Şehrin sembol isimlerinden biri olan ve 6 yaşında bırakıldığı Deyrul Zafaran Manastırı’nda 70 yıldır annesini bekleyen Cercis Kaptan (Bahe) 2014 yılında vefat etti. Bahe için hayatının anlatan bir belgesel dahi yapılmıştı.
Bahe’nin Mardin’deki hikayesi annesinin onu 70 yıl önce Deyrul Zafaran Manastırı’na bırakmasıyla başlamıştı. O günden bu yana manastırda yaşayıp bahçıvanlık yapan 76 yaşındaki Cercis Kaptan, ‘Bahe’ adıyla biliniyordu.Mardin Kırklar Kilisesi başpapazı Gabriel Akyüz:
’Bahe’nin Süryani camaatinin sembolü olduğunu belirterek, “Annesi 6 yaşında iken kendisini Delrulzafaran Manastırı’nda bırakıp gitti. Bugün yani 76 yaşına bastığı bugünlerde bile annesini bekliyordu” dedi.
Bahe, bir süre önce rahatsızlararak hastaneye kaldırılmıştı. Özel bir hastanede tedavi gören Kaptan, p yetmezliğinden yaşamını yitirdi.
Bahe’nin vefatı Süryaniler başta olmak üzere Mardin’de büyük üzüntü yarattı. Mardin Valisi Ahmet Cengiz, Bahe’nin Mardin’in sembolü olduğunu belirterek, ölümünden büyük üzüntü duyduğunu dile getirdi.
HAYATI BELGESEL OLMUŞTU
Mardinli yönetmen Haydar Demirbaş, geçen yıl Bahe’nin yaşamını anlatan ’Misafir’ adlı belgesel film çekmişti. Yönetmen Haydar Demirtaş, annesinin Bahe’yi 6 yaşındayken 70 yıl önce ekonomik sıkıntılardan dolayı manastıra bıraktığını belirterek şunları anlatmıştı:
“Annesi iki kız kardeşi ile birlikte Suriye’ye gitmek zorunda kalıyor. Ve ona ’Bu manastırda bekle seni almaya geleceğim’ dedikten sonra gidiyor. Belgesel, Bahe’nin o günden bugüne 70 yıl boyunca manastırda büyük bir özlem ve umutla annesini beklediği hayat hikayesini içeriyor. Belgesel filmimizi yaparken, Bahe üzerinden Süryani’lerin kültürünü, dilini, tarihini de anlattık. Bahe’nin çocukluktan bugüne manastıra emek verme sürecini anlattık.”
Fransa’nın Grad bölgesinde küçük bir köy olarak bilinen Pont-Saint Esprit, kendi halinde yaşayan insanlardan kurulu, sessiz ve sakın bir yerleşim alanıydı. İnsanların günlük ihtiyaçlarını karşılamak için işinde gücünde olduğu kasaba 16 Ağustos 1951 günü tarihi bir olaya uyandı. O gün sanki herkes aklını yitirmiş gibiydi. Bazıları halüsinasyonlar görüp akıl almaz hareketler yaparken bazıları sadece mide bulantısından, baş ağrısından ve günlerce süren uyuyamama probleminden şikayet ediyordu. Fakat şu bir gerçekti ki herkeste bir anormallik vardı.
Aynı gün evinden çıkan bir kadın ise kendisine kaplanların saldırdığını söylemekteydi. Köydeki herkes hayal görüyordu. Yaratıklar, ejderhalar, kaplanlar, yılanlar ve daha niceleri köylüleri çıldırtıyordu.
İlginç yaratıklar gördüğünü söyleyen yaklaşık 300 insan incelenmeye başlandı. 50’si ise kontrol edilemediği için akıl hastanesine yatırıldı.
Hastaneye yatırılmaları da durumun kontrol edilmesini sağlayamadı. Doktorlara kalbinin yerinden çıktığını ve onu yerine koymaları gerektiğini söyleyenler bile vardı.
