RSS

Etiket arşivi: şafak sarıkaya bilke

KIŞ GÜNEŞİ

20.04.2019 Şafak Gündüz SARIKAYA

Elindeki kremalı bisküviyi yerken, birden duyduğu sesle irkildi. Tarkan’ın “Kış Güneşi” şarkısı çalıyordu. Türkiye’nin en soğuk yerlerinden birinde, hem de alayın içinde idi. Bu güzel melodiyi duyduğuna şaşırtmıştı. Acemilik döneminde, kulağı sadece askeri marşlar duymaya alışmıştı. Amasya’dan sonra, bu müzik çavuşa farklı duygular hissettirmişti. TRT FM radyosunda KIŞ GÜNEŞİ şarkısı yankılanıyordu. Köşeye geçip, şarkıyı tek başına bitinceye kadar dinledi. Ayaz, iliklerine kadar işliyor, zaman ise geçmek bilmiyordu. Kendini mutlu edecek, basit şeyler arıyordu. Yavaş yavaş yedi bisküvisini. Kremalı bisküvi almak ve yemek ortama göre bir lükstü.  Müzik bitti, bisküvi bitti o da bölüğün yolunu tuttu.

Sarıkamış, bazı anlar ibrenin -40 derece soğuğu gösterdiği bir yerdi. Saçaklardan sarkan buzlar, çok tehlikeliydi. Tümen içinde uzakta, sarıçam ormanında 1896 yılında inşa edilen 2. Katerina’nın Köşkü bile vardı. Çavuş tarihi bir yerde askerdi. Yavaş yavaş yürüdü ve birden sivil hayatta felsefe öğretmeni olan, kendisi gibi kısa dönem olan arkadaşını gördü. Aylardır onu göremiyordu. Alayda konuşulacak ender sayıda insanlardan birisi diye düşündü. Kucaklamak istedi ve hamle yaptı. Arkadaşı, eliyle dur işareti yaptı.

“Bitlendim, önce temizlenelim”, dedi.

Bütün askerler, komutla banyoya girdiler ve kıyafetlerin çıkarılması akabinde yine kıyafetler, komutla yakıldı. Olsun, onu görmek bile yeterliydi,  “daha sonra konuşuruz”, dedi, içinden. İlerledi ve lahmacun fırınının önünden geçerken, Onbaşı Ahmet, fırına vücuduna dayamış duruyordu,

“Ahmet, ne yapıyorsun, ne oldu” dedi.

Onbaşı cevap vermedi, acı çektiği belliydi. Sarıkamış çok soğuktu, “üşümüş belli ama yaptığı çılgınlık” diye düşündü. Bölüğe giderken yolda kendi kendine:

“Acaba hata mı yaptım, ben çavuşum ona nedenini sormalıydım”

Düşünceler beynini kemirmeye başlamıştı, zira Ahmet, onun ranza komşusuydu. Birkaç gün önce gece uyurken inlediğini duymuş, sinirlenmiş ve ses yapma herkes uyuyor diye onu terslemişti. Ama onbaşı her sabah çarşaf, battaniye katlanmasında çavuşa yardım ederdi. Bazen yan ranzadaki futbolcu da onlara katılırdı, üçü battaniyeleri bir uçtan tutup, karşılıklı katlarlardı. O an ne çavuşluk, ne onbaşılık ne de erlik kalırdı. Üstelik çavuşun saçlarını da, yine Ahmet kesiyordu. Futbolcunun ailesi İstanbul Bayrampaşa’daydı ama aslen Karslıydı, yani bir nev’i memleketinde askerdi.

Çavuş, Ahmet’in durumu üzerinde çok durmadı. Zaten kafası karmakarışıktı. Ertesi sabah, güne kahvaltı sonrası sabah sporu ile başlanılmıştı, kocaman göbekli bir subay,  Ahmet’e yüklenirdi.

“Koş Ahmet, o göbeğini eritmesini bilirim, ben” derdi.

