Yaşlı bir marangoz, eşi ve ailesi ile birlikte daha özgür bir yaşam sürmek için işveren müteahhidine emekliliğini istediğini iletti. Müteahhit iyi marangozunun emekliye ayrılmasına üzüldü. Kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti.
Marangoz istemeyerek kabul etti ve işe girişti, ne var ki.. Gönlü bir an önce emekli olma niyetindeydi. Bir an önce bitirmek için baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!..
İşini bitirdiğinde, müteahhit, evi incelemek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı.
-Bu ev senin, şimdiye kadar verdiğin emeklerden dolayı benden sana hediye.
Marangoz şaştı kaldı. Keşke yaptığı evin kendi evi olacağını bilseydi! O zaman böyle baştan savma yapar mıydı!
Marangoz siz, yaptığınız evler de hayatınız. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz. Hayatınızı kendiniz şekillendirirsiniz. Bugün yaptığınız davranış ve seçimler, yarın yaşayacağınız evi kurar.
Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkalarına yapma.. Konfüçyüs
Mahkeme salonunda, Seksen yaşlarındaki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla, suskun ninenin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözlerini ve bitkin bakışlarını süzüyordu. Hakim tok sesiyle, yaşlı kadına:
“Anlat teyze, neden boşanmak istiyorsun?” dedi.
Yaşlı kadın, derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı.
“Bu herif yetti gayri, 50 yıldır bezdirdi hayattan…”
Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu, mahkeme salonunda . Sessizlik, bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu. Kim bilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından? Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı. Kadın neler diyecekti ? Herkes, onu dinliyordu. Yaşlı kadının gözleri doldu ve devam etti:
“-Bizim bir sedef çiçeği vardı çok sevdiğim. O bilmez 50 yıl önceydi. O çiçeği bana verdiği çiçekler arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim. Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım. Her gece güneş açmadan önce, bir tas suyla sulayacağım onu diye . İyi gelirmiş derlerdi. 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kerede bu çiçeği ben sulayayım demedi. Taa ki geçen geceye kadar. O gece takatim kesilmiş uyuyakalmışım. Ben, böyle bir adamla 50 yıl geçirdim. Hayatımı, umudumu, her şeyimi verdim. Ondan hiçbir şey görmedim. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim. Onsuz daha iyiyim, yemin ederim.”
Hakim yaşlı adama dönerek;
“-Diyeceğin bir şey var mı, baba?” dedi. Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle, hakime yöneldi. Tane tane konuştu:
“-Askerliğimi Reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım. O bahçenin, görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim. Fadime’mi de orada tanıdım. Sedefleri de… Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim. İlk evlendiğimiz günlerin birinde, boyun ağrısı nedeniyle, onu hekime götürdüm. Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa; boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi. Her gece uykusunu bölüp uyansın, gezinsin dedi. Hekimi pek dinlemedi bizim hatun . Lafım geçmedi. O günlerde, tesadüf, bu çiçek kurumaya yüz tuttu. Ben ona: “-Gece çiçeği sularsan geçer dedim. Adak dilettim. Her gece onu uyandırdım ve onu seyrettim. Sevdiğim kadını, yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim. Her gece, o çiçek ben oldum sanki” dedi adam.
O yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle.
“-Her gece, o yattıktan sonra kalktım. Saksıdaki suyu boşalttım. Sedef, gece sulanmayı sevmez, hakim bey. Geçen gece de yaşlılık ben de uyanamadım. Uyandıramadım… Çiçek susuz kalırdı ama kadınımın boynu yine azabilirdi. Suçlandım… Sesimi çıkartamadım.” O anda gazeteciler dahil, mahkeme salonundaki herkes ağlıyordu….
“SEVGİDE CÖMERT AMA SEVDİKLERİMİZİ KIRMADA OLDUKÇA CİMRİ OLALIM…” Edebiyat Sevgisi Alıntı.
Bir çoğunun eşi ölmüştür. Tek başına yemeğini yapacak, çayını demleyecek durumda değildir. Gelininin ya da damadının yanına sığınmıştır. Bedeni ve ruhu artık gerilemeye başlamıştır. Uzuvları görevini yapamaz hale gelmiştir. Dermansız, çaresiz, mahzundur.
Yürekleri yumuşamış, gözyaşı gözünün kenarında hazır bekler, gurbetten geleni görse o yaşı akıtır hemen! Yemeğini üzerine döker, takma dişi ağzından çıkar, dişi gıcırdar. Damadın, gelinin, oğlunun, kızının, torunların küçük bir sözü gücüne gider. Üzülür, gözleri dolar, yutkunur!
İçine atar acısını, çaresizliğini! Sessizce, ezilerek sofradan çekilir, usulca. Baba niye kalktın, doymadın ki der, kızı, oğlu! Doydum yavrum doydum, siz devam edin der. Der demesini de yüreği hüzünle dolmuştur dedenin! Allah’ım beni niye görmüyon, benimde canımı al! der.
“Canının alınmasını Allah’tan istemek, yalvarmak” duaların en son noktası değil midir? Ve o dede yine usulca kendini kapıdan dışarı atmanın hesabını yapar, inceden inceye, iç çeke çeke! Ne desin! Yavrum ezan vakti geliyor, ben yavaş yavaş dışarı çıkayım der, ve çıkar. O dışarı çıkış yanan yüreğine soğuk su gibi gelir. Ya Alipaşa Cami avlusuna ya da Yeraltı Çarşısı üzerine ya da Taşhan üstü parka gider, oturur. Tanımasa da selam verip oturur diğer yaşlının yanına. Gündüzleri camidir, onların sığınacağı ısınacağı yer. Yüreğine ferahlık bulacağı yer.
Emeklilik maaşı olan bir nebze iyidir ötekilerden. Gelininin, damadının ihtiyacı da varsa, maaş hatırına ilgilenirler yine. Ya yoksa? Yeryüzünün en sevimsizi, en istenmeyeni siz olursunuz. Gençler! Varacağımız yer İhtiyarlık Durağı. Aman ha, parkta oturan yaşlıya, otobüsteki yaşlıya siz siz olun yer verin! Eleştirmeyin! O yaşlara gelecek bizlerde sınanacağız! Hep beraber imtihan halindeyiz, son nefese kadar! Tanıdığınız yaşlı varsa bir selam verin, sohbet edin, durumuna göre bir çay, bir çorba ikram edin… Saygı, sevgiyle ve kırmadan…