Uzun süredir kasabayı delirten ve toplamda 7 kişinin ölümüyle sonuçlanan olayların sorumlusu olarak ise köyün fırıncısı gösterilmekteydi.
Olayları araştıran Dr. Gabbai, Dr. Lisbonne ve Dr. Pourquier makalesinde şu ifadelere yer verdi:
“Olayın bir başlangıç noktası herkes bir fırından dağıtılan ekmekleri yedikten sonra bir hallere giriyordu. Ekmekten yenilen miktar ise insanların akli dengesini belirleyen etken oluyordu. Az yiyenlerde 6 ile 48 saat arasında mide bulantısı, kuvvetli baş ağrısı, uyuyamama gibi semptomlar görünüyordu. Çok yiyenler ise kontrol altına alınamıyordu. Az şekilde etkilenenlerde insomnia (uyuyamama) geçtiği zaman hastalığın da geçtiğini anlıyorduk fakat ciddi boyutta olanlar hatta ölümcül boyutta olanlar da vardı. Bunlar 10-12 gün sonra delirmeye başlayabilenlerdi. Tüm köy zehirlenmişti ve bazı insanlar deliyordu. Buna neden olan ise ortaya atılan iddialara göre ekmeğin içerisine karıştırılan “ergottu”. Yapılan araştırmalar sonrasında köylülerin ekmeklerine ergot isimli bitki mantarı veya mantarın içindeki kimyasalların karıştığı tespit edildi.
LSD’nin ana maddesi olarak bilinen ergot mantarı, dünya üzerindeki en güçlü halüsinojen maddelerden bir tanesi olarak biliniyordu.
Kasabadaki garipliğin nedeni ergot mantarı ile çözülmüş gibi dursa da, üzerinde birtakım soru işaretleri her zaman bulunmaktaydı. Çünkü akıllarda hala “ergot mantarı ekmeğin içine karıştırılsa bile işlenmemiş halde bu kadar güçlü etki yaratabilir mi? gibi sorular vardı. Ergot mantarının işlenmeden unun içine karıştırılması, bu kadar güçlü bir halüsinasyon dalgası yaratabilir miydi? Ayrıca yüksek fırın ısısının mantarın içindeki etkileri yok edip edemeyeceği konusunda araştırmalar yapılmamıştı. Bu da ortaya belki de direk LSD’nin ekmeklere karıştırılmış olabileceği teorisini ortaya çıkardı.
Kasabanın toplu halde delirmesinden 2 yıl sonra yaşanan intihar vakası ise kasabada yaşananlar hakkında farklı tezlerin ortaya çıkmasını sağladı.
Soğuk savaş döneminde zihin kontrolü konusuna oldukça fazla önem veren CIA, zihin kontrolünü sağlamak için LSD’yi kullanarak çeşitli gizli deneyler yapıyordu. “LSD zihin kontrolünü sağlayabilir mi?” sorusuna cevap aramak için onlarca çalışma yapmıştı. Bu da CIA’in fırıncıya talimatı verip farklı miktarlardaki LSD’nin insan zihni üzerindeki etkisini analiz etmesini sağlamış olabilirdi.
CIA’nın MK-Ultra adını verdiği ve zihin kontrolünü amaçladığı deneylerde, belirli miktarda LSD verilerek zihni kontrol edilmeye çalışılan kobay Frank Olson kaldığı otelin 13. katından atlayarak intihar etti. Olson’un bilincini kaybettiği ve yapılan deneyi tüm dünyaya duyurma isteği duyduğu düşünülüyordu. İntiharla ilgili yapılan araştırmalar sırasında ulaşılan belgede, bir ilaç firması ile bir CIA ajanı arasında geçen görüşmelerde, kasabada yaşananların tamamen LSD nedeniyle olduğu iddia edilmeye başlandı. LSD tıp literatüründe en güçlü halüsinojen olarak bilinirken, fazla miktarlarda alınması halinde insanın aklını kaybetmesini sağlayabiliyordu.