Olimpiyat Şampiyonu Yaşar Doğu’nun hemşerisi Ahmet, ailesinin tek çocuğu olarak askere gelmişti. Ufak tefek, vücudu ile elinden geleni yapıyor, minyon vücudundan olsa gerek, ona bölükte herkes “Porti” diyordu. Yapamamasına rağmen, asla koşuyu bırakmıyordu, ama zorlana zorlana bitiriyordu. Askerlik önemliydi, bitirdikten sonra köyüne dönecek belki de evlenecekti.

Birkaç gün sonra çavuş, fırının yanından geçerken Ahmet’i, yine sıcak fırına vücuduna yaslamış gördü, bir yandan da titriyordu. Bu sefer dayanamadı gitti “Ahmet, yarın hemen revire gidiyorsun”, dedi. Ertesi gün içtima (1) alanında takım komutanı Ahmet’e tokat indirdi ve “ben size, benden izinsiz revire gidilmeyecek demedim mi? “ dedi ve sesi alanda yankılandı. Çavuş, hayır dedi isyanla, yerinden fırlamaya çalıştı ama arkadaşları ona engel oldular. Yoksa o da dayak yiyecekti. Kendi kendine:

“Ahmet çok acı çekiyordu, ona revire gitmesini ben söyledim.”, dedi.

Başka bir subay tekrar Ahmet’e yükleniyordu. Çavuş subayın talimatını unutmuştu ama bir yandan ne kadar çok, “ben demedim miler” , “ben bilirimler” havada uçuşuyor diye düşünüyordu. Bir koğuş içinde ağrılar, sızılardan zerre kadar haberiniz yok, hep yıkılmayan otoritelerinizin kazara sekteye uğrayacağı endişesiyle, fillerin çimene basması gibi karar veriyorsunuz diye tepkiliydi. Çimenler eziliyor, günden güne yok olup, gidiyorlardı.

Yanlış anlaşılmasın diye belirtmekte fayda var, çavuşun otoriteyle ilgili düşündükleri askeri kişiliklere ait değildi, zaten göbekli subay da yedek subaydı. Pırıl pırıl nice insanlar vardı askeriyede. Sarıkamış’ta buz üstünde bir atın arkasından kayak yapan yüzbaşı gibi. Çavuş ne zaman görse onu gülümser, yüzbaşı da karşılık verirdi, sempati, saygı, sevgi her zaman sözle, uzun uzun konuşmadan da oluyordu. Ne bir örseleme, küçümseme, öfke belirtisi yoktu. Onun yüzünü görmek bile insanın kalbini rahatlatırdı. Ama toplumun her kesiminde, çalışma hayatında, bürokraside, siyasette, eğitimde normal hayatta görebileceğiniz her alanda otoriteler mevcuttu. Otoritenin, kişisel korku ve kaygılardan ördüğü bir anlayış hakimdi. Yetkilerin, psikoz ve hezeyan içinde kullanabilmesi mümkündü. Toplumsal erozyon ve dejenerasyon ise ayrı bir konuydu.

Bilimsel açıklamak gerekirse; “Weber iktidarı, insanları itaat etmeye ve arzu etmedikleri şeyleri yapmaya zorlayabilme olarak tanımlar. İktidar bir kişinin ya da grubun, diğerlerinin davranışlarını kontrol etmesini ifade eden toplumsal bir ilişkidir diyebiliriz. Buna karşın otorite, kurumsallaşmış ve yönetilenler tarafından benimsenen meşru iktidardır. Sennet, ise, otoriteye hem gereksinim duyduğumuza, hem de ondan korktuğumuza dikkat çeker.”

Ahmet’in yanağına inen tokat ya da kıçına vurulan tekme vücudu bir müddet incitirdi. Peki ya  ömür boyu kıvranan vicdan ve ruhun derinliklerine inen acılar ne olacaktı. Yüze inen bir tokat çok acı vermese de; ruhlarda bıraktığı üzüntü, kalplerdeki acının yıllar boyunca unutulması ve hepsinden de önemlisi aileleri nezdindeki teessürü karşısında umursamazlıklar, ben yaptım oldu demeleri düşündürücü değil mi sizce?

