolunda. Yolumu kaybetmiş perişanım ben.”

Belki de çocukluğumun asil kahramanı, onu o halde gördüğümden üzüntü duyuyordu belki de kendine kızıyordu bilmiyorum.

Ama ayakkabıların derisine sürdüğü her parlaklıkla kendi üzüntüsünü içine atıyordu,  aslında bizim yüreğimize çocukken sürdüğü parlaklık öyle etkiliydi ki; hala sıcaklığını korumakta ve adını bile bilmediğim yolcu, senin parlattığın bu yolda; bizler, sana hep minnettar olacağız.

 

ŞGS

Şafak Gündüz SARIKAYA- 13.03.2019

 
3 Yorum

Yazan: 13 Mart 2019 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , ,

SİNOP, YAŞAYANLAR BİR HAYAL YAŞANANLAR BİR MASAL GİBİ

O ZAMANLAR HAMSİ GÜRCİSTAN’A KAÇMAZDI

Pazar yeri denince, aklıma hep eski Sinop pazarı gelir. Çocukluk günlerinden, hafızama kazınan anılar arasındadır.  Büyük Cami’nin hemen yanı başında kurulan pazar yeri, hayvan pazarına kadar uzanırdı. Pazara, annemle her gidişimde aldığımız sebze ve meyveyi taşımak değil de, pazarda harcadığımız zaman canımı sıkardı. Annem, hamamın yan tarafında köylülerin getirdiği ürünlerden alırdı.  Yoğurt, özellikle Naciye Teyze’den alınırdı. Uzun boylu zayıf biriydi yoğurtçu teyze, güldüğünde kocaman dişleri görünürdü.  Köyünden sebze, meyve getirir ve birkaç kuruş kazanmak için uğraşırdı. Annem bu insanlara yakın ve aileden biri gibi davranırdı hep. Naciye Teyze anneme hep “balcan da verelim mi?” diye sorardı. Ben bu sözcüğü ilk duyduğumda  anneme “balcan ne” diye sormuştum. Öğrendim ki bildiğimiz patlıcanmış. Hamamın iki tarafında, öbek öbek oturan pazarda konuşan insanların uğultulu sesleri birbirine karışırdı. Şimdi düşünüyorum da; o zamanın meyvesi, sebzesi, balığı daha mı lezzetliydi?

Sinop’ta pazar kurulan sokak

Naciye Teyze’nin yanından ayrılınca sakalı bembeyaz oyuncakçı dede gelir başımı okşar, “ne kadar büyümüş”, derdi. Bir elinde baston diğer elinde ahşaptan oyuncakları, o yaşlı hali ile satmak için uğraşırdı.

O zamanlar komşuların kapıları açıktı. O kadar açıktı ki, ben daha yürümeye başlamadan kimseye görünmeden evimizin yan tarafındaki komşumuzun evine  sürünerek gitmişim. Sinop Cezaevi’nde gardiyan olan kocasının yemeğini afiyetle yemişim. Kim bilir, bu gün yeni yerler keşfetmek, görmek hevesim o zamanlardan geliyordur belki de.

Aile büyüklerinin anlattığına göre, -zira ben hiçbir şey hatırlamıyorum- Genciye Mama diye adlandırdığım yemeğin, patates yemeği olduğunu, tercümesinin de tencere mama olduğunu varsayıyoruz. Kendi başıma bir iş başarmanın mutluluğu ile patates yemeği çok tatlı gelmiş olmalı. Firdevs Yenge de, hakkını helal etsin, rahmetli eşine hazırladığı yemeğe ortak olmuşum. (Bebek firarda filmi gibi) Şimdi ise yan komşumuzu bile tanımıyoruz.

Pazar yerinde insanlar daha samimi, daha gösterişsizdi. Doğaldılar, yapay rollere bürünmüyorlardı.

Daha az egoisttiler, insanı kör edecek hırsları yoktu.

Balıkların tadı bile o zamanlar daha güzeldi. O zamanlar hamsi, Gürcistan’a da kaçmazdı.

Domates, biber, patlıcanın tadını yediğimizde alabiliyorduk. Ne ilaçlı, ne de hormonluydu.

Kalkan diye bir balık vardı, şimdiki jenerasyon kılıç, kalkanı halk oyunu zannedebilirler sanırım(!).

Pazarın mı, yoksa meyve-sebzenin mi tadı kaçtı, yoksa seneler mi bizi etkiledi insanı düşündürüyor.

Zaten Naciye Teyze hala hayatta mı onu da bilmiyorum Oyuncakçı dede ise Yüksek Kaldırım’da (Sinop) bir yangında vefat etti (Allah rahmet eylesin.) . O eski Pazar yeri artık yok, pazar yeni yerinde kuruluyor.

Sanki tüm YAŞAYANLAR bir hayal, YAŞANANLAR da bir masal gibi..

ŞGS

 
 

Etiketler: , , ,