O dönemde Avrupa’da LSD üretimi yapan tek ilaç firması olma özelliğini elinde bulunduran firmanın kasabaya 100 km yakınlıkta üretim tesisinin bulunması ise bu iddiaların gerçek olabileceğini düşündürürken, CIA ile ilaç firmasının MK-Ultra projesi için birlikte çalıştığı biliniyordu.
Bu olay hakkındaki en güçlü teori ise CIA’in tüm köyü kobay olarak kullanarak farklı LSD miktarlarının insan zihnini nasıl etkilediğini görüp, LSD’nin insan zihnini kontrol edip edemeyeceğini keşfetmek olduğu düşünülmekle birlikte hiçbir teori hala kanıtlanmış değil.
Toplamda 300 köylünün uzun süre hayal gördüğü, 50 köylünün uzun süreler tımarhanelerde tedavi altına alındığı ve 7 köylünün de hayatını kaybettiği ‘Lanetli Ekmek’ olayı halen daha aydınlatılmış değil.
300 Kişilik Köyün Aynı Anda Delirdiği ve 7 Kişinin Ölümüyle Sonuçlanan ‘Lanetli Ekmek’ Olayı Tarih: 15 Ağustos 1951 Olay Yeri: Pont-Saint Esprit köyü, Fransa Olay: Köyde yaşayan 300 kişinin bir anda delirip, halüsinasyonlar görmeye başlaması. Suç Aracı: Ekmek Fransa’da küçük bir köy olan Pont-Saint Esprit, 15 Ağustos 1951 günü tarihi bir olaya uyandı. O gün sanki herkes aklını yitirmiş gibiydi. Bazıları halüsinasyonlar görüp akıl almaz hareketler yaparken bazıları sadece mide bulantısından, baş ağrısından ve günlerce süren uyuyamama probleminden şikayet ediyordu. Fakat şu bir gerçekti ki herkeste bir anormallik vardı. Bazı köylüler ejderha gördüklerini iddia ediyorlar, bazıları yılanların kendilerine saldırdığını söylüyordu. O dönem 11 yaşında olan Charles Granjhon evinden çıkıp büyük annesini boğmaya çalışıyor, bir işçi olan Gabriel Validire ise kendisinin öldüğünü iddia ediyordu. Validire’ye göre hem kendisinin hem de arkadaşının kafası bakırdan yapılmıştı ve karınlarını yılanlar yemişti. Bir başka kadın ise kaplanların kendisini yediğini iddia ediyordu. Köy tam bir tımarhaneye dönmüştü. Yaşanan bu akıl almaz olaylar artınca yetkililer ve doktorlar olayı araştırmaya başladılar. 250’den fazla kişi takip altına alındı ve 50 kişi kontrol edilemediğinden akıl hastanesine yatırıldı. Akıl hastanesine yatırılanlar orada da boş durmadı, kalbinin yerinden çıktığını iddia edip yerine koyulmasını talep edenler bile vardı. Hatta olaylardan 8 gün sonra akıl hastanesindeki bir kadın çığlıklarla kendisini 2. kattan aşağı attı ve düştükren sonra koşmaya başladı. Kendisinin bir uçak olduğunu iddia ediyordu. Olay neticesinde 50 kişi akıl hastası oldu, 7 kişi ise öldü. Olayın sorumlusu olarak ise fırıncı Roch Briand gösteriliyordu. Herşey o lanetli ekmeklerden sonra ortaya çıkmıştı. Yapılan araştırmalar gösterdi ki fırıncı ekmeklerin arasına LSD’nin ana maddesi olan ergot mantarını karıştırmıştı. Bilindiği üzere LSD dünyadaki en güçlü halüsinojen etkenidir.
Hemen, “Küçük adam derken kısa boylu, ufak tefek bir adamı kastetti.”, dediler.
Biri hayır dedi, aslında bir çocuk ama adam olacak çocuk.
Başka biri fantastik bir anlatım yaptı aslında, yok küçük adam dedi.
Herkes bir şey söyledi ama hiç biri değildi aslında.