Bana göre yönetmek, liderlik bambaşka bir şeydi. İnsanlar korkularıyla yönetilmemeliydi. Korkunun esir aldığı iradeler, yönettikleri insanların çok uzağında karar alabiliyor ve uygulamaya çalışıyorlardı. Bu kararlar da sistemin ve toplumsal hayatın iyileştirilmesi yerine,  otoritenin başarısına özgülenmiş, kişisel egolarla da çerçevelenmişti. Bu yüzden otorite, kendini hapsettiği fildişi kuleden çıkarak, halkın arasına girmeliydi.  Belki o zaman karşısındakini anlayacak, korku yerine sevgiyle yaklaşacaktı. Toplumun en ince sorunlarından biriydi bu.  Çavuş böyle bir çıkarım yapmıştı kendince.

O gün Ahmet’i son görüşleriydi. Yalpalaya, yalpalaya gitti. Kafası bir yana yıkıktı. Aylar sonra bir mektup geldi ondan. Böbrek yetmezliği teşhisi konmuştu, mektubu durumunun kötüleşmesine neden olanlara sitem doluydu. Çavuş, çok zaman geçse de, vicdanen rahat değildi. Ahmet için üst ranza komşusu için bir şeyler yapabilir miydim diye hep düşünür olmuştu. Ona mektup gönderdiler ve neredeyse tüm bölük mektuba imzalarını attı, ellerinden sadece bu geliyordu.

Yıllar sonra İstanbul’da çavuş ve göbekli subay Tophane’nin meşhur çay bahçelerinde tesadüfen karşılaştılar. İkisi de, birbirini görmezden geldi. Ahmet’in göbeğini eritmekle meşgul subay –ama kendi göbeğini eritmekten aciz- sivil hayatta avukat olmuştu, üstelik çavuşun çalıştığı eski şirkete. Çavuşun elinde değildi, emin de değildi ama Ahmet’e çektirdikleri yüzünden bu adamı hiç affetmiyordu. Bir gün Ahmet’in öldüğü haberini İstanbul Ayazağa’da başka bir asker arkadaşından öğrendi. Üzüntüsü yine depreşmişti. Öfkesi ona askerde iken yaşadıklarını bir kez daha hatırlattı. “Ailesi bin bir ihtimamla askere gönderdikleri tek çocuklarının itilip, kakıldığını ve ağrı içinde kıvranırken en normal hakkı olan sağlık hizmetinden yararlanma hakkının bile engellendiğini  görse ne derdi acaba?” diye düşündü, öfkeliydi.

Yine Ayazağa’da başka bir gün bir televizyon haberiyle irkildi. Tunceli kırsalında çıkan çatışmada 2 er hayatın kaybetti. Ekrana bir fotoğraf yansıdı. Aman Allah’ım bu futbolcuydu. Şoför olarak operasyona gitmiş ve ilk kurşunla hayatını yitirmişti.( Mekanı Cennet olsun, keza Ahmet’in de öyle.) Çavuşun battaniyelerini beraber katladıkları arkadaşlarının ikisini de kaybetmişti. Üst yanı boştu, sağ yanı da yoktu artık.

Çavuş bir sabah uyandığında Sarıkamış’ın -40’lara varan soğuğunu hissediyordu, sobada yanan odunların sesini duyuyordu. Koğuşun camları soğuktan buz tutmuş, sarkıtlar oluşmuştu. Rüya mı bu diyordu. Battaniyesini katlamak istiyordu, bir yanında Ahmet yoktu, öbür yana dönüyordu futbolcu da gitmişti. Kış Güneşi şarkısı silinip gitmiş, çok uzaklarda, soğuk diyarlarda kalmıştı. Artık kremalı bisküvi de tat vermiyordu.

 

ŞGS

Şafak Gündüz SARIKAYA

1-İçtima:Askerlerin silahlı ve donatılmış olarak toplanmaları.(TDK)

 
 

Etiketler: , , ,

BİR GARİP YOLCU

Sinop yazlık sineması, çocukluk günlerimin unutulmazları arasındadır. Sinop Kalesi surlarını sıkıca sarmış olan sarmaşıklardan aşağıya, sinemanın yanlarına iniyorduk. İnanılması güçtü ama biz, çok yüksek olan bu surlardan aşağıya gerçekten de iniyorduk. Annemi ve arkadaşlarımın annelerini, o sarmaşıklardan aşağıya inerken bizi gördüğünü düşünmek bile istemiyorum.