Zeytin ağaçları arasından heyecanla koşarak indi taş merdivenlerden. Büyülü bir atmosferde masmavi deniz karşınızdaydı. Küçük bir koy içinde çocukların neşe dolu sesleri uzaktan da işitiliyordu. Denize dalınca bile o sesler yine duyuluyordu.
İşte o esnada birbirine yakın 2 kayalık göründü. Alelade kayaydı. Ama bulunduğunuz ortamı diğerlerinden farklı, kalıcı kalan gözünüzle gördüğünüz mü, yoksa belleğinizde kalıcı olarak yer etmesi mi?
Bu kayalık yer çok sıradan dediler. “Hiçbir özelliği yok, neresini beğendin. “
Çocuk burası çok farklı, çok özel dedi. Burası onun için kayadan çok bir ada gibi görünüyordu. Kayanın üzerine çıkıyor, denizin ortasında bir adada gibi hissediyordu. Burası benim adam dedi, burası Küçük Ada’m.
Küçük Adam buydu, aslında.
Çok konuşulmuştu, çok yorum yapılmıştı ama küçük olan bir adam değil, bir adaydı, aslında ada bile değildi, bir kayalıktı.
Her bir obje, her bir şey insanın belleğinde nasıl yer ederse o kadar özeldi, herkes kendi bakış açısına göre yorum yapıyordu.
Demek Küçük Ada’yı Küçük Adam anlamışlardı Büyük Adamlar.
Olsun adası bile küçük oluversin, hayal etmesi bile güzeldi, hayallerine de mi engel olacaklardı?
Önemli olan küçük şeylerle mutlu olmasını bilmekti. Yoksa herkes zaten eleştiriyordu doğası gereğince.
Dünyanın herhangi bir anında, hiç kimse aynı noktada değildir. Hepimiz farklı yerlerdeyiz ve bu yüzden dünyaya farklı açılardan bakıyoruz.
Uzmanlar diyor ki; ağaçlar dışarı çıkmak, yürüyüş yapmak için harika bir motivasyon kaynağı.
Hayatımda yer alan ve tesirini de yıllarca hissettirmiş çok ağaç var.
Yıllar önce doğduğum evin hemen bitişiğinde sırtını eve dayamış harika kirazları olan bir ağaç vardı. O kiraz ağacına çıkıp, o çatpat kirazlarını yemeye bayılırdım. O ağaca tırmanıp evin üstüne çıkardım. Katran karası renkli zeminde 3 tekerlekli bisikletimin seslerini duyar gibiyim hala.
3 tekerlekli bisikletle evin bahçesinde dut ağaçlarının, şeftali ağacının, erik ağacının arasında gezinirdim. Dut ağaçları bahçenin bir köşesinde yan yana dururlardı. Aslında Kuruçeşme Sokak’tan oraya kadar birçok farklı bahçede farklı dutlar, erik ağaçları, hünnap, incir aklınıza gelebilecek çok farklı meyve ağaçları vardı.
Ama kiraz ağacı farklıydı. Kökü evin temelindeydi. İki adımda hadi bilemediniz üç adımda evin tepesine çıkardım ve hemen karşıda Yesari Baba Türbesi gözükür, kazara elimle gösterirsem, yapma büyük günah deyince, bu türbe daha korkulur bir hal alırdı küçük bir çocuğun gözünde.
Arkamı döndüğümde iskele uzaktan bizi selamlar, hatta şileplerin gürültülü sesi bu selamı uzaktan size iletirdi. Sol tarafta zeytin ağaçları Zeytinlik’ten seslenirdi martılara.
Oranın bir büyülü havası vardı. Birbirine yakın yerlerde ne çok hatıra bırakmışız. Dönüş yolunda taş merdivenden inerken Tarzan Kemal bahçesinde çalışırdı her zamanki gibi, zaten tembellik ona göre değildi.
Şimdi ağaçlar şöyleymiş diyesi geliyor insanın, ama boş verin, her şeye rağmen, bence dikili bir ağacı olmalı insanın.