Sinop’ta, bir zamanlar Nermin ve Melek sinemaları vardı. Yazlık sinema, Sinop Kalesi’nin duvarına yansıtılan dev bir ekranda izlenirdi. Seyirciler ahşap sandalyelere oturur, gazozcudan alınan gazozlar keyifle içilirdi.  Yazın açık havada sinema izlemek ise ayrı bir zevkti. Nermin Sineması için, ellerinde megafon “dikkat, dikkat bu akşam Nermin Sineması’nda şu film var” anonsunu yapan çocukları da, gün gibi hatırlıyorum.

Bu mekana ilişkin, hafızamın derinliklerinde sadece tek bir film kaldı.  O da, “Bir Garip Yolcu” isimli filimdi. Ailece gittiğimiz sinemada biletlerimiz aile bölümünden alınır, heyecanla yerimize otururduk.  Unutamadığım bu filimde Cüneyt Gökçer ve Emel Sayın başrolü paylaşıyordu. Cüneyt Gökçer, filmin sonunda elinde bir kemanla,  yağmurdan ıslanmamak için uğraşırken, gözlerinden hafifçe yaş boşanıyor,  Emel Sayın ise o esnada sahnede “Bir Garip Yolcuyum” şarkısını seslendiriyordu. Tipik hüzünlü bir Yeşilçam filmiydi işte.

Şimdi bile zaman zaman  “Bir garip yolcuyum, hayat yolunda” şarkısı dilime dolanır ve beni o eski günlere götürür.  Şarkının sözlerinden ziyade, acı veren üzüntülü ezgisini içimde hisseder, çok duygulanırım.  Her defasında da, şarkının beni neden etkilediğini düşünür dururum.

Nedenini araştırırken, Sinop’un eski yazlık Nermin Sineması olduğunu anımsadım. Sinop Kalesi olarak adlandırılan bu yer, aslında Sinop şehrini kuşatan kalenin güney burcudur. Kale surları da neredeyse şehrin dört tarafını kuşatır, İstanbul ve Anadolu’da ve hatta Avrupa’da bulunan eski şehirler (old town) gibi. Gerek kale, gerek ilerisindeki Saat Kulesi, bizim gibi çocukların sürekli gittiği uğrak yeriydi ve kalenin iskeleyi gören tarafı açıktı. Yani mazgallar henüz yapılmamıştı. Aşağıya korka korka bakardınız ve kalenin önünde deniz vardı, iskele ve sahil tarafı henüz doldurulmamıştı o yıllarda. Biz, Sinop Kalesi benim, Saat Kulesi senin, yürür, koşar, sarmaşıklardan Nermin Sineması’na inip dururduk. Askeri Gazino’nun arkasındaki Kadınlar Cezaevi’nde kalan birkaç kadın mahkumu bile kaleden seçiyorduk.

Maceracı çocuklarla, bunlarla yetinmeyip bir gün, balıkçıların arka deniz tarafında gördüğü iddia edilen Canavar Kaya’yı bulmaya karar verdik. O zamanlar sadece çok büyük kayaların bulunduğu şimdiki Karakum Tatil Köyü üzerinden, Sis Düdüğü’nü geçip, Canavar Kaya’yı saatlerce aradık ama bulamadık.  Sinop’ta 1950’li ve 1990’lı yıllar arasında faaliyet gösteren Amerikan Üssü’nün yanından karanlıkta geçerken, askerlerin ve havlayan köpeklerin sesi duyulur.  Sülük Gölü’nün balçıklı zemininden koşar adım gidip, neredeyse 10 saatlik bir yürümenin ardından nihayet eve varırdık. Maceracı bu arkadaş grubumuzla, hep anılarımızı yazalım der dururduk. Ama bu düşüncemize hayat koşturmacasından bir türlü fırsat bulamadık. Yaramaz değildik, fakat maceracıydık ve diğer çocuklardan farklıydık.