Uzun zamandır kiraz yemedim, her yerde erik var ama erik te çok az yedim. Bırakın meyveyi bu sene çok canımız yandı, çok ağaç gitti, ormanlarımız gitti, içindeki canlılar gitti, hatta canla başla çalışan işçiler, gönüllüler de gitti.
Uzmanlar diyor ki;
“Bitkiler stresi, öfkeyi, acıyı azaltmaya yardımcı olur ve refah duygusu yaratır. Bitkileri evinize veya iş ortamınıza yerleştirmek, yaşamınızda olumlu değişikliklere yol açabilir. Araştırmalar, hastanelerde bulunan ve doğaya bakan odalarda kalan hastaların daha hızlı düzeldiğini göstermiştir.”
“Bitkilerin bizimkilere benzeyen duyu organları, dokuları ya da sinir sistemleri olmayabilir, ama buna rağmen onlar gene de hisseder ve çevrelerinde olup bitenleri algılar. Tıpkı bizler gibi onlar da görür ve koklar. Hatta duyar, tat alır, teması hisseder, iletişim kurar, mutlu olur ve dans ederler.”
Altay Mitoloji’sinde kutsal ağaç kavramı vardır. Ağaç yaşamın devamlılığını ve kozmik düzeni temsil eder.
Adı Jiro’ydu. Japoncada ikinci çocuk anlamına gelen bu isimden dahi anlardı babasının ona olan sevgisini. Ağabeyi babasından bir tokat dahi yememişken, Jiro en küçük hatasında yaşının kaldıramayacağı dayakları yer ve sonrada ceza olarak aç acına kömürlüğe kilitlenirdi…
Daha o yaşlarda yüzü çirkin ve gözleri şaşı olduğu için babasından gördüğü bu muamele yüreğine işlemişti Jiro’nun. Anneleri onlar daha çok küçükken ölmüştü. Babasının sevgisizliğini ise hiç anlayamadı küçük çocuk. Daha o yaşında ona iyi hissettiren şeye robot yapmaya adamıştı kendini. Kim sorsa, neden böylesine robotlarla uğraşmayı sevdiğini de anlatmıyor, bu soruya hep sessiz kalıyordu…
Yıllar yılları kovaladı. Babası Jiro’ya vir kez olsun iyi davranmadı. Çirkin görüntüsünden dolayı hep hor gördü. Dövdü ve aşağıladı… Teselliyi ise hep yarım yamalak yaptığı robotlarında aradı Jiro…Gözyaşlarıyla uğraşıp durdu robotunun başında. Uzun yıllar sonra evlendiği eşi ise canından çok sevdi Jiro’yu. Ama onun yüreğinin bir tarafı hep kanayıp durmuştu. Ve bir fabrika da işci olarak çalışsa da hayalindeki robotu yapma isteğinden hiç vazgeçmedi…
Eşi Naomi ise hep destek oldu Jiro’ya. Hayalindeki robotu yapabilmesi için inandı, güç verdi eşine. Ve tam yedi yılın sonunda, büyük uğraşlarının sonucunda dünyada büyük yankı uyandıran konuşan oyuncak bir robot yaptı Jiro. Daha piyasaya sürülmeden, birçok ülkeden milyonlarca şipariş alınmıştı. Çünkü dünyada bir ilkti konuşan robot. Robotun tanıtılacağı gün binlerce çocuk ve velileri fuar alanında toplanmışlardı büyük bir heyecanla. Oğlunun zengin olacağını öğrenen Jiro nun yaşlı babası da gelmişti alana. Sonra robotun üzerindeki örtü açıldı. Jiro’nun babası gördükleriyle donup kalmıştı o an. Çünkü robot birebir, tıpatıp kendine benziyordu. Jiro robotuypa gözgöze geldi . Gözyaşları yanaklarını ıslatmıştı bile o anda. Ve robotun tuşuna basıldığında konuştuğu ilk cümle ise,şefkatli bir ses tonuyla:
-“Jiro.. Oğlum seni çok seviyorum -” olmuştu… Bir insanı kim severse sevsin, onu dünyaya getirenler sevmediyse bütün sevgileri eksiktir… #Yazar #Suat #Özge