Daha ilkokulda iken, özellikle gruptan üç kişi Sinop’taki tüm kitapçıları dolaşır,  kitap satın alırdık. Bu kitapçılardan en gözde olanında, Roman bir satıcı çalışırdı. Bu üç kişiyi yani “bizi”, çok iyi tanır ve çocuk olmamıza rağmen bizlere bir yetişkin gibi davranır, daima kibar ve asil bir şekilde karşılardı. Kimi zaman yaşça bizden büyük çocuklara masal, hikaye önerirdi ama çaktırmadan göz kırpar ve kulağımıza müşteriler gidince onlar sizin klasmanınızda değil, bu kitaplar size hafif gelir, derdi. Bizi, bir nev’i teşvik ederdi. Onun varlığı ile sürekli o kitapçıdan kitap almaya giderdik. Kitapları uzun uzun anlatır, tanıtırdı. İyi bir satıçıydı. Bu üç arkadaştan en büyüğümüz ise, işi iyice abartmış evinin bir köşesini kütüphaneye çevirmişti bile. Ben ve diğer arkadaşım, bir kütüphaneci gibi ona yardım eder, kitapları fihristler, numaralandırır, arşivlerdik. O tarihlerde aldığımız kitapların bir kısmı hala bende durur, Alphonse Daudet’in yazdığı, “Hayaletler Sonatı”, Sabahat Emir’in “Büyük Eserleri ” gibi kitaplar. Şimdi bakınca bizim yaşlardaki çocuklar için ağır sayılabilecek tarzda kitaplardı. Kitapçıda çalışan yaşlı adam eğitimsizdi ama ruhunun içinde bir yerlerde saklı kalan ve onu bizim çocuk gözümüzde ulvi bir şahsiyet haline getiren özellikleri yine çocuk gözümüzde nice eğitimli kişilerden üstündü. Benim ilgi alanım zamanla internetin ve cep telefonunun aktif olmadığı bir zaman diliminde, biraz ansiklopedi tarafına kayacak, gazetelerden biriktirdiğim kuponlarla birçok ansiklopedi alıp, bir müddet kitap dünyasından uzaklaşacaktım.

Roman satıcıyı, yıllar sonra Adliye Sarayı’nın karşısında ayakkabı boyarken gördüm, o mu dedim, bir an şaşırdım, o da beni fark etti. Ona doğru yürüyüp konuşmak isterken yüzünü çevirdi, yüzü ağlamaklı oldu. Baktım inciniyor, gururu kırılıyor diye yolumu değiştirdim.

O adamcağız okuma, araştırma konusunda bize hep destek verdi, ayakkabıları fırçalayan ve parlatan her fırça darbesi onu çok üzüyordu besbelli. Gözünün biri bozuktu ve koyu siyah saçları iyice beyazlaşmış, avurtları çökmüştü, biraz kamburlaşmıştı ve esmer teni ile etrafa bakıyor ve geçenlere sesleniyordu, “Parlatalım abiler.”

Ayaklarım zoraki beni Atatürk Caddesi tarafına yöneltti. Kafamda deli sorular ve yine aynı bilindik şarkı takıldı zihnime.

“Bir garip yolcuyum, hayat yolunda. Yolumu kaybetmiş perişanım ben.”

Belki de çocukluğumun asil kahramanı, onu o halde gördüğümden üzüntü duyuyordu belki de kendine kızıyordu bilmiyorum.

Ama ayakkabıların derisine sürdüğü her parlaklıkla kendi üzüntüsünü içine atıyordu,  aslında bizim yüreğimize çocukken sürdüğü parlaklık öyle etkiliydi ki; hala sıcaklığını korumakta ve adını bile bilmediğim yolcu, senin parlattığın bu yolda; bizler, sana hep minnettar olacağız.

 

ŞGS

Şafak Gündüz SARIKAYA- 13.03.2019

 
3 Yorum

Yazan: 13 Mart 2019 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , ,